31 Mayıs 2009 Pazar

Bir Sempozyum Üzerine “Tatsız” Düşünceler , “Tatlı” Düşler…….

2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında Sahne ve Gösteri Sanatları başlığı altında yapılan çalışmaların yönetmeni Prof.Dr.Dikmen Gürün.
Herşeyden önce Prof.Dr.Dikmen Gürün’ün çabalarını alkışlıyoruz. Özellikle 15-30 Mayıs 2009 tarihleri arasında gerçekleştirilen Türkiye Üniversiteleri Tiyatro Şenliği 2009 için yaptıklarını takdir ediyoruz. Ancak danışmanları ve yardımcıları da olsa , görünen gerçek şu ki tüm yük Prof.Gürün’ün omuzlarında kalmış. Bu onun tercihi mi yoksa çaresizliği mi bilmiyoruz. Temenni etmiyoruz ama bu şekilde devam etmesi hem o hem de hedefi 2010 olan organizasyon için sağlıklı olmayacak.
Bu yazımızda Türkiye Üniversiteleri Tiyatro Şenliği kapsamında 28-29 Mayıs 2009 tarihlerinde İstanbul Küçük Sahne’de düzenlenen “Tiyatro Eğitiminin Dünü,Bugünü,Yarını” başlıklı sempozyumdan söz etmek istiyoruz.
Amblem
Şölenin amblemi olan ve dokümanlarda kullanılan, gözü bantlı ve kaldırdığı sol elinin ayasında tek göz olan kız neyi anlatmaya çalışıyor ? Bizce açık ve net olmayan , dolambaçlı bir anlatım seçilmiş.
Sempozyum Nedir?
Sempozyum, bilimsel, sanatsal ya da düşünsel bir konunun, alanlarında uzmanlar tarafından izleyici önünde sunulmasıdır. Bir bilgi alış-verişi niteliğini taşıdığı için sempozyum, alandaki diğer insanları ilgilendirir. Dinleyici kümesi ,daha çok alandakiler ve alana ilgi duyanlardır.
Sempozyumda açıkoturumdaki gibi bir başkan konuyu açıklar ve konuşmacıları tanıtır, söz söyleme sırasını belirler, sonunda da konuyu özetleyip soru sormak isteyen izleyicilere söz verir. Konuşmacılar konuyu ele alış biçimlerine göre sunarlar.
Burada amaç tartışmak değil durumu saptamak veya çözüm getirmektir. Sempozyum bir kaç gün sürebilir. Bu konuşmalar ve varılan sonuçlar bilimsel bir değer taşıdığı için yazıya geçirilerek sonradan yayımlanır.
Şekil olarak yukarıdaki tanıma ait gerekler yerine getirildi (bazılarının salt fikirsel çerçeve hazırlıkları vardı) ama “durumu saptamak ve çözüm getirmek” konularında amaca ulaşıldığını söylemek pek doğru olmayacaktır.
Doğrusunu isterseniz bu, düzenleyiciler ve konuşmacılarla sınırlı değil. Geniş bir sektörel / toplumsal katılım ve “temiz” bir iklim istiyor.
Katılım
2 gün süren toplantılarda katılım, salonu ancak doldurur sayıda idi. (200 kişi)
Medyamızın (tv, gazete, dergilerde resimlerini ve yazılarını, internet sayfalarında “kavga”larını okuduğumuz ) temsilcileri yoktu. Sektörün tüm temsilcileri yoktu. Türkiye’de sanat eğitiminin düzenlemesi ile görevli olan , sorumlu kişiler yoktu.
Salon, “yoklama” korkusu ile “kalabalık” yapmak üzere zorla getirilen öğrencilere kalmıştı . Onlar da “just for a change-ders olarak hocalarını dinlemek istemedikleri” için “sıkıldılar” ve salonda adap bilmeyen hareketleri ile umudumuzu tükettiler ve yoklamaya imza atıp sıvıştılar.
Bizi en çok şaşırtan ise Hocalarını (hani sıkışınca yaptıklarının tanıklığını ve de onayını istedikleri) yalnız bırakanlar oldu.
Dizi çekimleri vardı , turnedeydiler , gece geç yatmışlardı , hastaydılar, daha önce çoookkk dinlemişlerdi, ödüller başlarını döndürmüştü, “facebook” daki sayfalarındaki “tık”ları sayıyorlardı , oyunları kapalı gişe oynamıştı , “olmuş”lardı, sponsorları sırtlarını okşamıştı , artık onlar da “Hoca”ydı, Avrupa fonları üzerinde “konuşlanmış”tılar , konuşulanlar basılır oradan okuruz diye düşündüler. “Hem canım onlara neydi?”
Mesaj
Sempozyum, katılımcılarının kişilikleri ile bir mesaj veriyordu: “Tiyatro eğitimi üniversitelerin işidir” . Bu mesajı “sahiplenme” olarak anlamak da olanaklı.
İşte bu, başlı başına bir katılmama, “yok sayma” nedeni olmuştu bazıları için herhalde.Kendileri yok sayılmıştı,onlar ve “öğrenci”leri de “yok saymak” zorundaydılar.
Onlar , oyunculuk eğitim kursu ya da konservatuara hazırlık kursu düzenleyenler, “her tiyatro zaten bir okuldur” anlayışı sahipleri , “konservatuar eğitimi gereksizdir” hükmünü verenler, gencecik çocukları kendisi öğrenmeye muhtaç yeni mezunların elinde oyuncak edenler, başka üniversitelere itiraz eden başka üniversiteler vb idi.
Onları tanımış olduk bir kez daha.
Ülkemizde Tiyatro Eğitim Kurumları
Ülkemizde 36 adet tiyatro ile ilgili bölüm var. Ama sorular ve sorunlar daha çok:
O kadara yetecek öğretim elemanı var mı? Çoklu disiplinli bir eğitim için üniversite yapısı uygun mu? Tiyatro , sahne sanatlarının değil iletişimin içinde mi olmalıdır? Tiyatro eğitimi görenlerin diğer bölüm derslerinden yararlanması mı ,yoksa diğer bölümlerde okuyanların tiyatro dersleri ile kendi mesleklerini daha iyi yapma olanağına kavuşturulması mı amaç olmalı? (Örneğin tiyatro dersi almış halkla ilişkilerci,işletmeci..) Sağlam bir edebiyata dayanmayan tiyatro olur mu? Nerdeyse her evden bir oyuncunun çıktığı ülkemizde tiyatro bu kadar çok eğitim fakültesi ile halka götürüldü mü ? Tiyatrolar içinde bulundukları çevreye(okullara) eğitimcileri ile tiyatroyu götürüyorlar mı? Deneyimli oyuncudan yararlanılıyor mu? Uluslar arası iletişim için yeterli maddi kaynak var mı? Eğitimde “minimum”lar standardı var mı?
Yapısal olarak fakülte statüsünde olanlar da var konservatuar statüsünde olanlar da.Vakıf üniversiteleri,sertifika dağıtan kurslar var. Model sayılanlar daha o model “rüştünü” kanıtlamadan başka kuruluşlara model olmuş. (20 yıllık bir eğitim rüştünü ispatlamış bir model sayılamaz. ) Lisans üstü eğitimler verilmeye başlanmış. Başka eğitim disiplinlerinden gelenler tiyatroda yollarına devam ediyorlar.
Öğrencilerin Kaderi
Ama tiyatro seyretmemiş , geldiği yöre kültürünü bilmeyen,geleneklerin var ettiği,bir oyunu bir kere okumaktan sıkılan, dizi arasında eğitim alan(?) , “bohem sanatçı” havalarında , ezberci eğitimin “defo”lu ürünü ,tarihi kendisi ile başlamış sanan, “derdi” ve felsefesi olmayan, çok oyunda oynadıkça keşfedeceğini ve sanatçı olacağını düşünen, güdülmeye alışmış,kendini kurtarma telaşında vb olan öğrenciler önce “adam” sonra “tiyatrocu” yapılmak zorunda. (Heykeltraşın elindeki “çamur”…!)
Bu çocuğa tasavvur ile tahayyülü anlatmak çok zor olacak eminiz ki.”Kaliteli ihanet”i “Kurtlar Sofrası” ile mi anlatsak!
Kaldı ki Adorno, Guy Debard,Locke,Burke ,Alice Robinson, Richard Schechner , “abi ve abla”lara, ”Hocacık”lara bile zor geliyor.
Tüm çabalarla “şekil” verilenlerin pek çoğu batıyı kopya eden ; bilmediği için,kendi özünden yaratamayan ; “sığ ve cahil” olduğu için yerelleşmenin anlamını bilmeyen “Apoletli Balon”!
Sektörün takip etmediği bu çocuklar “sinekler” gibi oradan oraya uçarak şişenin çıkış ağzını bulmaya mahkum edilmişler.
“Yaratıcı, özgün, özgür, öğrenci odaklı özel ” eğitim , kulağa güzel gelen bir düş sadece! “Hepimizi” sarmalamış atmosfer içinde akademik, kültürlü tiyatro sanatçısı nasıl oluşacak? “Eseri yeniden çiçeklendiren” dramaturji neyle beslenecek? Sempozyumda bu düşü dillendirenlerin kendileri ve yaydıkları hava “geleneksel”den besleniyor sanki ! Bu, bazı konuşmacıların tez savunması yapar gibi ön iki sıraya konuşmalarından başlıyor. Belki de “öyle “olmak zorunda .
Oturumlar
İki başlık altında toplanan oturumların, iki başlığın (“Tiyatro Eğitiminin Yapısı ve Sorunları” ile “Yeni Olanaklar ve Beklentiler”) hakkını verdiğini söylememiz zor. Bu oturumlar içine şenliğe katılan üniversitelerin temsilcilerinden oluşan bir oturum ile “konfeksiyoner”lerin oturumunun katılması belki “okul” anfisi havasını dağıtırdı. Kültürü ve eğitimi planlayanların katılacakları oturum da iyi olurdu.
“Konfeksiyonerler”
Ama en önemlisi üniversite şemsiyesi dışında kalanların (yani “konfeksiyon” oyuncu üreten ticari işletmelerin ) da “sayılması” konusudur.
Zira ne kadar uzakta durulmaya çalışılırsa çalışılsın ,tiyatroyu besleyen kaynakları kimine göre bulandırıyor(”gündelikçi”) , kimine göre zenginleştiriyor (”bir eksikliği dolduruyor”) olsa da ülkemizin (belki de dünyanın) “gerçek”lerinden birine kapımızı kapatmalı mıyız?.
Öte yandan “Konfeksiyonerler” de bilmeli ki içine girmeye çalıştıkları “dünya”, üniversitelerdeki o hocaları dinliyor ve dinleyecek. Ya da o Hocalar ne kadar güçlü olursa saygınlık görürlerse o ülke tiyatrosu o derece saygın olacak.
Şenlik Programı
Şenliğe 90 başvuru arasından seçilen 42 üniversiteli tiyatronun içinde tiyatro bölümleri olan kaç tanedir bilmiyoruz. Ama 42 topluluk içinde 16 yerli oyun ; 6 Brecht, 3 Shakespeare ,3 Dürrenmatt; 10 soyut oyun olmasını ve de gurupların nedense içinde yaşadıkları çevre , kültür ve folklora ilgi duymamalarını nasıl anlamalı ve anlatmalıyız acaba? (2 adet de “Tanrı” oyunu var)
Ama önce üniversite tiyatrolarının hedefi ne olmalıdır sorusuna da cevap aramak gerekmiyor mu? Tiyatro onlar için “Yaşamlarını anlamlandıran bir uğraş” mıdır sadece?
Tiyatronun Gerçeği
Üniversitelerimiz maddi olanaksızlıklar ile boğuşurken onlardan deneme sahneleri açmalarını istememiz çok mu “lüks” olur ?
Sempozyumun son gününde Prof.Mehmet Birkiye’nin “Ben mutfağından geliyorum” sözü bilerek yapılan bir vurgulama mı idi bilmiyoruz ama çok da önemli bir “gerçeğin” ortaya konması açısından anlamlı oldu. O, “Hangi seyirci için?” sorusunu konuşmasına temel almıştı. Bu tiyatronun zenaat yönünün sanat ile nasıl birleştirilmesi gerektiği hususunu önümüze bıraktı. Kültürel fakirleşme içinde sanatı, hem dış(gişe/seyirci ) hem de iç (dizi oyuncuları ile tiyatro yapmak) dinamiklerle nasıl ayni potada eriteceğiz? Kim için tiyatrocu yetiştireceğiz ? “Manzara resmi içinde piknik mi yapacağız?”
Bu konuda sanayi ile buluşamayan akademi sorunu, ülkemizin en baş sorunlarından biri. Üniversitelerimiz , araştırma ve deneyimlerini “gerçek” tiyatro hikayeleri üzerinden kazansalar nasıl olur ?
Belki de üniversitelerdeki tiyatro bölüm sayıları azaltılmalı ,her bölüm kendi tiyatro anlayışını geliştirmeli. Özel/ ödenekli tiyatrolar da akademik söylem ile beslenen “kişilikli”,”trend yaratacak” okullar olmak zorunda.
Tiyatronun 50 Yılı
Katılımcılar kendi aralarında uzlaşabilecekleri yol haritasına sahip değillerdi .İçinde yaşanılan ortam , ekonomik ve kültürel iklim, özlem ve hayaller için çok “karmaşık” olsa da , sahnede Türk Tiyatrosu’nun son 50 yılı vardı. Beğenseniz de beğenmeseniz de onların , olanaksızlıklar içinde başardıkları yadsınamaz bir gerçektir. Kaldı ki şimdi ortalarda “Ben yönetmenim, ben sanatçıyım vb” diye dolaşanlar, “algılanmalarını” o hocalara borçlular. Keşke gelselerdi de kafaları karışsa da ortaya konulan fikirlerden yararlansalardı , zihinlerindeki “yenilenmenin” keyfini yaşasalardı. (Artık basılınca bildirileri okurlar(?))
Gelecek Senenin Provası
Gelecek seneki uluslar arası tiyatro buluşması için prova niteliği taşıyan bu şenliğin edindirdiği deneyimin çok iyi yorumlanması ve şimdiden kolların sıvanması gerekiyor. Görünen şu ki , bu yılki çabalar gelecek seneye yetmeyebilir. Özellikle de genel tanıtım, gösterilerin yapıldığı salonlardaki flama ve bayrakların hazırlanması , şenliğin imajı üzerinde ciddi bir çalışma yapılması gerekebilir. Ev sahipliğinin üniversitelere paylaştırılması ; uluslar arası alana görsel bir zenginliğin sunulmasının hedeflenmesi ile müracaatlar beklenmeksizin üniversitelerin ilgi ve olanaklarına göre, toplulukların seçilerek tekil ya da ortak gösteriler için alt yapının hazırlanması ; kurum ve gurupların bugünden görevlendirilmesi, yönlendirilmesi , yönetilmesine başlanılması ; oturum konularının geniş bir ilgi alanına seslenmesi amacıyla düşünülmesi gerekir. Örneğin “Tiyatronun iş hayatında kullanımı” başlıklı oturum hem sponsor hem de seyirci bulur.
Sonuç
G.Kaufman “Synecdoche , New York” filminin bir yerinde “Tiyatro düşüncenin başlangıcıdır. Henüz konuşulmamış gerçekliktir.Bir kavanoza kıstırılan insanın hissettikleridir. En büyük karmaşa içindeki , aşktır” diyor.
Ülkemizde toplumsal imge, çağrışım yok oluyor. Düşünme’yi yeniden öğrenemezsek hepimize yazık olacak. Tiyatronun görevi ve sorumluluğu ağır. Şenlik , ateşin yakılması ve yeni bir ivmenin kazanılması için bir olanak olabilir.
Melih Anık

26 Mayıs 2009 Salı

Tiyatroda Günlük 26 Mayıs 2009

Kenter Tiyatrosu İlanı ve Tiyatronun Yönetimi
2 Mayıs 2009 Cumartesi günü , Hürriyet Keyf’de iki Kent Oyuncuları-Cimri ilanı çıktı, bir sayfa arayla.(3 Mayıs’da ayni ilanlar ayni sayfada alt alta yayımlandı.)
İlanlardan birinde “Bu sezon için Cimri oyununa yer kalmamıştır. Yeni sezonda görüşmek dileğiyle.İlginize teşekkür ederiz” yazıyordu. İlan 2 ve 3 Mayıs 2009 tarihlerindeki gösteriler için verilmişti.
İkinci ilan da ise Cimri oyunun 9 Mayıs 2009 da Caddebostan Kültür Merkezi’ndeki gösterisini duyuruyordu.
Demek ki sezon bitmemişti. Oyun devam ediyordu. Ama neden “Bu sezon Cimri oyununa yer kalmamıştır”?
Dikkatle bakınca iki farklı ilanın nedenini anladım.
Birinci ilanı Kent Oyuncuları vermişti. Onlar kendi salonlarında sezonu kapattıklarını ilan ediyorlardı ama ilanda salonun ismi yoktu.
İkinci ilanı ise organizasyon şirketi vermişti.
İlanlardaki bilet satış şirketleri farklıydı.
Tiyatronun ilanında kendi özel sponsorunun logosu vardı. Her ikisinde de “T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın maddi katkılarıyla” ibaresi yer alıyordu.
Her sektörde olduğu gibi tiyatroda da kurumsal imaj önemli olmalıdır. Ancak tiyatromuzda çok da önemsenmediğini bu ilan örneği ile görmüş olduk. “Sezonu kapattığını” ilan eden tiyatro “gerçekten” kapatmış olmalıdır.
Bu durumun maddi , manevi , bürokratik bir çok mazereti mutlaka ortaya konacaktır. Ama tek bir ilanda çözülebilecek bir durumun iki ayrı ilan ile kafa karıştırmasını önlemek o kadar da zor olmasa gerek ? İlanı okuyan için tiyatronun kendisi ya da organizatörü ne fark eder?
Pek çok örnekte tiyatrolarımızın “yönetilmediğini” görmekteyiz.
Tiyatronun yönetimi, tiyatro salonuna kafe ilave ederek ya da sahneyi kiralayarak (paylaşarak) yeni kaynak yaratma çabaları ile sınırlı bir iş değildir.
Tiyatronun özellikle teknik altyapısının (elektrik , mekanik ihtiyaçlarının) korunması, bakımı ve yeni çağdaş olanaklarla donatılması ; yangın vb risklere karşı hem salonun hem de seyircinin korunması ; yangın,deprem gibi durumlar için panik tahliye planlarının hazırlanması ; gösteri sırasındaki acil sağlık yardımının önceden düşünülmesi vb gibi pek çok konunun dikkate alınması gerekir.
Berlin’de bir gösteri sırasında orta sırada fenalaşan bir kişiye nasıl yol açıldığını görerek şaşırmıştım. Sıra başına en yakın çıkış yönüne doğru oturanlar sessizce yerlerinden kalktılar, yolu açtılar ve duvar dibinde tek sıra oldular. O sırada salona sağlık memuru girdi ve kişiyi sessizce dışarı taşıdılar. Duvar dibinde sıralananlar ayni düzende sırayla yerlerine oturdular. Oyun arasında, kişinin salon dışında sağlık memurunun denetiminde takip edildiğini gördüm. Bunlar olurken gösteri devam etti.
Bu toplumun içine sinmiş (otomatikleşmiş) , öğretilmiş bir tepki biçimi idi.
Ayni gece, güvenlik ekibinin gösteri sırasında sessizce salonu kontrol ettiklerini gördüm.
Bu yazıyı tamamlarken Bursa’da hastane yangını haberi geldi. Tiyatrolarımızda da ayni tehlike var.
Levent Üzümcü bir tv programında sahne arkasında yaşanan bir kazayı anlattı. Korkuluksuz merdivenden düşen sanatçı(Güzin Özyağcılar) sakatlanmış,oyun da kalkmış. O merdiven hala korkuluksuzmuş.
Tiyatro binalarımızın çağdaş işletme anlayışı ile hazır tutulduğunu söylemek çok zor.
Belediyelerin , tiyatro yapılarına bu gözle bakmalarını ve ona göre ruhsat vermelerini umut ediyorum. Hatta tiyatro yöneticilerinin ehil insanlardan seçilmesi ve onlar için periyodik sertifika programlarının düzenlenmesi gerekiyor.
Ayrıca tiyatronun sanatsal vizyon ve imajının da şekillendirilmesi gerekir.
Ama “imaj” yapacağım diye çok da kasmamalı. Her “imaj” ülke gelenekleri ile “örülmeli.
(Almanya’da asırlık sanat binalarında oyun arasında fuayede toplanan seyirciler uzun kuyruklar bekleyerek bir bardak şarap, şampanya, bira,su her neyse içeceğini alıyordu. Fuayede sokaktan gelen brezel (alman simidi) satıcısı da taze “brezel” satıyordu. İçeceğin yanında “brezel” yemek bir gelenek olmuştu demek ki. Özenle giyinmiş -hatta bazılarında gece kıyafetleri vardı- seyirciler şampanya yanında brezel yiyorlardı.
AKM’nin içinde simit satıcısı hayal edebiliyor musunuz? (Hayal edememeniz, AKM’yi unutmuş olmanızdan kaynaklanıyor olmasın ! ))
Bizdeki “sanat hayranlığı” göstergesi de fuaye , salon duvarlarına karikatür asmak. (Şimdilerde kebapçı duvarlarında bile karikatür var) Sanata ait mekanlarda diğer sanat dallarına olan saygı bununla sınırlı kalmamalı. Resim,heykel vb diğer sanat ürünleri de sergilenmeli.
Tiyatronun vizyonu ise yurt dışına gidip gelenlerin gördükleri, bizzat duydukları ya da duyanlardan duydukları oyunları sezon programına almaktan ibaret bir uğraş değildir. "Ah..Tam sana göre oyun!" , "Bu oyun tutar" dan daha derin değerlendirmelerin yapılması gerekir.
Bazı tiyatrolarda, ya tiyatro yöneticisinin akrabasının ya da edebiyat fakültesi ya da tiyatro mezunlarının bu işlerle (tiyatro yönetimi , yer gösterme) görevlendirildiğini görüyoruz. Bizde özel –kamu fark etmez , tiyatro yöneticisi, üniversite mezunu da olsa “memur”.
Her şeyi bilen yönetmenler ve tiyatro yöneticileri yerine, bilmediğini bilen, bilene danışabilen , disiplinlerarası ortak çalışmalar ile “trend” yaratabilen tiyatro adamlarına gereksinim vardır.
Artık uluslar arası vizyonu ve yeterli derinliği olmayanlar ile dünya tiyatrosunun önemli bir parçası olmak mümkün değildir. Seyircinizi güldürürsünüz ama kendi kaderinizin efendisi olmak yerine yazılmasında ufacık da olsa katkınızın olmadığı bir oyunun aktörü olup verilen rolü oynarsınız o kadar.

Melih Anık

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Anı: Sahipsizler-Bekir Yıldız

İnternette dolaşırken nispeten yeni tarihli yazılarda Bekir Yıldız’ın ismine rastlıyorum.Benim kastettiğim romancı,hikayeci,senaryo yazarı,matbaacı Bekir Yıldız.
1933 Urfa doğumlu Bekir Yıldız matbaacılık okulunu bitirince Almanya’ya işçi olarak gider.Almanya’da dört yıl fabrikalarda çalışır. Dönüşünde Asya Matbaasını açar.

Kara Vagon kitabıyla hikaye dalında May Edebiyat Ödülü’nü, Kaçakçı Şahan kitabı ile de 1971 Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazandı. Allah’ın Gölgesinde Koşanlar adlı ropörtajıyla 1991 Yunus Nadi Ropörtaj Ödülü’nü almıştır.
Roman ,hikaye,senaryo dallarında pek çok eser bıraktı.Pek çok eseri sinemaya uyarlandı.Eserlerinden bazıları:
Halkalı Köle,Aile Savaşları,Demir Bebek,Evlilik Şirketi,Alman Ekmeği,Arılar Ordusu,Baba,Beyaz Türkü,Bozkır Gelini,Darbe,Kara Çarşaflı Gelin,Çark,Kerbela,Kara Vagon,Harran,Kaçakçı Şahan, Sahipsizler,Dünyadan Bir Atlı Geçti.
Süreyya Duru onun kimi öykülerinden yola çıkarak “Bedrana” (1974) ve “Kara Çarşaflı Gelin” (1975); Ümit Efakan, Halkalı Köle adlı romanından “Halkalı Köle” adlı filmleri yaptı.
1970 li yıllarda çok okunan bir yazardı.
Doğan Hızlan’a göre “Bekir Yıldız'ı okumadan ne Almanya bilinir, ne Güneydoğu”
Doğan Hızlan’ın yazısından bir bölüm onu çok iyi anlatıyor:
“Mahmut Makal, Bekir Yıldız'a gördüğü ilginin nedenini sorduğunda (1969, Varlık) romancı, öykücü doğru biçimde yanıtlamıştır:
"Eğer öykülerim ilgi görmüşse, nedeni süte su katmamış olmamdır. Bir de ele aldığım konuların bugüne dek işlenmemiş konular olmasını düşünmeliyiz. Bizim Urfa köyleri hakkında, hatta bölge olarak Anadolu'nun Güneydoğusu hakkında pek eser yoktur."
Kaçakçı Şahan, benim Güneydoğu ile ilgili her öyküde, romanda yeniden okuma isteği duyduğum bir öyküdür.
Çok sevdiğim öykülerden Reşo Ağa'nın başında yer alan bir cümle, eserlerine bakış, yaklaşım zenginliği taşıyor:
"Doğunun insanı sevdiği için ölür, yaşamak için öldürür."
…………………
Behçet Necatigil'in Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü'nde dediği gibi; "Almanya'ya işçi göçünde karşılaşılan durumları, bu göçün ortaya çıkardığı sorunları düşündürmesi bakımından, bu doğrultuda derinleşebilecek Türk romanı için bir başlangıç noktasıdır."”

Doğan Hızlan’ın şu görüşüne katılmamak mümkün değildir:
“BEKİR YILDIZ'ın kitaplarını okumadan ne Almanya'daki işçilerimizi anlarsınız, ne de Güneydoğu'yu, orada yaşan insanların hal ve ahvalini.”

Bekir Yıldız 1998 yılında aramızdan ayrılmıştır.

Onunla ilgili anımı paylaşmamın sırasıdır diye düşündüm.
1975 yılında onun hikayelerinden bir oyun hazırladım.
İt Ağası, Obaların Yasası, Köpek, Kaçakçı Şahan, Akyavuz, Gaffar ile Zara hikayelerini , Enver Gökçe,Hasan Hüseyin,Nâzım Hikmet,Ahmed Arif’in şiirleri ile bir araya getirerek bir oyun yaptım.
Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları (büo) oyunu çalışmaya başladı.
Bir gün bir arkadaşım Bekir Yıldız’dan izin alıp almadığımı sordu. Ben almadığımı söyleyince “Başına iş alma” dedi. “Biz amatörüz bize niye kızsın” deyince “Bekir Yıldız ters bir adammış. Git konuş önünden geç” diye beni uyardı.
Aradım sordum , matbaasının yerini öğrendim. Cağaloğlu’nda bir yerde.. Şimdi neresi hatırlamıyorum. Korka korka matbaaya gittim. Kapıda duruyorum içeri giremiyorum. Ne düşündüm bilmiyorum. Biraz heyecanlıyım.
İçerde sırtı kapıya dönük bir adam matbaa makinasının önünde oturuyor. Bekir Yıldız’ın fotoğrafını bile görmemişim daha önce. Sesimin titremesini kontrol etmeye çalışarak “Bekir Yıldız burada mı?”dedim. Sırtı dönük adam başını çevirdi “Ne yapacaksın?” dedi. Ben anlattım Boğaziçi Üniversitesi'nden geliyorum. Oyun yaptım falan..
Meğerse o imiş.Yüzünde Halep çıbanı izini fark ettim.Biraz da "ters" galiba. Yüzü gülmüyor.
Bana yer gösterdi. Bir daha anlattırdı. “Oyunu görmem lazım” dedi. Ben bir taraftan seviniyorum bir taraftan da korkuyorum : Ya seyrettikten sonra olmaz derse!
Bir cumartesi için anlaştık. Onu alacağım ve üniversiteye provaya götüreceğim.
Gittim onu aldım üniversiteye getirdim. Arkadaşlar da heyecanlı. Genel provayı seyretti. Ben yandan ona bakıyorum.
Prova sonunda “İyi olmuş” dedi. “Dialekti abartmamanız da iyi”
Oyuna hiç karışmadı. “Ters”lenmedi. Çok konuşmadı. Yüzümüze gülmedi ama onun bizi sevdiğini anlamıştık. Yüzünün asıklığı yaşadıklarına idi bize değil. Ne yaptı bilmiyorum ama bize “umut” olduğumuzu hissettirdi. Güven verdi.
Oyunu seyretmeye bir daha gelmedi. Ama çevresindekilere haber vermiş. Pek çok kişi oyunu oynamak için beni aradı. Bizden sonra oynayan çıkmadı ama.
Şimdi Doğan Hızlan’a hak veriyorum. Bugün hala geç değil. Bekir Yıldız’ı okumak gerek yeniden. Almanya’daki ve güneydoğudaki insanımızı anlamanın yollarından biri de o.
Ben onun sarsıcı ,insanın suratına tokat gibi inen gerçeklerinde ve kurgusunda ,acımasız görünen hikayelerinde sımsıcak insan sevgisini yakalarım her zaman.
Tiyatromuz Bekir Yıldız’ı yeniden okursa içinde yaşadığımız topraklara ait iyi bir çıkış bulacaktır sanırım.
İnsanımızı tanırsak,anlarsak sorunlar daha kolay çözülecek.
Bekir Yıldız’ı sevgiyle, saygıyla anıyorum.
Melih Anık

Anı : 'Ay Işığında Çalışkur' Hikayesinin "Hikayesi"

