27 Mayıs 2014 Salı

Hitler mi “Adolf” mu? (Bo Prodüksiyon)

Almanya Cumhurbaşkanı Hindenburg’un ölümünden sonra 19 Ağustos 1934’de yapılan plebisit oylamasında, Hitler, oyların %88,1’ini alarak Cumhurbaşkanı seçildi.

29 Mart 1936’da yapılan seçimlerde Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi oyların %98.80’ini alarak parlamentodaki 741 sandalyenin sahibi oldu. Aslında bu seçim değil içine iki konu sıkıştırılmış tek sorulu bir referandum idi. Daha önce “müttefiklerce paylaşılmış Rhineland’ın Almanya tarafından işgal edilmesini ve sadece  Nazilerden oluşan bir parlamentoyu kabul ediyor musunuz?” sorusunun cevabı “evet” olmuştu.

Bu oylamaların demokratik olmadığı iddia edilebilir ama 1924’de Hitler hapisteyken  %6,5 oy alan Nazi Partisi’nin 1933’de %43,9 oy alarak parlamentoda 288 sandalyeyi almasını da “görmek” gerekir.

Hitler’e destek sağlayanların içinde Yahudi Bankalar ve silah ve malzeme üreten Yahudi şirketlerin olduğu da biliniyor.

Hitler kendisinin Tanrı tarafından görevlendirilmiş olduğunu da hiçbir zaman saklamamış. Kendisini “vahşet içinde bir çığlık” olarak nitelemiş ve Hz.İsa’nın yolunu açan Vaftizci Yahya olarak görmüş. “Yaşamım ölümümle bitmeyecek asıl o zaman başlayacak” demiş Hitler. Bugünün dünyasına baktığınızda Hitler’in sağ olduğunu söylememek imkânsız sanki. Dünyada Führer’in peşinde giden akımların olduğu ve bazı ülkelerde tehdit edici boyutlara yükseldiği biliniyor.

Faşizmin ilk akla gelen fotoğrafı Hitler. Metaforlar Hitler’in kimliği üzerinden yapılıyor. Bence Hitler bir sonuç. O da söylüyor bunu: “”Ben dünyaya insanları güçlü yapmak için gelmedim, onların güçsüzlüklerini kullanmak için geldim” Hitler bunu çok da iyi becermiş. Altındaki imzayı bilmezseniz kulağa hoş gelen pek çok tespitine katılırsınız. Hatta en demokrat olduğunu iddia eden liderler bile onun sözlerini kullanıyor, bugün bile. İktidarı elde etmek, onu sıkı sıkıya tutmak, toplumların yönlendirilmesi  yolunda yöntemlerin pek de farklı olmadığı anlaşılıyor. İbsen’in Bir Halk Düşmanı piyesinde “ağabey Stockmann’ın yaptığı yok etme tehditlerinin gerçekten de –hatta kısmen kelimesi kelimesine çakışır biçimde- Hitler’in konuşmalarının öncülü olduğu belirtilmektedir.” Bir Halk Düşmanı 1882’de yazılmış. Hitler’den yaklaşık 50 yıl önce. Faşizm, tarih kadar eskidir. Hitler, bu sürecin bir istasyonudur. Faşizm bir siyasal yönetim biçimi olmaktan daha da çok bireyin içinde yatan şeytandır, günlük hayatımıza sık sık karışır, müdahale eder. 

Hitler’in 30 Nisan 1945’te saklandığı sığınakta Eva Braun ile birlikte intihar ettiği söyleniyor. Ancak bu bilgiyi kuşkulu hâle getirebilecek ciddi sayılan iddialar var. Yazar ve oyuncu Pip Utton, Adolf’ta Hitler’in Berlin’deki sığınakta geçirdiği son 12 saatine “bakmış” ve kendine göre bir kurgu yaratmış. Pip Utton’a göre tiyatro, “seyircinin koltuklarda dikilerek, görmek istemedikleri şeylerle yüzleşmesini” sağlamalıdır. Pip Utton’un içinde yaşadığı toplumun algısı ve hassasiyetlerini dikkate alarak  Adolf’u yazmış olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan Hitler öylesine uluslar arası ortak bir algının karakteri ki herkes onun kişiliğinde buluşabiliyor. Ancak oyuna baktığımda Adolf’un “yüzleşme” sağladığından kuşkuluyum. Adolf'da “yüzleşme”, seyircinin Hitler ile karşı karşıya gelmesi gibi. Zira her şeyden önce o ruh hâlindeki Adolf’un kendisi ile yüzleşmesi mümkün değil.  Ayrıca tiyatroda “yüzleşme" denilince bunun seyirciye yönelik bir eylem olduğunu düşünürüm.  Bu nedenle benim anladığım “yüzleşme” bireyin kendisini ve de toplumunu algılamasıdır. Ben, Hitler ile değil onu yaratan ve var eden toprakla daha çok ilgiliyim. Dr.Stockmann(İbsen)'ın söylediği gibi "Gerçeğin ve özgürlüğün en büyük düşmanı şu 'başat çoğunluk' denen nesnedir." Asıl değişmesi gereken onlardır. Oyun ise daha ziyade Hitler üzerine odaklanmıştır. Adolf’un sıradan seyirci üzerinde doğrudan bir etki yapabileceğini sanmıyorum. Konunun bilincinde olanlar içinse bilinenin tekrarı gibi oluyor diye düşünüyorum.

