30 Aralık 2009 Çarşamba

MEFİSTO - İstanbul B.Belediyesi Şehir Tiyatroları

Bu yıla(2010) damgasını vuracak bir oyundan bahsedeceğim.
Bu sezon her dalda ödüle aday gösterilecek ve muhtemelen pek çoğunu alacak bir oyun hakkında düşüncelerimi paylaşacağım .
Mefisto ile ilk izlenimim şu :
Üzerinde çalışılmış , amacı saptanmış , uğraşılmış..
Çok iyi bir oyuncu kadrosu tarafından ciddiyetle oynanıyor.
Dekor ,kostüm ve ışık tasarımları iyi.
Tarihi bir gerçek üzerine yazılmış bir romana ve bu romandan usta bir yazar tarafından yapılmış uyarlamaya sahip.
İyi bir yönetmeni var.
Süzgeçler
Mefisto 1936 da yayımlanmış(Klaus Mann). 1979 yılında oyunlaştırılmış.(Ariane Mnouchkine)2010 yılında İstanbul'da sahneleniyor(Ragıp Yavuz)
T.S.Eliot demiş ki : “ Shakespeare eleştirileri , yazıldığı dönem ve yer bilgisinden soyutlanarak anlaşılamaz. Farklı kişiler tarafından farklı yerler ve farklı zamanlarda ortaya atılan görüşler son 300 yıllık Avrupa uygarlığındaki gelişme ve değişimlerin ayrılmaz bir parçasıdır.”
Bu görüşün roman ve romandan yapılan uyarlamalar için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle yukarıdaki tarihlere dikkat etmek gerekiyor.
Bir anı-roman yürekteki izlerin tazeliği ile yakından ilgilidir. Anı-roman yazan, anlattıkları yanında dışarıda bıraktıkları ile de bir tercih yapmış olur.
Uyarlayan da anı-romandan yaptığı sahne seçimleri ile içinde yaşadığı dönemin tarihe bakışı ve kendi duruşu ile bir tercihler sıralaması yapar.
Yönetmen de yıllar sonra, içinde yaşadığı zamanın tarih bilinci ve sanatçı duyarlılığı ile olayı kendi süzgecinden geçirir.
İşte bu yüzden sahnedeki Mefisto ard arda üç öznel süzgeçten geçirilmiş.
Tarihin Sarmalı ve Mefisto’nun Yarası
Amin Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”da “Bütün tarih kuramları kendi zamanının ürünüdür.Şimdiyi anlamak için son derece öğreticidir.Geçmişe uyarlandığında tahmini ve yanlı bir hal alır.Geleceğe yöneltildiğindeyse tehlikeli hatta kimi zaman yıkıcı sonuçlar doğurur” diyor.
Mefisto’da ,tarih kuramı , geçmişe uyarlanmakta ve geleceğe yöneltilerek çözüm üretmeye çalışılıyor. Tarihin tekerrür edeceği izlenimi yaratıyor. Uyarısını bu “tekrar”a endekslemiş.
Hitler’i iktidar yapan düzen ele alınarak geçmişte yaşananlara benzetme yapılmakta ve bundan yola çıkarak gelecek üretilmekte.
Oysa tarih tekerrür ederse ilkinde trajedi olan tekrarında komedi olur.
Mefisto , bu yüzden yaralı (!)
Yapılması Gereken
Yapılması gereken romandan başlayarak yeni bir uyarlama yapmak olmalıydı.
Belki o zaman oyunun içinde ağırlığını hissettiğimiz duvar , oyuna paralel giden kabare , komünizm , eş cinsellik , sanatçının toplumsal sorumluluğu , demokrasi vb kavram ve durumlara içinde yaşadığımız toplum gerçekleri ışığında daha anlaşılabilir anlamlar yüklememiz kolay olurdu.
Belki de o zaman neyi dışarıda bırakmamız gerektiğine kendimiz karar vererek oyunda görülen ve hikaye örgüsünü yaralayan uzunluğu törpüleyerek ,atmaya kıyamadığımız her şeyden kurtulabilirdik.
Sondan Başa Doğru
Oyunun en son repliği “Sıradan bir oyuncuyum ben”
Böyle bakılınca oyunun bir oyuncunun savunması/hayatı/eleştirisi gibi anlaşılması olanaklı.
Ama Yönetmen’in (Ragıp Yavuz) söylediği “Sosyal ve siyasal ilişkilerin sonuçları değil nedenleri daha çok ilgimi çekti” sözü nerdeyse oyuna damga vuran bu finalle, doğrulanmıyor. Kaldı ki bugünün “sonuç”ları, bilinen nedenlerin formülleştirilebilecek sonuçları da değil.
Bugünün dünyasını anlatabilecek bir “formül” yok.Maalouf ‘un dediği gibi “Tarih genellemelere uymaz pek” , ”Tarihi açacak bir maymuncuk yok”.
Tiyatro , bunun bilincinde olarak zor olanı seçmek zorunda, çözümü bulmuş gibi davranmak yerine. Tiyatro Höfgen’i de anlamak zorundadır mahkum etmek yerine.
“Bir tarikat yapılanması olan “Thule” örgütünün arkasına bir finans desteği alarak partileşmesi ve aşırı enflasyona yanıt vermesi sonucu “sandık”tan gelmiştir”de ifadesini bulan görüş ; ya da 1929 ekonomik krizinden sonra Avrupa’da radikal söylemini bulan akım ile 2001 krizinden sonra Avrupa’daki radikalleşme arasındaki benzerliğin yorumu da yukarda anlatılan bilinçle ele alınmalıydı.
Bilindiği gibi 1930’ların sosyal demokratları da tarihsel sürece bakarak Hitler’in gelişini ıskalamışlardı.
Mefisto’nun Dikkat Çeken Noktaları
Oyun yaklaşık 3 saat.
Oyun bir “geri dönüş” ile başlıyor. Ama başta açılan parantez sonda kapanmıyor. Bu da ucu açık bir kurguya neden oluyor.
Genel olarak oyun, enerjisini gittikçe yitiriyor. Sona doğru Höfgen’in(Yiğit Sertdemir) feryatlarına rağmen silik ve soluk bitiyor. Güzel anlar , sahneler var. Ama “sahne dili” yok. Roman dili de yok. Okuma tiyatrosu olarak da ilginç değil. Önemli şeyleri bir öğretmen edası ile vermeye kalkmış.
Birinci saatin sonunda birinci perde , Çehov’un Vişne Bahçesi’nden okunan pasajlar ile bitiyor. O ana kadar “Komünist” Höfgen’in kişisel gelişmesini görüyoruz.
İkinci perdede giderek düzen ağırlığını hissettiriyor ve Höfgen’in birden “nasyonel sosyalistleşmesi”ni başkasının ağzından bir cümlede duyuyoruz. Hatta Höfgen ,final dışında son üçte birlik bölümde sahnede “yok”.
O zaman birinci perde finalini yapan ve Höfgen’in bir anlamda aileye kabulünü ve de Mann ailesinin ortamını gösteren Vişne Bahçesi’nin, oyunun genelindeki yerini sorguluyoruz.
Benzer şekilde Höfgen ile Miklas(Murat Coşkuner) arasında geçen prova sahnesinin oyunun hangi çizgisi için oyunda tutulduğunu anlamak da güçleşiyor.
Roman söyleminde karakterlerin yaşam hikayelerini sonuna kadar görmek gerekli olabilir. Ama sahne dilinde bir tercih yapmak ve sınırları çizerek bütünün hatırı için bazı ayıklamalara katlanmak ve yalın bir anlatımı seçerek pek çok karakterin yaşamlarını anlatmak yerine yan karakterleri ana karakterin ve de oyunun ana çizgisinin ihtiyacı kadar işlemek gerekir.
Oyunun genelinde Höfgen’in feryatları ile sonlanan oyunda sahneye sokulan her karakteri atlamadan anlatma gayreti var.Bu nedenle oyunun ana çizgisi slalom yapıyor.
Genel olarak sahnelerin her birinin tek cümlelik mesajının özetlendiğini ve yönetmen(ve de dramaturg- Sibel Aslan Yeşilay) tarafından birbirine bağlandığını düşünmekle birlikte bu sıralama ve ilişkilendirmenin bir bütünlük yaratmadığını belirtmek istiyorum. Bu, tek tek güzel ve anlamlı gelenleri budayacak kadar acımasız olamamaktan kaynaklandı herhalde.
Kabare sahnelerinin araya konulması oyuna renk ve hareket katıyor. Ama Höfgen’in ve de düzenin çizgisi ile ilgisi çok açık değil.Kabare oyun içinde bir “iç ayna” görevini de yapamıyor.Kabaredeki tiplerin hatırlattıkları ise daha geniş, doğrudan ve güncel olabilirdi.
Sahnenin ön duvarı iki kez açılıyor .O sahnelerde seyirciye broşürler atılıyor.Bu iki sahne dışında oyun içine kapalı ve geride kurulmuş.Ve mizansen olarak sahne gerisine doğru kaçma eğiliminde.
Höfgen’in Elizabet ile veda buluşmasında oyun içi sahnenin seyirciye dönüklüğü mizansen gereği ama oyun içindeki sahne hep seyirciye ters yönde açılıyor. Veda sahnesinin ,sahne arkasında geçmesi gerekmiyor. Ama illa sahne arkası diyor ve de sahnenin yönünü değiştirecekseniz bunun oyun içinde bir anlamı olması gerek. Ayrıca aynalar ve üzerindeki yansımalar yeterince kullanılamamış diye düşünüyorum.
Belki de Mnouchkine’nin metnini esas alıp romandan yeni sahnelerin ilave edilmesi,bazılarının çıkarılması ile söylemi daha “yerel” ve “doğrudan” olan bir uyarlama yapılabilirdi.
Dekor Tasarımı
Önemli oyunların güvenilir Sahne Tasarımcı’sı Barış Dinçel’in eserine ayrıca bakmak gerekiyor.Zira sahne tasarımı kendi başına var olmuş sahnede. Oyunun “görkem”ini veren de o,sahne gerisine doğru yönlendiren de. Kendi başına çok özenli , mantığı olan bir tasarım ortaya koymuş Dinçel . Göz alıcı.. Ama ağır ve tek başına ! Duvar metaforu ise tartışmalı. Bu “yıkılan” duvar mı ? Bir toplumun halkları arasındaki “duvar” mı ? Bir “labirent” mi ? Bir tabut mu? Bir mezar mı ? Bir idam mangasının karşısındaki “duvar” mı? Devamlı açıp kapanması ile tarihin “körüğü” mü?
Yönetmen de bu “güzelliğe” kıyamamış olmalı ki uzun sahne değişimlerinde düzenin baskısını hissettiren siyah paltolu subayları çıkarmış sahneye.
Bu çerçevede zaten ağır diyalogların geçtiği sahneleri hafifletmek yerine ağırlaştıran bir kurguya neden oluyor dekor.
Oyunculuk
Mefisto’daki oyunculukta birlik yok. Kimi oyuncular dramatik kimisi epik oyunculuğu seçmiş.Bu belki kabare sahneleri ile diğer sahneler arasında bilinçli bir ayrım olsaydı o da kabulümdü. Böyle bir ayrım söz konusu değil. Hatta tarzlar arasındaki değişim ve geçiş de bir anlatım biçimi olarak kullanılabilirdi. Belki de iyi de olurdu.
Oyunun genel havası dramatik ama içinde yer yer epik var.Bu da bütünlüğün önünde bir engel.
Oyunun Yakamozları
Çağlar Yiğitoğulları ve Selim Can Yalçın. Bu iki isme dikkat etmek yetmez bu iki isme destek vermek lazım. Çağlar Yiğitoğulları’nı bir performanstan, Selim Can Yalçın’ı Öfke’den hatırlıyorum. Bu iki tiyatrocunun enerjisini ve de yeteneklerini göz ardı etmemeliyiz , yüreklerindeki ateşi söndürmemeliyiz diye düşünüyorum.(Onlara sözüm ise şudur : Ufkunuzu geniş tutun!)
Bir başka ışıltı ise Buket Yanmaz Kubilay’dan geliyor. Zor sayılabilecek sahnelerde rahatlığı ve sempatisi ile parlıyor. Mert Tanık da ışık verenlerden. Gerek fiziği gerekse oyunculuğu dikkat çekici.
Söz Etmesem Olmazlar
Kostüm(Tomris Kuzu), müzik(Selim Can Yalçın-Çağrı Ö.Hun), ışık(Murat Özdemir) ve kareografi (Yasemin Gezgin) çok başarılı.
Son Söz
Mefisto sezonun “hit”lerinden biri.
Seyretmezseniz “kaçırmış” seyrederseniz “sıkılmış” olabilirsiniz.

Melih Anık

Not : Oyun sonunda henüz yerimde defterimi ve kalemimi toplarken önümden geçen biri “Siz uyumamış olsaydınız ben de uyumayacaktım “ dedi. Herhalde çok derin uyumuş ki dünyası ve görüş alanı buğulanmış . Ben “herhalde yanlış görmüşsünüz” demekle yetindim. Oyun boyunca tuttuğum notlar için başımı önüme eğmiş görünce uyuyorum sanmış olmalı . Ama bana güvenerek(?) uyumasına ne demeli ! Onun ne dediği önemli değil ama uyuyanlar olacak bu oyunda, benden söylemesi.
Bir ipucu : Ben uyuyacak gibi olunca salondan çıkıyorum.

27 Aralık 2009 Pazar

5 TL’ye Tiyatro ! Devlet Tiyatrosu ve "Vahşet Tanrısı"

Devlet Tiyatrosu 60.yılını , Türk yazarlarının kaleminden çıkan 60 eserin dünya prömiyeri ile “kutluyor”.
Genel Müdür Lemi Bilgin’in ifadesiyle “ Tiyatro sanatını ülkemizin en uzak köşesine ulaştırmak,Türk tiyatrosunun hak ettiği yerlere gelmesini sağlamak ve kültürümüzü yüceltmek adına” “Büyüyor”lar!
“Açtıkları yeni sahnelerle , sahneledikleri yeni oyunlarla,katıldıkları ve düzenledikleri ulusal ve uluslararası festivallerle,kadroya dahil olan genç sanatçılarla ,her geçen gün artan izleyici sayısıyla..”
Genel Müdür , önce hedef sonra strateji belirtmiş.
Ama her şeyden önce şunu düzeltmek lazım: “Türk tiyatrosunun” değil “Türk Tiyatrosu’nun”.
Aradaki farkı önemsiz bulmayın. Bu bir “Türkçe” yazım kuralı. “Türk” Tiyatrosu’nun en önemli mevkiinde bulunan ve “Türk” Tiyatrosu’nun hak ettiği yere gelmesini hedefleyen bir Genel Müdür ve kurumu bu “Türkçe” yazım kuralına da dikkat etmeli.
Sanatçı da olsa bürokratik gelenek içindeki yetkililerin söylemlerine alışkınız. Ama soralım bakalım ayni cümle içinde yapılan “ülkemizin en uzak köşesi” , “hak edilen yer”, “kültürün yüceltilmesi” gibi 3 vurgu ne demeye geliyor ?
Ülkemizin “en uzak köşesi” neresi ? Neye uzak? Genel Müdür’ün oturduğu merkeze mi ? Yoksa “tiyatroya en uzak seyirci”ye ulaşmak mı önemli ?
Türk Tiyatrosu’nun “hak ettiği yer” neresi ? Ben 60 yıllık Devlet Tiyatrosu’nun 40 yılında varım. Hak edilen yer için daha ne kadar zaman geçmesi lazım ? Geçilen zaman umut veriyor mu?
“Kültürün yüceltilmesi” ne demek ? Tiyatro kültür taşıyıcısıdır , kültür “boyacısı” değil ! ( “Somut Olmayan Kültürel Miras Taşıyıcılarının Tespit ve Kayıt İşlemleri Hakkında Yönerge”- http://www.rizekulturturizm.gov.tr/Genel/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF92C077108DECE19DA35405BFDD9C147A okumanızı öneririm.)
3 vurgu da “statik” bir algının sonucudur. Devlet Tiyatroları’nın en tepesindeki yetkiliden duymaktan da üzüntü duydum.
Genel Müdür stratejisini de sayısal “büyüme” üzerine kurmuş. Ancak tiyatro sanatı nicelik ile değil nitelikle “büyür”. Bu anlamda Devlet Tiyatrosu’nun sunduğu niteliğin düzeyine bakmak lazım. Benim görüşüm maalesef olumsuzdur.
Devlet Tiyatrosu özel tiyatroların yapamadığını yapmak zorundadır. DT, gelmeyeni getirmek, seyretme alışkanlığı olmayanda seyir zevki ve isteği yaratmak zorundadır. En önemlisi nitelik olarak çıtayı yukarı çekerek “tiyatronun kutbu” olmak zorundadır. Bu konuda konulacak kriterler de seyirci sayısı, yerli yazara bağlı prömiyer sayısı kadar ölçülebilirliği kolay olan değerler değildir. 5 TL’lik bilet fiyatı ile toplam seyirci sayısı sabit kalan(hatta azalan) piyasada seyirci sayınızın artması bir “yer değiştirme”dir olsa olsa,o kadar.
DT, 5 TL’ye bilet satarsa özel tiyatronun 20 TL si pahalı gelir. Zira yapılan işin değeri düşürülmüş, rekabet şartları bozulmuştur. Kamu eliyle sanata yön verenler “Ufku” açmak, genişletmek ile yükümlüdür. Onlar ise “Pazar” ile ilgileniyorlar!
DT, bulundukları illerde çevreye nasıl ulaşıyor acaba? Okullara nasıl giriyor? Bunun için bir stratejisi var mı? Geçen sene ne yaptı ? Ülkemiz tiyatrosu için nasıl bir strateji belirledi ? Farklı kültürler nasıl “sahnelendi” ? Gelenekselden nasıl yararlanıldı? vb. yığınlarca soru…
Vahşet Tanrısı ile ilgili bir yazıdaki yukarıdaki giriş oyuna haksızlık oldu galiba.
Vahşet Tanrısı
Vahşet Tanrısı iyi yazılmış, iyi oynanan bir oyun, rejisi “sit-kom” koksa da. Yönetmen Celal Kadri Kınoğlu’nun televizyondaki “sit-kom” deneyimini sahneye taşınmış gibime geldi . En azından oyunculukta bu tarz gözüküyor. Oyunun metni de bu olanağı veriyor.
Oyun yazarını(Yasmina Reza) başarılı buldum. İki çocuğun kavgasından çıkan bir konunun sürükleyici diyaloglarla açılımı ve kimi zaman eğlendirmek ama çoğunlukla “iğnelemek” üzerine oturtulmuş bir söylemin başarısında tercüme edenin(Zeynep Avcı) rolü, yazar kadar önemli. Tercümede “Mal bulmuş mağribi gibi” ve “Akım derken b… demek” dışında kulağıma takılan olmadı.
“Taammüden” gibi ,bir avukatın içindeki “kod”ları tetikleyebilecek ,bir avukatın yüzüne söylenmemesi gereken “kışkırtıcı” bir söz ile diyalogun yönünü değiştirmek hem yazarın hem çevirmenin başarısı.
Darfur uzmanı , yatırım danışmanı,avukat ve satıcı kimlikleri ile iddiasız gibi görünen ama kendini toplumun etik koyucusu ve entelektüelliğin son temsilcisi sayanların , kontrollerini kaybettikleri anda nasıl birer şiddet nesnesine dönüştüklerini görmeyi yadırgamamanız gerek. Onlar hemen yanı başınızda. Belki de aynada, karşınızda duruyor.
Düşünce inceliklerini(?) gösterirken nasıl da nazik(?)ve “müşfik”ler(?). Ama kendilerini tehlikede hissettiklerinde baş gösteren saldırganlıkları ve çocuklarına biraktıkları miras , ortaya dökülen kirli çamaşırların kokusu gibi “dumansız hava sahası”nı kirletmekte.
Zorlama ve taktiksel “alt perde”den konuşmalar giderek günlük ve toplumsal hayatın bize öğrettiği klişe cümlelere dönüştükçe sırça köşklerin nasıl dağıldığını , bastırılmış ses tonları içindeki uygar(?) söyleşilerin yoldan çıkarak nasıl vahşileştiğini görmek öğretici ve eğlendirici. Kimi zaman alttan(kapalı) kimi zaman üstten(açıkça) “faullü” el-enselerle kişilerin birbirlerini tartmasını , gidişatı dengelemek için yapılan ustalıklı çalımları ve giderek fiskelerin yumruğa dönüşmesini görmek şaşırtıcı değil. Diyalog bu anlamda karşılıklı bir alış veriş, çözüm yolu değil haklı çıkmanın aracı olarak kullanılıyor.
“Konuşmanın tonu,seviyesizlik,ispiyonculuk, savunmasız kalmak ,ölüme terk etmek,vicdan azabı,uygarlık için savaşmak,dengeli olmak,yalnız olmak,hafife almamak,ayıp etmek, ,Afrika’nın acılarını bilmek,barış sağlama , dünya vatandaşlığı, kurbanlar ve cellatları” gibi konuşmanın yolunu değiştiren söylemler ile “iyiniyet yaramıyor”,”dürüstlük insanı zayıflatıyor”, ”her şey yorucu” , ”ahlaki değerler olmadan insan olmanın ne değeri var” ,“dünyanın bekçileri gibi davranan kadın yerine sezgileri ile kullanan kadınlar olmalı”, “güç kimdeyse haklı odur” gibi kendi haklılığını doğrulamak ve de son sözü söyleyerek karşısındakini köşeye sıkıştırma hedefli klişeler, aslında insanın kendisinden yana olan doğasının gereği olarak oyunda yerli yerince ve başarıyla kullanılmış.
Oyunda özellikle Zerrin Tekindor’u çok başarılı bulduğumu belirteyim. Eminim ki bu yılın “En İyi Komedi Kadın Oyuncu” ödüllerinin en kuvvetli adayı olacaktır. (Bence alacaktır)
Zafer Algöz ise “En İyi Komedi Erkek Oyuncu” adayı olursa şaşırmam.
Ülkü Duru ve İşdar Gökseven’in çok başarılı oyunculukları , Tekindor ve Algöz’ün yorumlarını parlatmalarını ve karakterlerin metinden gelen renkliliğinin öne çıkmasını sağlıyor.
Dekor ve giysi tasarımı(Serpil Tezcan) oyunun yorumuna destek oluyor ve başarılı.
Dolu bir salonda dolu dolu yankılanan alkışlardan daha büyük ödül ne olabilir!
Sahnedeki sanatçıları kıskananlar çok olur eminim.
Seyredin! Hem de 5 TL ! Evde oturduğunuz kabahat.

Melih Anık

Not: Ocak 2010 dan itibaren bilet fiyatı 10 TL olacakmış, öğrenci bileti de 4 TL. Öğrencilerin taşıdıkları telefonlara bir bakın. En iddiasızı 500 TL. İçtikleri sigaralar kaç TL ?
Ben gene de İstanbul için 10 ve 4 TL’nin haksız rekabeti önlemeyeceği düşüncesindeyim.
DT, haksız rekabeti önleyecek ve meslek değerini koruyacak şekilde şehre göre tarife belirlemeli. Bakarsınız bu şekilde bütçenin gelir kaleminde sağladığı artış özel tiyatrolara yapılan komik yardımların artmasını ; tiyatroya “çok uzak” şehirlerimize ve yurttaşlarımıza tiyatronun daha çok ulaşmasına neden olur.

13 Aralık 2009 Pazar

İstanbul BB Şehir Tiyatroları - Genç Tiyatro - Liselere Tiyatro Kursu

İstanbul BB Şehir Tiyatroları’nı bu yazının konusu yapan , “Bugün TV”deki Arif Akkaya ve Engin Alkan ile yapılan 20 dakikalık sohbet oldu.
- Engin Alkan twitter’da yazmış da- oradan haberim oldu.

Ekranda “…kursta oyunculuk, diksiyon, dans, fonetik dersleri verilecek” diye yazıyor. Oyunculuk, diksiyon, dans ve fonetik içermiyormuş gibi . Kaldı ki açıklanan hedef oyuncu yetiştirmek de değil !
Yani ilk algı yanlış ! Ama sohbet bu yolda yürüyor.

Akkaya ve Alkan Genç Tiyatro bünyesinde başlatılacak “Liselilere Tiyatro Kursları” ile ilgili olarak çağrılı idiler. Bu arada Genç Günler/Tiyatro konuşuldu ve laf döndü dolaştı “Ne Olacak bu Tiyatromuzun Hali”ne geldi.
Bazı konular kulağa hoş geliyor. Peşine takılıp sürükleniyoruz. Durup düşündüğümüzde ise yeni sorular ortaya çıkıyor. Ben soruları kendime sordum. Düşüncelerimi de paylaşıyorum.

GENÇ GÜNLER
25 yıl olmuş Genç Günler başlayalı . Doğrusunu isterseniz ben geçen sezon, alıcı gözüyle baktım.
Bu biraz da etkinliklerin sezon sonuna kalmasından , gençlik ile ilgili “sıradanlaşan” Mayıs ayı etkinliklerine mesafeli olmamdan kaynaklandı herhalde.
Genç Günler kapsamında sahnelenen Mehmet Avdan’ın İnek oyununu biraz gecikerek sezon içinde seyrettim . Sonra da ondan aldığım şevk ve heyecan ile Mayıs ayında Öfke’yi seyrettim. Birincisinde nasıl “gençleştim” ise ikincisinde o kadar “yaşlandım” , “Genç” ile ilgili genel algıya katıldım.

Ayşenil Şamlıoğlu göreve geldikten sonra “etkinlik”ten “birimleşme”ye geçmekten; Türk Tiyatrosu’nun yeni yönetmenlerinin, yazarlarının, tasarımcılarının ve oyuncularının yetişmesi ve ürünlerinin kalıcı hale gelmesi için köklü adımlar atmanın şart olduğundan bahsediyordu.
“Tiyatrolarımızı emanet edip” gideceğimiz kuşakların önünü açıp destek olmak ; tiyatronun bütün olanaklarının gençlere seferber edilmesi ; bizim gençlerimizin onlardan hiçbir eksiğinin olmadığı gibi bir söylem beni tedirgin etti biraz ama “bu birimde yeni bir dil aranması , üslup geliştirilmesi , yurtdışına açılım” ; yurt içi ve yurt dışından gelecek tiyatro topluluklarını konuk etmek ; modern dans çalışmalarını, üniversite buluşmalarını, konser, dinleti, panel, atölye çalışmaları vb. etkinlikleri gerçekleştirmek gibi hedeflere de “Hadi hayırlısı bakalım” dedim.

Bu sezon afişinde “Genç Tiyatro” yazan 4 oyun var : İnek, Hizmetçiler, Kafes, Bekleme Salonu..İlk üçünün yazarı asırlık çınar.. Bekleme Salonu ise “genç” Yiğit Sertdemir’e ait. Oyunlar Şehir Tiyatroları’nda ilk kez sahneye çıkmıyor. Daha önce defalarca seyirci ile buluşmuş.

Bu repertuvara bakıp varılacak sonuç şu : Şehir Tiyatroları’nın “Genç”ten anladığı, yaşı genç olanlarca yapılan etkinlik.Bu beraberinde "mazeret"i de getiriyor."Genç yapa yapa öğrenecek!" Ama seyirci zorlukla bilet satın alıyor.

Yenilenen İBB Şehir Tiyatroları web sitesinde :
“Genç Tiyatro’nun hedeflerinin başında yeni yazar, yönetmen ve tasarımcıların yetişmesini sağlamak ve onları genç izleyiciyle buluşturmak yer alıyor. Genç Tiyatro’da üretimde bulunan ekipler, Şehir Tiyatroları repertuarındaki oyunların yanı sıra, gönüllülük esasına göre çalışıyor ve tiyatrodaki mevcut malzemeleri kullanarak prodüksiyonlarını gerçekleştiriyor”
Kilit sözcüklere dikkat isterim: repertuvardaki oyunlar(“Yeni oyun getirme!”); gönüllülük(“İlave para isteme!”); mevcut malzemeleri kullanmak (“Masraf çıkarma!”)..
Böyle bir “çerçeve “ ile nasıl “Genç” olunacak?
Bu ifadeden anlaşılan bir hedef daha var , o da “Genç izleyici ile buluşma”. Yaşlısı ile buluşmadaki sorunlarını henüz çözememiş tiyatromuz, genç olan ile “yeniden başlamak”(!) istiyor herhalde. Biz her yeni gelen ile “yeniden başladığımızı” sanan bir neslin saf çocuklarıyız ya..

Geçen sezon sadece mayıs ayında 17000 kişiye ulaşılmasını övgü ile yazanlar “çok yol aldıklarından” emin ! İstanbul’da kaç genç var ?

Tiyatro Kursu düzenleyen Genç Tiyatro’nun yöneticisi, konservatuvar eğitimini yarıda bırakan Arif Akkaya kaç yaşında ? 44..
Neden 25 yaşında biri yönetmez o birimi ? GENÇ olduğu için mi ?

Tiyatromuz bu nedenlerle kafaca YAŞLI !

Tiyatro zaten “Genç”tir. “Genç olmak” zorundadır. “Genç olmak” devrimciliktir , denemeciliktir, yeni ve güncel olandır. Hızlıdır,öndedir,toplumun sorunlarına hemen reaksiyon verendir. Keşke tüm tiyatrocular bunun farkına varsa.
Ülkede bu kadar olay var. Sahnede ne var ?!!!

Şehir Tiyatroları “Genç olma”yı yaşı genç olanların yaptığı tiyatro tanımına sıkıştırıyor. İşi “hafif”letiyor. (Hatta bir yönetmen GENC’in yanına "yaşlı" danışman koyuyor.)

“Genc”i böyle tanımlarsanız diğer yapılanlar “yaşlı” mı olacak ? “Yaşlı” tiyatro ne?

TİYATRO KURSU
İ.B.B. Şehir Tiyatroları “Genç Tiyatro” bünyesinde liseli gençlere ücretsiz tiyatro kursu verecekmiş. Çeşitli uygulama ve kuram dersleriyle zenginleştirilmiş kurs programlarıyla, 14-19 yaş arasındaki gençlerin tiyatro ve oyunculuk sanatı yolu ile kendilerini ifade edebilme becerilerini geliştirmek, birlikte gerçekleştirecekleri grup aktiviteleri ile de kişisel yaratıcılıklarının ve güven duygularının gelişmesine katkı sağlamak amaçlanıyormuş.

Başvuranlar arasından seçerek aldığınız gençler 4 ay eğitimden sonra kendilerini “oyuncu” sanacak . Oysa hiç de öyle olmayacaklar. Aileler “Bizim çocuk tiyatrocu oldu” diyecek. Halbuki olmayacak! Yanlış bir algılama doğacak. Onlardan seyirci de çıkmayacak. Çıkarsa kaç kişi çıkar ? Kapasite ne kadar zaten? Şehir Tiyatrolarının kapatması gereken oyuncu açığı mı var? Yoksa “dershane” olmaya mı özendi?

Müşteri çeken tüccar gibi “Tiyatronun sıkıcı tarafını değil eğlenceli tarafını ortaya çıkaran kurs…” söylemi kullandığınızda o “büyük “ amaç hafiflemiyor mu?
Ya da “Tiyatro eğitimi para tuzağı haline geldi” demek sizin yaptığınız işi mi “yüceltiyor” yoksa kendi içinizde buna “öz eleştiri” demeyi mi tercih ediyorsunuz?

“Genel Sanat Yönetmeni’ne yazdığım açık mektupta bu konuya değinmiştim.Şehir Tiyatroları’nın her bir salonu kendi çevresinde aktif olmak zorundadır. Yani marifet, kurslarla,tiyatroya zaten heves etmiş olanı getirmek değil , tiyatroya en uzak olanda tiyatro merakı yaratmaktır. Seyirci yaratmaktır. Ödenekli bir tiyatronun görevi de budur. Eksik olan budur, tiyatro kursu vermek değil. Meraklısı, kursu bulur.

Tiyatro kursu açan , gelsinler diye "bekler". Oysa tiyatro onlara "gitme"lidir.
Şehir Tiyatroları okullara giderek yerinde eğitim yapmalıdır. (Tiyatrocu sohbet eder,oyundan parçalar oynar ,tecrübesini paylaşır vb.) Kamu kuruluşu olduğu için okullara daha rahat girebilir. Bunun için Milli Eğitim Müdürlükleri ile işbirliği yapabilir. Kamu kurumu olduğu için bu onun görevidir de ayrıca.

Sokaklarda gören gözlerle bakın! İddaa bayileri önünde 14-19 yaşlarındaki “Gençler, harçlıkları ile bahis oynuyor. Onlar için en önemlisi “bahiste kazanmak!” Onlar için tiyatro da kursu da önemsiz. Kursa kayıt yaptırmayacak ve gelmeyecekler. Ama asıl onlardan tiyatro seyircisi yaratmak önemli.

“NE OLACAK BU TİYATRONUN HALİ?”
Tiyatrocu hep “ağladığı” için bir takım “kurtarıcılar”(?) çıkıyor ortaya.

“Taleplerin bu şekilde olduğu bir ülkede…” diyorlar . Ne şekilde ? Cahil ve sıradan..TV dizileri ile kandırılmış. Dünyada nasıl?
Tiyatro neye yarar? Bu sıradanlığa kafa tutmaya ! Cahilliği yok etmeye ! Tiyatronun fasit dairesi de bu değil mi zaten ! Salona gelmeyenden, cahilden "seyirci" yaratılacak . Yeni seyirci ile tiyatro yaygınlaştırılacak!

“İnsanlar televizyon başından kalkmıyor!”muş.
Evet! "Cahil"(?) halk kalkmıyor tv başından ! Tiyatroyu ihtiyaç olarak görmüyor. Soruyu tersten soralım: Neden evden çıksın da tiyatroya gelsin? Onu oraya getirecek ne sunuluyor da gelmiyor? Heyecanı yaratacak olan, tiyatrocu ! Tiyatrocu oturduğu “sırça köşk”ünde seyirci bekliyor! Uzmanlaşma yolunda yaptığı "Deneme"lerine seyirci ,alkış bekliyor!

Halk emin olun, kendisi için seyredilir, değerli bulduğuna gelir. Kuyruğa girer.

İstanbul gece çıkılması , bir yerden bir yere gidilmesi nerdeyse olanaksız bir şehir. Gerçekleri bilerek oyun saatleri yaratacaksınız. Parklara,garlara, alışveriş merkezlerine gireceksiniz. GENÇ Tiyatro o işte !
Kamu olarak önce siz gireceksiniz ki , güvenlik güçleri alışsın ve özel tiyatrocular Taksim'de , Tünel'de dayak yemesin!

Diyelim bir çocuğunuz var. Hastalandı. İlacı acı diye içmek istemiyor. İçmesin mi dersiniz? Yoksa ilacı şekere sarıp mı verirsiniz? Anne olsanız vazgeçer misiniz ?
Tiyatrocular çocuğuna acı ilacı vermek zorunda olan annenin sorumluluğunu hissetsin içinde.
Ama tiyatrocu neyi, nasıl bir şeker içine saracağını da bilecek kadar eğitimli,donanımlı ve akıllı olsun.
Tiyatrocu öyle mi anlaşılıyor?

“Tiyatro yasası , yönetmeliği yok”muş.Kim hazırlayacak? Tiyatrocu hazırlayacak ve peşine düşüp çıkartmaya çalışacak. Tiyatrocunun “tasarı” yasası , yönetmeliği var mı ? İşin sahibi var mı? Muhtemelen YOK!

Sunucu “Tiyatronun sorunlarını konuşmak günler alır “ diyor. Böyle bir algılama var toplumda. Şu tiyatrocular zavallı, kurtarılmaya muhtaç. Özür dilerim “dilenci” gibi! Sorunlar da dağ gibi! Konuş konuş bitmez ! Yıllardır konuşuluyor durum ayni !

Tiyatrocular! Bir defa da şikayet etmeyin. İyiyiz deyin! Bu iş böyledir deyin! Sorunlarımız var ama biz çözeriz deyin! Hiç değilse ayakta ölün be canım ayakta ölün!

Ama aranızda nasıl kavgalar var ! Ben utanıyorum !

Kimse tiyatromuza, tiyatrocularımıza “zavallı” muamelesi yapmasın. Tanımı icabı tiyatro ve tiyatrocu “zavallı” değildir .
Elinde “değiştirme” gücünü tutan zavallı olur mu hiç!

Tiyatrocular ! Umarım farkına varırsınız !

Benim içim acıyor sizinki acımıyor mu?

Melih Anık

6 Aralık 2009 Pazar

Yıldız Kenter... Tiyatronun,Seyircinin Hocası - "Kraliçe Lear"



Yıldız Kenter...

Tiyatromuzun Hocası...

Seyircinin Hocası...

"Yıl"ın sanatçısı...

Kraliçe Lear ile sahnede...

Onu izlemeyi kaçırmayın...

Onu sahnede seyrederken içinizdeki gururu hissedin.

Dünya çapındaki bu büyük sanatçıya alkışlarınızla teşekkür edin ; ondan alkışlarınızla özür dileyin!


Melih Anık

Müzelerimizin Hali - ............... Müzesi Müdürüne Mektup (İsim farketmez)

Sayın Müze Müdürü,

Müzenize gelişimin her defasında kendimi sanat merkezine değil hapishaneye giriyormuş gibi hissediyorum.

Bunun nedeni kapıdan girişten itibaren komutan edası ile ortalıkta dolaşan ; verdikleri “komut”larla birazdan ellerimi ve gözlerimi bağlayacakları baskısını kurmaya çalışan ; kendi ellerindeki telefonların sesleri susmadığı halde ziyaretçilerden telefonları sessize almasını isteyen ; ellerindeki telsizlerden birbirlerinin hatırını sorma gibi "önemli" iletişimler ve "mavili herifi uyar" gibi "anlamlı" uyarılar yapan ya da yemek siparişi toplayan ; müzeniz salonlarının serin loşluğunda nerdeyse uyudu uyuyacak gibi ayakta salınan ; size nasıl izlemeniz gerektiği hususunda "akıl"(?) veren ; sanki bir terör eylemi yapacakmışsınız gibi kuşku ile çevrenizde dolanan ama olay olursa zamanında ve layıkıyla müdahale edebileceklerinden kuşku duyduğum güvenlik görevlileriniz.

Herhalde müze yönetimini güvenlik teşkilatına devretmiş olmanızdan dolayı müze ile ilgili “sivil” bir yöneticiyi aradığınızda , ismini sorduğunuzda ya da o an için bir konu hakkında fikrinizi iletmek için ulaşmak istediğinizde o “teşkilata” , konuyu “rapor” etmeniz ,nerdeyse savcılıktan “iyi hal kağıdı” getirmeniz ve bazı konular onların sınırlarını , ufuklarını aşar durumda olsa da onlar uygun görürse (fetva verirse) ulaşabilme şansınız var.

Kitap satış bölümünüzün 20 m2lik alanı kendisine dar gelen ; yaptığı işi kendisine yakıştırmayan ; ana dilini kullanmaktaki kusurlarına rağmen beden dilini mükemmelen kullandığı için muhtemelen ödenmeyen borçların takip ve tahsilatında kullanılması daha münasip olacak görevlinizi , zaten yapamayacağı da belli olan “iş olsun diye” yaptığı “iş”ten kurtarın ki içinde bulunduğu sıkışıklıktan “Zebercet” gibi kurtulma yoluna gitmesin.

Ama illaki kadronuzda tutmak istiyorsanız, kurum bütçesinden demirbaşa kaydedilmek üzere bir balık olta takımı satın alıp personelinizin ara sıra açık havada zaman geçirmesini temin ederek akıl sağlığını koruması için gereken özeni gösterin.

Her tarafta “ücretsizdir” yazmasına rağmen eğer yerinde ve “gözlerini dinlendirmiyorsa” vestiyer görevlinizin, verirseniz size yapılmış en büyük “lutuf” edasında “bahşiş” kabul edeceği ; vermezseniz paltonuzu keseceği duruşunu görmezden gelemiyor insan.

Sanki “babasının” evini işgale gelmişsiniz gibi yüzünüze bakarak biletinizi kesen ; tuvaletleri kirletirsiniz diye tuvalet önünde/içinde tedirgin dolaşan görevlilerinizi de düşündükçe ayaklarım geri geri gidiyor.

Cazibesi sadece isimlerinde olan sergilerinizdeki “alelaceleciliği” ve “göz boyamacı” tavrı müzenizin ismine yakıştırmadığımı da belirtmek isterim.

Saygılarımla.

Melih Anık

4 Aralık 2009 Cuma

“Vakit Tamam Beyler” Üzerine Şule Ateş’e Yanıt

Vakit Tamam Beyler için bir yazı yazdım. Yönetmeni Şule Ateş’den “zehir zemberek” bir mesaj aldım.
Ateş “eleştirinin” uzmanlık gerektiren ciddi bir iş olduğunu ve “ehil olmayan” kişilerce yapılması nedeniyle “zaten kararsız ve karışık durumdaki zihinlerin iyice karışmasından duyduğu üzüntüyü” belirterek “Son on yılın sanat felsefesi ve sanat sosyolojisinden, estetik bilgisinden, son 20 yılın 'güncel sanat' akımlarından haberdar olmayan, bu gelişmeleri takip etmeyen 'tiyatrocuların', kendini bu akımlar üzerinden tanımlayan bir gösteriyi, hangi referanslarla 'okumaya' çalıştıklarını anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Bu performansları, gerçekçi tiyatro ya da epik tiyatro ya da daha genel bir tanımlamayla, metin tiyatrosu referansları ile izlerseniz, hiç bir şeyi doğru anlamamanız son derece beklenebilir bir durumdur. Fakat bir de bu referanslarla açıklamaya çalışınca, buna hak görünce korkunç sonuçlar ortaya çıkıyor” diyor. (Bu anlatımdaki , çok da iyi tanımadığınız “öteki”ne gönderme yaparken kendini tanımlama becerisine hayran kaldım!)
Ateş ,yazımda vurguladığım bazı hususlarla ilgili olarak yargılayıcı sorular soruyor ve “Referanslarınız ve kriterleriniz nedir? Milat sizde başlayıp, siz de mi bitiyor? 'Eleştiri' sahiden çok ama çok ciddi bir iştir. Bir oyun sahnelemekten çok daha ciddi bir iştir. Eleştiri yazmaya soyunanların bu gerçeğin idrakında olması gerekir. Size 'Vakit Tamam Beyler! üzerine yazılmış, 'hakiki' bir eleştiri yazısı yollamak isterim, e mailinizi verme inceliğini gösterirseniz” diye mesajını bitiriyor. (Eleştirinin, oyun sahnelenmesinin önüne konulmasına da şaşırdım !)
Rica ettim . “Hakiki bir eleştiri yazısını” , “Gist in son sayısı için yazıldı. Şu anda baskıda” notuyla gönderdi. Eleştiri Türel Ezici’ye aitti ve tuhaf bir rastlantı olarak benim yazımda vurguladığım hususlara “dokunuyordu” :

Ben “Belki de asıl sorun, bu soruları sorarak başlamaktan kaynaklanıyor” demişim ; Ezici “Seyircide kimi zaman performansın savrulduğu, kararsız bir yol izlediği duygusu yaratan strateji, en etkileyici biçimde tam da bu noktada kuruluyor sanki. Bu arayış stratejisi’nde” demiş.

Ben : “Şairin bir çok eserinden alıntı yapıldığında bunların bir bütün içinde harmanlanması, kendi arasındaki farklılıkların ve de sahnede yapılan eklemelerin belirginleştirilerek ayrılması gerekli, hatta zorunlu” demişim; Ezici “Okuyucunun (seyircinin y.n.) mesajı alımlayabilmesi için kendini bilinç akışına bırakması, şiirin gizlediği ironiyi keşfetmesi gerekiyor.Sanırım performansı seyredenlerin kavramsallıktaki yoğunluk, bölümler arasındaki geçişlerin belirsizliği ya da güncel bağlantıların zayıflığı vb. değerlendirmeleri, tam da Langbaum’un tespit ettiği bu bağlamla ilişkilendirmek gerekiyor. Aksi, konvansiyonel tiyatroda hep şikayet ettiğimiz, seyircinin düş gücüne, algısına müdahale olmaz mıydı?” demiş.(“Seyir rehberi” veren yazıların sınırları zorladığını düşünüyorum ! “Sanat” kendini anlatır.)

Ben “Oysa tek tek buluşlar çok yerinde. Örneğin kovalar,leğenler… Ama bu malzeme kullanılamamış. Renk, gölge, ışık, müzik, yansımadan,seslerin oynaşmasından yararlanılamamış. Başlangıçtaki pencereden dışarı bakan iki kadın figürü imgemizi yakalıyor ama o kadar. Bir yere götürmüyor” demişim; Ezici “Performansta bedensel devinimin, sözün, müziğin, dış sesin, ışığın birlikte oluşturduğu görsel evrene gösterge değeri yüksek, minimal düzeyde kullanılan sahne eşyası önemli katkı sağlıyor. Dünyasal ve kutsal olana ilişkin ikonik göstergeler dışında, yün, kova, leğen, gazete gibi çok amaçlı kullanılabilen sahne eşyasının yanısıra, mercimek ve lahana gibi organik malzemenin kullanımı dikkat çekiyor” demiş.

Ben “En önemlisi Eliot şiirinin tınısı duyulmuyor sahnede” demişim; Ezici “Hiç kuşkusuz hareket odaklı olsa da, asal olarak tiyatro disiplini üzerine kurulu, bir şairin dizelerinden hareket etmeyi seçen böyle bir performansta asla yok sayamayacağımız, şairin nefesi” demiş.

Ben “Gösteri , nereye/nasıl “konuşacağına” karar verememiş . Sahne içine mi , oyuncuların içine mi , arasında mı , seyirciye mi yoksa uzaktaki müphem bir hayale mi ? Tiresias’ı yok sahnedeki gösterinin” demişim; Ezici “Şule Ateş, Eliot’un Çorak Ülke, Oyuk Adamlar, Marina şiirleri ve dramatik metni Katedralde Cinayet’in koro bölümlerinden seçtiği pasajları oyun kişilerine dağıtarak ya da koro pasajları halinde seslendirirken, yine şairin şiirde geliştirdiği dramatik monolog yöntemini, birbiri ardına kurguladığı sanat değeri yüksek görsel sahnelerde kullanıyor” demiş.

Benimkiler nasılsa Ezici’ninkiler de öyle tesbitler ama tam benimkilere zıt . Biri “YOK” diğeri “VAR”. Felsefi olarak benzer “duruşlar”. Ezici, oyundaki kurgunun bilinçli bir seçim olduğunu anlatmaya çalışmış ; “son on yılın sanat felsefesi ve sanat sosyolojisi, estetik bilgisi, son 20 yılın 'güncel sanat' akımların”ın bir gereği imiş gibi yapmış.(Herhalde)

Eleştirmenin “basılmamış” yazısına ulaşabilmek her tiyatrocuya nasip olmaz. Şule Ateş bu açıdan şanslı. Yazıdan haberi var ve sanırım yazanı da tanıyor. Bu nedenle oyunu anlama , anlatma imkanları , paylaşımlar oluşmuş .

Hem “CD kaydından sonra 13. Ankara Uluslararası Tiyatro Festivali’nde canlı seyretme olanağı bulduğum performans, sanatsal tercihler bakımından Ateş’in 2006’da dikkatle izlenen Uzun Yol projesinden hayli farklı” dediğine göre Ezici , Ateş’in kariyerinin çok yakın bir takipçisi.

“Ülkemizde fiziksel tiyatro ile ilgili kurumsal anlamda araştırma açığının söz konusu oluşu”(Ezgi Coşkun - Yüksek Lisans Tezi – “Fiziksel Tiyatro Çalışmalarının Kapsamı ve DV8 Grubunun Fiziksel Tiyatro Yaklaşımı”) gerçeğini hatırda tutarak uzunca bir süredir sahnedeki gösterilerin “araştırma , deneme” adı altında önümüze çıktığını vurgulamamız gerekiyor. Bu yüzden karşısındakinin “ ehil olmasını” bekleyenlerin de aslında “sınama/yanılma” ile “ehil” olmaya çabaladıkları sonucunu çıkarsamamız da olanaklı.

“Düşünceler”i paylaşan yazıların “ehliyeti” yerine, karşısındakinin ehliyetini sorgularken / tanımlarken aslında kendisini yakıştırdığı yeri “ima eden”, “ehil olmaya çalışan” birinin kendini sorgulaması gerekir diye düşünüyorum. “Son on yılın sanat felsefesi ve sanat sosyolojisi, estetik bilgisi, son 20 yılın 'güncel sanat' akımları” “kendini sorgulama” ile yakından ilgili de ondan!

Şu küresel dünyada çeşitli mecralardan “parlatılarak” önümüze konulan “iş”lerin “anlatılmasında” dikkatli olunması gerektiğini düşünüyorum. Hatta sanatın “kendi kendini” anlatmasından(“self-explanatory”) yanayım. Kaldı ki “kültürler arası mitsel evren”;”eski sözün çağrışımlarıyla güncel çağrışımların kesişim alanı”; “boş bir uzamda, seçilmiş sözün imlediği durumlarla kimi zaman buluşan kimi zaman çelişen ya da uzaklara düşen bir zaman akışının birlikte kurgulanması”; ”bilinçlerin birlikte akışı” ; “ geçmiş’in hal’e içkinliğinde buluşturması” ; ”modern kargaşanın mit kalıpları içinde ifadesi”; “çağrışımsal uzamın seyircinin imgeleminde oluşması” ; “kanırtılmamış imge ve çağrışımlar ” gibi tartışılması yıllar alan hususların bir performansın “süslemesinde” kullanılmasını anlamakta zorlanıyorum .

Sevdiğimiz bir şairin sevdiğimiz dizeleri sahneye , seyirciye taşınırken, en azından Eliot tarafından ifade edilen “Şiir, haz verme amacının dışında, kimi yeni deneyleri yeni bir biçimde ileterek , başımızdan geçip de söylemeyi beceremediğimiz şeyleri anlatarak, bilincimizi genişletir,duygularımızı inceltir” fikriyle özetlediği duyguya ait “Sahne Dili”nin “Seyir Rehberi”ne gereksinim olmadan yaratılmasını bekliyor insan.

Öte yandan “Homeros’tan Dante’ye, Kierkegaard’dan Sanskrit edebiyatına, Batı ve Doğu edebiyatında yansıyan insan düşüncesini, durumlarını, mitleri, liturjik gelenekleri, heroik kişilerin mesellerini, Langbaum’un tespit ettiği bağlamla ilişkilendirerek, Chirico’nun tabloları kadar enigmatik ve melankolik olarak verilmesinde”(Türel Ezici’den derleme) yaşanan “akademik/ entellektüel” tartışmaların yarattığı hazza( tatmine) ne diyebiliriz…De… Seyirci ile var olan bir sanat olan tiyatroyu kendi aramızda salt “felsefi derinliklerimizi” yarıştırdığımız bir alan haline getirme özgürlüğümüzü kullandığımızda seyircinin de “salona gelmeme özgürlüğünü” kullanacağını da unutmamak gerekir.

“Şamanizm’in, Anadolu-Dionysos kültünün, eski Pers-Zerdüşt dininin, Budizm’in ve İslam dininin etkileri bir sentez oluşturur”(Türel Ezici-“Türk ÜniversiteTiyatrosundaGeleneksel Kültür Araştırmalarının İşlevi”) oluşturmasına da tüm bunlar tarihe belli bir uzaklıktan bakınca anlaşılır. Yani insan önce yaşar tarih ismini sonradan koyar. Aynen Vakit Tamam Beyler’i de yerleştireceği gibi.

“Son yıllarda neoliberal politikalar ve kitle iletişim araçları belli değerleri piyasanın ihtiyaçlarına göre değiştirdi. Bu uygulama kültürler arası çeşitlilikleri de tek bir ulusun barındırdığı çeşitlilikleri de erozyona uğratarak hem homojen hem de piyasa açısından optimize edilmiş bir dünya kültürünü üretti. Pek çok sosyal, kültürel ve politik sorunla uğraşan modern çok kültürlü Türkiye’de de durum budur.Böylece eski tiyatronun, en azından birlikte yaşama kültürünü kendiliğinden yansıtarak, icra ettiği toplumsal işlevi dolaylı olarak sona ermiş olur. Batı karşısında eleştiri hakkını saklı tutan, ulusal ve yerel özgünlükleri, kültürel değerleri koruyan, farklı dinsel ve ırksal kimliklere eşit mesafede duran modern sosyal devletin Batılılaşma projesidir bu.”(Türel Ezici-a.g.e )

“Okumalarınızı” bu bilinçle yapmazsanız tarih ,sanatçı kişiliğinizi kaydetmeden geçecektir.

Ne demiştim :
“Eliot şiiri kendi kültürel bağlamı dışına taşınabilir ama taşınamamış. Yabancı bir metin farklı kültürel kodlar ve imgelerle yeniden kurgulanabilir ama kurgulanamamış. Eliot 2009 Türkiye’si için zamandaş ve yerel olabilir ; doğuya özgü bedenlerle yeniden kurgulanan bir şiir batı için de okunur olabilir ; doğuya ait imgeler ve bedensel kodlar İngiliz asıllı bir metinle örtüşebilir ama bu yapı ve kurguda değil”

Aslında “böyle giderse”, “ritüel”in vatanı bu zengin topraklardan, artık masanızın başında bile ulaşabileceğiniz bir Pina Bausch , Jiri Kyhan , Sasha Waltz, Carlos Saura , Maurice Bejart , Silvie Guillem çıkmayacağı umutsuzluğu ve korkusunu yaşıyorum. Ama hiç değilse “sorular sorarken” Maurice Bejart’ın Mevlana’ya nasıl seslendiğini de bilin:
““Rumi, kardeşim, ustam: Her gün senin düşüncelerinde dolaşarak düşüncelerime hoş kokular yayan çiçeği arıyorum…Rumi, kardeşim, ustam: Mevlana, izin ver bana senin için “döneyim”…Bu ritim ve bu dinamik duayla kaynaşan, hareketsizlikle bütünleşmeyi arayan bedeni ve ruhu kendinde toplayan bu iç dengeden nasıl kopabiliriz ki…” (Türel Ezici-a.g.e )

“Çoğalan aidiyetler/kimlikler” başlığı altında standartlaştırma”dan (Fredric Jameson) kurtularak “Yerel/ulusal kültürlerin hegemon küresel kültüre karşı kendini fark etmenin ; farklı olana önem verme bilincini doğurmanın ve çevrenin eylemsel olarak hegemon merkez karşısında kendini yeniden üretmenin”(Roland Robertson) yolu , “sistematik bir biçimde Anadolu uygarlıklarının çok kültürlü yapısının estetik kodlarından türetilmiş kolektif sembol, imge,dilsel ve görsel ifadelerin” (Türel Ezici-a.g.e ) yaratılması ile olanaklı olacağı bilincinde olan sanatçılardan geçer.

Ancak “Bugün kültürel planda küreselleşmenin etkilerini bu yüzden daha çok hissediyoruz. Tiyatro alanında görünen çeşitlilikte, renklilikte, bir bocalamanın , şaşkınlığın da yansıması var gibi” (Türel Ezici-a.g.e )

Melih Anık

25 Kasım 2009 Çarşamba

Türkiye Tiyatroları Güç Birliği Girişimi(TTGBG) Üzerine Düşünce ve Öneriler

Önce Urla arkasından İstanbul’da yapılan toplantılardan sonra , Kasım 2009’da Ankara’da Türkiye Tiyatroları Güç Birliği Girişimi adıyla bir yapılanma duyuruldu.
Koordinasyon Komitesi üyelerinden biri olan Orhan Aydın’ın açıklamalarından girişimin temel ilkelerini okudum.
“Kağıt üzerinde çözümlenememiş bir fikrin sahada çözümlenmesinin olanaksızlığına” inanan biri olarak girişimin temel ilkeleri üzerine düşüncelerimi; Türkiye’de şu anda sektörlerinin öncüsü olmayı başarmış iki meslek örgütünün dernek olarak yapılanmasına ve de çalışmalarına ön ayak olmuş biri olarak da deneyimlerimi paylaşmak istedim.
TTGBG, Türkiye'de tiyatronun farklı alanlarına yoğunlaşmış, profesyonel ve amatör tiyatrocular tarafından oluşturulmuş tüm tiyatro örgülerinin, topluluklarının ve bireylerinin dayanışmacı birlikteliğini inşa etmeyi amaçlar.” (Temel İlke)
TTGBG, örgüt, topluluk ve bireylerin "birlikte"liğini vurguluyor. Ancak bu yapının hukuki olarak ne olacağı belirtilmemiş.
Birlik, yapısı itibariyle örgütlü kurumların birleştiği bir yapıdır. Temel ilkelerdeki örgüt,topluluk ve bireyler olarak tanımlanan çerçeve kısa ve uzun vadede sorun yaratabilir. Temel olarak söz hakkı , aidat,yönetim hakkı vb konular bir süre sonra anlaşmazlıklara ve dağılmalara neden olma potansiyeli taşımaktadır.
Tiyatro dünyamızda örgüt ve toplulukların kurumsallıkları tartışılır durumdadır.
Elbette bu aşamada bir "girişim" başlatılmaktadır ve önceki bildirilere bakılacak olursa toparlanması gereken çok şey vardır ama bu tür yapılanmaların “hukuki altyapı” gerektirdiği de açık bir gerçektir.
“Güç Birliği” uzun vadede kurumsal bir yapıya dönüşmeden ve de uluslar arası işbirlikleri olmadan (Maddi desteği kastetmiyorum. ) sesini duyuramaz , etkili olamaz . Bunun için de başlarken hukuki alt yapısının “uzmanca” hazırlanmasında yarar vardır.
TTGBG, dönemsel olarak belirlenen temsilcilerden oluşan bir yürütme kuruluna sahiptir. Bu kurul prensip olarak tüm eylem ve açıklamalarını, bütün üyelerin geri bildirimini aldıktan sonra gerçekleştirecektir. Ama üzerinde konsensüs oluşturulmuş bazı durumlarda (Tiyatro yapma hakkının fiili yada dolaylı engellenmesi, tiyatrocuların sanatsal konulardaki ifade özgürlüğünün kısıtlanması, sansür yada oto-sansürün dayatılması) hızlı refleks göstermek için yürütme kurulunun inisiyatif alarak hareket etmesi mümkündür. Bu tür durumlarda her üyenin sergilenen eylem yada yapılan açıklamaya dair muhalefet şerhi düşme hakkı saklıdır.” (Temel İlke)
İfade, iyiniyeti göstermektedir ama pratik değildir. ”Geri bildirimlerin” ortak paydasını bulmak (konsensüs oluşturmak) bazen mümkün olmayabilir. Bu da işlerin yürütülmesine engel olabilir. Konsensüs varmış gibi görünen hallerde de “yöntem” sorun yaratabilir.
“Yürütme kurulunun insiyatif alarak hareket ettiği” durumlarda eyleme geçildikten sonra muhalefet şerhi düşülmesi de birliğin düzenini bozar, gereksiz tartışmaların başlamasına neden olur. Ayrıca,muhalefet şerhlerinin nasıl düşüleceği de açıklanmamıştır. “Yapılmış bir hareket”in “muhalefet şerhi” nasıl olur ?
Ülkemizde , “yürütme kurulu” vb organizasyonlar kulağa hoş gelebilir. Zira bu “ortak akıl”dan yararlanılacağına yapılan bir göndermedir ama birlik, platform vb adına ne derseniz deyin bu tür yapılanmalarda kurumu teslim ettiğiniz ve her kararına katılmasanız bile destekleyeceğinizi en azından "ima ettiğiniz" bir kurumsal yapıya ihtiyaç vardır. Sorumluluklar, yetkiler açık ve net olarak tanımlanmalıdır. Göreve gelen kişiler de konsensüs bulmaya çalışacakları yerde işi yürütmeye odaklanmalıdır. Amaç bellidir : “Tiyatro yapmak!”
Çerçevesi doğru dürüst tanımlanmamış organizasyonlarda ortaya atılan fikir çok , çeşitli ve kontrol edilemez olur.
TTGBG, üyelerinden toplanacak aidatlarla oluşturulacak bir bütçeye sahiptir. Bu bütçe sadece ortak etkinlik ve eylemlerin finansmanında kullanılabilir.” (Temel İlke)
“Sadece ortak etkinlik ve eylemlerin finansmanında kullanılır” ifadesinin bu aşamada gerekli olmadığını düşünüyorum. “Malumun ilanına” ne gerek vardır ?
Ayrıca örgüt, topluluk ve bireysel aidatların kıstası nasıl olacaktır ? “Aidat” varsa bu “hukuki yapı” ister. O zaman kurumun türünü ve tüzüğünü ortaya koymak gerekir."Aidat" varsa düzenli aidat verebilecek olanların da katılımını sağlamak gerekir. "Aidat"ın düzeyi yapıyı da belirler. Aidat ve üyelik yapısı "faaliyetleri" gerçekleştirebilecek bir seviyede olmalıdır.
TTGBG üyesi topluluklar arzu ettikleri taktirde, gerekçelerini yazılı biçimde belirtmek şartıyla yapılanmadan ayrılabilirler.” (Temel İlke)
Yukarda örgüt,topluluk ve birey olarak tanımladığınız katılımların hemen altında “topluluk”ların vurgulanması diğerleri için soru işareti yaratır. Örgütsel ve bireysel ayrılmalar nasıl olacaktır? “Topluluk” dan ne kasdedilmektedir ? Bu aşamada “yapıdan ayrılmak” dan bahsetmenin yararı nedir ?
Girişim aşamasında ayrılmalar için “yazılı gerekçe” istemek iyi bir düşünce de olmayabilir. Bunu bir “şart” haline getirmek , tutulmayacağı bilinen bir emri vermeye benzer. Ayrılanın disipline uyması beklenmez. Bu tür kurumlar gönüllülük ilkesi ile yaşayabilir. Kaldı ki “ayrılmak istemek” de bir gerekçedir. Anlamlı gelebilecek “gerekçe”lerle de karşılaşmak mümkün olmayabilir.Zorlamaya da gerek yoktur.
"Temel İlkeler" başlığı altında özetlenene bakılınca Ankara toplantısı ile somut bir yapılanmanın tamamlanmamış olduğu anlaşılıyor. Ayrıca sıralanan "Temel İlkeler" de konu ile ilgili dikkatli bir ön hazırlık yapılmadığını gösteriyor.
Katılımcılara bakarak tiyatro dünyamızı ilgilendiren bu çalışmaların bir gurup tarafından sürdürüldüğünü söylemek mümkün.
Orhan Aydın “bu yolculuğa katılmayı bir ‘marifet’ saymayanların da haklarını, sonuna kadar sahiplenip taşıyıcısı, aktırıcısı ve mücadele edeni olacak bu yapılaşma, tiyatromuz için bir ilktir” ifadesi de dışarıda kalanlara yapılan bir göndermedir. Ama “dışarıdakilerin haklarını savunma”, “dışarıdakiler için neyin doğru olduğunu biliyoruz” anlamı taşıyan iddialı bir ifade olduğu kadar bu yapılanma ile ilgili yanıltıcı bir “ufkun” resmini çiziyor olabilir.

Tiyatro dünyası ile ilgili son zamanlarda yaşanan CKM tartışmaları ve eylem herhalde bazı gerçekleri ortaya çıkarmıştır. (Tiyatro dünyasında devam eden başka tartışmaların olduğu da biliniyor)
Caddebostan Kültür Merkezi olayında bir salonun paylaşılması üzerine başlayan tartışmaların nerelere geldiği görülmüştür. Elbette mekanlar hakça kullanılmalı (“peşkeş çekilmemeli”) ama - kaynak ve önceliklere bakarak- CKM’nin tiyatro için kullanılıyor ve kendimiz olmasa da meslektaşımızın yararlanıyor olması mutlulukla karşılansa ve de yeni bir salonun daha tiyatro dünyamıza kazandırılması için çaba gösterilse daha iyi olmaz mı ?
Kaldı ki tiyatronun ihtiyaçları için yapılacak bir listede CKM eylemini başlatan fikir çok da önlerde yer almazdı diye düşünüyorum.
Bu ve benzeri olaylar , katılımları sınırlandırmayacak mı ? Bu , camianın “birleşme” ve “dayanışma”sı önünde engel değil mi?
TTGBG’nin “Temel İlkesinin” çok sade bir şekilde(nerdeyse tek cümle ile) özetlenmesi ve yürütme ilkelerinin ayrıntılarla açıklanması gerekir. (ki bu zaten “tüzük”tür.)
Amaç tiyatro seyircisinin artmasıdır. Seyirciyi çoğaltamazsanız tiyatroyu yaşatamazsınız.
NBA’nin sloganı “I Love This Game” dir.
Ben de tiyatroculardan “Tiyatroyu seviyorum” gibi sade ve öz bir slogan bekliyorum. Sevgi ile birleşen insanlar , büyür ve büyütürler. Ve sevgilerini , seyirci ile paylaştıklarında ve onlara gösterdiklerinde hepimiz mutlu ve umutlu oluruz.

Melih Anık

20 Kasım 2009 Cuma

“Vakit Tamam Beyler!” - Geçici İşgalPP – projeprodüksiyon - Kumbaracı50

“Duvarda Çivin Olsun” sloganıyla başlayan İstanbul’un yeni mekanlarından Kumbaracı50'yi yaratanlara(Altıdan Sonra Tiyatro-Yiğit Sertdemir) teşekkür her tiyatroseverin borcudur. O akşam yaratıcıların yüzlerinde gördüğüm ifade diliyorum sadece yorgunluktan kaynaklanmış olsun. Kalkıştıkları zor bir iş.
Kumbaracı50, kendinden önceki yapılaşmalardan(DOT,Garajİstanbul) esinlenmiş . Yeni mekanın İstanbul’a kazandırılması iyi olmuş ama salonun yapısal olanakları (örneğin salonun ortasındaki kolon) sahnelemedeki özgürlükleri kısıtlayacak gibi görünüyor.
Programına bakınca, Kumbaracı50 “sahnesizlere” sahne veren bir yapı olmayı tercih ediyor . Mekanın bu haliyle kendi “marka”sını yaratmakta zorlanacağını düşünüyorum. Bana kalırsa iyi bir halkla ilişkilere ve “marka” oluşturucuya ihtiyaçları var.
“Vakit Tamam Beyler” , Kumbaracı50'de seyrettiğim ilk oyun .

"Vakit Tamam Beyler"de beni cezbeden, gösterinin yapısını oluşturduğu söylenen Çorak Ülke, Dört Kuartet , Katedralde Cinayet şiirlerinin yazarı T.S.Eliot idi. Hani şu dizelerin yaratıcısı T.S.Eliot :

“Nisan en zalim aydır, gövertir /Leylakları ölü toprakta, yoğurur/Anılarla istekleri, uyarır/Uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla”
….
“Baharın belirtisi nedir bu yıl? /Eskinin ölümü yalnızca: ne bir ses, ne bir filiz, ne bir esinti. /Günler uzamaya başlar mı? /Daha uzun ve daha karanlık gün, daha kısa ve daha soğuk gece.”

“Bizler ki yaşıyorduk, şimdi ölüyoruz/Sabrımız tükenmiş”

“Ve akşam ateşlerinin sönmeleri, barınacak yer yokluğu /Ve düşman şehirler ve dost olmayan kasabalar”

“Ve ödünç almak zorundayım her değişen biçimi/Bulmak için ifadeyi … dans et, dans et”

“Ah, dostum, bilmezsin, bilmezsin/Hayat nasıldır, hayatı ellerinde tutansın sen”;/(Büker leylak saplarını yavaşça)/“Bırakıyorsun akıp gitsin senden, akıp gitsin diye,/Ve gençlik zalimdir, ve yoktur pişmanlığı/Ve göremediği durumlara gülümser”

“Geri döndük bu ilkelerle eski yerlerimize /Artık rahat değildik ama alınyazımızla. /Tanrılarına sımsıkı bağlanmış yabancı bir halkla /Bir başka ölüm de tatlıydı bana”

“Bir değeri olacak mıydı/Bir gülüşle meseleyi ısırıp koparmanın/Dünyayı bir top gibi sıkıştırmanın/Onu ağır meselelere yuvarlamanın”

“Tanrılardan pek anlamam: ama sanırım ırmak/Güçlü boz bir tanrıdır-somurtkan, elegeçmez ve serkeş”

“Hangi iş yapılacak başka, hangi haksızlık /Kaplayacak kuş şakımasını ve yeşilliği, hangi haksızlık /O vakit kaplayacak dünyayı? Bekleriz, ve zaman kısadır, /Fakat uzundur beklemek”

“Bu ölü ülkedir/Bu kaktüs ülkesidir/Burada taştan putlar/Yükselir, burada onlar kabullenir/Bir ölü elinin yakarışlarını/Solan bir yıldızın pırıltısında”

“Sanırım biz dönekler geçidindeyiz,/Ölü adamlar orda yitirmişti kemiklerini”

“Bizler içi oyuk adamlarız/Bizler içi doluk adamlarız/Birlikte eğilen/Kafaları saman tıkılı. Yazık ! /Kurutulmuş seslerimiz/Birlikte fısıldaşınca/Sessizdir, anlamsızdır/Yel nasılsa kuru otlarda/Ya da sıçan ayakları cam kırımlarında/Kuru kilerimizde”

“Düşünceyle/7 Gerçek arasına/Devinimle/Eylem arasına/Düşer o Gölge/Çünkü Senindir Ülke”

Şöyle bir acele ile yapılan bir derleme bile Eliot’un şiirinin gücünü ve olanaklarını ortaya koymuyor mu?
Eliot “Şiir, haz verme amacının dışında, kimi yeni deneyleri yeni bir biçimde ileterek , başımızdan geçip de söylemeyi beceremediğimiz şeyleri anlatarak bilincimizi genişletir,duygularımızı inceltir” demiş.
Benim umduğum da tam buydu “Vakit Tamam Beyler”den.
Eliot’ın şiiri, sözcüklerle bir tür sinemasal montaj , sözel kurgudur. Hatta Çorak Ülke’de ard arda dizilmiş imgeler/sekanslardan oluşan “film” gibi bir şiir ortaya çıkar. Çorak Ülke’de birbirinden bağımsız 5 bölüm, ” süreksizliğin” anlatısıdır.
Eliot, Çorak Ülke’de yaptığı gibi Shakespeare’dan Baudelaire’e , Dante’ye, Wagner’e, Verlaine’e ; Shakespeare’in Antony ve Cleopatra’sından , Pope’ un “The Rape of the Lock”undan bir sahneye ; bir apartman dairesindeki zevksiz bir randevuya ; iki kişi arasındaki cinsellik yüklü dizelere , oradan da sümbül kıza ve onun gençliğine, geçmişteki masumiyetine gidip gelir , tüm bunların arasında dolaşır.
Çorak Ülke’ de şiire bir not olarak eklenen ve Eliot’ın Tiresias olarak adlandırdığı kişi şiirde bir karakter bile olmayıp yalnızca bir seyirci olan gene de bütün kişileri birleştiren en önemli kişiliktir. Şiirin özü,Tiresias’ ın gördükleri ile oluşturulmaktadır.Bu karışık örgünün bütün iplerini elinde tutan Tiresias’dır ve herşey onda birleştirilmiş, ona düğümlenmiştir.
“ve ben Tiresias, bütün bunları daha önce de yaşadım” sözleri ile aslında bir geri dönüşü ya da “mış” gibi” bir geçmişi ya da bir hayali ima etmektedir.
Elbetteki sahnedeki Çorak Ülke değil, Çorak Ülke’den de yararlanan bir gösteridir ama Çorak Ülke, Eliot ruhunu ortaya koyan bir metin olduğu , fikirsel anlamda sahneye ipuçları ve ufuklar açtığı ve de gösterinin ismini aldığı dizeleri içerdiği için önemlidir.

“Vakit Tamam Beyler” bu çerçevede en başta bir metin sorunu yaşıyor. Metin sağlam olmadığı için onun üstüne inşa edilen bedensel devinim de sağlam olmamış.
En önemlisi Eliot şiirinin tınısı duyulmuyor sahnede . Şairin bir çok eserinden alıntı yapıldığında bunların bir bütün içinde harmanlanması, kendi arasındaki farklılıkların ve de sahnede yapılan eklemelerin belirginleştirilerek ayrılması gerekli, hatta zorunlu. Önce “Eliot” duyulmalı, anlaşılmalı.

Gösteri ile ilgili seyirciye dağıtılan açıklamalardaki ifadelerin karşılığı sahnede görülmüyor. Ama orada geçen soruların cevapları açık.(bence)
Sunulduğu söylenen “estetik arayış ve karşı çıkış” yok , ama var edilebilir . Eliot şiiri kendi kültürel bağlamı dışına taşınabilir ama taşınamamış. Yabancı bir metin farklı kültürel kodlar ve imgelerle yeniden kurgulanabilir ama kurgulanamamış. Eliot 2009 Türkiye’si için zamandaş ve yerel olabilir ; doğuya özgü bedenlerle yeniden kurgulanan bir şiir batı için de okunur olabilir ; doğuya ait imgeler ve bedensel kodlar İngiliz asıllı bir metinle örtüşebilir ama bu yapı ve kurguda değil.
Belki de asıl sorun, bu soruları sorarak başlamaktan kaynaklanıyor. Bu soruların cevaplarının sahnede aranmasında.. Ve belki de açıklamaların içindeki “büyük” sözlerde.
Gösteri , nereye/nasıl “konuşacağına” karar verememiş . Sahne içine mi , oyuncuların içine mi , arasında mı , seyirciye mi yoksa uzaktaki müphem bir hayale mi ? Tiresias’ı yok sahnedeki gösterinin..
Arada yapılan doğaçlamalar ise “güncele gönderme yapmak” telaşı ile bütün düşünülmeden ortaya atılmış.
Oyuncular (Banu Çiçek Barutçugil ,Tuğba Özkul, Tülin Özen, Birsen Karacan, Dizem Kaftan) dan gerekli verimin ortaya çıkmaması onların ekip olarak bütünleşememelerinden ileri geliyor.Bunun nedeni ise sağlam bir metinin olmaması.

Oysa tek tek buluşlar çok yerinde. Örneğin kovalar, leğenler… Ama bu malzeme kullanılamamış. Renk, gölge, ışık, müzik, yansımadan ,seslerin oynaşmasından yararlanılamamış. Başlangıçtaki pencereden dışarı bakan iki kadın figürü imgemizi yakalıyor ama o kadar. Bir yere götürmüyor.

Bu tür gösteriler için yapılacak en önemli vurgu, tasarımı ve rejiyi yapan kişinin (Şule Ateş) , konuyu yakalamış, hedef noktayı isabetle belirlemiş olması ama gösteriyi oluştururken tek başına kalması nedeniyle (tercih kendisinin midir yoksa zorunluluk mudur?) fikirsel argümanların yeterince , uzmanca yerine oturtulamamış olmasıdır.Gösteri fikirlerin çatışmasından doğmamış. Tek kişilik algıların sonunda , yaydan fırlatılan ok genellikle “karavana” oluyor.

Melih Anık

Not:
1-Oyunun ilk performansı Talimhane’de ve Mehmet Ergen’in sanat yönetmenliğinde yapılmamış mıydı? Şu an sunulan gösteride Ergen’in ismi unutulmuş mu acaba?
2-Yazının içindeki şiirlerin tercümeleri İsmail Haydar Aksoy, Suphi Aytimur, Osman Türkay, İsmet Özel’e aittir.

Kaynaklar:
http://www.yenitoplum.org/ytp/haber_detay.asp?haberID=135
http://lepoetetravaille.blogcu.com/robert-richardson-tatli-hayat-la-dolce-vita-fellini-ve-t/1749485
http://mncelep.blogcu.com/t-s-eliot-in-siirin-toplumsal-islevi-adl/2217688


Ek not:
Bu yazıdan sonra Vakit Tamam Beyler adı altında açılan facebook sayfasındaki fotoğrafları gördüm. Benim 5 kişiden seyrettiğim oyunun sayfasında verilen resimlerdeki oyuncu sayısının 6 ve 7 olarak görünmesine o kadar takılmadım ama resimlerde dikkatimi çeken özellikle dairesel ışıklar altındaki bir sahne idi. Benim seyrettiğim gösteride böyle bir ışık kullanımı yoktu. Doğrusu bu beni şaşırttı.
Prova mı performans mı belli olmayan bir geceden çekilmiş bir resim üzerine spekülasyon yapmamak lazım ama böyle bir görsellikten neden vazgeçildiğini merak ettim doğrusu.
Ayrıca da yanılmıyorsam kadro da değişmiş gibi geldi bana.
Tiyatromuzdaki profesyonelliğin de sorgulanması gerekir diye düşünüyorum.

18 Kasım 2009 Çarşamba

“Seni Sevmedim Sütoğlan” ve Refleks

1.
Sütkardeşler filminin bir sahnesinde Şener Şen , Kemal Sunal’a “Seni sevmedim sütoğlan” der.
Bu sözde müstehzi bir sıcaklık , naif bir otorite , affedici bir öfke , şefkatli bir uyarı var.
Temsili bir şehirde bir eleştiri üzerine gece vakti isimsiz mesajlar gönderen, oyunun oyuncularının; kişisel sayfamızdaki izinsiz girişe kapalı görüşlerimizi bastırıp söz gelimi bir kurumun müdürlüğüne götüren isimsiz kişilerin , onlara bizi azarlayacağı beklentisini verenlerin yüzlerine “Seni sevmedim sütoğlan” diyeceğiz.
Onlar hak etmese de…
Bize bu yakışır da , ondan !
2.
İç çamaşırı giymemiş bir kadın buz üstünde kaymış, bacakları,kolları ayrılmış,orası burası gözükmüş. Düşerken kendini toplamış , iki ayağı üzerinde bir köylünün önünde durmuş ve gururla “Nasıl, refleksimi gördün mü?” demiş.
Köylü, kadına bakmış,bakmış,bakmış ve cevap vermiş : “Siz ona refleks mi diyorsunuz?”
Kalleşlik çakalın ; kurnazlık tilkinin ; gözyaşı timsahın ; nankörlük kedinin ; korkaklık tavşanın refleksidir.
Ormanların dokunulmazı filin refleksi ise hafızadır.
Temsili bir şehirde bir eleştiri üzerine gece vakti isimsiz mesajlar gönderen oyunun oyuncularının korkaklık refleksine ; kişisel sayfamızdaki izinsiz girişe kapalı görüşlerimizi bastırıp söz gelimi bir kurumun müdürlüğüne götüren isimsiz kişilerin jurnalcilik refleksine ; onlara bizi azarlayacağı beklentisini verenlerin diktatörlük refleksine saf bir köylünün naif bakışları ile bakıp “Siz ona refleks mi diyorsunuz?” diyeceğiz.
Ve hafızamıza onların “refleks”lerini yazacağız.
Onlar utanmasa da…
Bize bu yakışır da , ondan!

Melih Anık

not: Bu yazım Antalya Devlet Tiyatrosu(gayri resmi)facebook sayfasında sansürlendi.
Yazıyı o sayfada yapılan bir yorum üzerine yazmıştım. O yorumu da kaldırdılar.Yorum şuydu:

"Temsili bir şehir düşünün, bir eleştiri üzerine oyunun oyuncularından gece vakti isimsiz mesajlar gönderilsin. Bir şehir tahayyül edin isimsiz cisimler kişisel sayfanızdaki izinsiz girişe kapalı görüşlerinizi bastırıp söz gelimi bir kurumun müdürlüğüne götürsün. Azarlanmanızı beklesin üstelik. Gülünç değil mi? Neyse ki jurnal istibdatta kaldı. Ne kadar medeniyiz.
Normaldir, statükonun dehlizlerinde serbest piyasanın sanata işlemeyen korunaklı kollarında huzur bulan bir zihniyet varsa eğer, onun sarıldığı normlara göre tüm bunlar normaldir. Neyse ki benim ülkemde bunlar yaşanmıyor. Halk tiyatroyu seviyor. Ha bu arada, sevgi nedir? Sevgi sanırım, ve dilerim hala emektir....."

17 Kasım 2009 Salı

Kadeş Gelini , Hüseyin Erdoğan ve Facebook Sayfası…Bir Sansür Üzerine….

Antalya’ya yolum düştü. Tiyatro ararken karşıma Kadeş Gelini çıktı. Antalya Devlet Tiyatrosu, Orhan Alkaya rejisi ile sahneliyordu.Programıma uydu. İnternetten bilet aldım ve gittim,seyrettim.
Oyun ile ilgili yazdığım yazılardan önce genellikle oyunu okumak ,yazarı tanımak isterim. Oyunu kitap olarak bulamadım ama yazarı facebook’da buldum.
Ona mesaj atarak kendisi hakkında bilgi istedim ve bu arada aklımdaki soruları sordum:
“İkinci perdenin başındaki "oyun içindeki oyun" ,oyunun özgün yazılımında var mı? Özgün yerinde mi ?
Siz metinde dekoru ne kadar tanımladınız? Örneğin "dönen platformlar ve çark fikri" kimin? Ya da sahnenin iki yanındaki lastik şeritlerden oluşan duvarlar?
Hattuşili'nin kızının oyun boyunca platform üzerinde oturtulması da Alkaya tercihi mi ?
Ak Kam ve Kara Kam sizin metninizde var mı?
Ak Kam ile Sivaz'ın ayni oyuncu tarafından oynanması sizin tercihiniz mi?
Bazı sözler sizin metninizden farklı olarak farklı oyun karakterlerine söyletildi mi?
Genel olarak oyununuz metne uygun olarak sahnelendi mi?”
Yazar Hüseyin Erdoğan sorularımı cevapladı. İşaret ettiğim noktalardaki “isabetime” de şaşırdım. Yazar şaşırmadı! Çünkü o bu tür soruların yüzlercesini hergün alıyor(?) Yazımı yazdım,yayımladım bir bağlantı da ona gönderdim.
Yazar eposta attı : “Yazınız için teşekkür ederim. Bir tiyatro adamının eleştirilerini okumak beni mutlu etti.”
Bu mesajı bana gönderdiği 24 saatlik zaman diliminde yazının facebook’daki bağlantısı altına şu yorumu yazdı:
“Eleştiri yazmak zor bir sanat. Duygular işin içine girince elleş-tiri olur. Antalya '' Kadeş Gelini'ni sevdi..
Gerisi boş lakırdı...”
Yani kapalı alanda “teşekkür” açık alanda “Gerisi boş lakırdı…”
Yazarın söylediği açık: “Sen duygusal bir elleş-tiri(ne demekse) yazmışsın. Yazdığına önem vermiyorum zira Antalya oyunu sevdi”
Yorumun başını tam anladığımı söyleyemem ama sonu çok açık.. ”Elleş-tiri”nin seviyesi de beni yazar hakkında düşündürdü.
“Bir tiyatro adamının eleştirilerini okumaktan mutlu olan” yazar, yazıma “Boş lakırdı” diyor.Hakkıdır. istediğini diyebilir….. de o zaman neden yazımı okumaktan “mutlu” oldu”?
“Antalya sevdi” hükmü neye dayanıyor ? Bir yazar kendisini över,alkışlar mı?
Oyun hakkında benim yazıma kadar Kadeş Gelini ile ilgili “tiyatro” yazısı yok , facebook sayfasında olumlu/olumsuz bir yorum yok. Kadeş Gelini altında oyunu tartışmaya açan başka bir facebook sayfasında da yazar kendi başına “oturuyor”, gelen giden yok. “Oyunu seven Antalya” , bilgisayar sevmiyor. Yazar,muhtemelen her seansta salona gidip seyircileri sayıyor ya da ona bildiriyorlar ve belli ki seyirci sayısı onu mutlu ediyor. Yakın akraba,ahbap, arkadaş,oyuncu vb falan yazarı kutladılar..O da bundan bir sonuç çıkarıyor.
Belki de yazıma canı sıkıldı(önce “mutlu oldu”,aradan birkaç saat geçince aklı başına geldi), başı çekerek seyirciyi yönlendirmek amacıyla ortaya atılıyor ve ilk yorumu yazarak olası gelişmeleri önlemek /yönlendirmek istiyor. Bunun için de “Antalya sevdi” yi yaratıyor(!) Bu, okuyan olursa, bana “Sana ne oluyor?Antalya sevdi. ” demek. Belki de “Yazı etkili… Önlem alayım” istiyor.
Ama hatırınızda bulunsun bu gibi durumlarda yazar ortaya düşmez. Onu övecek bana sövecek birileri devreye girer hemen.
( Bunun en başarılı örneği için bakınız: http://www.tiyatrodunyasi.com/makaledetay.asp?makaleno=924)
Ama anlaşılan “Oyunu seven bir Antalyalı” bulamadı o da kolları sıvadı.(Akraba,oyuncular bile mi? Yazık!)
Ayrıca bir oyunun sevip sevilmediği sezon sonunda anlaşılır. İlk ayda değil.
Kaldı ki ben oyun hakkındaki yazımda(http://melihanik.blogspot.com/2009/11/antalya-devlet-tiyatrosunda-kades.html) oyunun turne yaparak çok kişiye ulaşmasını,yeni yazarların tanıtımı için devlet tiyatrolarının bu girişimini çok olumlu bulduğumu yazmışım. Belki de “fazla” geldi,bilemem..
“Eleştiriyi kişisel bir saldırı değil,bireye ait bir hak olarak algılayabilmek kendine güvenin olduğu kadar köklü bir kültürün de göstergeleri bence”(Emel Mesci)
Yazar, uzun bir düşünce sürecinden sonra , yazımı “kişisel saldırı” olarak anlamış!
Yazarın yorumunun altına ben de yorum yaptım:
“Oyun yazmak zor bir sanat . Yazar , seyirciyi de "konuşturmaya" kalkarsa , kendi kendini alkışlamış olur.Bırakın “Kadeş Gelini”ni tüm Türkiye ( ve de dünya) “benim sevdiğim gibi” sevsin , “kuzgun’un yavrusunu sevdiği gibi” değil.
"Rahatı kaçan ağaçlar" çoğaldıkça yeni oyunlar daha iyi olur.”
Bana göre “rahatı kaçan” seyirci , yazar , seçmen vb hepimiz daha iyi yurttaş oluruz.Yazar ise daha iyi yazar olur. Ben “rahatım kaçtığı ” için yazıyorum ,yazdıkça “rahatımı kaçırıyorum” . Dar çerçevede bakmayalım. Tüm dünya sahneleri hedefimiz olmalı.
Yazar “kanmıyor” ve yeni bir yorum daha yapıyor :
“Melih bey kendinize başka bir polemik alanı bulun.Eleştirileriniz için teşekkürler. Herkes kendi alanında daha çok konuşmalı diye düşünüyorum.”
İnsaf! Benim “polemik” yaptığımı söylüyor. ”Antalya sevdi” diyen,”Boş lakırdı” diyen,”Duygusal” diyen ve “elleş-tiri”yi edebiyatımıza armağan eden sanki o değil , benim!
Artık yazmaz diyerek yorum yapıyorum:
““Rahatınızı kaçırdığım” için üzgünüm.
“Herkes kendi alanında daha çok konuşmalı” demenizden , hakkınızda yazılan her yazıya cevap vermek yerine yazarlığınız üzerine daha çok çaba harcama düşüncesinde olduğunuzu anlamaktan memnunum.
İyi çalışmalar!”
Aslında bu “Herkes kendi yoluna “ demek..Ama bu arada “polemik” konusunda bile karışıklık varken yazarlığa daha çok itina gerek anlamında bir uyarı..
Ben olay bitti derken kendi sayfamda Antalya Devlet Tiyatrosu “gayri resmi” sayfasında değişikliği fark ettim. Benim bağlantım ve altındaki yorumlar kaldırılmış.
Yazara bir eposta attım:
“Hüseyin Bey
Antalya Devlet Tiyatrosu facebook gurubunun sayfasındaki yazım ve de benim ve sizin yorumlarınız kaldırılmış.
Bu "sansür"de sizin dahliniz/baskınız olmadığını düşünüyorum.
Zira tiyatro sanatının var olduğu bir ortamda "sansür"ün ismi bile bir tiyatrocu için üzüntü kaynağıdır.
Ben hakkımda yazılan yorumlara nasıl tahammül gösteriyorsam sizin de ayni tahammülü göstereceğiniz kanaatimi muhafaza ediyorum.
Yazarlığınız bundan başkasına izin vermez zaten.
Sizin de bu "sansür"e en kararlı bir şekilde karşı duracağınıza inanıyorum.
Saygılarımla.”
Hüseyin Erdoğan cevapladı:
“Melih bey...Eleştirilerinizi beğenmesem bile saygıyla karşıladığımı belirtmiştim. Onun dışında söz konusu grubun ben de sadece bir hayranıyım. Olumlu ve olumsuz bir çok eleştiri yüzüme karşı yapılmışken, sizin yazdıklarınız bir öneri demeti sadece bunu sansürletmek gibi basit bir işle uğraşacak durumda değilim.Bu bir sanal ortam isteyen yayımlar istemeyen yayımlamaz bence bu onların sorunu.”
“Eleştirileri saygıyla karşılayan”(!) yazar , yazıma “Boş lakırdı” diyor. Demek ki onun “saygı” anlayışı öyle…
Yorum yaptığı bir sayfa kendi yorumlarını da siliyor ve yazar “basit bir iş” diyor. Yazar o sayfada yorum yapmaya devam ediyor.
Kendinin “silinmesini ” bilip de susanın olaydan haberi olduğunu göstermez mi?
Sayfa yönetmenlerine itiraz etmesi gerekirken “sineye çekmesi” neden ?
Ben yeniden sayfaya bağlantıyı koydum ,yöneticisine yazdım.Onu da sildiler. Şimdi yeniden koydum. Anladığım kadarıyla o da silinecek. Zira yazımın bağlantısını “çöp kutusu”na (otomatiğe) bağlamışlar.
Bu arada sayfanın gurupla ilgili içeriği “Tüm içerik herkese açıktır" iken "Kapalı: Herkesin görebileceği içerikler sınırlıdır. Üyeler tüm içeriği görebilir." şeklinde değiştirilmiş . Yani bu arada “alt yapıyı” ayarlıyorlar.Bakalım benim üyeliğimi nasıl silecekler?
Ben yazarın hayatı ile eserleri arasında illa bir tutarlılık aramam.O nedenle bir oyunda özgür bir "dünya" çizmeye çalışan bir yazarın günlük hayatında ayni tutarlılığı göstermesini beklemem.
Hayat ile oyun arasındaki uyumsuzluk bana göre, kişinin kendini inkar etmesi anlamını taşır. Kişinin kendisi için sorun yaratır. Kendine tahammülünü ve aynaya bakmasını zorlaştırır.
Bu yazımda , yaşadığım ve tiyatro için önemli gördüğüm bir olayı anlattım.
Paylaştım diyemiyorum çünkü "dünya" sandığımız tiyatro , ülkemizde çok duyarsız ve küçük ve de sansür çok da az rastlanan bir durum değil. Tuhaflık "sansürcü tiyatrocu"lardan geliyor. Ama emin olun ki internet arama motorlarında kişiler ve olaylar unutulmaz ve de "tarih unutmaz". Bu yazı bunun için “kaydetti”
Empati yaparak onları anlamaya çalışıyorum. Sayfanın yöneticileri de oyuncu , muhtemelen Devlet Tiyatrosu’nda. Yazarın oyunu da Devlet Tiyatrosu’nda oynanıyor. Yazımın içindeki Antalya Devlet Tiyatrosu ile ilgili notların “gayri resmi” sayfada da olsa “amirlerince” okunmasını istemiyor olabilirler.Yani bir yanları “içerde” bir yanları “dışarıda” . Onlar “silerek” idare edebileceklerini sanıyorlar.
İyi de be gençler,madem “yönetemeyeceksiniz” neden kalkıştınız böyle bir sayfaya?
Belki de tiyatro ve sanat size göre değil. Bu kadar “hesap kitapla” nereye kadar?
Ne zordur aynaya bakarken zorlanmak…!

Melih Anık

16 Kasım 2009 Pazartesi

Adana Devlet Tiyatrosu - Rita’nın Şarkısı… Tülay Günal ve Çetin Tekindor - Bir Oyunu Seyretmenin Nedenleri

Rita’nın Şarkısı’nı büyük bir keyifle seyrettikten sonra düşündüm. Bir oyunu seyretmek için kaç neden bulunabilir?

Ben en başa oyunculuğu koyarım. Yaklaşık 40 yılı bulan “seyirciliğim” bana , oyunu oyuncunun seyrettirdiğini öğretti. Yönetmen işini bitirmiş gitmişken sahneden beynime, damarlarıma akan o mucize sıvıyı akıtan nazik elin hâzık (usta) dokunuşları nedeniyle katlandığım çok oyun hatırlarım. Oyunun sonunda her şeye rağmen dökülen terin ,sahnenin kalbi dışarı çıkarıcı vuruşlarının değerini çok iyi bilirim.Belki bilmezsiniz ama kötü bir oyunda yer almış bir oyuncunun her şeye rağmen en iyiyi vermek için çektiği ızdırap anlatılır bir dert değildir.

Bazı oyunlar, oyuncular için olanak ve şanstır. Ama oyuncu ezilirse kötü bir talih de olabilir. Rita’nın Şarkısı tiyatro dünyasında pek çok oyuncunun rüyası. Herkese nasip olmaz , herkes de taşıyamaz.

Tiyatromuzda çok ünlü ikililer var.. Yıldız ve Müşfik Kenter, Gülriz Sururi-Engin Cezzar, Gönül ve Gazanfer Özcan, Zuhal Olcay-Haluk Bilginer, Tilbe Saran- Cüneyt Türel , Işık Yenersu ve Alev Sezer...

Rita’nın Şarkısı’ndaki Tülay Günal ve Çetin Tekindor , ilerde de hatırlayacağınız “unutulmayacak” bir ikilidir.

Tülay Günal’ı ilk kez “Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü”nde tanıdım. Sonra DOT’da Böcek’de oynadığını duyunca koşa koşa gittim. Asi dizisinde onunla ilgili sahneleri yakalamaya çalıştım. Şimdi de Rita…
Jeanne d’Arc’da küçük bir salondaydı. Böcek’de ise 1 metre ötemde. Dizide ekranda.. Rita’da büyük bir salonda.
Hiç fark etmiyor. Sanatçının “elektriği” akıp buluyor insanı. Söylediklerini kaçırmamak için büyük salonda kimse, sanki nefes bile almıyordu. Günal, yumuşacık bir oyunculukla salondaki herkese duygusunu iletiyor,esir alıyor, oyunculuk gösterisi sunuyor. (Neden onu Jeanne d’Arc dan ayırdılar hala soruyorum..)

Çetin Tekindor “usta” için ne diyebilirim ki . Ders veriyor!
Bu sezon için yazdığım bir yazıda(http://melihanik.blogspot.com/2009/07/2009-2010-tiyatro-dunyas-hayallerim.html) bu sezon onu yeniden sahnede görsem diye yazmışım. Aslında o Rita’nın Şarkısı’na başlamıştı bile. Adana’da prömiyeri yapılan oyunun İstanbul’a yolu yeni düştü. O benim bu sezonumu renklendirecek diye düşündüğüm zenginliklerden biriydi. Yanılmadım.

Ya Yönetim mi diyorsunuz?
Rita’nın Şarkısı (Educating Rita) 1980’e ait bir oyun.1983 de filme alınmış. Türkiye’de defalarca oynanmış. En yakınlarda Kocaeli BB Şehir Tiyatroları’nda 2007-2008 sezonunda sahneye çıkmış.
Yönetmen Işıl Kasapoğlu hepsini iyi bilir. Onun için oyunun rejisi adeta ezberindedir. Bir de elinde iki usta oyuncu varsa , yönetmenin işi de kolaylaşır.
Bu oyunla bağlantılı bir hususu dikkate sunmak isterim. Işıl Kasapoğlu bu yıl Semaver Kumpanya’da Peer Gynt’ü sahneleyecek. Rita’nın Şarkısı’nda çok adı geçiyor Peer Gynt’ün. Acaba bir esinlenme olmuş mudur diye soruyorum kendime…

Ya metin?
İşte orada duralım.
Bu ustaca yazılmış bir oyun. Konu sıcak ve cazip , pek çok oyunda, filmde ele alınmış. Willy Russel da tecrübesi ile diyalogları tıkır tıkır akıtan, açtığı parantezi kapatan, oyunda söylenenler ile karakterleri iç içe harmanlayan bir yazar. Ama çeviri oyunlarda esas tat çeviren de.

Bu oyunun çevirmeni Sevgi Sanlı
Her tiyatro severin kütüphanesinde belki de farkında olmadığı bir Sevgi Sanlı vardır .O evinize bir Shakespeare ,Shaw , bir roman tercümesi, bir deneme, bir eleştiri, bir oyunun yazarı hatta bir şarkı sözü(yanlış mı hatırlıyorum?) içinde girmiştir.
Lillian Hellman, Küçük Tilkiler (The Little Foxes); Edward Albee, Kılpayı (A Delicate Balance); Graham Greene, Oturma Odası (The Living Room); Peter Shaffer, Küheylan (Equus); G. Bernard Shaw, Sezar ile Kleopatra / Pygmalion / Jan Dark / Kırgınlar Evi (Heartbreak House); Neil Simon, Sevgili Doktor (The Good Doctor); Willy Russell, Rita (Educating Rita); Václav Havel, Şeytan Çelmesi (Temptation); Cole Porter ,Öp Beni Kate (Kiss Me Kate); Louis de Bernières, Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini; Shakespeare, Onikinci Gece/ Kuru Gürültü; Barbara Schottenfeld ‘7 kadin’ onun çevirileridir.
Sevgi Sanlı “Kaygusuz Abdal”ı yazmış Halide Edip Adıvar'ın 'Sinekli Bakkal' romanını oyunlaştırmıştır.
Ankara Sanatseverler Derneği , 1973-74 tiyatro sezonunda "Bu Hesapta Yoktu" ile Sevgi Sanlı'yı “En İyi Çevirmen” seçerek ödüllendirmişti.
“ Birbirine uzanan iki eli, gülen ağlayan tiyatro masklarıyla birlikte sunan bu güzel heykelciği sevgiyle, onurla saklarım. Ostrovski'nin parlak zekâsı, sımsıcak yüreği, tükenmeyen tiyatro sevgisiyle ülkeme el uzatmasında benim de parmağım varsa kendimi çok, ama çok şanslı saymaz mıyım!” diyen Sevgi Sanlı tiyatro dünyamızda hem tiyatronun hem de seyircinin “öğretmeni” ve “şansı” olmuştur.
Çeşitli jürilerde görev yapan Sevgi Sanlı’nın en son “hatırlanması” galiba “1993 yılında En İyi Tiyatro Eleştirmeni Ödülü” ile olmuştur.
Bence bu yıl onun yeniden ve kuvvetlice hatırlanması gerekmektedir.

Bu oyun bağlamında bir ilginç notu da paylaşayım.
Oyunun prömiyeri Adana Devlet Tiyatrosu prodüksiyonu olarak 16 Aralık 2008 de yapıldı.Yani o sıralarda Asi dizisi Antakya’da çekilmekteydi.
Dizide rol alan Tülay Günal ve Çetin Tekindor ayni sıralarda bu oyunun sahnelenmesinde çalışmaktaymışlar. Tiyatro özlemi içinde “yanan”(?) ama bir türlü(?) dizisinden kurtulup(?) sahneye çıkmaya fırsat bulamayanlara örnek olsun, ibret olsun.

“Klasik Eleştiri”
Şimdi ismini hatırlamıyorum birisi ( galiba kartında eleştirmen(yoksa “eleştir/e/meyen” mi?) yazıyordu) “…….. oyun seçiminden başlar, uzunca ansiklopedik bilgi sıralarsınız…. Tabii bunlar bir yazıyı tiyatro eleştirisi yapmaya yetmez” diye bir “Cevahir” ortaya çıkarmıştı.
Bu yazının içinde oyunun konusu, seçimi , yazar ile ilgili bilgiler yok. Ama bu yazının “onlara göre eleştiri” olma iddiası da yok.
Gönlümden geçenleri ve de düşüncelerimi paylaştım.
Oyun gönlünüzde bir şeyleri “pır pır” ettirince , kelimeler yerlerini alıyor zorlanmadan.. Hepsi bu!
Bu oyunu izlemeniz için neden çok.

Melih Anık

13 Kasım 2009 Cuma

Caddebostan Kültür Merkezi "OYUN"u

Son günlerde Caddebostan Kültür Merkezi ile ilgili tiyatro dünyası gurubuna gelen e-postalarla “oyun” gibi bir gösteri seyrettik. Gösterinin kahramanları Nedim Saban ve Tuncay Özinel idi.
Oyunun ilk repliği şuydu: “Halkın paralarıyla yapılan nezih caddebostan kültür merkezi sadece bir organizasyon şirketine peşkeş çekiliyor”(Nedim Saban-twitter)
Biz , “tiyatronun seyirciye ulaşması” adına başladı sanmıştık bu tartışmayı.
Oyun'un geldiği noktada neler öğrendik neler !
Tiyatro seyircisi birbiri hakkında kirli çamaşırları ortaya “sınır tanımadan” savuran tiyatro dünyasını nasıl "seyretsin"?
Aslına bakarsanız çoğunluk tiyatro seyircisi de ciddiye almıyor. Haberdar bile değil. Konunun bir taraftan kendisini ilgilendirdiğinin farkında da değil.
Bakın , tiyatronun “ağır abileri”, olanları seyretmekte. Herhalde onlar da ciddiye almıyor ….
İşlerin yolunda gitmesini bu tartışmalar(tiyatrocular) mı sağlayacak?
Tiyatrocularımız tiyatroyu(halkı) kendilerinin kurtaracaklarını sanma hatası içindeler. Halk için en iyiyi kendilerinin düşünebileceklerini ve de Manitu'nun görevlendirdiği kişiler olduklarını sanıyorlar galiba..
Halka sırtını dayayamamış tiyatromuzun kendi bulunduğu yeri tanımlamaktaki hatasından ileri gelmiyor mu tüm yaşadıklarımız?
Halkı , “seyircisi” yapmak ; düşündürtmek ve değiştirme/değişme arzusu yaratmak değil mi tiyatronun amacı?
Seyirci (yani seçmen) istemeli CKM'nin hakça yönetilmesini.
Olan oldu .Önerim iki taraf bir televizyona çıksın önce kavga etsinler sonunda “ağır abiler” onları barıştırsın.
Ardından Aysa Prodüksiyon ile ”Tombak ve Şantajçı Köpek” CKM’de sahnelensin.
Tiyatromuz canlanır , sorunları çözülür.
Onlar erer muradına….

Melih Anık

12 Kasım 2009 Perşembe

Bu “O” Sokrates Değil ! İstanbul Devlet Tiyatrosu- Sokrates’in Son Gecesi…

Özetle
Geçen sezon seyirciyle buluşan oyun bu sene de devam ediyor.
Geçen zaman içinde hakkında çok şey yazıldı. Ben beğenmeyene rastlamadım. Bir şeyi mutlaka beğenildi. Oyuncuları ve teknik kurgusu ödüllere aday oldu, ödül aldı.
Bir tek “tiyatroculuk” üzerine görüş belirten Zeki Alasya var olumsuz konuşan . Onu da bırakalım “o/a/rada” kalsın.
Aklımda Kalan Tsanev
Oyunun yazarı ile tanışıklığımız Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü ile başladı.
Oyunu, Oyun Atölyesi’nin Haluk Bilginer,Güven Kıraç ve Tülay Günal’lı ilk kadrosundan izlemiş biri olarak oyunculuk şöleninin keyfini hala duyuyorum. Oyuna başlayan o kadro nedense sonradan değişti. Şimdi nerdeyse herkes Güven Kıraç ve Tülay Günal gittikten sonra yerlerini alan Emre Karayel ve Esra Kızıldoğan Uygur ‘lu kadroyu hatırlıyor. O günden bu yana Tsanev , Jeanne d’Arc ve oyuncu değiştiren Oyun Atölyesi ile aklımda.
Tsanev Tarihi
Tsanev’in bende bıraktığı ilk izlenim , Sokrates’in Son Gecesi’nde de beni şaşırtmayarak devam ediyor.Egemen olana karşı alaylı bir sorgulama..Bu, demokrasi,iktidar,savaş,adalet, din, milliyet, kişilik, ideoloji vb olabilir. Tarihi kendine göre yeniden okuma. Daha doğrusu ortaya çıkan “Tsanev Tarihi”
Oyunun tümünün yarattığı bu genel havanın etkisine bakarak oyun metninin, tutarlılığı , mantık ilişkilerini , akışı çok da dikkate almadığını görüyorsunuz. Oyun üzerinizde “ağır” bir gösteriden çıkmışsınız izi bırakıyor. Entellektüel yanınız gıcıklanıyor. (Var olup olmaması fark etmez. Olmayana da bir an için de olsa kendini entelektüel sanması için bir şans verir.)
Bizim neslimiz, Sokrates’i sahnede ağır başlı, yönetenlere başkaldıran, tarih yazan biri olarak hatırlar.Oyunu izlemiş olanlarda başlayan değişim , biraz öfkeli , biraz asidir. Sokrates’in Son Gecesi ise ezber bozan niteliğinde. (Bu ezber bozmaya da dikkat etmek gerekir. Şimdilerde “ezber bozuculuk” bir meslek oldu) Ama çağın gidişatının ruhu da budur.
Tsanev’in ezber bozuculuğu farklı . Zeki, bilgili ve de özgür. Paganini varyasyonları gibi. Bir temayı kendine göre doğaçlıyor. Ama sonunda ona ait olduğu hemen anlaşılan yeni bir soluk yakalamış.
1936 doğumlu olan Tsanev bugünün adamı değil. Eser bugünün dilini kullanan ama bugünü de yere vuran bir uzaklıkta. Ayni konuyu savaş görmemiş bir yeni yetme bu ağırlıkta yazamazdı. O nedenle eserde olgun kişilerin yakaladığı bilgece bir alay var. Hem dünle hem bugünle.
Sahnedeki Sokrates
Sahne mükemmel bir görsellikle başlıyor.
Siyah platformun önünde, tam ortada şeffaf baldıran kasesi, ölümün simgesi. Biliyorsunuz ki Sokrates baldıran zehrini içecek bu kaseden.
Gardiyan birden kararlı adımlarla sahneye giriyor ve metal çubukları platform üzerindeki deliklere sokarak sahnede hapishaneyi inşa ediyor.(Bir de kendini sıkıştırmasa !)
Bu düzen sanki “Go”nun , “32 Taş”lı zihinsel bulmacanın sahne hali.
Sahneye bir ikinci gerek… O Sokrates…
Sahnenin arkasında beliriyor, gardiyanın biraz önce inşa ettiği “hapi-sahne”ye giriyor kendi isteği ile.
Gardiyanın ilk repliği “Sokrates”, kendini güçlü sananın küçümseyici tonunda mı? Hayır! Bu ilerleyen sahnede Sokrates’in karısının ağzından dökülen sese çok benziyor. (İlk replik için zayıf. )
Artık gardiyan ve mahkum ikilisinin düellosu başlayacak. Oyuncular ellerindeki çubukları sözlerine paralel, platform üzerindeki deliklere sokup çıkararak “kim mahkum kim gardiyan” “gardiyan da mahkum mahkum da gardiyan” sarmalının zihinsel labirentlerinde dönecek,koşacaklar.
Beklenti bu yolda.
Ama o da ne?
Kendi ayakları ile hapi-sahneye giren Sokrates akıl oyunları ile köşeye sıkıştırdığı mahkum karşısında eli kolu bağlı . Metal çubukları oynatma hakkı “gardiyan”da. Oysa Sokrates fikirleri ile o çubukları sanal ortamda oynatıyor zaten.
Başta korkaklık üzerine başlayan konuşma , “Sokrates’in son gecesine tanık olma” keyfini yaşamak isteyen gardiyanın oyunun sonlarına doğru Sokrates’in karısından para alarak kaçmasına yardım edeceğini öğrenmenizle yoldan çıkıyor. Oysa o gardiyan Sokrates’in üzerinde baskı kurarak psikozu yaratmaya uğraşan bir acımasız adamdı hani.
Oyunun Özdeyişleri
Konuşma düşünme üzerine gelişir. Çoğunluğun sesi tartışılır. Çoğunluk iyilerin peşinde iyi kötülerin peşinde kötüdür. Çünkü demogoglarca yanıltılmaktadırlar. Halk kandırılmaya müsaittir,yani.
Eğitimsiz heykel yontulmasında zarar yoktur ama eğitimsiz devlet yönetmek yanlıştır.
İnsan değişirse devlet değişir mi?
İyi yurttaşlarını kötü yurttaşlarından ayırmaktan vazgeçtiği an devletin çöktüğü andır.
Gardiyan sarmallı bir hüküm savurur “Düşünen bir insan gardiyan olmaz” Oysa bu cümle ile gardiyan düşünce atar ortaya. Yazar Sokrates’e “Tiyatro oynuyorsun” dedirterek oyunda, virajı döndürür.
Sokrates kitap bırakmamıştır,fikir bırakmıştır. Tüm kitaplar yakılabilir oysa fikirleri aklına soktuğun insanların tümünü ortadan kaldıramazsın. Fikirler öyle yaşar. Tanrı da yazmıyor .
Gardiyan “Sokrates”leşmeye başlar
O arada Sokrates’in karısı girer sahneye. Onda da metal çubukları oynatma gücü vardır. Sokrates, gardiyan karısına saldırırken çubukları çıkaramaz da Sokrates “gardiyan”laşınca gardiyanın gücüne kavuşur.Gardiyan nedense Sokrates’in karısıyla yatınca Sokrates olur.
Tsanev gardiyanın ağzına “Sokrates olmak meğer ne güzelmiş”i yapıştırır “hain”ce…
Dış kıyafetlerini çıkarınca gardiyan da Sokrates de ayni elbiseler ile sahnede kalırlar. Bu her Sokrates’in içinde bir gardiyan her gardiyanın içinde bir Sokrates vardır mı demektir?
“Koca” Sokrates el ense çeker gardiyana. Alt alta üst üste bir güreş sahnede..Sokrates’in karısı gider mi kim vurduya.
Sokrates’in karısının sahneye girişindeki “Sokrates”, “tv deki dizi tonlamasında” idi. Sahne önüne gelip Baykal’ın Alişan’a sesleniyormuş gibi “Sokrates” demesini anlamadım. Ve de insanlığa mesajın Sokrates’in karısının ağzına yakıştıramadım.
Artık kontrolden (zıvanadan) çıkan oyunda kimin Sokrates olacağına karar verebileceği anlaşılan Sokrates’in karısının ölümünü , beklerdim doğrusu. Oyun çıkmaz doğru sürükleniyordu. “En iyi son” da gardiyan ile Sokrates’in ayni zehri içmeleri olurdu.
Tsanev zekice bulduğu konuyu yazmaya başlamış ama yazdıkça açılmış ve rahatlamış ve de ipleri koyuvermiş. Bir andan itibaren oyun kendi hükmünü vermiş. Karakterler elinden kaçmış.
Gardiyan şahıs mı? Devlet mi?
Sokrates kim?
Ya Sokratesin karısı?
Ne gördüysen altında mana arama. Ne duyduysan dinle ve geç . Tortusu kalmıştır bir yerler/in/de.
Yönetmen(Metin Belgin) de başlangıçtaki ağır ifadeyi oyuna paralel salıvermiş. Zamanımıza ve zamaneye uygun bir çeşitlemeye ulaşmış.Giriş “molla” , çıkış “Nereye yollarsan yolla”.. Belki de böyle başa(metne) böyle…
Peki ama o “muhteşem” başlangıç?
Oyuncuların( Mehmet Ali Kaptanlar,Mustafa Uğurlu,Melek Baykal) çok daha iyi hallerini gördüm. Bu oyun onlar işte leblebi çekirdek. Çok yorulmamışlar.
Dekor-kostüm(Ali Cem Köroğlu) ve özellikle ışık(yüksel Aymaz) çok “alkışlanası”(Ben de kullandım…Ben de…)
Ne Desem Ne Desem…
Şimdi herkesin beğendiği ve dolu oynayan bir oyun için görmeseniz de olur dersem ilahlar ayaklanır. Görün dersem de siz sonradan bana ne dersiniz bilmem.
Aranızda tiyatronun havarileri var. Beğenmezsem “tiyatro “manitu”ları adına” kızıyorlar bana.
Tiyatro sever zaten gidecek.
Ben en iyisi görün de demeyeyim görmeyin de. Zaten seyreden de seyretti.
Ey seyirci ! Allahtan sen kendi kafana göre takılıyorsun. Alışıksın bu tür yoruma.

Melih Anık

11 Kasım 2009 Çarşamba

“Caddebostan Kültür Merkezi’ni Protesto Ediyoruz” (mu ?)

Herşey Nedim Saban’ın e-postası ile başladı (7 Kasım 2009):
“Sevgili Tiyatrocu Dostlar,
Bugün Sabah Gazetesinde yayınlanan yazının ardından Caddebostan Kültür Merkezi'nin uzun süre Gazanfer Özcan hocaya tahsis edilmediğini öğrendim.
Ancak Kadıköy Belediye Başkanı, Gazanfer Özcan'ın cenazesinde, yıllarca salon tahsis etmediği, kapıdan kovduğu hocanın adını bir kültür merkezine vereceğini söyleyerek şov yapmış!
Facebook'ta Caddebostan Kültür Merkezi'nden Biz de Yararlanmak İstiyoruz diye bir grup kurduk ve bu hafta bu rezillikleri hep birlikte protesto ederek, bir basın açıklaması yapacağız.
UTANARAK PAYLAŞIYORUM”

Gazanfer Özcan, 17 Şubat 2009 tarihinde öldü.
Cenaze töreninde, yani 19 Şubat 2009’da Belediye Başkanı “şov” yaptı.
Kadıköy Belediye Başkanı 29 Mart 2009 tarihindeki seçimlerde yeniden göreve seçildi.
Nedim Saban 6 Kasım 2009 da Sabah gazetesinde CKM gerçeğini açıkladı.
Nedim Saban , Gazanfer Özcan ile ilgili olayı 7 Kasım 2009 da öğrendi.

Bu tarihleri dikkate alarak ,olayı , bir tiyatro oyunu gibi “okuyalım”.

Gazanfer Özcan CKM ona "uzun süre" tahsis edilmediği zaman “yalnız” değilmiş . (Gazanfer Özcan’a neden tahsis yapılmamış?) Şimdi başkaları bilgiyi paylaştıklarına göre birilerine anlatmış. O “birileri” (kimler?) neden bir şey yapmamış? Yapmışlar ama sonuç alamamışlar. Zaten bir şey yapabilecek durumda değillermiş.(mi ?)

Ama Nedim Saban o “birilerinden” değil ! Tiyatromuz ile ilgili pek çok girişimi başlatan Nedim Saban demek ki o zaman bu konularla ilgili değilmiş. İlgiliymiş de Gazanfer Özcan’ın yaşadıklarını bilecek kadar yakınında olmamış. Tiyatro dünyamız sorunları ancak “deve kendi kapısına çöktüğü zaman” anlıyormuş. (mu ?)

Tiyatro dünyamız, arkasından Niobe gözyaşları döktüğü , cenazesinde “büyük” konuşmalar yaptığı bir büyük ustanın sorunlarını bilememiş.(borcu dışında) Yanında olamamış.(mı ?)

Cenazede bilenler ve bilmeyenler yan yana Belediye Başkanı’nın “şov”unu izlemişler. Bilmeyenlere sözüm yok ama bilenlerden bir “Bilen” çıkıp da “Başkan! Şov yapma” dememiş. “Bilen”ler cenazede değillermiş. “Şov”u da duymamışlar. (mı ?)

Ama bu “Bilen”ler , Başkan , başkanlığa adaylığını koyduğu seçimlerde olayı parti ve seçmen nezdinde dile getirmemiş.Bilgiyi paylaşmamış.Paylaşmış ama etkisiz kişilerle “dedikodu” yapmış. Etkili olanlar da “bulaşmak” istememişler. ( mi ?)

Nedim Saban ,Gazanfer Özcan'ın adını andığı andan itibaren "vefa" geri dönmüş.(mü?)

Buyrun istediğiniz yerden tutun.
Yorumu da kendinize göre yapın , anlatın..

11 Kasım 2009 da Nedim Saban şu mesajı atmış :
“Sevgili Yaşar,
Mayıs ayını kaçırdınız muhabeti tamamen yalandır.
Biz de bu bahaneyle tam bir yıl bekledik. Madem kaçırdık, saygı duyarız dedik. Sonra bir baktık ki, Kasım ayında kurulan Can Gürzap Tiyatrosu'na bir değil, yirmi kez salon tahsis edilmiş.
Can Gürzap çok önemli bir sanatçı, tabi ki salondan yararlanmalı. Ama böyle bir kültür merkezinin yönetimi şeffaf olmalı.
Gelecek yıl Mayıs ayını beklersen yeni bir bahane çıkartacaklardır çünkü halkın parasıyla yapılan bu merkez sadece bir ya da bilemedin iki tiyatro ve organizasyon şirketine peşkeş çekilmektedir.
Örneğin Tiyatro İstanbul burada oynamak için dilekçe vermiş, ancak dilekçesine cevap verilmemiştir. Ancak Aysa Organizasyon aracılığıyla oyunlar oynadığı zaman, 15 yıllık bu tiyatroya salon tahsisi yapılmaktadır. Ne kadar üzücü değil mi ?”

Şimdi “Aysa ile çalışanlar ve çalışmayanlar” diye “nur topu gibi” bir
ayrım “doğdu” tiyatro dünyamıza.

Tiyatro dünyamız yeni yeni tanışmakta olduğu prodüksiyon ve sponsorluk kurumlarını "yönetemediği" için sarsıntı geçiriyor. Seyirci için “pompalanan medyatik ” , gerçek “iyinin/doğrunun” yerini alıyor. Gündemi , tiyatronun “modası” oluşturuyor. Maalesef bu “moda”yı oluşturanlar ve “giyenler” de tiyatrocu !

Melih Anık

Açıklama:

Bu yazının ardından Nedim Saban , Gazanfer Özcan’ın sağlığında onun için açıkhava tiyatrosunun tahsis edilmesinde, sanatçıların organizasyonunda önemli bir payı olduğunu ; vergi borcunun ödenmesi için kurulan komitede 3 ay çalıştığını belirtti.
Ama gene de tiyatro dünyamız, ustanın yanında olmamış. Nedim Saban ve rahmetli Hadi Çaman, Göksel Kortay, Nedim Doğan, Saltuk Kaplangı, Gencay Gürün’ün kişisel çabaları tiyatro dünyamızın çabaları olarak algılanamaz herhalde.
Yazımda Nedim Saban’ın CKM’nin ustaya tahsis edilmediğini yeni öğrendiğini vurguladım. Cenazedeki herkes ustanın vergi borcu olduğunu biliyor ve gözyaşı döküyordu.Nedim Saban eyleme geçenlerdenmiş.
Nedim Saban Türk Tiyatrosu’nda pek çok girişimin başını ve yükünü çekmekte. Onu “birileri” ile ayni kefeye koymadığım yazımda var.
O Gazanfer Özcan’ın adını andıktan sonra “vefa” geri döndü. Ama bu “vefa” Nedim Saban’ın değil ustanın cenazesinde CKM tahsisi konusunu bildikleri halde sesini çıkaramayanların ve de şimdilerde ortalara düşüp “Ustaya yapılır mı” diyerek konuyu saptıranların unuttukları “vefa” dır.
Yazım kendi içinde (bana göre) açık olmakla birlikte yukarıdakilere ek olarak , Nedim Saban hakkında doğabilecek yanlış anlamayı ortadan kaldırmak adına bir cümleyi şöyle değiştirmek isterim : “İlgiliymiş de Gazanfer Özcan’ın CKM tahsisi ile ilgili yaşadıklarını bilecek kadar yakınında olmamış.”
Nedim Saban'ın yaptığı açıklamaların benzerlerini şu "bilen"lerden "birileri" yapsa da metin okumamız daha yerine otursa.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Antalya Devlet Tiyatrosu’nda Kadeş Gelini- Hüseyin Erdoğan ; Veeee Orhan Alkaya!

Özet
Yeni bir yazarı ve yerli oyunu tanımak için seyredilir.
Ellerinden gelenin en iyisini vermek için tüm gayretleri ile ekip oyunu çıkaran kadro için seyredilebilir.
Bu toprakların derinlerden gelen tarihine bir kapı açmak için seyredilir.
Oyunun yönetmeni Orhan Alkaya. Tekrar “reji masasına dönen” Alkaya’nın yönetmenliğini izlemek ilginç olabilir. Ama Antalya’lılar Orhan Alkaya’nın İBŞB Şehir Tiyatroları geçmişini ne kadar biliyorlar acaba? Onları bilmeden zevk alabilirler mi?
Tiyatro severim diyen ise mutlaka seyretmelidir.
Yazar ve Eseri
Yazar Hüseyin Erdoğan , 1960 doğumlu. Ankara Ü.DTCF Tiyatro Bölümünü 1984 yılında bitirmiş. 1988 yılından beri Devlet Tiyatroları’nda kondüvit olarak çalışıyor.
Gül Güzeli adlı çocuk oyunuyla Kültür Bakanlığının 2005 yılında açtığı yarışmada 1 lik ödülü almış. Gül Güzeli Antalya Devlet Tiyatrosunda 2007-2008-2009 yıllarında oynandı.
Kadeş Gelini , 2007 yılında Devlet Tiyatroları Edebi Kurulu tarafından genel oyun havuzuna alınmış.
Devlet Tiyatroları’nın “60 ıncı yılda 60 yeni oyun projesi” kapsamında 2009 sezonu için Antalya Devlet Tiyatrosu, repertuarına almış. 1 Ekim 2009 Günü Dünya prömiyeri yapılmış.
Devlet Tiyatroları’nın bu girişimine sevinmek ve umutlanmak lazım . 60.yılda Türkiye’de 60 Dünya Prömiyeri girişimi yeni oyunları ve yazarları gündemimize getirecek. Demek ki repertuarında sayısız oyun var. Bu girişim bir anlamda “havuzu boşaltmak” diye de adlandırılabilir. Şimdi bu havuzdan kaç yerli ve yeni yazar çıkacak sorusunun cevabını merak ediyorum.
Yerli oyun yazımının teşvik edilmesi oyunları sahnede sınamak ile olur. Oyun olarak bana eksik gelen yanlarına rağmen Devlet Tiyatrosu’nun bu oyunu sahneleyişini olumlu buluyorum. Darısı daha nice oyuna ve yazara.
Öte yandan Kadeş Gelini , ayakları bu topraklara basan, hikayesini tarihten alan bir oyun. Bu nedenle de benim için daha önceki bir yazımda (www.melihanik.blogspot.com-“ 2009-2010 Tiyatro Dünyası - Hayallerim / Merak Ettiklerim”) bahsettiğim hayallerimden birinin gerçekleşmesi açısından da önemli.
Ama 1960 doğumlu bir yazarın , yaşadığı topraklar ile ilgili “farkındalığı” ve de tiyatronun(yer yer yerel) geniş söylem gücünü ve ufkunu kullanması daha da önemli. Kadeş Gelini bu anlamda üzerinde dikkatle durulması gereken bir eser.
Metnin Didiklenmesi
Hitit kraliçesi Puduhepa, Kadeş Antlaşması'ndan sonra iki ülke arasındaki barışı pekiştirmek için Hitit prensesini , Mısır Firavunu Ramses'e gelin olarak gönderecektir. Prensesin yanında Şausga isimli tapınak rahibesini de göndermek ister. Şausga sözlüdür. Ama Kraliçeye karşı çıkmak da ölümü göze almak demektir.
Puduhepa gücünü sağlamlaştırma çabasını ülkeye korku ve ölüm salarak sürdürmektedir . Puduhepa, kocası Hattuşili’nin hastalığı sırasında ülke yönetiminde iktidarı için bütün değerleri alt üst etmekte, elinden bırakmadığı hem tanrısal hem devlet gücü birbirine karıştırarak hükmünü sürdürmeye çalışmaktadır.
“Kadeş Gelini” , Firavuna , Hattuşili’nin kızının yanında gönderilecek tapınak rahibesi Şausga ve onun sözlüsü Mirza’ya odaklanmış. Bu nedenle daha oyunun ismi ile başlayan bir karışıklık var. (Hattuşili’nin Kızı da oyun boyunca çarkın tepesinde bağdaş kurmuş “vitrinlik” oturuyor.O da oyunun ismine bir saygı herhalde. Çark onun üzerine dönüyor ya!!!)
Ama yazarın dilinden , Kadeş’ten Mısır’a gelin gitmesi hikayesi ile sınırlı olmayan bir cevheri hissettim.
Ancak oyunun tiyatro dünyasındaki, önceki örneklere öykünen söyleminden gelen bir karışıklık var gibi. Bu eserden mi yönetmenden mi kaynaklanıyor bilemem.(Eseri okumak istedim ama piyasada bulamadım)
Klasik eserlerin kurgusu karakterlerin sembolize edildiği insanlık durumları ile tarihe mal olmuştur. Hamlet’in şahsında kararsızlık , Makbet’teki iktidar hırsı vb. gibi. Bu tür oyunları tek cümle hatta tamlamayla özetlemek mümkündür.
Tarihte tanrısal ve devlet egemenliklerinin birbiri ile karıştığı, çarpıştığı, uzlaştığı pek çok örnek görmek mümkündür. Onlar arasındaki ilişki, eylemi, trajediyi,dramı doğurur. Sahnedeki Puduhepa’nın hangi duygularla ”Makbet”leştirilmeye çalıştığını anlamakta zorlandım. Puduhepa oyunun genelinde kadınsal duygularının esiri olarak dolaşan “kıskanç zorba” gibi görünüyor. Bu nedenle oyunun sembolleştirildiği ve zorlanan devlet ve tanrısal erklerin kullanılması vurgulaması anlaşılamamaktadır.
Ama esas itibari ile eksik kalan , “insanlık durumu”na örnek gösterilebilecek bir karakterin yokluğudur.
Eserdeki :
“Hattuşalının dili çözülmüş..Hatti Tanrıları benim ağzımdan ses verir olmuş.”
“İnsan böyledir işte.İsterse hemen öğrenir.”
“Sağı tanrı solu yasa..”
“Halk duysun yasalar arkadan gelir.”
“Asurlu tüccarlar kapıları zorluyor zaten…”
gibi söylemler, Alkaya’nın oyunun genel yorumu ile yapmak istediği vurgu nedeniyle “ özdeyiş antolojisi”nden çıkmış gibi durmakta, oyunu bütünlüğe ulaştırmamaktadır.
Oyunda Puduhepa ile birlikte Rahip ve Mirza karakterleri dengeyi kurmaya çalışıyor. Puduhepa’nın Rahip ile tanrısal gücün paylaşılması , Mirza ile sevginin paylaşılması sorunu var. Ama her iki karakter ve ilişkiler de oyunun dramatik yapısını yaratacak kadar güçlü değil.
Halkın “korosu” yetmemiş olacak ki ayrıca sahnenin her iki yanındaki lastik şeritlerden kafalarını çıkarıp “ ah KAM kesen” Ak Kam ve Kara Kam var. Seyirci Ak Kam ile tanıştıktan sonra ayni oyuncunun köyün doğruları konuşan delisi şeklinde halkın arasında dolaşmasını görmek de tüyleri diken diken ediyor. Neden hep delilere doğruları söyletirler? (“Deli değil! Apdal!”)
Ak Kam ve Kara Kam’ın sözleri kendi içlerinde “bütün” değil. Bu nedenle de kimin/neyin “ağzı” oldukları meçhul.
Bu anlamda dağınıklık söz konusu. Tüm kurgu, anlatıcı,hüküm verici olarak halk korosunda toplanmış olsa daha derli toplu ve de tutarlı bir dramatik yapı sağlanabilir gibime geliyor.
İkinci perdenin başındaki çalgıcı-oyuncular tablosu ve oyunu , ister istemez Shakespare’i hatırlattı. Oyunun tümündeki oynanış stiline de ters düşen bu “boya katılmış” sahnelerin gerekliliğini de sorgulamak lazım. Shakespeare’e göre bu gülünç olsun halkın hoşuna gitsin diye “palyaço”lara oynatılmış bir sahne ! Bu sunum oyunun genel diline ve de anlatılan hikayeye ters.
Yönetim
Orhan Alkaya çok özenmiş. “Reji masasını” özlemiş desek daha doğru. Sahnede tiyatro tarihinin her türlü rengi var.
Oyun metni Shakespeare’i, Sophokles’i hatırlatıyor .
Eski bir konunun güne getirilmesi çabaları yanında klasik tiyatronun “ oyun içinde oyunu” , korosu, çalgıcıları, söylemi , rengi var. ”Horozların ötüşü” de yerini almış.
Alkaya eklemelerle zenginleştirmeye çalışmış. Biraz da kendi için “oynamış”!
Dönen platformlar..Kuzgun Acar taklidi dekor,mask ve tiplemeler . İnsan, çekiç vb aletlerle yapılan ritmik ses çeşitlemeleri . Sahnenin iki yanındaki lastik şeritten yapılma panolar.
Ben ikinci perdenin başındaki çalgıcı-oyuncuların Orhan Alkaya eklemesi/çarpıtması olmasından kuşkuluyum.
Oyun sonunda “68 kuşağı bir yönetmen metni böyle okur” diye de düşündüğümü itiraf ediyorum.
Alkaya Genel Sanat Yönetmeni iken yönetmenlerinden neler beklermiş onu bu vesileyle anlamak da mümkün.
Teknik
Sahne ortasında birbiri içine girmiş her iki yöne dönebilen platform üzerinde yükselen çark ( oyunda ima olduğu için ben de öyle adlandırdım. Demeseler anlaşılmaz) gibi inşa edilmiş mekanlar iyi bir fikir. Ama düzenin hakimi Kraliçe Puduhepa’nın döndürmeye uğraştığı devlet(“kendi”?) çarkı ile halkın çarkının çekişmesi yeterince açık ve düzenli bir kurguda/vurguda değil. Özellikle oyun sonunda halkın hareketi kendi çarkının düzenini egemen kılmak yerine Puduhepa’nın çarkına çomak sokuluyor gibi yansıyor.
Dekor oyunu sahneye mıhlamış. Şimdi sahnenin önü , yanları , üstü kullanılıyor diyecekler olabilir.İyi de o kullanımlar “çok ortada kaldık biraz da açılalım” diye bağırıp duruyor.
Adında devlet olan bir tiyatronun bu kadar “ucuz” kostüm yapmasını çözemedim. Hele muhafızların suni deri “namaz takkelerine”(Yahudi kepi de denebilir) lastik ile tutturulmuş demir görünüşlü yüz koruyucuları çok komik.
Ayaklardaki yemeniler de Antalya bedesteninden mi? O dönem modası da çok renkli imiş anlaşılan. Önerim ayakkabıları sahne üzerine yan yana dizin ve resmini çekin ve sonra resme bakarak düşünün.
Kostümler ayakkabılardan daha tutarlı. Ama bir türlü Makbet kırmızısından kurtulamıyoruz.
(“O Makbet değil! İktidar ve tutkunun rengi!!” Peki! Peki!)
Aydınlatma Işıkçının sorunu değil… Sorun salonda…Daha doğrusu salonun inşaatı sırasındaki “kontrol amiri”nde.
Antalya’da Devlet Tiyatroları
Antalya 1 milyon nüfuslu turistik bir şehir. Turist sayısı 10 milyon.. Salon açısından diğer büyük şehirlerimizden daha şanslı. Şu sıralarda sokaklarında Rus turistler geziniyor.Bu açıdan bakıldığında Antalya Devlet Opera ve Balesi’nin gösterileri yabancıların ilgisini çekmekte.(Bizim seyrettiğimiz akşam Carmen’i izlemeye gelen çok sayıda yabancı vardı salonda. Laf arasında Gürcü Yönetmenlerin Carmen kareografisi çok çarpıcı.)
Yeni yapıldığı söylenen Devlet Opera’sı (nam-ı diğer Haşim İşcan Kültür Merkezi), binanın üstündeki neonlarla yazılmış ismi ile de “ağırlığını” ortaya koymuş. Haşim İşcan’ın ismi de kaybolmuş gitmiş. Salt yol tabelalarında ve de haritalarda var. Bina da eskimeye başlamış zaten. Bir 10 yıl sonra AKM’ye döner… Yıkılması gerekir. Yanında alışveriş merkezi de hazır.
Antalya Devlet Tiyatrosu da bu binaya “besleme” olarak sıkıştırılmış. İsmi bina içine yazılmış. Kullandığı salonun olanaksızlıkları girer girmez belli oluyor. (Fuaye mekanı , sahnenin boyutları , sofita , akustik vb özellikler)
Aslına bakarsanız bina, tipik bir kamu ihalesi ile yapıldığını “haykırıyor”. Dışardan görkemli olmasına uğraşılmış ama inanın eski komünist rejim tariflerindekilere uyan bir yapı. (Haksızlık olmasın, Rusya’da, Doğu Almanya’daki komünist dönem tiyatro , opera binalarının görkemi kelimelere sığmaz.)
Ben en çok kadın ve erkek tuvaletlerin kapılarının önüne konmuş panolara bayıldım(!) Çok fonksiyonel. Onları koymazsanız içerisi görünüyor da ondan. Bir de salon merdivenlerindeki salkım saçak kablolar hoşuma gitti(!) Ya duvar kaplamaları? Hele hele opera salonundaki sahne ve orkestra çukuru ? Opera salonuna çıkmak için tırmanmak, tiyatroya inmek için sürünmek gerekiyor. Ne hoş buluşlar canım(!!!!!!)
Adres
Antalya’da adres ararken tiyatro/opera nerede diye sormayın “Real” nerede diye sorun. Tiyatro/Opera da “Real Alışveriş Merkezi’nin yanında” zaten… Belki de “otopark”ında. Antalyalı buna alışkın…Hadrian kapısına, “3 kapılar” ; saat kulesine ”Kale Kapısı” diyor zaten…
Antalya’da Tiyatro
Antalya’da ayrıca 1983 yılında kurulmuş Antalya Belediye Tiyatrosu(ABT) var. ABT,bu sene, Dario Fo’nun ‘Ödenmeyecek Ödemiyoruz’ ve Haldun Taner’in ‘Vatan Kurtaran Şaban’ adlı oyunlarıyla perdelerini açıyor.
Antalya Devlet Tiyatrosu(ADT) ise 1993 yılında kurulmuş. ADT, duvarlarına bakılırsa geçmişte iyi işler yapmış.
Her ikisi de kendi salonlarında seyirci ile buluşuyorlar.
Ayrıca Antalya Sanat Tiyatrosu, Avangard , 5. Sokak , Ol Tiyatro gibi özel tiyatro oluşumları varmış.
Bu tiyatroların seyirci sayısı nedir bilmiyorum. (Bilen var mı?) Aralarında iş birliği yaparlar mı? Birbirlerini tamamlarlar mı? Turne ile çevreyi dolaşırlar mı? Aslına bakarsanız bu gibi şehirlerimizde tiyatroyu organize edecek bir kuruma ihtiyaç var.
Ama Carmen’i seyrettiğim gece o gecenin kadrosunun yazılı olması gereken programını bana arattıran ( olmadığını anlayana kadar karşılaştığım durumları anlatmak traji-komik olabilir) “yönetim kafası”nı düşününce ve de bir inşaat mühendisi olarak binaya bakınca umutsuzluğa düşüyorum.

Melih Anık

Notlar:
1-Öneri : Antalya Devlet Tiyatrosu ! Sesiniz yüksek çıksın ki Antalya’da olduğunuz duyulsun.
2-Kadeş Gelini’ni Antalya ile “sınırlamayın” lütfen . Turneye çıkarın!
3-Ben biletlerimi internet üzerinden aldım. Aldığımda yanılmıyorsam tiyatroda 6. , operada 10. koltuk idim . Ama gösterilerde salonlar yarısına kadar dolu idi. Antalyalı son dakikada bilet alıyormuş.
4-Kadeş Anlaşması’nın örijinali İstanbul Arkeoloji Müzesinde. Gençler , bir zahmet gidin ve görün!