Haldun Taner’in Ay Işığında Çalışkur hikayesinden yapılan oyunun kitabında, Prof.Dr. Ayşegül Yüksel, Haldun Taner’den sağlanan yayımlanmamış sahne yazısını ilgi göstererek oyunun ilk kez , 1977 yılında İBB Şehir Tiyatrosu tarafından , Zihni Küçümen yönetiminde ve Mehmet Abut’un müzikleri ile oynandığını belirtiyor.
Ay Işığında Çalışkur hikayesinden yapılan oyun , 25-26-27 Nisan 1974 tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları tarafından ilk kez oynandı.
Nerden baktığınıza bağlı olarak Prof.Dr.Yüksel’in verdiği bilgi de doğru kabul edilebilir. İBB Şehir tiyatrosunda oynanan , Haldun Taner uyarlaması . İsmi de Ayışığında Şamata..
Ay Işığında Çalışkur hikayesi, ilk kez tarafımızdan uyarlanmıştır.
Galiba , geçmişi hatırlatmanın yararı var.
Hikayeyi 1973-74 yılı sezonuna hazırlamak için çalışmaya başlamıştım. Okuldan(Boğaziçi Üniversitesi) mezuniyet yılımın(1974) getirdiği yoğun program nedeniyle uyarlama gecikiyordu. Bu dönemde arkadaşım Haluk Görgün’ün yüreklendirmesi (ittirmesi) ile uyarlamayı tamamladım , oyuncu seçmelerini yaptım ve oyunu yönettim. Oyunda anlatıcıyı oynadım. Oyun 1974 yılının Nisan ayında seyirci ile buluştu.
Çalışmalarım sırasında Haluk Görgün’den gördüğüm destek nedeniyle, ona olan manevi borcumu oyunun program sayfasına onun ismini kendi ismimin yanında uyarlayan ve yöneten olarak koyarak ödemeye çalıştım. Oyunun afişinin bastırılmasından Haluk sorumlu olduğu için, o da oyunun afişinde uyarlayan olarak sadece benim ismimi yazdırmıştı. Yani o günlerin atmosferinde dostluk ve karşılıklı iyiniyetli jestler hakimdi.
Haluk Görgün daha sonraki yıllarda Sabancı suikastında katledildi. Sanatsever , aydın bir insan toprak oldu. Anısını, sevgisini ve de unutulmaz acısını kalbimde hala taşıyorum.(Haluk ile o olaydan 2 gün önce bir araya gelmiş ve o gün buluşmak için sözleşmiştik. Ölüm haberi geldi.)
Bilindiği gibi Haldun Taner , hikayeyi büyük bir zeka ile kurgulamıştır . 5 kat ve bir annexe’den oluşan Çalışkur apartmanı çerçevesinde Türkiye’nin toplumsal çeşitliliğini resmetmiş , farklılıklara sevgi ile bakmıştır. Haldun Taner seyirci, toplum üzerine yaptığı gözlemi zeka dolu bir ironi ile önümüze koyarken hikayenin biçiminde de bir deneme yapmış. Yazdığı hikayeye gelen hayali okuyucu tepkilerini kendisi kaleme almış , okuyucu tepkilerine göre hikayeyi ayni sırayla yeniden yazmış. Hatta kitapta sol tarafta hikayenin ilk, sağ tarafta ikinci halini vererek görsel olarak da iki yazılış arasındaki farkları vurgulamıştır. Ayni olayların farklı yazılmasından kaynaklanan komediyi ortaya çıkarmıştır.
Benim uyarlamamda bir sahne oynandıktan sonra , o anda salonda bizden ve seyirci arasında oturmakta olan seyirci-oyuncular oyuna müdahale ediyor, eleştirilerini sıralıyor ve ayni sahne sıcağı sıcağına seyirci eleştirilerine göre (yani Haldun Taner’in yazdığı ikinci biçimiyle) yeniden oynanıyordu. Bu 1974 yılında, oyuna seyircinin interaktif katılımı sahnede deneniyordu. Oyuna , o günün okul ve İstanbul gündemine uygun bir ön oyun da eklemiştim. Oyun, Haldun Taner’in hikayesindeki Epilog ile bitiyordu.
Haldun Taner, uyarlamasında ilk perdeyi tümüyle hikayenin ilk biçimine ikinci perdeyi de ikinci biçimine ayırmıştı. Seyirci eleştirileri iki perde arasında bir ara oyun ile veriliyordu.
Boğaziçi Üniversitesi'ndeki oyunun 27 Nisan 1974 tarihli gösterisine Haldun Taner önceden çiçek göndermiş ve yanında Gülriz Sururi ve Engin Cezzar olmak üzere izlemeye gelmişti.
Takdir edersiniz ki amatör tiyatro gurubu olarak elimiz ayağımıza karışmıştı. Heyecanımızın bir sebebi de oyunu sahneye çıkarırken yazardan izin almamış olmamızdı. O gece için oyuna bir ön oyun daha ilave ettik. Sahnede Haldun Taner’in hikayesine ek olarak yazdığı hayali kahraman Oğuz N.Başak’ın mektubuna benzer “Biz rolleri dağıttık,hatta provamsı bir şey de yaptık.Sizi biraz geç haberdar ettiğimiz için özür diler esirgemeyeceğinizden emin olduğumuz müsaadeniz için şimdiden teşekkürlerimizi sunarız.Derin saygılarımızla.” diye bir mektup yazarak en ön sırada oturan Haldun Taner’e sunmuş ve böylelikle yaptığımız hatayı(?) herkesin gözü önünde onun da hoşgörüsüne sığınarak kapatmaya çalışmıştık. Haldun Taner de bu davranışımızı gülerek ve anlayışla karşılamıştı. Belli ki Haldun Taner bu hikayeden bir oyun çıkarılabileceğini, amatörlerin de böyle “utanmazlıklar”(!) yapacağını da çok önceden düşünmüştü.
Bizim utanmazlığımızda(!), biraz gençlik biraz da oyunda rol alan bir arkadaşımızın ,Âli Yalaz’ın yeğeni olmasından duyduğumuz güvenin de rolü vardı. Âli Yalaz, Devekuşu Kabare’nin ve de Türk Tiyatro ve sinemasının ünlü aktörlerinden biriydi. Yanılmıyorsam Haldun Taner’i oyuna davet etmemizde bize yardımcı olan da Âli Yalaz’dı.
O akşamki gösteride Engin Cezzar’ın bize güven vermek için attığı abartılı kahkahaları ve salonu peşinde sürüklemesini hiç unutmadım.
Oyun sonunda Haldun Taner sahnede hepimizi tek tek tebrik etti ve “Macarlar bu oyunu sahneye uyarlamak istediler. Ama senin bulduğun yöntemi bulamamışlardı. Çok iyi olmuş” diyerek beni yüreklendirmek nezaketini gösterdi.
Takip eden günlerde beni Divan otelinde yemeğe davet etti. Bir amatörü destekleme, cesaretlendirme niyetini anlamıştım.
Haldun Taner,daha sonraki oyunlarımız için yaptığımız davetleri reddetmedi . “Akşam Erken İner Mahpushaneye” ve “Şeyh Bedrettin Destanı” isimli deneysel oyunlarımızı seyretmeye geldi. Nazik bir şekilde yazmam için bana cesaret verdi.
Ben mühendislik ile tiyatro arasında kalmıştım. Bu kararsızlık inşaat mühendisliğinde yüksek lisans eğitimim sona erene kadar devam etti.
1977 yılında İBB Şehir Tiyatroları, oyunu oynamaya karar verdiğinde, Haldun Taner, beni buldu. Üsküdar Şehir Tiyatrosunun fuayesinde yapılacak oyunun ilk okumasına davet etti. Askerlik görevimi yapıyordum. O zaman nişanlım olan eşimle gittik.
Meğer Haldun Taner oyunlarının ilk okumasını yapmaktan büyük keyif alırmış. Heyecanla ve gözleri parlayarak oyunu okuyor , “Burada şu müzik giriyor” diyerek yerinden kalkıyor beraberinde getirdiği müziklerle(galiba plaklar idi) kumanda odasına gidiyor, çaldırıyordu. Büyük bir enerjisi ve çocuksu bir heyecanı vardı. Ay Işığı sonatını hala hatırlarım.
Bizden başka Zihni Küçümen ve Tijen Par (galiba Engin Uludağ da) vardı. O gün yaşadığımız “profesyonel”(?) tiyatro tecrübesinin bize göre olmadığını düşünüp,hissettiğimiz için Haldun Taner’in oyun içinde bir görev almam yolunda yaptığı teklifi nazikçe reddetmek zorunda kalmıştım.
Yıllar sonra, Ergin Orbey yönetiminde Ankara Devlet Tiyatrosu, oyunu repertuvarına aldı. Orbey , 19 Ekim 1987 tarihinde televizyonda, Günaydın Türkiye programında oyunun daha önce Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları tarafından sahnelendiğini belirtti. Ben de ona kadirbilirliği için teşekkür faksı(21 Ekim 1987) gönderdim.
2004 yılında Prof.Dr.Ayşegül Yüksel’e Ay Işığında Çalışkur’un hikayesini anlatan bir faksı (29 Aralık 2004)Haldun Taner’in bize yazdığı teşekkür mektubunun kopyası ile birlikte gönderdim. Faksı göndermeden Sayın Yüksel ile telefonda da görüştüm. Bana faksı aldıktan sonra gerekirse , ilerdeki kitap baskılarında düzeltme yapabileceğinden bahsetti.
Şimdi kitapçı raflarında Ayışığında Şamata’nın yeni baskılarını gördükçe geçmişte yaşadıklarımı hatırlıyorum.
Haldun Taner’in uyarlamasında ufacık da olsa katkım olduğunu düşünerek mutlu oluyorum.

Melih Anık

Not: 30 Nisan 1974 tarihinde büo adına Haldun Taner'e bir mektup yazarak amatör tiyatrolara verdiği destek için teşekkür ettim ve de oyun nedeniyle gördüğümüz ilginin onun hikayesinin mükemmelliğinden kaynaklandığını belirttim.

24 Mayıs 2009 Pazar

Yönetmen Kitap Arıyor - Şifrelerden Brecht Oyunu Bulma

OYUN

Kişiler

Kültür Merkezi’nde Bekçi - Adam 1
Kitapçıda Satıcı Kız - Satıcı
Kulak Misafiri Olan Adam - Adam 2

(Adam 1 ile Satıcı kitap rafları önünde çömelmiş konuşurlar. En alt raftaki kitaplara bakmaktadırlar. Adam 2 ,yanlarında , rafları incelemekte.)

Satıcı: İşte Brecht’in tüm kitapları bunlar.
Adam 1: İçinde “Muhbir” varmış.
Satıcı: Kitabın ismi neymiş?
Adam 1: Bilmem. İçinde “Muhbir” var dedi..Bir telefon edeyim.
(Telefon açar .Konuşur) Brecht’in tüm kitapları...Evet...Korku ve sefalet mi?
(Satıcı’ya) Korku ve sefalet de varmış..(Kulağı telefonda..Dinler konuşur.) 48 ve 49. sayfalarda...(Telefonu kapar) 48 ve 49. sayfalara bakalım.
Satıcı: ( Elindeki kitaptan sayfaları bulur.Göz ucuyla arar.) Korku ve sefalet yok..
Adam 1: Muhbir var mı?
Satıcı: (Bir daha bakar) Yok..
(Adam 1 tekrar telefon açar. Hem konuşur hem tekrar eder.) Korku da yok muhbir de..Yok..Hımm. Hepsi kaç cilt?
Satıcı: 11.
Adam 1: (Telefona) 11.
Satıcı: Ama hepsi yok.Eksikler var.
Adam 1: (Telefona) Hepsi yokmuş. (Dinler.Kitabı elinde çevirir.Telefona) 30 milyon..
Satıcı: (Elinde tuttuğu kitabı gösterir) 40 milyon.
Adam 1: (Telefona) 30 milyona var 40 milyona var.
Satıcı: Sen bak istersen.. (Kalkar gider)
Adam 1: (Telefonu kapar.Elindeki not kağıdına bir daha bakar. Brecht kitapları ile başbaşa. Kitabın birini alır diğerini bırakır..)
Adam 2: Ne arıyorsun?
Adam 1: Yönetmen (ismini söyler) bir kitap istedi de..
Adam 2: (İsmi duyunca ilgilenir.Konuşmaları da duymuştur zaten.) Brecht’in bir kitabı var..(Raflar içindeki kitapları karıştırır. “III Reich’ın Korku ve Sefaleti” ni bulur. Sayfaları çevirir. ) Hah. İşte 9.bölüm: Muhbir.. Korku ve sefalet ...Muhbir de var.. Bu olmasın?
Adam 1: (Adam 2’nin gösterdiği kitaba ve sayfaya bakar..) Evet herhalde bu..Ben alayım da... Beğenmezse değiştiririz. (Kitabı alır..Satıcı’ya doğru yürür. ) Biz bulduk. Ama olmazsa değiştiririz. Yakınız zaten. Ben Kültür Merkezi’nde bekçiyim.
Satıcı: Para iade etmeyiz. Yerine başka bir şey alırsınız.
Adam 1: Olur olur..(Kasaya yürür)
(Adam 2, Adam 1’in arkasından bakar.)


Melih Anık

Not : Bu yazının Brecht oyunu oynayan Tiyatrolarla ilgisi ve onlara yönelik iması yoktur.

22 Mayıs 2009 Cuma

Tiyatroda Günlük 22 Mayıs 2009

Bina Yıkılmasın İstersen…..
Meksika’daki başkanlık sarayını İspanyol Cortez yaptırmış 1500’lerde. Ama önemi Rivera’nın duvar resimlerinden geliyor. Diego Rivera, kendi yorumuyla Meksika tarihini resmetmiş duvarlara. Bugün belki de onunla ayni fikirde değiller ama resimler önemli. Binayı yıkmak istesen de yıkamazsın. Duvarlarında Diego kazılı…
Berlin Filarmoni’nin binası nispeten yeni.. 1960 larda açılmış.
Ama oradan Karajan geçmiş.
Yıkabilir misin?
Berlin Filarmoni’de kurslar düzenleniyor. Bir hüneri olan hünerini paylaşıyor ilgilenenlerle.
Bina herkesin yararlandığı bir mekan haline gelmiş.
Binayı yıkamazsın. Binanın koruyucusu o kadar çok ki.
İtalya-Siena’daki 700 yıllık opera binası Maria Callas ve Leyla Gencer ile anılıyor.
Binayı yıkamazsın. Bırakılan izler “derin ve değerli”….
Bina yıkılmasın istersen DERİN İZLER BIRAKACAKSIN yani…
Atatürk Kültür Merkezi’ni hatırladım da..
“Canımız Arkadaşımız Yaman”
34 kişi bir araya gelmiş gazeteye ilan vermişler. “Özleyeceğiz”
Biraz geç kalmadınız mı!
11 aydır işsizmiş rahmetli.
18 Mayıs 2009 Tiyatrocular Yürüyüşü
Yürüyüşe destek veren ve öncülük eden Nedim Saban’dı. Gülriz Sururi “davet” yazısını yazdı.
Yürüyüş günü tv’lerin seçtiği kişiler başkaları oldu.
Her zamanki gibi: “Praise and honours for non-participants!”
“Başkalarının” , hakkı teslim etmelerini beklerdim.
Sloganlar
Tiyatrocuların sloganları şunlarmış:
*YARGI SİYASALLAŞIYOR. SEYİRCİ KALMAYIN!
*ÇAĞDAŞ EĞİTİM HERGÜN DARBE YİYOR. SEYİRCİ KALMAYIN!
*ONLAR –BİZLER DİYE KUTUPLAŞTIRILIYORUZ. SEYİRCİ KALMAYIN!
*LAİK CUMHURİYET TEHLİKEDE. SEYİRCİ KALMAYIN!
*BİLİMİN IŞIĞI KARARTILIYOR. SEYİRCİ KALMAYIN!
*İNSAN ONURUNA SAYGI! BU HASRET BİZİM!
*ADALET! BU HASRET BİZİM!
*AYDINLIK YARINLAR! BU HASRET BİZİM!
*KUL DEĞİL YURTTAŞ! BU HASRET BİZİM!
*DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ! BU HASRET BİZİM!

Bu sloganlardan ne çok oyun yapılır..….!

Güç “Simsar”ları
Hürriyet 17 Mayıs 2009 da Pazar ekinde Kültürün 50 Güç Simsarı başlığı altında “kültür ve sanatta belli bir damarı tutan ,önemli bir turnikenin başında duran ,referansı kıymetli ,hatırı sayılır,kredisi sınırsız kişi” olarak seçtiği 50 kişiyi gündeme getirmiş. Bu isimleri kim ve nasıl seçmiş meçhul. “En iyi 10….” Serisinde en azından “jüri üyelerinin” adları veriliyordu. “Güncel sanat piyasasının %70 i onun elinde” gibi nasıl ölçüldüğü belirsiz saptamalara boş verip Tiyatro alanındaki isimlere bir bakalım:
Dikmen Gürün- “Tiyatronun en güçlü eleştirmeni”
Mustafa –Övül Avkıran-“Yabancı tiyatrocuların tez konusu”
Müjdat Gezen-“Piyasaya okumuş çocuk yetiştiriyor”
Murat-Özlem Daltaban- “Tiyatro akımı ithal ettiler”
Yıldız Kenter- “Hocaların Hocası”
Işıl Kasapoğlu- “Tiyatronun Yönetmeni”
Eminim ki bu kişiler isimlerinin böyle parlatılmasını hiç istemezlerdi. Kaldı ki bu tanımlar onların ilk tercihleri olmazdı. Onlara yazık olmuş.
Ama nasıl ki kendilerine verilen ödülleri reddediyorlar, bu haberi reddetmeliler.
(“Simsar-Komisyoncu,tellal,alışverişte aracılık yapan” - Ansiklopedik Türkçe Sözlük-K.Demiray-R.Alaylıoğlu)
Tiyatro Ne Öğretir?
Trabzon Tiyatro Festivali tv’de anlatılıyor. Küçük Kara Balık’ı seyretmiş küçük bir kız diyor ki :” Cesur olmayı öğrendim. Arkadaş olmayı öğrendim. Yeni yerler keşfetmeyi öğrendim”
Küçük Kara Balık ancak bu kadar özetlenebilirdi.
Bu sözleri ile o küçük kız bana neler öğretti ,bilmiyor !
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü
Akademik hayatımızın yeni sayılabilecek bölümlerinden biri de Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü.
Ben bu bölümün adından rahatsızım.
Bazı yorum yazılarının altında , bu bölüm mezunlarının “Eleştirmen ve Dramaturg” şeklinde attıkları imzaları görüyorum.
Bu durumun uzun vadede öncelikle o imzayı atanları “sıkıştıracağını” düşünüyorum.
Eleştirmenlik hangi sektör olursa olsun “dış”tan bakmayı gerektiren bir iş. Tiyatroda dramaturji ise “iç”te yapılan bir iş. İşverenleri farklı. Dramaturg olarak iş yapıyorsanız o sektörün bir parçası olmuşsunuz demektir. Bir zamanlar özgürce eleştirdiğiniz bir yönetmene, tiyatro topluluğunda dramaturg olarak çalışma şansınız olabilir mi? Ya da ilerde dramaturg olarak da çalışabilirim diye düşündüğünüz bir tiyatroyu özgürce eleştirebilir misiniz?
Galiba tiyatro eğitiminde bahsedilen “eleştirmenlik” İngilizce “critic-critique” kelimesinin Türkçe karşılığının algısından kaynaklanıyor. “Critic” elinizdeki tiyatro metnini deşifre/analiz etmek anlamında kullanılıyor. Eleştirel bir bakışla metni incelemektir buradaki maksat.
Biz, her “eleştiri” yazısı yazana “eleştirmen” demeyi seviyoruz. Her “eleştiri” yazan da “eleştirmen” değildir.
Elbetteki dramaturji bilenlerin eleştirmenliği de farklı olur. Ancak “eleştirmenlik” onunla sınırlı da değildir. Teknik bilgi yanında , geniş bir dünya görüşü(perspektif) , vizyon( ufuk), yaşam bilgi ve görgüsü , bilgelik , sanat, tarih,din,mitoloji ve kültür alanlarında oturmuş bir algı vb gerektiren bir iştir. Bunlara sahipmiş gibi duranların yazdıklarına bir bakın. Yazdıklarından, tanımın güçlüğü ortaya çıkar.
Ama “eleştirmen” içinde bulunduğu sektörün bir “parça”sı olmamalıdır.
Birine bir unvan verdiniz mi geri de alamazsınız. Yapışır kalır. Tehlikeli olan , baş üstünde taşınanların “hem kel hem fodul” olmasıdır.
Gelin şu bölümün adını değiştirin. Bu mesleğin ve meslek erbabının saygınlığını arttırır.
Ayni anda hem “dramaturg” hem de “eleştirmen” olunmaz.
Melih Anık

21 Mayıs 2009 Perşembe

Tehlikeli Oyunlar – Oğuz Atay / Seyyar Sahne

Seyyar Sahne Oğuz Atay’ın “Tehlikeli Oyunlar” isimli romanını oyunlaştırmış.
Oğuz Atay’ı hatırladık:
“Öyle bir çıkmazdır ki düzenden yana olanın da,düzene karşı olanın da aynı sularda çırpınmasıdır. Haksız olana karşı çıkanın da haksız olduğu ortamdır….Kişilik kazanamamış bir yarı aydınlar ortamında kimsenin yarım yamalak düşünce ve duygu “müktesebatı”nı(kazanılmış bilgi) irdelemeye ,kendi, edimleri ile hesaplaşmaya niyeti yoktur çünkü.Herkes kendinden o kadar memnundur ki bütün endişesi esnaflığın nasıl süreceğidir,dükkanda mal eksik olmasın,reklam da iyi yapılsın yeter.Bu mal köylünün sefaleti,işçinin direnmesi ya da küçük burjuva aydınının bunalımı olabilir fark etmez.Esnaf ve tezgahtar için bütün mallar satılabildiği ölçüde makbuldur.”(“Günlük-s.227-228-İletişim yayınları)
İyi oldu.
Oğuz Atay Türkiye entelektüellerinin başarısızlığı üzerine düşünmüş ,tahliller yapmış bir yazardır.
Oğuz Atay denince akla ilk gelen Tutanamayanlar olur. Tehlikeli Oyunlar , hem yazılışta hem de belleklerde ikinci sıradadır ama önemi Tutanamayanlar’dan daha “az” değildir hatta bizce daha çoktur.Sanırız bu düşüncemize katılan da çok olacaktır.
Romanda pek çok şeyi bir arada söyleme çabası ve heyecanı görürüz. Düşündüğümüzde romanın daha “compact”(toplu/yoğun) olabileceği hissine kapılırız. Ama bu, romanın Türk ve dünya edebiyatının zenginliği arasında sayılmasını engelleyecek bir durum değildir.
Oğuz Atay 1934 doğumludur. İTÜ mezunu inşaat mühendisidir.
1970 de ilk romanı Tutunamayanlar ile TRT Roman Ödülü’nü almıştır. Tehlikeli Oyunlar 1973 de yayınlanmıştır. Diğer kitapları : Korkuyu Beklerken,Bir Bilim Adamının Romanı , Oyunlarla Yaşayanlar ve Günlük’tür.
Tehlikeli Oyunlar
“Günlük” de uzun uzun Tehlikeli Oyunlar’dan (daha doğrusu ikinci romanından) bahsetmiş Atay. Yazdıklarında Hikmet, Sevgi, Bilge, Albay gibi karakterlerin “doğum”ları var. Ama galiba yazma süreci Tehlikeli Oyunlar’ı başka bir yönde sürüklemiş.
“Games People Play/Hayat Denen Oyun” (İnsanların oynadığı oyunlar) ile meşgul olduğu Günlük’teki notlarından anlaşılıyor.
Tehlikeli Oyunlarda’ki soyut isimlerin seçilişi Pilgrim’s Progress(John Bunyan) den etkilenmiş gibidir.
Boethius’un Felsefenin Tesellisi’ndeki kişileştirilmiş Felsefe’sine benzer bir Bilge karakteri çizilmiştir.
Hikmet Benol, Sevgi, Bilge, Nurhayat, Hidayet, Mütercim Arif gibi kahraman isimleri ; Gecekondu,Son Yemek, Düşüş gibi bölüm başlıkları; ilk bölümde birinci şahıs geri kalanda hikaye dilini kullanması ; tarih , toplumsal sınıflar arası ilişkiler, din , ordu vb konularda doğrudan ve dolaylı yaptığı göndermeler /değinmeler ; romanın sonunu başa bağlaması (?) gibi hususlar Oğuz Atay’ın romanı , rastlantısal değil bir plan ve çerçeve içinde yazdığını gösterir. Bu konularla ilgili pek çok yorum yapılmıştır.
Hikmet Benol ismi tek başına bir mesaj gibidir. “Hem keramet sahibi hem de birey”…
Kısaca Tehlikeli Oyunlar gündeme getirilmesi çok yerinde bir seçimdir.
Seyyar Sahne
Böylesine çetrefil bir romanı cesaretle sahneye taşıyan Seyyar Sahne’nin geçmişine baktığımızda , 2001 yılındaki ortak çalışmaları Gülünç Kibarlar ile İTÜ Mezunlar Tiyatrosu ile Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları (büo) kökenli Seyyar Sahne’nin yollarının kesişmiş olduğunu görürüz. 2006 yılında ise gurup resmen Seyyar Sahne ismiyle ortak yoluna devam etme kararı almış.
Kendi anlatımları ile:
“Son bir kaç yıldır hatırat (“Ben, Pierre Rivière...”-2006), kutsal metin (Eski Ahit - “Vaiz” - 2007) ve mesnevi (“Kuşlar Meclisi” - 2008) gibi “tiyatro dışı” metin türlerinin olanaklarını araştırma geleneği sürdüren gurup bu kez bir romanı tek kişilik bir oyun olarak uyarlamayı deniyor.
Seyyar Sahne uzunca bir süredir, hareket, ses ve nefesin objektif çözümlemeleri ve bu analizler yoluyla icrasını temel alan oyunculuk çalışmaları yürütmektedir. “Tehlikeli Oyunlar” bu araştırma ve çalışmaların doğal bir uzantısı olarak da görülebilir.”
Tehlikeli Oyunlar , Celal Mordeniz’in önerisi ile Ekim 2008 de gündeme gelmiş .
“Sadece bir oyuncunun bir romanı sahneye taşıması değil, aynı zamanda sahnede onunla mücadelesi olarak da yorumlanması gerekir.
Sahnedeki bu “mücadeleyi” oyuncu Erdem Şenocak veriyor. Süreç boyunca metin düzenlemesi ve sahnelemeye ilişkin önerilerde bulunanlar ise Celal Mordeniz ve Oğuz Arıcı.” diye açıklama yapmışlar.
Uyarlama
Tehlikeli Oyunlar gibi metaforlarla zenginleştirilmiş 500 sayfalık bir romanı sahneye -hem de tek kişilik bir oyun olarak- çıkarmak cesaret isteyen bir girişim.
Oyun 90 ve 50 dakikalık iki bölümden oluşuyor. Seyirci -ye/ için de bir “meydan okuma”. Ama korkmayın zaman su gibi akıyor.
Yaklaşık 8 aylık bir süreçte yapılan teorik ve pratik çalışmalardan sonra ortaya çıkan oyun en azından üstüne harcanmış emek nedeniyle takdir edilmeyi hak ediyor.
Ancak uyarlamada aklımıza takılan bazı hususları da paylaşmadan edemedik.
İlk yarıda romandaki bölümler aynı sırayla ve de nerdeyse aynı ayrıntıda verilmesine rağmen ikinci yarıda bu yöntem terk edilmiş ve sona doğru hızlı bir koşu tutturulmuş gibi geldi bize. Romanın ilk 100 sayfası 90, geri kalan 400 sayfası da 50 dakikaya sığdırılmış dersek durumu ortaya koymuş oluruz.
Genel olarak romandaki bütünlüğe ulaşılamamış , oyunun birbirinden bağımsız sahnelerden oluştuğu kanısındayız. Ayrıca ilk yarıdaki dram ağırlığının ikinci yarıda komediye dönüşme eğilimi de bu algılamayı destekler nitelikte.
Hikmet, Sevgi, Bilge ve Hüsamettin Albay karakterlerinin -ki her biri sağlam birer metafor- yeterince çizilememiş ve Sevgi’nin yerinin yeterince anlatılamamış olması , oyunun genel dengesinde sorunlar yaratıyor.
Uyarlamada ise “hikaye” etme tekniği (meddah anlatımı) seçilmiş. “Sayıklama” nın daha uygun bir yöntem olduğunu ve böylelikle oyunun daha da renkli olacağını düşündüğümüzü belirtelim.
Oyun sonu ile başının romanda hissettirildiği gibi bir çember gibi bağlanmış olamaması da bir eksikliktir diye düşünüyoruz.
Bu kapsamdaki bir romandan birkaç farklı oyun çıkarılabileceğini düşünüyoruz. (Konu , ilişki vb ağırlıklı)
Sahneleme
Dramaturjik eksiklere rağmen sahnelemeyi başarılı bulduğumuzu belirtmek isteriz. Bu başarıda Erdem Şenocak’ın oyunculuğunun katkısı çok.
İki salıncaktan oluşan dekor ; Erdem Şenocak’ın sesi ve bedeninin tüm elemanlarını “kişileştirmesi” ve de salıncakları işlevsel olarak kullanması oyunun alkışlanacak yanlarından. Salıncak iyi seçilmiş bir simge.
Gecekondusunda oyun yazmak için uğraşan Hikmet’e sahnede yardımcı olmak üzere ilave “kişileştirilmiş” salıncak ya da karaktere uyan sembolik eşya katılması nasıl olur acaba?
Oyunun bir yerinde kullanılan “Hacivat Sakalı”nın “yalnız” kaldığına da dikkat çekeriz.
Erdem Şenocak’ın çıplak ayakla oynaması yerinde bir tercih ve yorumu genişletiyor.
Erdem Şenocak’ın giydiği kazağı değiştirmesi gerektiği kanısındayız.
Erdem Şenocak
Bu isme özel bir başlık açılması gereklidir. Erdem Şenocak’ı , tiyatromuzca değeri bilinmemiş “Ben, Pierre Rivière” isimli oyunda ilk kez izlemiştik. O oyundan bu yana kesintili de olsa oyunculuğunun gelişmesini izleme şansımız oldu. Kendini ses ve beden olarak geliştirdiğini ve artık dikkat çeken bir oyuncu sayılması gerektiğini söylemekten çok da memnunuz. 140 dakikalık bir oyunu tek başına aynı tempo ve enerji ile oynamak önemli olsa gerek.
Seyyar Sahne’nin “Nevi Şahsına Münhasır”lığı(Başkasına benzemeyen,cins,özgün)
Seyyar Sahne “nevi şahsına münhasır” bir tiyatro gurubu.
Bu oyunu ortaya çıkaran üçlü (Celal Mordeniz(felsefe) , Oğuz Arıcı (dramaturji ve eleştirmenlik) ve Erdem Şenocak(Endüstri Mühendisliği)) temel eğitimleri üzerine Dramaturji ve Eleştirmenlik (bölüm adının değiştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz) yüksek lisans ya da doktora yapan gençler. Tiyatroyu ciddiye almışlar. Ancak , oyunlarını sanki kendileri için yapıyorlarmış gibi bir havaları var. Üzerinde bir yıl çalışıp tartıştıkları bir oyunu -içlerine sinmezse- seyirci ile buluşturmadan kaldırabilirlermiş gibi.
Bunda , kendi kişisel hedeflerinin , mekan bulma çabalarının ve de her şey için/ile “didişmek/uğraşmak” zorunda kalmalarının da önemli bir yer tuttuğu kanısındayız. Kendi içlerindeki tartışmalar sonuncunda zaman zaman nükseden ayrışmaların da tesiri var gibi geliyor bize. Farklılıkların zenginlikleri ve kuvvetleri olduğunun farkına varıp artık yeterince yapmış olduklarına inandığımız “akademik” tartışmaları azaltıp seyirci ile buluşmayı hedefleyerek , istikrarı yakalarlarsa ülkemizin kalıcı topluluklarından biri olabilirler.
Oyunu seyrettiğimiz akşam salondaki seyirci sayısı onlara güven vermiş olmalı.
Öneri
Tehlikeli Oyunlar, edebiyatımızı, tarihimizi öğrenmek , yeni bir soluk ile ufuklarını genişletmek isteyen gençlerimiz için olduğu kadar , uyarlama yapacak , oynayacak,sahneleyecek tiyatrocular için mükemmel bir ders niteliğinde. Başkasının iyi ve kötü yanlarından görerek yararlanmaktan daha iyi başka ne olabilir ki.
Romanı , Günlük’ü ve de internette yazılanları okuyun ve oyunu izleyin. Zevkli bir serüven yaşayacaksınız. Okumadan giderseniz eminiz ki sizde Oğuz Atay’ı okuma arzusu uyanacak.Her halükarda hayata bakışınız değişecek.
Bu sezon bitti , bitiyor. Dileriz ki Seyyar Sahne gelecek sezon da devam eder.

-Yakalayabilirseniz- onları izleyin.

Melih Anık

Keramet: Ermişcesine yapılmış hareket veya söylenmiş fikir ; evliyaların bazı olağanüstü halleri

Kaynak:
http://www.seyyarsahne.com/
http://www.bydigi.net/kitap-tanitim-ve-elestiri/218868-oguz-atay-tehlikeli-oyunlar-kitap-tanitimi.html
Seyyar Sahne oyun açıklaması

20 Mayıs 2009 Çarşamba

“Marka” Çerçeveye Pencere Camı….Tiyatromuzun Halleri…(Kusura bakmayın!)

Aslına bakarsanız bu yaptığım, cesaret isteyen bir iş. Neden dersiniz ?
Bilimsel değil , kişisel.. Her türlü değerlendirmeye de açık..
2008-2009 yılında sahneye çıkmış 225 oyunu listeledim. Bunları kategorize etmeye çalıştım.
Bu oyunların tümünü izlemedim. Ama hepsi hakkında bir türlü bilgim var. Bu bilgi gazete yazıları , eleştiriler, televizyondaki programlar, geçmiş yıllarda seyretmiş olduklarım ve tabi ki bu yıl seyrettiklerimden kaynaklanıyor. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki % 60 ına yakın olanı seyretmişim, ya da okumuşum.
Hiç değilse örnek olur diye paylaşıyorum. Hani “okulunda okumuş”lardan biri çıkar da bilimsel bir çalışmayı bizlerle paylaşır.
Komedi - 62 (%28) ; yerli oyun - 120 (% 53); toplumcu içerik - 42 (%19) (İçinde 25(% 60) adedi yerli ve 6 (%14) adedi komedi)
Yerli oyun sayısının % 53 olması sevindirici mi ? Bu oyunların içinde yabancı içerikli olup da yerli uyarlamalar da dahil.
Ama yerli oyunların çoğu “yeni” değil. Yıllardır ayni sakız çiğneniyor. Dünya değişmiş tiyatromuz değişmemekte kararlı . Söylem de ayni… İçerik açısından baktığınızda tüm oyunlar içinde sadece 25 adet yerli oyun (% 11) toplumsal bir mesaj içeriyor.
Toplumcu içerikli oyunların içinde komedi olanlar % 14 (Toplam içinde % 3) Bu çalışma çerçevesinde bakıldığında toplumcu meseleleri verirken biraz çatık kaşlıyız.
Biliyoruz ki her oyunun mutlaka toplumcu bir tarafının olduğu iddia edilecektir.” İnsanı ilgilendiren her şey toplumu da ilgilendirir” söylemlerini duyar gibiyim. Benim yaptığım , bir meseleye “doğrudan” parmak basan oyunlara ait bir sınıflandırma yapmaktan ibarettir.
Bir tespitim de şu.. Tiyatromuz doğrudan bir toplum sorununu ele alamıyor .Kenarından dolaşıyor. Kulağını tersten gösteriyor yani. Hani “ Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” misalindeki gibi. “İnsanı anlattık ya” söyleminde. Bazıları da “Ben de yazmıştım, söylemiştim” havasında “pozisyon” alıyor.
“Mazereti var”….. Yazarı yok (!) (“Filozof yok da ondan”!)
Oysa bu toprakların sinemacıları , hayatın içinde. Garip olan o filmlerde oynayanlar da tiyatrocu. Hatta bazı tiyatrocular sinemacılığa “soyunuyor” .
Tiyatromuz “Üç Maymun”,“Sonbahar” vb örnekleri ıskalıyor ; onların yaptığını yapamıyor, gündemi , ülkeyi sahnesine yansıtamıyor.
Nedense Üç Maymun’u, Sonbahar’ı alkışlayan seyircinin tiyatroda gülmek istediğine inanılmış. Ağlamak için sinemaya , gülmek için tiyatroya gidiliyor demek ki .
Sanki tiyatro , “palyaçolar sirki” !
Oysa ki seyirci havuzu , zaten dar bir çerçeveden besleniyor. Sinemaya giden tiyatroya da uğruyor .
Tiyatrocuların bir kısmı ithal ediyor , montajlıyor piyasaya sürüyor. Ya da bir kısmı söyleyeceğini onlardan alıp uyarlayıp söylüyor.
Bir kısım ise “onlar”ın (yabancıların) oyunlarını sözüm ona kendince süslüyor, yerli tat katıyor(?) ama yerli bile olamadığı için onlara , yani “tereciye tere satmaya” kalkışıyor. Onlar da “Oh! Cute!.. İnteresting! ” (Çok şirin…İlginç…) diyorlar ama bu oyunlar , marjinal festivallerin “hoş”luğu olarak “kalakalıyor”.
Bir kısım “döndür dolap” ayni oyunları , ”eski taam eski tat” sahneye sürüp, ölmüş ruhları diriltirim sanıyor.
“Çözümü yurt dışında aramayanlar” , yabancı oyunlarla halkımızı çok güldürüyor , çok eğlendiriyor. Hatta bu yaptıkları ile hem “aydınımsı”lardan hem de halktan “olağanüstü alkışlar,ödüller alıyorlar(mış). Nerdeyse herkes dört köşe , her oyun ödüllü….
Ne çok ödülümüz, festivalimiz var bizim ! Say say bitmez.
Festivaller getirebildiklerini getirip sanki getirilen, dünyada son “trend”miş “duruşunda”. (Böyle giderse dünyada Türkiye festivalleri için özel prodüksiyonlar hazırlanacak. ) Getirilen oyuna sahne “bol” geliyor.
Eleştirmen , iyiniyetle “iyiyi,güzeli” kazıyarak bulma çabasında. “Pireyi deve(dev)” yaparak tiyatroya yardım ediyor.(?)
Bizde 30 kişilik “dev kadro”lar da var 14 kişilik “dev kadro”lar da. Hatta tek kişi de olsa “dev” oyuncu oynuyor oyunları.
Akademisyen ne yapsın ? Eğitimini verdiği çocuk dizide rol kapmış. Dramaturgu, yönetmen sevmiyor, eleştirmen için sayfada yer yok , yönetmen “güldürüyor”.(Çoğu zaman “kendine” kimi zaman seyirciyi…)
“Köşedeki adam”(köşe yazarı yani) , davet edildiği oyunları “ballandırıyor”. Bir de üstüne yılın oyunları listesi yapıyor.
Her biri tek tek 10 oyun seyretmişse , 10 kişilik ödül jürisi 100 oyun seyrettik diye böbürleniyor.
Sezonda ulaştığı seyirci sayısı 2000 ise (bu da çok iyimser ya) sokakta dik yürüyor. Bu sayıyla 80 milyonluk bir ülkede kadınlar , erkekler , çocuklar vb adına ahkam kesebiliyor , teori üretiyor, savunmalar yapılabiliyor.
500 kişilik salonunda ayda topu topu 4 gösterisine yer kalmayınca “yer kalmamıştır” ; seçilmeyince, ödüllere karşı , seçildi mi “ …. Ödüllü Oyun” ilanları gazeteleri süslüyor (!)
(O toplam sayı , adamların (mesela Berlin Filarmoni) bir gecelik kapasitesi . Hem şehir (mesela Berlin) 15 milyon falan da değil , hem de onlardan çok var. Bizdeki bazı tiyatroların tüm sezonluk seyirci sayısına eşit onların bir gecesi. Gazetelere ilan da vermiyorlar.)
Sponsor buldu mu “Bu iş sponsorsuz olmaz” ; bulamadı mı “Ben kendi başıma ayaktayım”…
Devletten yardım almadı mı “Bu işte bir iş var”, aldı mı “Zaten reklama bile yetmiyor”…
Şimdilerde salonlarını başka tiyatrolarla paylaşan tiyatro “gönüllüleri” var. Bu kendi oyunlarını daha çok oynamamalarının da mazereti. Ama onlar “tiyatroyu yaşatıyorlar” (!).
Bazısı kendi cemaatini yaratma peşinde ..
Bazısı dizide oynama garantisi veriyor. Bazısı diziden kazandığını “tiyatroya yatırıyor”, bazısı dizi şöhretini tiyatroda pazarlıyor.
Gala kadrolarını , oyun sürerken değiştiriyorlar . Meslektaşlarına vefaları , seyirciye saygıları yok.
Birbirleri hakkında kampanyalar düzenliyor, birbirlerini birbirlerine şikayet ederek yaşıyorlar.
Sahne tekniğinde yıllardır ayni sığ bakış . Nerdeyse elektrikçiden ışık , marangozdan dekor , terziden kostüm , bilgisayarcıdan ses tasarımcısı yaratıyoruz.,
Tiyatro binalarını, işhanı yapmışlar çiziyor , villa yapmışlar inşa ediyor. Sanat binasının sanat ile tanışıklığı yok!
Yönetmen dramaturg sevmiyor ; eleştirmenlik-de- okumuş-dramaturg , yazı altlarına ufak yorum notları ile becerisini kaybetmemeye çalışıyor ; salonu kapatılmış dansçı aylardır “fitness” salonunda ; stajyer kadro peşinde ; kadrosu olan ismine uygun oyun seçiyor ; meslek dışından adamlar tiyatro yazıları yazıyor ; meslek içindekiler yorgun ; tiyatro kursları yaygınlaşıyor; tiyatrocu sinema emekçilerini kurtarıyor(!) ; tiyatrocu sponsorun yanında selam duruşunda ; tiyatrocu cenazeleri kalabalık , konuşmalar dokunaklı …...
Ve 80 milyonluk ülkede 3 milyon tiyatro bileti … Topu topu 700 bin seyirci.
Bu toprakların -politik görüşü fark etmez- binlerce hikayesi var. Hemen hepsi de insani /toplumsal bir yaraya parmak basar. Siyasi yelpazenin her tarafında anlatılacak o kadar hikaye var ki ..Daha kat kat uygarlıktan bahsetmedik bile..
Görmeyi bilene, merak edene konu mu yok ! Yeni bir paradigma , vizyon ve empati yapabilmek gerek.
Hem konular trajik, komik, dramatik… Hatta istersen “suratına suratına”..
Çıkaramıyorsanız , kendi içinizden çıkamıyorsunuz demektir. (“Çıkın içimizden!”)
Bu işler , marka çerçeveye , pencere camı takmaya benziyor.
En iyisi , insanın gözlüksüz “görebilmesi”dir. Ama göz tek başına göremiyorsa çerçeve ve cam uyum içinde olmalıdır. Pencere camını da “marka gibi pazarlanan” çerçeveye takmamak gerek.
Melih Anık

Öfke –John Osborne- “Danışmanlı Oyun!” - İBB Şehir Tiyatroları 25. Genç Günler

Öfke, Osborne’un 1956 yılında sahnelenmiş bir oyunudur.1958 yılında film olarak da seyirciye sunulmuştur.
İBB Şehir Tiyatroları , 40 yıllık oyunu , 25.Genç Günler kapsamında Başar Sabuncu’nun “Danışman”lığında ve Erarslan Sağlam’ın yönetiminde seyirciye ulaştırıyor(?)
Danışman
Danışman kimin danışmanı ? Yönetmenin mi , Sanat Yönetmeni’nin mi ? Çevirmenin mi ? Yoksa oyuncuların mı ?
Genç Günler’e olan inancını tekrarlayan Orhan Alkaya mı gerek gördü , yoksa yönetmen mi ?
Diğer oyunlarda olmayan Danışman’ın bu oyunda olması tuhaf bir durum ! Gerekçe ne olursa olsun 25.Genç Günler’den aklımızda bu kalacak ister istemez.
John Osborne
1929-1994 yılları arasında yaşamış olan Osborne,bir gurup yazar ve eleştirmen tarafından “Kızgın Genç Adam” olarak isimlendirilmiş.1960 lı yıllarda yazdığı oyunlarında kurulu düzenin boş değerlerine saldırıları ile bu “ünvanı” hak etmiş (!) (O saldırdıktan sonra “boşluk” fark edilmiş olabilir)
Çocuğunun babası olduğunu iddia eden kadını öldüren Galli genç ; uydurduğu dramatik yanılsamalar ile yüzleşmek zorunda kalan başarısız yazar-aktör ; başarıları kuşkularla gölgelendirilen kahraman dedikodu yazarı ; Brecht’in Galilosu gibi örneklenen tarihi dini lider(Luther) ; izolasyon altında kendini ele veren çapkın bir avukat ; hain olmakla tehdit edilen homoseksüel albay; gaddar bir isyancı ; ülkesine dönmeyi reddeden asker ; eğlence dünyasının yetenekleri vb Osborne’un nasıl geniş bir ilgi ile topluma baktığını gösteren oyun karakterlerdir.
Öfke’de ”Uğrunda ölmeye değer bir şey bulunmadığını” haykıran Jimmy Porter ,kendi tatminsiz neslinin bir öncüsü olarak görülebilir.
Öfke ,o dönemde tiyatroda kibarlığın ölümü ve geri dönüşsüz şekilde değiştiğinin göstergesi olarak şok dalgasına neden olur. Osborne, oyunlarında toplumun ve insanların iki yüzlülüğü ile sanki savaş vermektedir. Bu dönemsel olarak “imparatorluğun alacakaranlığı” ile de yakından ilgilidir.
1956 ya doğru İngiliz İmparatorluğu küçülmektedir. Gandi’nin 30 yıldan sonra özgür Hindistan’ı; Afrika sömürgelerinin bir bir elden yitirilişi ; Kanada,Avustralya,Yeni Zellanda’nın bağımsızlık ilanları; Süveyş Kanalında yaşanan yenilgi ; “Koskoca”(!) İngiliz İmparatorluğu için dünyanın yeniden algılanması gerçeği ile yüzleşmek anlamına gelir. İçerde de işçi partisinin iktidarı ele geçirmesi iç ve dış dengeler açısından ülkeyi yeni dengelerin sarsıntısı içine düşürür.Algılar değişmektedir.
Öfke’de orta sınıfın temsilcisi olan entelektüel ama öfkeli genç adam(Jimmy); yüksek sınıfın temsilcisi, Hindistan’daki İngiliz ordunda bulunmuş emekli albayın kızı ,“fütursuz” genç kadın( Alison) onun en iyi kız arkadaşı(Helena) , çiftler arasında dengeyi kuran ılımlı adam(Cliff) ve bu dört “zamane” arasında eski neslin temsilcisi olarak emekli albay görülür.(Seyrettiğimiz oyunda albay ve onun sahnesi budanmıştır.)
Öfke’nin Osborne’nun hayatından izler taşıdığı (mutsuz evlilik , annesinde örneklenen orta sınıf İngilizlerin iki yüzlü hayatı, oyuncu Mary Ure ile evlenmek için eşinden boşanması vb ) vurgulanır.
Osborne’un öfkesinin sahnede ve gerçek hayatta kadınları hedef almasının da bir nedeni olsa gerektir. Osborne homoseksüelleri de hedef almıştır.
Öfke’de Jimmy’nin öfkesini anlamakta güçlük çekeriz. 10 yaşında ihanet ve ölümü tanımış olduğunu söyleyen Jimmy, hayatın kendisine haksız davranmış olduğunu söyler gibidir.Ama bu kişisel bir isyan da değildir.Sanki o davranışları ile , görevlendirilmemiş de olsa bir isyanı dile getirmesi için seçilmiş olduğunu düşünen isyankar genç adamdır.
Alison ,babası ile Jimmy arasındaki farkı(bu belki de nesiller arasındaki farktır) babasına şu sözlerle anlatır: “Sen rahatsızsın .Zira sana göre her şey değişti. Jimmy rahatsız. Çünkü hiçbir şey değişmedi. Ama ikiniz de gerçek ile yüzleşemediniz.”
Jimmy ne yapmak istiyor?
Alison ile arasında sınıf çatışmasının izleri var (Alison’un ütü yapması da sınıfsal bir vurgudur); emekli albay baba kaybedilen sömürgeleri hatırlatıyor ; toplumun kanaat önderi olması gereken medya kendi havasında ; değerler kaygan zeminde anlamlarını yitiriyor ; seks anlayışları değişiyor ;aile kavramı tartışılıyor; kötümser bir nihilizmin açtığı boşluk özellikle gençleri yutuyor.
Jimmy kesinlikle “sarsmak” istiyor .. Ama Jimmy ne yapsın ?
Osborne bir çözüm sunma amacında değil.Salt durumun kötüleştiğine dair öfkesini dillendiriyor.
Bu arada, “Hippie”ler yola çıkmış,sesleri duyulmaya başlamış.…. İsyanın ayak sesleri bunlar. Bu nedenle de Jimmy, tiyatro tarihinde geleni görmesi/haber vermesi açısından önemli bir karakterdir.
1955 de ölen James Dean’in unutulmaz filmi “Asi Gençlik” (Rebel Without a Cause-Nedensiz İsyan)deki atmosfer Avrupa’ya sıçramıştır sanki . Jimmy , Jim Stark’ın bir devamı gibidir.
“Öfke” de bir dönemi yansıtan ve iz bırakmış oyundur.
Oyunun Sahnelenmesi
“Danışman gözetiminde” sahnelenen Genç Günler oyunu, Öfke’de , Alison ile babası arasında geçen sahnenin kaldırılmış olması bizce bir skandal. Hangi akla hizmet “budandığını” anlamak çok zor.
Yönetmenin ve danışmanın, kendilerinde bu yetki ve cüreti nasıl gördüklerini ve Osborne’nun kurduğu dengeyi nasıl bozabildiklerini anlamakta güçlük çekiyoruz.
O sahnenin kaldırılışı Jimmy’nin “kafası kopmuş bir tavuk gibi” sahnede dolaşıp, anlamsız işler yapar gibi görünmesine neden olmuş.
Oysa ki oyuncu Selim Can Yalçın, oyunda ne yaptığını bilen bir oyuncu . Ama çevreyi boşaltarak onu da dolaylı olarak “budamışlar”.
Gamze Kuş’un dekorunun oyunun günümüze getirilmesine engel olduğunu söyleyebiliriz. Bizi “eski”ye düğümlüyor. Biraz aceleye gelmiş ve de daha yönetmen (danışman mı?) oyunu “oturtmadan”(aslında oyun “ ayakta” zaten ama) tamamlanmış bir dekor bu. Yoruma baskı yapar nitelikte. Ama yorum “boşlukta” olunca , çok da önemli değil.
Sahnede elde gezdirildiği sonradan fark edilen ve de “madem koyduk biraz oynayalım” havası ile “işlevselleştirilen” (?) bilgisayarı kullanan anlayış ile oyun, sözde “güncelleştirilmiş”(?)
Ön perdedeki “Çöpleri İran’a postalayalım”; “Öfkeni de Al Git”; “Hatalıysam Ara”; “Çiçekleri Koparmayın Kökünden Sökün”; “Düşünce Suç Olmasın Kalkınca Suç Olsun” “geyikleri” kahvelerdeki gençler bile yapmıyor artık. Sanat yapma iddiasında olan “Genç”lerin bu kadar dar bir ufukta kalmış olmalarını ve de yılların tiyatrocusu Danışman’ın da uyarmamış olmasını açıklayamıyoruz.”Paris 1968” den ne anladıklarını anlatsalar da anlasak. Paris 1968’i düşününce “komik” kalan ön perde sloganlarına ne desek acaba?
İki sahnede, sahne önüne gelerek seyirciye mesaj verme çabası da havada kalmış. Aynen ön oyun ve son oyun eklemelerinin anlamsızlığı gibi.
Oyuncuların bu kadar kakafoni içinde iyi yönlendirilmediği (yönetilmediği) apaçık ortada.Kıyafetler güne ait,dekor eskimiş,sözler anlamını yitirmiş , dudaklarda ezber kalmış,perdede “geyikler” .. Ne yapsın oyuncu? Ödüllü de olsa fark etmez. Ama ödül verdiğimiz oyuncuları “koruyalım” lütfen.
Sahnelemede “sırt gösteren” tercihi de yadırgadık. Sahne gerisine doğru yöneliş, bir özgünlük olmasa gerek. Cliff’in sahneye ters oturtulması da.
Bir söz de Derya Artemel’e.. Dizi oyunculuğunu hemen bırakmalı. Gereksiz bir şekilde “yüzü ve mimikleri” ile oynuyor. Dizi yönetmenlerinin onu bir karaktere “hapsetmekte” olduğunu fark etmiyor mu? O , ufku ve yetenekleri daha geniş bir oyuncu.
Ondan söz açılmışken bir soruyu da soralım : Ajansa bağlı çalışan oyuncular için özel giysi mi tasarlanıyor?
Öfke’den dolayı “öfke”lendik.(!) “İşte budur” deniyorsa devam etsinler.
Melih Anık

Kaynak:
http://en.wikipedia.org/wiki/Look_Back_in_Anger
http://anotherwasteland.blogspot.com/2007/11/john-osborne-look-back-in-anger.html
“Öfke” -Ataç Kitapevi-1967

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Diss / Live Art - Performans Sanatı - İBB 25.Genç Günler

Tiyatro Dünyası’nda Arda Aydın’ın yazısının hatırlatması ile ve de önceden “hazırlanmış” olarak İBB Şehir Tiyatroları’nın 25.Genç Günler kapsamında programa aldığı performansı izledik. Performansın yaratıcısı , Çağlar Yiğitoğulları . Gösterinin adı da “Diss/Live Art”. ( “Diss” gösterinin adı , “Live Art”(canlı sanat) da yapılanın tanımı.)
Genç Günler kitapçığındaki açıklamada “Sanatçının karar verdiği davranışlar nedeniyle uğradığı bedensel ve psikolojik değişmelere seyirciyi tanıklık etmek zorunda bırakan,biyografik ve agresif bir eylemliliktir.Oyuncunun kendi içine attığı ve üstlendiği ideolojik,psikolojik,fiziksel ve duygusal riskleri açığa vurma fikrine dayanan bir performans” deniyor.
Kısacık bir tanım saatlerce sürebilecek tartışmaya gebe..Bazen eyleme “çok ağır” gelebilecek “büyük” cümleler kurulabiliyor.
Aydın’ın , Çağlar Yiğitoğulları’nın ağzından ifadesine göre “ İzleyici ne kadar rahatsız olursa, iş amacına o kadar ulaşmış olacak”
Kısa bir şey söylemek gerekirse “Gösteriyi beğenmedik”. Ama durun hemen tepki vermeyin.
Performans sanatında “beğendik” diyenlerin görüşü de her zaman kesin bir doğru olarak alınmamalı .
Zira performans ile ilgili “beğeni durumu” tamamiyle kişisel bir saptama.. Aslında Performans Sanatı’nın da zaten umurunda değil .
Yapılan “yeni ve özgün”.. “Beğenmek” de uzmanlık anlatmıyor. Her performans yeni bir deneme. Herkes arıyor.
Ama sanat sayılabilmesinin kriterlerine dikkat etmek lazım.
Performans’ın Tarihi
Performans,1970’lerde sanatsal bir ifade şekli olarak benimsenmiş. O günlerde “Konseptual” Sanat , yani fikirsel sanat-diğer bir anlatımla alınmayan- satılmayanın sanatı-zirvede imiş. Performans da bir tür fikirlerin anlatılma yolu/yöntemi gibi algılanıyormuş.
20.yüzyılın sanatında bir katalizör olarak performans, Kübizm, Minimalizm ve de Konseptualizm’de kategorilerin yıkılması ve yeni yolların denenmesi anlamına geliyormuş.
Hatta Fütürüzm, Dadaizm, Konstrüktivizm,Sürrealizm ,sorunlu konularını çözme yolu olarak performansı denemişler.Yani performans, ifadelerin “nesneleştirilmesinden” önce fikirlerin test edildiği bir yöntemin “dili” olmuş.
Performans, kitlelerin sanata ve kültüre ait ezberlerini bozan şok edici bir deney olarak ortaya çıkmış. Seyircide beklenmeyenin yarattığı sürprizin ortaya çıkarıldığı bir sanat olarak etki yapmış.
Giderek kafe,bar,sokağın bir köşesi gibi alternatif mekanlarda sergilenmeye başlanmış.
Bazen bir kereliğine,bazen tekrarlanan gösteriler olarak seyirciye ulaşmış.Ama her zaman anarşik bir karakterde olmuş.
Video,film,slayd,söz,tiyatro,müzik,mimari,resim gibi çoklu disiplinlerin buluştuğu ve farklı reçetelerle kullanıldığı bir alan olarak yayılmış.
Zamanla 20. yüzyıl sanatının gelişmesindeki önemi anlaşılmış, politik ve kültürel değişimi besleyen kışkırtıcı bir dal olarak algılanmış.Ve giderek elit/üstün sanat ile popüler olan arasındaki engelleri kaldırmaktaki rolü keşfedilmiş.
Sokak ressamları , insan-heykeller performansın sokağa yansımaları olarak kabul edilebilir.
Ama performansı 20. yüzyıla sıkıştırmak da pek doğru değil. Caravaggio’nun, Leonardo da Vinci’nin, Bernini’nin daha 16 yüzyıldaki denemelerinin de performans sanatının bugünkü çerçevesi içine alınabileceği söyleniyor.
1900 lerde “Variety”(Varyete) Tiyatro’nun “geleneksiz, ustasız, dogmasız”lığı haykıran manifestosu’nda ; birkaç kelime,hareket ile pek çok durum, duygu, fikir, gerçek sembol anlatan ve de Shakespere’i bir perdeye indiren Sentetik Tiyatro’nun manifestosunda performansın izlerini bulmak mümkün.
Başlangıçta doğaçlama ağırlıklı olan performans şimdilerde okullu eğitimlerle biraz daha çerçevesi belirlenen bir sanat halinde.
Özgürlük , Performans ve Deney
Ama her halükarda Performans , bir deney. Tasarlanmış ve varacağı nokta önceden belirgin olan bir deney. Yani “Yaparım, ortaya ne çıkacak bakarım” değil . “Beğenilmek için ” , “Aklıma esti” ya da “Orijinallik” olsun diye yapıldığında basitleşme tehlikesi var. Hele “izleyici ne kadar rahatsız olursa iş amacına ulaşır” diye yapılacak bir “iş” de değil.
Zira çıkış noktasında, sanatçının kendini, bir duygusunu bir düşüncesini ifade etme içgüdüsü ve isyanı yatıyor. Özgürce… O nedenle seyircinin "rahatı" da önemsenmiyor.
Özgürce ifade , sanatın yaratıcılığının kaynağı.Ve de yaratıcılık, özgür ifade ile ufkunu genişletiyor. Performans , özgür ifadenin alabildiğine kullanıldığı bir öncü alan.
Bu çerçevede haiku’lar(Japon kısa şiirleri), Zen felsefesinde usta- çırak dialogları , tasavvuf, performans için Shakespere’den çok daha uygun geliyor bize. Gerçi Shakespeare oyunlarını performans anlayış ve yorumu ile sunan gösteriler de yok değil.
Araştırıldıkça görülüyor ki Lao-Tzu’nun “Tao Te Ching”(Yolun Kitabı-Book of the Way) ve “Occitan” (antik güney Avrupa dili ) dili gibi başka ve az kullanılan dillerde söylenen şarkılar ,performansda kullanılanmış.
Performans “Kafana takıl yap” da değil. Uluslararası düzeyde eğitim veren üniversiteler var.
Performans Eğitimi
Genellikle disiplinler arası performans uygulamasından , görsel sanat ve yaratıcı yazım tekniklerinin bir araya gelmesinden bahsediliyor. Çağdaş sanat akımları, kültür ve geleneklerle temellenen yaratım sürecinde “eleştirel farkındalık” gibi iddialı ve geniş tanımlarla programlar tanıtılıyor. Kilit kelime inovasyon..Ama sonunda varılan nokta sanatçının “kendi” performansını ortaya koyabilmesi.
Eğitimde hareket,ses,doğaçlama,gurup çalışması/yaratıcılığı,tekli ve çoklu performans teknikleri öğretildiği gibi,dünya performans teknikleri ve geleneklerine yapılan vurgulama dikkat çekiyor.
Ayrıca video sanatı, fotoğrafçılık, müzik, resim sanatı,dans,heykel,enstalasyon ,sirk,hikaye anlatıcılığı(bizdeki meddahlık gibi),folklor ve ritüeller ve tabi ki yazarlık, performansın yararlandığı alanlar. (Biz buna malzeme bilgisini de ekleyelim.)
Sonunda eğer performans sanatçısı olamazsanız aldığınız bu eğitimle uygulamalı sanatlarda,eğitim ve sağlıkta,dijital sanatlarda,küratorluk alanında iş bulabileceğiniz de ima ediliyor.
Türkiye’den bir Örnek
Türkiye’de 2007 ortalarında ortaya atılmış bir gurubun adeta manifesto gibi yazılmış metnine rastladık. Ondan derlediğimiz satır başları:
“Yapmaya çalıştığımız şey aslında tiyatronun tüm klişe kurallarını ve tabularını yıkarak yeniden inşa etmek, böylece "öteki" topluluk olabilmektir.
Yapımların güzelleşmesi için tiyatronun birçok disiplin ile alışveriş içinde olması gerektiğine inanıyoruz.
………..araştırarak, bularak, çeviri yaparak ve gerekirse yazarak sadece yeni metinleri oynayacağını bilmenizi isteriz. Eğer eski metinleri oynayacaksak bile o metin hiç görmediğiniz biçimde karşınıza çıkacaktır.
İşte bu devinim ve yenilenme içinde tiyatro da çağına ayak uydurmalı ve hayatı yakalamalıdır. Teknoloji geliştikçe insanlar daha göz doldurucu şeyler görüp beğeni seviyelerini yükseltmektedir. Tiyatro, çoğu zaman bu çıtanın altında kalmaya mahkum edilmiştir.
Sanatsal anlamda Türkiye'de bazı şeylerin "olmaması gerektiği gibi olduğunu" fark etmiş ve "herkesten farklı" söyleyecekleri olan "gençlerden" oluşan bir kumpanyadır”
Doğrusunu isterseniz bu görüşler sanat dünyamızda sıkça kullanılmakta. Ancak yukardaki tanımlarda “Performans Sanatı” ile “Gösteri Sanatı” karıştırılmış gibi.
Sabır..Sabır…Sabır…
O kadar kolay değil . Performans ,ciddi bir emek gerektiren bir dal. Ve bizim gibi daha yolun başında olan ülkelerde sabır,sabır, sabır…
İBB Şehir Tiyatroları yeni yaratılan mekanını (Çevresi ile beraber bittiğinde daha da güzel olacak.Bir de ana yoldan doğrudan ulaşım sağlansa..) , tümüyle deneysel çalışmalara ve performans sanatına ayırmalı. İnancı ve görüşü ne olursa olsun adeta bir açık söylem (performans) üssü olması için herkes katkıda bulunmalı. Sanıyoruz ki , Orhan Alkaya’nın da önemsediğini belirttiği “Genç Günler”in “Genç Soluğu” onu pişman etmeyecektir. (Genç Günler ’i ayrıca konuşmak lazım)
Çok iddialı mı olacak bilmiyoruz ama Performans’da geri kalmış ülkelerde tiyatro sanatı da geri kalmıştır. Hele bizdeki gibi “Ortak çağırışım”ın yitirilmeye başlandığını düşünürsek. Tiyatromuzun felsefe ile tanışmasında performansın katkısı olacaktır diye düşünüyoruz.
Çağlar…
İnanıyoruz ki Çağlar ( ona ilk ismiyle hitap etmemiz, çabasındaki içtenliğin bizde uyandırdığı his nedeniyledir ) gibi olanak arayan pek çok genç sanatçımız vardır.
Çağlar’ı çok takdir ettik. Onun inandığını yapma cesaretini , içtenliğini, kendini adamışlığını , enerjisini ve de “çağla”masını içimize umut olarak ektik. Önerimiz, (Jonathan Glazer’i de bilmesi ama) gösterilerinde kendi yaratımlarına daha çok yer vermesidir. Bir başka hatırlatmamız da şu: Çağlar gösteri sonunda yaptığını anlatsa mıydı acaba ? (ya da yaptığı üstüne konuşmalı mıydı?) Bu anlaşılma gayreti ile/adına değil, performans’ın bir söylem biçimi olarak …
“Kendi bahçesinin ürününü” kullanmasını , “Ufkunu ve aklını” olabildiğince açık ve özgür tutmasını ve kendini özgürce ortaya atmaya devam etmesini diliyoruz.
İnanıyoruz ki bu bahçe zamanla özgün çiçeklerini açacaktır.
Biz onun ve onun gibilerin , “mütevazı” da olsa, çabalarını alkışlamaya hazırız.
Melih Anık

Not:
1- Çağlar’ın Performans’dan çıktık. Konuşarak yürüyoruz. Lütfi Kırdar’ın alt tarafında açık hava büfeleri kurulmuş. Işıl ışıl…Kaldırımda masalar, tabureler. Sucuk/köfte- ekmek/dürüm kokusu , dumanı sarmış her yanı. Davet alıyoruz. “Denemeden geçme”..Sorduk: “Ne var bu akşam?” Bizi çağıran -elinde şişe geçirilmiş sucuklar- “Anadolu insanı” cevapladı : “si -ar-ar’da konser var. İstanbul Oda Orkestrası. Schuman ve Beethoven çalacaklar. Şef Hakan Şensoy” Ayağımız takıldı , düşüyorduk. "Sokağın Performansı"nı unutmayın..
2- “Diss, tartışmak,eleştirmek anlamında kullanılan bir kavram”
3- “Diss, rap müziğinde rapçıların birbirlerini yermek için yazıp söyledikleri parçalar. Hicvin, hiphop kültüründeki benzeri. Genellikle küfür içerikli olur. Rap argosunda diss söylemek; diss atmak, disslemek,ayar vermek,ayar atmak veya dişlemek şeklinde ifade edilir. Diss atıldığında karşı taraf ona cevap veriyorsa buna dissleşme denir.”
Kaynak:
“Performance Art”-Rose Lee Goldberg- Thames&Hudson
http://www.tiyatrodunyasi.com/haberdetay.asp?haberno=1198
http://web.ubc.ca/okanagan/creative/options/theatre.html
http://people.ok.ubc.ca/creative/Performance/Perform01.htm
http://tr.wikipedia.org/wiki/Diss
25.Genç Günler Kitapçığı

14 Mayıs 2009 Perşembe

Beklerken- “Turistik Seyirlik” - Tiyatro Oyunevi

Daha bir ay önce , Mahir Günşiray, Avrupa Birliği’nin o birliğe aday olan ya da çevresindeki ülkeler ve onların kültürleriyle ilişkiler kurarak, bir tür yakınlaşma sağlayarak , etrafında “kendine benzemeyen kalmasın” diye fonlar ayırdığını belirtiyor ve Türkiye’de “Onların bizi algılamasına uygun işler yapmaya başlıyoruz ki oranın kodlarıyla burada iş yapmaya çalışmak bana sahtekarlık olarak geliyor doğrusu……….. Bazı sanatçılar oradan ilgi ve talep gelmeye başladığı zaman kendilerini ona göre yönlendirmeye başlıyorlar. Böyle olursa inandığım sahici tiyatroda, her sanatçının kendi içinden çıkacak,ona ait,onun dünyasını gösteren hakiki yaklaşımı bulmakta ve tutmakta büyük zorluk çekeceğiz” demişti.
Günşiray, “İçten bir şekilde (tiyatro) yapılırsa ve içeriği ön planda tutan bir yaklaşım benimsenirse o zaman seyircinin ilgisiyle karşılığı alınır. Bu sıcak ilişki doğarsa o “tiyatrodan soğuyan izleyici” de daha çok ilgi gösterir.” demişti.
Günşiray, “İyi tiyatro yaşayan tiyatrodur ve yaşayan tiyatro ile de samimi tiyatro anlayışı sürecektir” demişti.
Günşiray “tiyatro”nun başına “Sahici”, “İyi”, “Yaşayan” ve “Samimi” sıfatlarını koyarak tartışılmaya değer tesbitler yapıyordu. ( Cumhuriyet-28 Mart 2009)
Umutlanmıştık.
Bu umutla Tiyatro Oyunevi’nin Beklerken’ini seyretmek için Eseyan Lisesine gittik. (“Salon yok” diyenlere duyurulur. Lise yönetimine de teşekkür etmek lazım.)
Tiyatro salonunda sahneye ve sahne önüne sandalyeler dizilmişti. Girişin üstündeki balkona teknik kumanda merkezi yerleştirilmişti. Seyirci yeri tamamen boş. Oyun ortada oynanacak.
İlanlardaki resimlerden aldığımız ilham ile umutlu bir oyun bekliyoruz. Hele programı elimize alıp da sahnede 5 “oyuncu, müzisyen, şarkıcı” diye okuyunca daha da heyecanlandık. İşte tam aradığımız oyun. Oyuncular müzik yapabiliyor.. Bakarsınız dans da edebilirler.
İçimizi ve aklımızı yine “iyimser” düşüncelerle doldurduk. İhmal edilebilecek yanlışları “görmeyeceğiz”. Açılmış seyirci defterine bakmadık . Hani “olumsuz tek bir görüş” gözümüze çarpar da etkileniriz(?) diye. Baştan ayağa “olumluyuz” yani.
Kumanda merkezinde Mahir Günşiray…
Oyun Başlıyor
Işıklar karardı.. Canlı bir akerdeon sesi geldi. Oyuncular yavaşça sahneye girdiler. Çok etkileyici. Bu adamlar zaten “Beklemek” üzere yaratılmışlar. Ama üzerlerinde taşıdıklarına bakılırsa içinde “göç” de var. Çağrışımlar yerinde. Aksesuvarlar ilginç. Kuzgun Acar’ı hatırladık bir an..
İlk replikler: Berlin….Paris…Moskova…(İkisi AB içinde biri değil..)
İçinde “Seyirlik Tiyatro”nun izleri olan bir gösteri bu..
Aklımızda içeri girerken okuduğumuz program dergisindeki sözler:
“Bu proje daha çok “beklerken neler yapıyoruz” üzerine kurulu……Beklemek aslında trajik. Yalnızsın,beklediğin şeyler kimi zaman da soyut.”
İşin içine “proje” girdi mi duracaksın.
Beklerken , “Proje” içinde “Proje”.. SEAS “Proje”si içinde doğmuş bir “Proje”.
SEAS nedir?
SEAS’in portalinde kendi tanımları ile:
“Avrupa’nın kıyılarında yaşayan halkların tecrübesinden damıtılan hikaye,müzik ve vizyonu ortaya çıkarma hedefinde olan artistik bir serüven..”
“2500 yıllık tiyatro ve demokrasi ortak yaşamının yeniden hatırlanması üzerine bir deneme.”
“Tiyatronun bir halk forumu olduğunun vurgulanması”
“Çatışma,çözüm ve fikirlerin değiş tokuşunun yapılacağı ortak platformlar yaratılmadan halklar arasında diyalogun yaratılmayacağı gerçeğinin anlatılması”
“SEAS, sanatçıları ,kültür taşıyıcılarını bir araya getirme hedefinde olan bir platform”
“Avrupa’nın gelişen ama sorunlu Kuzey,Güney ekseni üzerine artistik buluşma. Konvensiyonel Doğu-Batı modeli Avrupa Birliği 25 üyeyi kapsadıkça ve çevredeki diğer ülkeleri dışarıda bıraktıkça çok da yararlı olamamıştır.” (AB,2004 de 25 ülkeye ulaştı.Şimdi 27.Türkiye bunların içinde yok)
“Paylaşılmış kimlikler ve ortak hukuk kültürel değişimle başlar. Avupa projesi mutlaka bir kültür projesi olmalıdır.Salt geçmiş miras ve koruma üzerine kurulması değil, Avrupa’yı güzelleştiren farklılıkların sıkıca bağlanması ile gelişen çağdaş kültürlerin ortaya çıkarılmasıdır amaç.”
SEAS’in Tarihçesi
Fikir 2002 yılında 15 ülke ile başlamış.
Bir önceki dönem 2003-2005 yılları arasında Baltık ve Adriatik denizleri çevresinde ve arasında gerçekleştirilmiş.
2006 yılında ayni konseptin Kuzey Denizi ve Karadeniz arasında da yapılması kararlaştırılmış. İki deniz çevresinde oluşmuş kültürü birbirine bağlamak fikri ortaya çıkmış.
2008 yılında Odesa’dan yola çıkan kervan(!) Romanya,Bulgaristan’dan geçmiş.2009 yılında Nordik,İngiliz ve İrlanda şehirlerinde dolaşacak ve 2010 yılı bu iki denizin ortak projelerine ayrılacakmış.
Verilen bilgiye göre aslında Karadeniz kıyılarındaki ülkeler arasında bizim adımızı andıklarını söylemek pek de doğru değil.Zira “onlara göre” “Karadeniz ülkelerindeki devletler birbirlerini görmezden gelen ülkelermiş.Ve komünist devletlerin yıkılışı,soğuk savaşın sonu ile politik,ekonomik ve çevresel yeni dünyalar yaratılmış ama Karadeniz’de hala sosyal,kültürel ve sanatsal olarak birbirlerini nerdeyse hiç tanımayan yurttaşların ülkeleri varmış SEAS bu nedenle, salt Kuzey Avrupa ülkeleri değil,Karadeniz ülkeleri arasında da kültürel iletişim açınımını sağlamayı iş edinmiş.Bu tanıma göre bizi “Komşu” saymışlar. Aslında onlar kendi kendilerine…
Eski sorunlarla dolu belleklerin silkinmesi, yeniden şekillendirilmesi ve sanatsal kaygılarla sanatın yeniden yeşertilmesi amaçlanmış.Yaratıcı rüzgarlar denizlerden limanlara esecekmiş.
Doğudaki Karadeniz ile Batıdaki Kuzey Denizi arasında koca bir kıta yatıyormuş.Bu kenarında iki deniz olan birbirinden kopuk kıtayı ortak bir bağ ile bağlamak; çatışan alışkanlıklar,yaşam stilleri, diller ve anılar ile kültürlerarası iletişimin yeşertilmesi gerekirmiş.
SEAS ilham,yaratıcılık,güven ve iyi komşuluk ilkelerinin bu iki deniz arasında ve tüm Avrupa’da canlandırılması projesiymiş.
Ama yılların miras bıraktığı sürgünler,istila ve savaşlar hala taze ve güçlü iken, Avrupa Birliği’nin Karadeniz kıyılarına ulaşması, barışın garantisi olarak alınamazmış.Zira hala gerginlik noktaları,sorunlu sınırlar,ayrıcalık isteyen talepler ,düşmanlık ve güvensizlik varmış.
Çok açık ki Avrupa Birliği, 2002 yılında genişleme süreci içinde yeni üyeleri dikkate alarak sanatsal bir yaklaşım ile bu projeyi başlatmış.
Geçen zaman içinde Mahir Günşiray, içinde yer aldığı AB tarafından “fonlanan” bu “kültürel buluşma”nın temel dayanağı için , “Avrupa Godot gibi bir şey. Türkiye’nin de Avrupa’yı beklemesi insanlar için bir tür kandırmaca. Trajikomik bir durum” diyecek noktaya gelmiş.
SEAS’ın Sponsorları : Avrupa Birliği Kültür,İntercult,İsveç Enstitüsü,Avrupa Kültür Vakfı,Türkiye’deki İsveç Konsolosluğu,İsveç Sanat konseyi,Bulgaristan,Romanya ve Nordik Ülkeler Kültür Bakanlıkları, Slovenya Exodos.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı,İstanbul Uluslar Arası Tiyatro Festivali,Santral İstanbul ve Bilgi Üniversitesi ve Garaj İstanbul, “Ortak ve Ev Sahibi/Ağırlayan” olarak bu organizasyonun içinde yer alıyorlar.
Anlaşılan bu “Kültürler buluşması” içinde bir görev(!) de Tiyatro Oyunevi’ne düşmüş ve bu buluşmaya katkı olsun diye Türkiye Tiyatrosu’nu ve Kültürünü “örneklemek” için Beklerken’i (yoksa Waiting for Europe mu?)oluşturmuş.
Tiyatro Oyunevi kim?
Tiyatro Oyunevi’nin tanıtımı (muhtemelen)kendi cümleleri ile SEAS’in portalında yer almış:
“Türk ve Avrupa’lı yazarların oyunlarını ve de uyarlamalarını İstanbul ve Türkiye’nin “geri kalanında” sahneleyen ; bir “düzine” yıl boyunca, devletin tiyatro “düzen”i dışında ( “new plays outside the state theatre system” (???) ) yeni oyunların yapımcısı olan bir tiyatro”ymuş.
Beklerken ( SEAS’in portalındaki Waiting for Europe ismi ile ) , şehrin sokaklarını, meydanlarını ve diğer unutulmuş güzelliklerini araştıran, göçmenlerin çevrelerini Avrupalı olmak kimliğini sorgulayan bir oyun”muş.
Bu oyunun ve de Tiyatro Oyunevi’nin yönetmeni de Mahir Günşiray.
Mahir Günşiray kimdir? (Affedersiniz)
Türkiye’nin Avrupa’yı beklemesini kandırmaca olarak yorumlayan, SEAS’ın internet sayfasındaki yazılanlar hakkında hiçbir fikri olmayan , dramaturgiyi bilen , yorumlama, ”yeniden okuma” kavramlarından haberli , defter açarak seyircisini merak eden, Godot’dan yola çıkıp Bekleme’yi ana tema seçen , seyirlik oyun olarak gördüğümüz en tuhaf gösteriyi kotaran , Google aramada hakkında 60 sayfada 40400 sonuç çıkan bir tiyatrocu.
Beklerken Nedir?
Günşiray ,program dergisindeki yazısında , Beklerken oyunu “İsveç’te çalışmalarını yürüten İnterconsult’ın SEAS projesi kapsamında doğdu” diyor.Oyunun başlangıçta ismi Avrupa’yı Beklerken imiş ama provalar sırasında Beklerken’in daha doğru olacağını fark etmişler.(SEAS portalında Waiting for Europe adıyla bir oyun var.)
İstanbul’daki Beklerken Avrupa’da turne yapan oyundan bambaşka bir oyunmuş. (İstanbul’dakini görünce önceki nasıldı diye de merak ettik doğrusu.)
Bir oyuncu hariç bütün oyuncular değişmiş ve müzikler değişmiş. Çalışmalarına bir yazar-dramaturg katılmış. Günlerce yapılan çalışmalar sonucunda “bugünkü metin” doğmuş.
Beklerken, Godot’u beklemek kavramı ile Avrupa’yı bekleyen insanların durumu arasındaki trajkomik bir bağlantı olduğu düşüncesinden ortaya çıkmış.
Tiyatro Oyunevi, Beklerken için “Seyirlik Oyun” demiyor ama oyun seyirlik formatı ile oluşturulmuş.
Seyirlik Oyun
Türk Tiyatrosu’nda “Seyirlik Oyun” diyorsanız İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Metin And, Nurhan Karadağ, Haşmet Zeybek’i hatırlamadan edemezsiniz. Hele de onların yaptıklarını hatırlarsanız Beklerken’in nasıl bir “ele güne karşı seyirlik” olduğunu da anlamış olursunuz.
Ama bu yapılanın mazereti : “Çıkış yolunu bilmekten ve göstermekten çok,bu yolu aramanın yani hep arayış sürecinin yaşamaya değer olduğuna inanmış bir tiyatro olarak,sahnelediğimiz oyunları da çalışma sürecinin birer parçası gibi gördük” olamaz.
Profesyonel tiyatroların “deneme “düzeyleri çok daha yukarılarda olmak zorundadır.Yani “Tenor gırtlağını temizledi diye alkış almaz.”
Seyirlik Tiyatro’nun temeli samimiyettir ve tarihi binlerce yıl öncesine dayanır. Yararlanılsa Türk Tiyatrosu için önemli bir kaynaktır. Ekim-dikim ve hasat zamanlarına ait özel ritüel ve şenlik çağıltısıdır. Gece-gündüz, yaz-kış , ak-kara karşıtlıklarının halk dilince ifadesidir.
Oyuncu seyirci ile birlikte oyuna hazırlanır. Oyun sonunda seyirci arasına karışır. İçinde meddah, kukla, gölge oyunu vardır. Benzetmeci değil göstermecidir , epik tiyatro gibi açık biçemdedir. Aksesuvar kullanımı çok önemlidir.
Seyirlik oyunlar Anadolu kültür zenginliğinin bir sentezidir. Toplumsal ve dinsel kökler taşır.
Anadolu uygarlıkları üzerine oturmuş halkımızın seyirlik oyun geleneği ile şimdi “birleşme, bütünleşme” arayan Avrupa’ya ve de tiyatrosuna öğreteceği çok şey vardır. Seyirlik, modernleştirilemez mi? Elbette..Yeter ki iyi öğretmen elinde olsun.
Oyun 1 saat 10 dakika sürüyor. Giriş çıkış 5 dakika, 16 şarkı 25 dakika , susuşlar 5 dakika , güreş 3 dakika, giyinme soyunma 3 dakika, mendil katlama 3 dakika, ip üzerinde yürüme 3 dakika , ip atlama 3 dakika , denklerin açılması 5 dakika toplanması 5 dakika… Kalanı da söz…
Toplamayın canım..… Ayrı cinsler toplanmaz. Bütün bunlar ŞAKA (gibi)!!!!
Oyuncular
Bu gösterinin oyuncular için zahmetli ve uzun çalışmalardan sonra ortaya çıkmış olduğuna inanıyoruz. Varlarını yoklarını da sahnede ortaya koydular.
Ama bu, bize 100 metreden iğneye iplik geçiren adamın hikayesini hatırlattı. Padişah demiş ya: “Şu adama 100 altın verin ve 100 de sopa vurun.” Adam “Aman padişahım” demiş “altını anladım da sopa neden?” Padişah demiş ki “Yeteneğini daha yararlı bir şeye harcamadığın için.”
Gene de “Oyunu değil , oyuncuların emeğini alkışladık” Oyuncular şimdi açıktan bize veryansın edeceklerdir ama içlerinden de hak verirler. Hele bir de zaman geçsin..
Tiyatromuz..
“Ülkemizde tiyatronun gidişatına bakarak , "Neden Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları her geçen gün daha da tiyatrosuz yaşamaya alışıyor?" sorusuna da yanıtı bulabiliriz belki : Şimdiden bir kaç neden sıralayım : ilgisizlik, cehalet, sığlık, dar kafalılık, muhazafakarlık, ego, zevksizlik…”
Yazının başındaki 4 paragrafı yeniden okuyun. Göreceksiniz ki Mahir Günşiray da ayni fikirde…
Seyrettiğimiz "Beklerken"
Beklerken, seyirlik unsurları kullanmaya kalkan “turistik” bir gösteridir.
Bu gösteri ,yaz aylarında Akdeniz sahillerimizdeki otellerin animasyon programlarında iş yapar.
Orası uzak denirse ikinci önerimiz ise Galata Kulesi’nin çatı katıdır.

Melih Anık

Not:
1-Gösterinin gazete ilanlarında “Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın maddi katkıları” görünmüyor. Oysa bu, küçük program kartonunda var. Buna da “makul” yaklaştık. Önce katkı vardı ama sonra kalmadı. Ama karton programcıklar basılmıştı demek ki. Tiyatro Oyunevi’nin Beklerken isimli oyununa 28000 TL yardım verilmiş. (Belki de reddettiler)
Kafamız karıştı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan yardım tahsisi çıkan Beklerken ile SEAS portalindeki Waiting for Europe arasında nasıl bir ilişki var (mı) ?
2-Parkeye su dökülmez. Parke suya dayanmaz şişer. Lise salonunu size verenler de pişman olmasın. Arkanızdan konuşurlar, başka tiyatrolara da salonu vermezler, bizden söylemesi. (Suyu şarap niyetine içtiğinize göre ıslak süngerle silinirmiş gibi yapın. Süngeri ıslatmazsanız ıslama kabınızı parkenin üstüne boca etmek zorunda kalmazsınız ve de parke ıslanmaz. Bu da eksik kalsın bişey olmaz.)
Kaynak:
http://www.seas.se/productions/oyunevi/index.php
http://www.turkceciler.com/koy-seyirlik-oyunlari.html)
Beklerken oyunu program dergisi

8 Mayıs 2009 Cuma

Yastık Adam - Talimhane Tiyatrosu - Oyunu Seyretmeden Bu Yazıyı Okumayın!

Bu yazı iki bölümden oluşmuştur.Madem ki başladınız özellikle ikinci bölümü, oyunu görmeden okumamanızı öneririz. Zira bu, oyunun ruhunu , yaydığı duyguyu/ kokuyu serbestçe anlamınıza engel olabilir.
Bu oyunda ne anlatıldığından daha çok sizin ne hissettiğiniz önemli çünkü.
Ama asıl çelişki de bu noktada başlıyor. Bu yazı bir beklentiyi yönlendirmekte olabilir. Arkasında ne var ? Neye bakmalıyım ?
En iyisi oyunu seyretmeden önce bu yazıyı hiç okumayın. Oyunun konusunu öğrenmeyin. Yazarı tanımayın.
Çaresiz artık bu yazı paylaşılınca (buraya kadar gelmişseniz önünüze çıkmış demektir ) yapacak bir şey yok. Öyle ya da böyle, yazı bir iz bırakacak . Hatta bu uyarı bile zaten bir hatadır. Ama gene de okumayın. Hatta yan gözle bile bakmayın. Uyarıyı ta başta yaptık..
Oyunu seyretmeden önce önünüze çıkmamasını dilemekten başka bir şey gelmez elimizden.
Kendinizi serbest bırakın ve akışa katılın. Oyunu seyrettikten sonra isterseniz , yazıyı/ ikinci bölümünü okuyun. Oyunun duygusunu , soruları yeniden gözden geçirin.
Not: Bu oyunun afişinde +13 var. Bilet şatışındaki not da şu : “Etkinliğe 13 yaşından küçükler giremez.” Yani “Anne babaya kalmış” denmiyor. Hatırlatması..
1.Bölüm
Yastık Adam , uzun süre bir başka tiyatronun “Gelecek Oyunlar” listesinde kaldı. Sonunda Talimhane Tiyatrosu sahneye getirdi . Oyun, kendi salonlarından başka nerdeyse her yerde oynanıyor.
Oyunun yazarı Martin McDonagh , çevirmeni ve yönetmeni Mehmet Ergen.
Talimhane Tiyatrosu
İnternet sitesinde , “Talimhane Tiyatrosu, yurt dışında sahnelenmiş çağdaş metinlerin Türkiye prömiyerlerine ….. ev sahipliği yapacaktır” deniyor. Gerçekten de bugüne kadar bu ilke yara almadı.
Mehmet Ergen , çok da iyi oynanmış oyunlar sahneledi doğrusu. Acaba bu ilkeyi biraz gevşetip yerli bir oyun sahnelese olmaz mı diye düşünüyoruz.
Zaten o da “Talimhane Tiyatrosu olarak sosyal gerçekçi oyunlar ile ilgileniyoruz. Yaşadığımız ülkenin gerçeklerini konu eden oyunları tercih ediyoruz.” diyerek kriterini ortaya koyuyor.
Oyunu, Mardin’de ellerine “korusun” diye silah verilenlerin dahil oldukları faciayı izleyen günde seyrettik. Belki de “dumanı tüten” düşünceyi gündeme getirmemizin nedeni de bu.
Mehmet Ergen’in bir başka özelliği de yazarlık üzerine harcadığı çabalar. Bu yıl da İstanbul Genç Günler kapsamında düzenlenen , onun yönettiği Yazarlık ve Yönetmenlik Atölyesi ,kontenjanı ilk dolan program oldu. Demek ki takip ediliyor.
Mehmet Ergen, “Genç, yerli oyun yazarlarının ilk oyunlarının seyirciyle tanışması” üzerinde hassasiyetle durduğuna ve hala yerli oyun çıkmadığına göre demek ki tarla verimsiz..
Yazar ve Tiyatrosu
Martin McDonagh , İrlandalı anne babanın ,1970 de Londra’da doğmuş çocuğu. Ayni zamanda film yapımcısı, senarist.
16 yaşından itibaren hayatın özünü ve keyfini anlamaya başlamış.
Kaba ama ironik yerel dil,sembolist anlatım ve kara mizah onu anlatır . O sanki, Synge, Pinter, Mamet’in bir yoldaşıdır.
1996 da en umut vadeden yazar için verilen Eleştirmenler Ödülünü alır. Kısa film, özgün senaryo dallarında da ödüller almıştır.
Yastık Adam çok ödüllü bir oyundur. 2004 Laurence Olivier Award – En İyi Yeni Oyun ; 2005 New York Drama Critics' Circle Award – En İyi Yabancı Oyun .
Ayrıca aday olduğu ödüller: 2004 Evening Standard Award - En İyi Yeni Oyun ; 2005 Drama Desk Award – En İyi Oyun ; 2005 Tony Award – En İyi Oyun
Yastık Adam hayali totaliter ülkede geçen bir hikayedir ve ilk kez 2003 yılında sahnelenmiştir.
McDonagh, anne ve babaları ile sulh yapamamış çocukların “uç”lardaki hikayelerini anlatmaya bayılıyor. Onun “Çocuklar”ı zihinsel olarak çok vahşi olsalar da aslında şefkat ,özlem ve öfkeleri ile içlerinde sıkışmış olarak kalmışlardır.
Bize göre tek cümleyle özetlenebilecek oyunlar yazıyor . Yalınlığı ve sadeliği bundan kaynaklanıyor. Kullandığı her ayrıntı aslında tek bir fikri destekleyen, onu aktarmak için yapılan özel bir tercih ve çabanın ürünü. Kendisinin elbette söylemek istediği bir cümle var ama seyirci nerede oturduğuna bağlı olarak farklı sonuçlar da çıkarabilir.
Oyunlarının çocuksuluğu , ciddiye alınmayan, havuç kafalı ama beyni büyük bir dehanın sonradan algılanan sözleri ile vurgulanıyor. O çocuk, kalın camlı gözlüklerinin altından belki de zor anlaşılır bir dille bir şeyler söylüyor ve siz sırtınızı dönmüş umursamaz giderken kafanızda birden yanan ışıkla ne söylendiğini anlıyorsunuz. Geriye dönüp baktığınızda afacan çocuk başka bir yerde. Galiba “muzip bir dehşet” onu en iyi anlatan tanım. Yazar,oyunları yazarken kendi kendine eğleniyor gibi.
Martin McDonagh’ın tiyatrosunda acı, aile içi şiddet , silik karakterler, çabuk incinen ama vahşi tipler var.
Yastık Adam
Talimhane Tiyatrosu, Yastık Adam için “Martin McDonagh’ın tartışmasız en iyi oyunu” hükmünü vermiş.
Başka oyunlarını da seyretmiş biri olarak bu görüşü paylaşmadığımızı belirtmek isteriz.
Yastık Adam, Türkiye’de sahnelenmiş diğer oyunlarından farklı bir oyun.
Oyun ile ilgili Kara Komedi sınıflandırılması yapılmış. “Acımasız, cesaretli, kör edici”, oyun için kullanılan övgü sıfatları. Ama biz farenin kulağı ısırmasına benzettik. Hani fare ısırdığı kulağı üfleyerek yermiş ya onun gibi bir şey. Mc Donagh üfleyerek acınızı hafifletiyor ama bir de bakmışsınız ki kulağınız yok!
Ağzınız gülüyor ama bir taraftan da beyniniz “Yahu buna da nasıl güldüm ben” havasında.
Hikayeler ne kadar zekice ve fantastik tasarlanmış olursa olsun komedi , oyun karakterlerinin biraz da klişe sayılabilecek diyaloglarından çıkıyor. Bu soytarının ölümünü seyretmek gibi bir duygu . Ölü yıkayıcısının şarkı söylemesi,ya da Yorick’in “sırıtan” kafatası… Ya da tuzla şekeri karıştırıp ağzınıza atmışsınız gibi.
Bu bir “duygu/ruh tiyatrosu” . Ruh anlatılanı anlamasa bile duyguyu kaçırmaz.
Dikkate değer bir not da şu: Yazarın senarist olan gerçek kardeşinin adı Michael. Oyundaki kardeşin adının “Michal” olması bir rastlantı mı?
Şimdi bu noktada durun ve oyunu seyredin . İyi seyirler.
2.Bölüm
McDonagh Türkiye’de oyunları oldukça çok oynanmış bir oyun yazarı. Türkiye’de oynanmış diğer oyunları : Leenane’in Güzellik Kraliçesi(yazılış tarihi-1996), İnishmaan’ın Sakatı(yt-1997) İnishmore’lu Yüzbaşı (yt-2001).
Oyunu seyrettiğimizde Mardin’de 45 kişi katledilmişti. Töre, gelenek gibi olumlu çağrışımları olan kelimelerle açıkladığımız bir olay . Zaten de bir aydır Münevver’in kesik başı ile meşguldük. Onda da bir aşk hikayesi vardı.
O sabah bir hanımın anlattıklarını dinlemiştik.Hastane odasında kocası(adam alzaymır hastası ve felçli idi) kan kusunca içeri kimse girmesin diye odanın kapısını kilitlemiş , kanı temizlemiş ,kısa bir süre sonra kocası ölünce hemşireye gitmiş “Biz hastamızı kaybettik” demiş üzüntülü bir yüzle.Kapıyı kilitlemesini bir çözüm olarak görmüş.Sanki o an kapıya birisi gelse açmayacak. Ama neden anlatıyordu? Aylardır evde baktığı ama öldüremediği kocasını hastane odasında ölüme terk etmeye nasıl gönlü razı olmuştu? Hastaneye götürmüş olması , konu komşuya söz bırakmamak için mi idi? (“Kocasına da gül gibi baktı,hastanelere taşıdı”) .
Ölmesini istemediğimiz ama o haliyle yaşarsa yaşayacağımız maddi ve manevi sıkıntılar nedeniyle “Ölse kurtulsa “diye anlattığımız ama aslında “Ölse de kurtulsak” dediğimiz bir durum.
Kafamızda ve yüreğimizde olumlu ile olumsuz, sevgi ile sevgisizlik ayni anda var olabiliyor ve ortaya çıkan bu yeni duygunun ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Zıt ”Uç”lar karşı karşıya geliyor. Anlayamadığımız duygular var. Oyunda da karşımıza çıktı böyle bir duygu.
Yastık Adam’da, politik bir sorgulamadan başlayan oyun giderek hayali hikayelerin tetiklediği çocuk cinayetlerinin ipuçlarını vermeye başlar. (Hikayeler gerçekleşsin diye mi yazılmış? Yani bu zor-anlar-kardeşin de “kullanılması” mıdır? )
Sanki yazar masasına oturmuş ve oyunun açılış sahnesi için totaliter rejimlerde “sıradan” sayılan bir soruşturma sahnesi tasarlamış.
Mezbahada çalışan ( “temizleyen ama öldürmeyen” ) bir hikayeci (Katurian), bir dedektif ve bir polis tarafından sorgulanır. Yazdığı hikayelerden örnekler adamın suratına vurulur ve sanki adama işlemediği bir suç yapıştırılmaya çalışılmaktadır. Adam ne yapmışsa ne söylüyorsa altından bir suç çıkabilir, olmazsa yaratılabilir. Adamların kendi aralarındaki ayrıma göre biri “iyi” diğeri “kötü” polis . İçlerinden biri kendisinin detektif olmasını polis olan arkadaşı yanında daha çok önemsemekte.
İlk izlenim suçsuz bir adama yapılanların acımasızlığı. Bu içimizdeki şifrelere de tam anlamıyla uyuyor. Gene bildik bir hikaye. Ama iyi polis, bir takım isimleri ortaya attı. Hikayeci onları tanıyor muydu?
McDaugh, sanki oyunun tümü hakkında hiçbir fikri yokmuş, sanki yazarken aklına gelmiş de ekliyormuş gibi , annelerin çocuklarına uykudan önce uydurdukları hikayelere benzer bir oyun geliştiriyor. Annenin hikayesi ertesi akşam başka ilavelerle yeniden yazılır ya onun gibi bir şey. Yazar o an aklına geldiği gibi hikayeyi genişletiyor, açıyor . Oyun , oyun kahramanı/ mezbaha işçisi-hikayeci Katurian Katurian Katurian’ın yazdığı hikayelere benziyor.
Sahneden sahneye geçişler bir soru ile oluyor. “Şunu tanıyor musun? Kardeşin nerede şimdi? Kız yaşıyor mu?” Yazar bir sahneyi diyaloglarla götürüyor sahne tıkanma eğilimi gösterince bir soru ortaya atıyor ve yeni sahne ile oyun akışı birden yön değiştiriyor. Görünüşte o da nereye gideceğini bilmiyor . Aklına estiği gibi “takılıyor”.
Oyunun bütününe bakıldığında sahneleri farklı günlerde ve farklı atmosferler içinde yazmış sanki.
Seyirci , gidişata tam kendini uydurmuşken ani bir kavşak değişimi ile beklentisini bulamamanın şaşkınlığı içinde yeni bir ruh durumuna kendini uyarlamaya çabalıyor.Ama herkes, sahnedekiler bile nereye gideceklerini bilememenin tedirginliği içindeler. Oyuncular da bu hali çok da güzel ortaya koyuyorlar. Sanki herkes ama herkes -tepedeki ışıkçı dahil- şimdi ne olacak tedirginliği içinde.
Katastrofik(feci) hayat hikayeleri ile sahnedeki 4 adam, kaotik bir dünya içinde var olmaya çalışırlar. Aslında ortaya konan fecidir ama insanların onlarla baş etme yolları farklıdır. Farkları yaratan , hikayeyi sindirme biçimidir. Hepsi hem kendilerine hem de dış dünyaya karşı bir oyun içindedir. Gerçek mi düş mü?
Dayak meraklısı alkolik bir baba, oğluna yıllarca tecavüz etmiş başka bir baba, kendi çocuklarına yıllarca işkence etmiş anne ve baba , Yastık Adam’ın “ gerçek” hayattan aldığı hikayelerin kahramanları. Bu hikayelerin yanında Katurian’ın fantastik hikayeleri sanki eğlencelik olarak kalır. Onları ciddiye alan ise anlama zorluğu olan kardeş Michal’dir. Cinayetler de onun , hikayeleri hayatta denemesinden, gerçekleştirmesinden ortaya çıkar.
Oyunun her iki yarısı da Katurian’ın anlattığı hikayeler ile biter. Tam siz “işte son” derken Katurian yerinden kalkar size başka bir pencere açar. Bu sanki her gördüğünüze inanmayın, aynanın arkasına baktınız mı demektedir. Hikayeler mi hayatı yaratır yoksa hayat mı hikayeleri. Katurian, anlattığı hikayelerle başka bir gerçeklik yaratmaktadır aslında.(Yazar da…)
Oyundaki Hikayeler
Fareli Köyün Kavalcısı’nın onun tarafından yazılan versiyonunda ayak parmakları kesildiği için yürüyemeyen ve bu nedenle kavalcının peşine takılamayan çocuğun hayatı kurtulur.
Yastık Adam, ilerde yaşayacakları ızdıraplı hayattan kurtarmak için çocukları intihar etmeye razı eder.
Yeşil renginden dolayı gurup dışında kalmaktan şikayetçi olan domuzu , diğerleri gibi pembeye boyarlar . Ama bir gece gökten yeşil yağmur düşer ve tüm domuzları yeşile boyar. Ama o, şimdi pembe olduğu için gurup dışında kalmıştır gene.
Hz.İsa olduğu düşünülen bir küçük kız vardır. Bakıcı ailesi ona “yakışanı”(?) yapar. Başına dikenli tellerden bir taç konulup , işkence edildikten ve de çarmıha gerildikten sonra diri diri gömülür ve 3 gün sonra dirilmesi beklenir.
Yıllarca mutlu hikayeler yazan bir çocuk bir gün, ailesi tarafından uydurulan vahşet seslerinin etkisinde kalarak vahşet hikayeleri yazmaya başlar. Aslında bu o büyük bir yazar olsun diye ailesi tarafından uygulanan bir deneydir. Kapısının altından atılan bir notta duyduğu seslerin nedeninin yan odada kardeşine yapılan işkence olduğunu öğrenir. Kapıyı kırar ve yan odadaki anne, baba ve kardeşinin ona oyun oynadığını ve işkence yapılıyormuş duygusunu vermeye çalıştıklarını anlar. Yıllar sonra ayni yere döndüğünde Katurian, bir şilte altında kardeşinin cesedi ile karşılaşır ve kardeşinin avucunda tuttuğu hikayenin kendi hikayelerinden de güzel olduğunu öğrenir. O hikayeyi yakar. Kendi yazdığı hikayede odaya girmiş, kardeşine işkence yapan anne ve babasını, yüzlerine yastık bastırarak öldürmüş ve zor anlama özürlü kardeşine sahip çıkmıştır.
Kendi suçunu bilmeden ölen suçlu, elmaların içine gizlenmiş jiletleri yiyen kız oyunda anlatılan diğer fantastik hikayelerin kahramanlarıdır.
Bu hikayelerdeki kontrol altına alınamaz bir hayal gücü karşısında hayranlık duyar ama ayni anda da dehşete kapılırız.Her biri ayrı bir oyun konusu olacak bu hikayelerin ardı ardına önünüze düşmesi oyunun hem güçlü hem de zayıf tarafıdır.
Kendi hayatı pahasına hikayelerini sahiplenen bir yazara mı yoksa biraz da gecikmiş de olsa “yastık adamlığa” soyunan bir kardeşe mi sempati duyarsınız ?
Ama başka bir amaçla başlatılmış bir sorgulamada ortaya çıkan unutulmuş bir cinayet ve neden olunan yeni bir cinayeti gördüğünüzde o yaşananlar neden yaşandı dedirten bir hayıflanma çıkar ortaya.
Bu, İnishmore’lu Yüzbaşı’daki bir kedinin ölümü ile yaratılan dehşetin anlamsızlığı ile geçen 2 saat sonunda kedinin yaşadığını öğrenmemiz , Mc Daugh’un “sudan” bir konudan nasıl bir 2 saat yaratabildiği ve oyun sonundaki acılı ironiyi hatırlatır.
Ergen , oyundaki bazı küçük karakterleri çıkarmış. Keşke kızı da çıkarsaydı.
Oyun sonunda kızın sahneye fiziken getirilmesi bizi gerçek ile yüzleştirdi derken o sahnedeki ışık düzeni bu duyguyu desteklemedi. Oysa totaliter düzenin iki polisinin hala kendilerince bir senaryo yazdıklarını düşünmeye, hikayecinin itiraflarını, “mecbur kalınmış itiraflar” mı diye sorgulamaya devam edecektik.
Metaforlar
Oyundaki metaforlar da ilginç. Katurian kardeşini temizlemeye çalışıyor. Mezbahada yaptığı iş de bir nevi “temizleyicilik”. Kardeş Michal , Katurian’ın hikayelerine bayılıyor,hatta onlarda sakinleştirici bir yan buluyor ama cinayetlerin esin kaynağı o hikayeler.
Oyunda çizilen karakterler: Mezbaha işçisi hikayeci , hikayede anlatabilen totaliter düzenin dedektifi , hikayeleri saklayan totaliter düzenin polisi ve hikayeleri gerçeğe dönüştüren zor-anlayan kardeş. Yani hepsi bir taraflarından “hikayeye bulaşmış”. “Hikaye” başlı başına bir metafor.
Anne, baba ve kardeş yüzlerine yastık bastırılarak öldürülüyorlar ama yastık adam sonradan yaşanması muhtemel ızdıraplı bir hayatı önlediği için olumlu algılanıyor.
Oyuncular
Murat Karasu’nun Tupolski’si çok dikkate değer bir oyunculuk gösterisi. Onun başını çektiği oynama uslubu diğerlerinin performansını yönlendirmekte sanki. Ancak yazar, Tupolski’ye bir ayrıcalık tanımış gibi. Sağır çocuğu tren altında ezilmekten kurtarma hikayesi ona ayrı bir sempati katıyor.
Michal ‘in sözlerinin anlatılmak istenen karaktere uymadığını düşündük zaman zaman. Yurdaer Okur da karakteri çizerken karakter hakkında söylenene göre mi ağzından çıkana göre mi oynasın “iki ara bir dere” konumunda kalmış.
Bilinçli olmasa da hikayeleri kurtaran polis Ariel’de Bekir Çiçekdemir , başlangıçta tedirgin idi. Oyun sonuna doğru açıldı. Ama söyledikleri bazen anlaşılmıyor.
Serhat Tutumluer ise iniş çıkışı bol olan zor bir rol oynuyor . Oyun içindeki değişim onun üzerine kurgulanmış. Hem inandıracak hem aldatacak. Bu arada da seyirciyi Fareli Köyün Kavalcısı gibi sürükleyecek. Doğru yolda.. Oynadıkça rol oturacak.
Dekor
Dekor daha oyun başlamadan ipuçlarını verdi. Keşke iki kardeşin bir araya geldiği sahneye başka bir çözüm getirilseydi.

Karışık duygularla eve döndük. Duygumuza ad koymaya çalışıyorduk. TV’yi açtık .. Mardin’deki katliam tartışılıyordu.

Melih Anık

Not: Dileriz, bu oyun, sezon sonu başlayıp yeni sezonda da devam edecek diye umutlandığımız “ Kız Tavlama Sanatı”na benzemez.

Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/The_Pillowman