Pip Utton’un oyunları üzerine titiz olduğunu öğrendim. Öyle ki Adolf oyununa mutlaka bir bölüm eklenmesini istiyor ve onu onaylamadan oyunun sahnelenmesine izin vermiyormuş.(Ben eklenen bölümü sevmedim. Tiyatronun işine böyle karışılmaması gerektiğine inanıyorum.) Oyunun galası için Türkiye’ye geldiğini ve oyunu çok beğendiğini de okumuştum. Bu nedenle Burak Sergen’in canlandırdığı Adolf tam Pip Utton’un istediği gibi olmuş demek ki. Ama oyunun ismi olarak çok bilinen “Hitler” yerine “Adolf”u seçtiğine göre bana hak vereceğini düşünüyorum.

Adolf, Hitler’e gönderme yaparak başlamalı, dünyanın tüm Hitler’lerine dokunarak genelleme yapmalı ve seyircinin yanından ve içinden faşizme bakmalıydı. Oysa Adolf, seyirciyi daha önce de pek çok kez aldatılmış halk yerine koyuyor, onu baskı altına alarak tuhaf bir ruh haline getiriyor, aklını kullanmasını engelliyor, paralize ediyor. Buradan yola çıkarak gördünüz mü “şiddet ve baskı insanı ne hâle getiriyor” denebilir belki ama bu denemeyi kanıtlamanın kimseye yararı olmaz, bu amaç için de oyun yapılmaz. Zira bu mazeret gibi de algılanabilir ki o zaman düzeltmek de zorlaşır, gereksizleşebilir.  

Burak Sergen Hitler olarak çok iyi ama benim zihnimdeki Adolf olarak metnin ve yazarın kurbanı olmuş. Burak Sergen’in oyunculuğu her türlü övgüyü hak ediyor. Onun oyunculuk gücüne ve samimiyetine ulaşabilecek pek az oyuncu tanıyorum. Bana Hitler’i fazlaca “giyinmiş” olduğu izlenimi verdi.  Oyuna eklenen birkaç trük, epik ögeler gibi dursa da karakterin bir özelliği gibi de algılanabiliyor. Örneğin yüzün önünde elin çevrilmesi ile yüzdeki ifade değişmesi Hitler’in “oyunculuğunun” bir parçası gibi algılanabilir. “Çatalları parlatmıyorsunuz” repliğini ise epik ama gereksiz buldum. Küçük salonlardaki büyük oyunculuklar, içinde zorlukları da barındırıyor. Seyirci ile iletişimi rahatsızlık verici hâle getiriyor, dikkat odağını dağıtıyor.

Öte yandan Burak Sergen’in “büyük” oyunculuğu yanında dekorun ögeleri küçük kalıyor. Örneğin bir köşede ara sıra hatırlanan ayaklı ayna, sığınakta neden yere dik durduğunu çözemediğim kanal, arkada dönmesinin neye bağlı olduğu anlaşılmayan pervanenin ve de gamalı haçlı bayrağın daha da büyütülerek farklı yerleşimler ile oyunun işlevsel bir parçası hâline getirilmesi, Burak Sergen’in “büyük” oyunculuğunu da dengelerdi; tek kişilik oyunlarda oyuncunun taşıdığı yükü de paylaştırırdı diye düşünüyorum. Oyunu "gerçeklik" duygusundan çıkarır metnin kurgusallığına getirirdi. Oyuncu metni renklendirmek için farklı şeyler bulmaya çalışıyor ama yine de tekrarlardan kurtulamıyor. Dekoru ve müziğin yardımı oyuncuyu da rahatlatırdı. Sanırım Burak Sergen ve yönetmen Levent Özdilek birlikte yazara karşı çıkıp daha farklı bir Adolf yaratabilir ve o, yazarınkinden çok daha iyi olabilirdi.

Adolf, bu yıl ödül jürilerinin görmezden geldiği bir oyun. Aslında "bakmış"lar, hayranlıktan yerlere yatan olmuş ama “görmemiş”ler demek daha doğru. Hadi oyunu “görmedin” var edilen salonu da mı algılamıyorsun? Ona buna dağıttığın “özel ödüllerden” birini vermek de mi aklına gelmedi? Ödül vermediğin o salona kendi oyununu götürürsen soracağımı da unutma. Dolu salona bakarsanız seyircinin hiç de umurunda değil ödüller. Gerçek ödül de o zaten.

Melih Anık

İlgi:
Kavgam –Adolf Hitler- (Manifesto)
Adolf’un Kavgası- Ata Nirun - (Wizard)
Bir Halk Düşmanı- İbsen (Mitos Boyut)

Oyunun Künyesi:
ADOLF
Yazan: Pip Utton
Rejisör: Levent Özdilek
Oynayan: Burak Sergen
Işık Tasarım: Akin Yilmaz
Dekor: Bizoyuncular
Kostüm; Hatice Kübra Erişir
Afis Tasarım: Berkcan Okar
Fotoğraflar: Mehmet Turgut
Ödül: 13. Direklerarası Seyirci Ödülleri En İyi Tek Kişilik Prodüksiyon(2013)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder