31 Aralık 2011 Cumartesi

2012 Karşılaması

Gelen gideni aratmasın.

İyilik kötülükten, güzellik çirkinlikten 

daha çok artsın!

Her şey gönlünüzce olsun ama

gönüller bir olsun!

(31.12.2011)

30 Aralık 2011 Cuma

Tiyatroda Eleştiri “Seçmek”le Başlar - “İstemem Eksik Olsun”

Tiyatro kitaplarına bir bakın uzmanı ne diyor? Eleştiri yazmak için eseri okumak gerekirmiş. Ben önce “seçmek” gelir derim. Kim yazmış, çevirmiş, yönetmiş; oynayanlar kim, dekor, kostüm, ışık vb kim tarafından yapılmış? Zaman ayırdığımın, zaman kaybı olmayacağına inanmak isterim. Üstünde emek harcıyorsam o emeğe değmeli oyun. Bazen yanılırım da. Oyunu beğenmem ama seyretmek bir tecrübe olur.  Düşüncelerimi yazacağım bir oyunu seyretmeden önce okumak gerektiğini düşünürüm. Sadece oyunu okumakla yetinmem oyun hakkında ve hatırlatan her şeyi okumaya çalışırım. Notlar çıkarırım, dramaturgi çalışmaları yaparım. Farklı tercümeleri okurum, orijinali ile karşılaştırırım. Yazıyı yazdıktan sonra da okumalar devam eder ve yazdığım yazıyı en az bir hafta her gün okur, bazen yeniden yazarım. Yani oyunu seyretmeden önce “ön hazırlık”,  oyunu seyrettikten sonra “son hazırlık” var. Tiyatrocu yönetiyor, oynuyor, işini bitiriyor  ama benim için yazı yazmak  bir süre daha zaman alıyor. Doğrusunu isterseniz benim için yazmanın en keyifli yanı da budur. Bilmediğim çok şey öğrenirim, unuttuklarımı hatırlarım.  

23 Aralık 2011 Cuma

İBBŞT Genç Günler ve Ufak Bir Hata (İBBŞT)

İBBŞT GENÇ GÜNLER ve GENÇ TİYATRO
Ufak Bir Hata, 27.Genç Günler kapsamında  9-19 Mayıs 2011 tarihleri arasında seyirci ile buluştu. Genç Tiyatro Sorumlusu Tolga Yeter’in oyun “dergiciği”ndeki yazısını okuduğumda bu konuda bir şeyler söylemem gerektiğini düşündüm.

Tolga Yeter “Genç bir yazarımızı, Türk tiyatrosuyla ve seyircisiyle tanıştırmak, belki de bundan sonra hem yazarlığını teşvik edebilmek, hem de ülkemizde yeni yazacağı diğer oyunlarının oynanmasına vesile olabilmesi bile Genç Tiyatronun varlık nedenini sağlamlaştırıyor.”  diyor.

17 Aralık 2011 Cumartesi

Yönetmen Günersel Yazar Günersel’e Karşı : Bok Sosyolojisi (Tiyatro Su)

Yeni değil eski. İlk önce kimin aklına gelmiş bilmiyorum. “Amerikan işi” diyorlar ama bizden de örnek var. Çöpe bakarak sosyolojik sonuç çıkarmak, tüketim süreçlerine bakarak toplumsal yapıyı ve insanı anlamak olanaklı imiş. Aslında çöp mahremiyet alanıdır. Kapınıza bırakırsanız çöp sizi ele verebilir. Başınızdan attığınız andan itibaren çöp sahipsizleşir, toplumsallaşır. Bizden birileri de Cihangir, Çarşamba, Darüşşafaka, Draman  çöpünü incelemiş karşılaştırmış. Buna çöp sosyolojisi deniyor.

Hani bizde bir söz vardır ya “Adam olacak çocuk bokundan belli olur” diye. Atalarımız bunu çok öncelerden biliyormuş ve daha da “derin” bir analiz yapmış. ”Bokunda boncuk bulmak” bok sosyolojisinin temel kavramlarından biri herhalde ve bize ait, ne kadar övünsek azdır. Ama dikkat : "Tezekten terazinin boktan olur dirhemi!"

11 Aralık 2011 Pazar

Şakayla Söyler Haldun Taner ve “Son Vicdani” Ali Erdoğan

Haldun Taner ile en son Musahipzade Tiyatrosu’nun fuayesinde bir araya gelmiştik. Yıl 1978’di. O, Ay Işığında Şamata isimli oyununun ilk okumasını yapmıştı. Eşim ile benden başka Zihni Küçümen ve Tijen Par vardı fuayede. Benim davet edilmemin nedeni onun Ay Işığında Çalışkur hikâyesini ilk ben sahneye uyarlamıştım, büo’da yönetmiştim, Haldun Taner de beğenmişti.  O nedenle  yanında olmamı istemişti ama o gün gördüklerim nedeniyle  tiyatro yolundaki yürüyüşüm bitti. Ben ona gerçeği söyleyemedim, mazeretime de o inanmamış olmalı ki bana gönül koydu, umudu kesti. büo’daki Ay Işığında Çalışkur’u seyrettiği akşamın ertesinde bana gönderdiği çiçeğe kendi el yazısı ile iliştirdiği teşekkür notu dışında benim yaptığım ilk uyarlamadan bahsetmedi. Olsun varsın, Haldun Taner benim için “Haldun Baba”ydı, öyle de kaldı. Zira onu tanımakla çok şey öğrendim.  Halâ onun kitaplarını okuyorum arada bir, nasihatlerini yeniden hatırlamak için. Ali Erdoğan Kabare Dev Aynası’nın “Şakayla Söyler Haldun Taner” oyunu onu düşündüğüm anlardan birinde aklıma düştü. Farkettim ki Haldun Baba’yı sahnede görmeyi özlemişim. Gittim, seyrettim, onunla özlem giderdim. Sahnede duran resmine daldım oyun boyunca. Her davet edişimizde oyunlarımızı seyretmeye gelişini, zarif bir dille bizi eleştirişini, birlikte oturduğumuz Divan Oteli kafesini, onu Devekuşu Kabare’nin girişinde gördüğüm günleri hatırladım. Her zaman zarif bir insandı, güler yüzlü, şefkatli. Gençlere olan yakınlığını ben bilirim, tiyatro tarihi de yazdı, yazacak, ben de. Vandal bir dünyaya muzip bakışını, aydınlığındaki “derinliği”, insanın içinde kalanı zarif bir zarfa koyup adresine doğrudan göndermesini, yazılarında okşar gibi attığı tokatları, insana olan sevgi ve saygısını özlüyorum ben. Onu okuyun, bir fikri nasıl farklı “söylediğini” anlayacaksınız. Şimdi onu anlamaktan uzak yeni yetmelerin arsız ve şımarık hallerini görünce, yaşasaydı onun karşısında kuyrukları bacakları arasında nasıl duracaklarını hayâl ediyorum.

6 Aralık 2011 Salı

Tiyatro Ödülü Nasıl Olmalı?

Son zamanlarda konuştuğum dostlarım bana tiyatro ödülü ile ilgili fikrimi soruyor. Ülkemizde “dağıtılan” tiyatro ödülleri ile ilgili düşüncelerimi geçmişte yazmıştım ama  ayrıntılı bir ödül tasarısı yazmamıştım.

Ülkemizdeki tiyatro ödüllerinin öznel olduğu herkesin  malûmu. Ödüllerin bir şeyi ölçtüğü de yok verilene ne kattığı da meçhul. Dikkat ederseniz “verilen” diyorum. Oysa “kazanan” diyebilmeliyim ama diyemiyorum. Ödül veriliyor daha sonra  ALAN, “kazandım” diyor bizde. Zira ödül nesnel değil, kriterler belirsiz ve değişken,  ödül veren alandan daha çok gündemde. Daha da tuhaf olanı kısıtlı bir çevrede olanlar oluyor ama sonuçlar Türkiye’ye mal edilmek isteniyor.

Ödül jürisinde olmam için gelen teklifleri kabul etmiyorum. Nedeni ise şu: ülkemde çok zor koşullar altında tiyatroyu yaşatmak için kendini “ateşe atanlar” görülmezken  İstanbul, Ankara gibi merkezlerde tiyatronun ödül dağıtımı ve alkışı beni utandırıyor.

1 Aralık 2011 Perşembe

‘War Horse’dan Myanmar Kukla Tiyatrosu’na

War Horse ‘u New York’da “National Theatre of Great Britain” prodüksiyonu olarak seyrettim. Tamamı dolu salona oynanan oyunda seyircinin ilgisi sahnedeki gerçek ölçülerdeki kukla  atlara(Handspring Puppet Company)  idi, oyunun konusuna değil. Oyunun bir çocuk hikâyesinden alınan konusu  çocuğun at sevgisi üzerine idi. Atı,savaş atı olarak kullanılmak üzere elinden alınan çocuk atının peşinden savaşa gidiyor ve atını arıyordu. Bir çocuk hikâyesinden uyarlanan eserde aslında vurgulanması gereken husus Birinci Dünya Savaşı sırasında atların rolü ve büyük sayılardaki kaybı olmalıydı. Yaklaşık on milyon insan, sekiz milyon at ölmüş savaşta.  Zamanla atların yerini tanklar almış. Savaş tarihindeki bu değişim de ilginç. Oyun dergisinde bu konuya dikkat çekilmesine rağmen oyun sonunda salondan çıkan seyircinin aklında nerdeyse canlı sanılacak kadar gerçek olan atlar vardı. İnternet ortamında(youtube) War Horse üzerine çeşitli videolar var. Özellikle yapımcıların kendileri tarafından ve kukla at ile ilgili yapılan çalışmaların aşamalarını anlatan video çok öğretici. (http://www.ted.com/talks/handpring_puppet_co_the_genius_puppetry_behind_war_horse.html)