23 Ekim 2009 Cuma

Romeo Hazır… Jüliet Aranıyor!

Shakespeare’in Romeo ve Jüliet adlı oyununda koro, müzisyenler, askerler ,hizmetçiler vb dışında ismen anılmış 20 nin üstünde karakter var.
İBŞB Şehir Tiyatroları ilanla Jüliet arıyor.
Demek ki en az 20 kişi hazır Jüliet yok!
İlanı okuduğumda “Bu ne iştir?” dedim kendi kendime. Düşünmeye başladım.
(Tüm Jüliet’ler “Tarla Kuşu” mu oldu?)
O kadar kadron olsun da içinden bir Jüliet bulama..
(Kötü düşünme!)
İlanı bir daha okudum.
“İyi düşünerek” dedim ki kendime “Dışardan değil kurum içinden de müracaata açık bunlar”
Zira “İ.B.B. Şehir Tiyatroları oyuncuları dışında” olanlardan “özgeçmiş, mezuniyet belgesi ve 1 adet resim” isteniyor.
Bu şu anlama geliyor herhalde: “İçimizden müracaat edenlerin evrakı zaten elimizde. Onları tanıyoruz”
(Tanıyorsan bir Jüliet bulamadın mı diye kıpırdıyor içimdeki şeytan. Sus otur yerine! Oturdu şimdilik)
“İ.B.B. Şehir Tiyatroları oyuncuları dışında”kiler için “Üniversitelerin tiyatro bölümleri ve konservatuarların oyunculuk bölümü mezunu olmak” şartı var. “Kadroda olanlar, tiyatro bölümü ve konservatuar mezunu olmasa da olur. İBŞB Şehir Tiyatroları bir okul”dur mu denmekte ?
Demezler herhalde. Ama Jüliet’in “okumuş kız” olması önemli zahir ! Romeo “mezun” herhalde..
(Oğluna kız arayan bile bu kadar ince elemez..)
İBŞB Şehir Tiyatroları önem verdiği konuya açıklık getirdi böylelikle . “Üniversitelerin tiyatro bölümleri ve konservatuarların oyunculuk bölümü mezunu” olmak önemli. “Özel kurslardan falan almam” diyor.(Bunu da “Özel kurs sahipleri ” ve “mezunları” düşünsün.)
İyi de kadrodaki herkes “Üniversitelerin tiyatro bölümleri ve konservatuarların oyunculuk bölümü mezunu” mu?
(Şeytan kıpırdadı gene. OTUR! dedim.. Oturdu.)
Diğer şartlar ne? 20-28 yaş ve 1.60-1.70 boy aralığında olmak.
Bildiğime göre “Gerçek” Jüliet 20 yaşın altında..14 gibi..20-28 biraz yaşlı değil mi? Romeo’yu da ona göre seçtiyseniz (Erkek kızdan 2-3 yaş büyük olmalı.) Romeo da 23-31 arasında olacak(!) 31 yaşındaki Romeo için tek aday kalıyor. Salih Güney. Hala yakışıklı ve bakımlı ! (Aklıma o anda Salih Güney geldi. Özel bir niyetim yok. Hani Türk filmlerinde hep yakışıklı genci oynatırlardı ya,ondan ! Sizin daha iyi bir adayınız vardır mutlaka. )
Ama şimdi Romeo’yu merak ettim doğrusu!
(Şeytan!.ŞeYTANNNN!!)
Ama iş son şartta düğümleniyor:
“Seçmeler "Mülakat" ve "Sahne" olmak üzere iki aşamalıdır. Katılacak olanların "Romeo ve Juliet" oyunu, "Juliet" rolüyle ilgili bir tiradı hazırlamaları gerekmektedir.”
Kendine güvenen baş vurur görürsün. Bakarsın 30 yaşında ama 20 gösteriyor. 1.60 dan kısa ama için ısındı , uzatırsın , uzun ise Romeo’yu uzatırsın!
Aklıma gelen bir ihtimal de şu: Kurum içinden birkaç kişiye teklif ettiler kabul etmedi ya da seçtiler “birinin adamı” damgası yedi . Onlar da “hakça olsun bari” dediler ilan verdiler.(Demek ki diğer 20 kişi üzerinde “mutabakat” var) Hem “bu yolu da denemiş olurlar böylece”.
Belki de boyu boyuna, yaşı yaşına uygun tiradı hazır biri var onu tarif edip “mevzuat”a uyduruyorlar.
(ŞEYTANnnn! dedim sana!)
Kesinlikle inanmam böyle bir şeye!
Mutlaka onlarca Jüliet var, işin içinden çıkamadılar bari seçim yapalım dediler. Bu arada “dışarı açılalım” geldi akıllarına. Bu da “İBŞB Şehir Tiyatroları Açılımı”.
Ya da… Öyle bir yorum çıkacak ki ortaya oyun Jüliet üzerine kurulmuş , Romeo bile figüran…
Belki de tüm şartlar “mevzuat”ın zorlaması .
Siz bu “mevzuatla” nasıl “özerk” olacaksınız?
Aslında “kafayla” demek daha doğru ama!

Melih Anık

22 Ekim 2009 Perşembe

Tiyatro Stüdyosu’nda “ Şölen ” - Ahmet Levendoğlu’nun “Buffini Menü”sünü “Okuması”

Özet
Oyun , yılın oyunu, yönetmeni, oyuncusu, sahne ve kostüm tasarımı dallarında ödül alacak düzeyde .
Yılın keyifli ve sanatsal niteliği yüksek oyunlarından biri . Yönetmen adayının, oyuncunun ve tiyatro severin kaçırmaması gerek.
2 saatlik tiyatro “Şölen”i . “Absurd” tatları ile bir yemek ziyafeti ; acı gerçeğin şaka gibi işlenmesi ile hayata hüzünlü bir gülümseme.
Menü
Sürprizlerle dolu oyunu anlatmak “seyrin keyfini” kaçırmak olur. O nedenle ayrıntı vermeden genel hatları ile oyundan bahsetmek gerekiyor.
Şölen, kocasının(Lars-Payidar Tüfekçioğlu)) son kitabının başarısını kutlamak üzere Paige(Zuhal Olcay) tarafından dostlara verilen bir akşam yemeği davetinde geçer.
Şölen’in davetlileri Lars’ın eski sevgilisi Wynne(Funda İlhan) ve depresyon geçirdiği için son anda yemeğe gelemeyen ama gıyabında yapılan konuşmalarla oyuna katılan , Paige’in de yakın arkadaşı olan kocası ; Lars’ın arkadaşı Hal (Özgür Yalım) ve onun seksi ama “iki kulağı arası boş” karısı Sian (Ayça Bingöl) dır. Kendisini bir hırsız olarak tanıtan , sosyal sınıfı farklı genç bir adam,Mike(Gökçer Genç) ve oyunun sessiz tanığı ama sanki “özeti”, garson (Güçlü Yalçıner) oyunun diğer karakterleri . (Bir tek garsonun ismi yok)
Oyun menüye paralel yürür. 2 saat arasız oynanan oyun , menüdeki yemeklere paralel kararır, aydınlanır, değişir , gelişir. Aperitif ile rahat bir atmosferde başlayan oyun , ana yemeğe doğru ısınır, yemek sonundaki tatlı ile “tatsızlaşmaya” başlar.
Aslında bu anlatım biçimi , yazarın oyunda ifadesini bulan anlatımına çok uygundur. “Dondurulmuş atık tatlısı”nın lezzet ile yenmesini duymak çene kaslarınızda nasıl bir duygu yaratıyorsa yazar oyun boyunca böyle zor bir menüyü seyircinin önüne koyar.
Aslında dekoru ve ilk cümlelerdeki “tonlaması” ile oyun, seyirciye bir şeylerin olacağını haber verir. (Bu , müziği ve Muammer Esi’nin sesiyle, dinleyenleri polisiye bir oyuna hazırlayan “Radyo Tiyatrosu” günlerini hatırlattı bana.) Paige’in öve öve bitiremediği garsonun rahatsızlık verici “sessiz duruşu” önünde geçen Paige ile Lars’ın nezaket ile zarflanmış iğneli diyalogları olacakların habercisidir sanki.
Oyun dergisinde Ahmet Levendoğlu’nun da vurguladığı gibi yazar , pek çok yere doğru çekilmeye (sürüklenmeye?) müsait bir metin oluşturmuştur. Görünen ile keyif alabilirsiniz ya da metaforları “okuyarak” keyfi , oyundan sonraya da taşıyan çeşitlemeler yapabilirsiniz.
Ama bu durum , oyunu yönetecek olana zor bir görev vermektedir.Kontrolü kaybetmeden, altında kalıp, sürüklenip dağılmadan oyunu sağ salim sona ulaştırmak için usta bir yönetmen olmak gerek , Ahmet Levendoğlu gibi.
Yönetmen okumuş, dinlemiş ve kendi bildiği yönü/kontrolü kaybetmeden ,fırtınalardan geçirerek gemiyi limana ulaştırmış. Bu da onun usta kaptanlığından .
Tüm bunlara ve de yazarın kazandığı ödüllere bakarak , Şölen(Dinner)’in metin olarak kusursuz bir oyun olduğu sanılmamalı . Şölen iyi yazılmış ama bazı sahneleri fazla uzun bir eser. Sanki yazar atmaya , yönetmen de budamaya kıyamamış.
Bu nedenle özellikle başlangıçtaki tempo düşüklüğü metinden kaynaklanıyor. Oyun ilerledikçe toparlanıyor. Belki bazı sahnelerin kısaltılması tempoyu arttırabilir ve nisbeten zor geçen ilk bir saati daha zevkli hale getirebilir. Ama bu haliyle bile oyunda gitgide artan keyfin hatırına seyirci şölene katılmalı.
Ustalar Geçidi
Yönetmen adaylarının “yeni okuma” adı altında yaptıkları “atraksiyon”ların hakim olduğu tiyatromuzda usta bir yönetmenin “okuyarak” metni ortaya çıkaran çalışması , “ders” niteliğinde.
7 iyi (mükemmel desem de abartmamış olurum) oyuncunun karakterleri ince ince çözerek sergiledikleri bir tiyatro keyfi var oyunda. Hiç kuşkusuz bu sahneleme, oyunu kaynağında (İngiltere’de) bile zevkle seyrettirir.
Zuhal Olcay, Paige’i bize kazandırırken , Paige de bize Zuhal Olcay’ı yeniden kazandırıyor . Onun sahneden ışık yayan , benzeri az olan kadın oyunculardan biri olduğunu hatırlıyoruz yeniden. “Yeni yetmeler” , onu şarkıcı sanacaklardı nerdeyse.
Payidar Tüfekçioğlu sesi ,fiziği ile önemli bir oyuncu.
Funda İlhan ve Ayça Bingöl , oyunun , Türk Tiyatrosu’nun aldıkları sayısız ödülü hak etmiş kadın oyuncuları.
Özgür Yalım yönetmenliğinin yanında iyi bir oyuncuymuş meğerse .
Gökçer Genç ve Güçlü Yalçıner bu takımın başarılı genç erkek oyuncuları.
Teknik
Işık atmosferi anlatmaya bu kadar yardımcı olur. Hem “karanlık” hem aydınlık. Olur mu? Oluyor!
Kostümler titiz bir çalışmanın ürünü. Karakterleri , sözlerinden önce tanıtıyor.
Dekor oyuna çok yardımcı oluyor. Dönen platform yerinde bir çözüm. Şeffaflığı sağlayan duvar yapısı oyunun atmosferine çok uygun.
Ahmet Levendoğlu’nun derlediği ve oyuna çok yakışan barok müziklerin bir cd’si yapılsa da alsak.
Göze Batan
Garson kapıyı açmaya giderken ayni koridoru kullansa ; tercümedeki bilerek seçilmiş de olsa “linkimiz”, “helal mal” üzerinde yeniden düşünülse…
İpucu
Oyun hayat, ölüm, öç alma üzerine soru ve sorunları “açan” bir felsefi derinliği tartışan bir eser.
Birbirine paralel koşan ve gidişatları ile birbirini dengeleyen ama bir kişi etrafında bütünlenen hikayelerin toplamı. Güneşin doğuşu ile alnınızda gezinen sabah rüzgarını duyarken günün sonundaki batışı hatırlamanın iç burkan dokunuşları var içinde.
Yıllar yılı biriktirilmiş, içe atılmış kabuk bağlamış kılıç yaralarının artık alışılmaya başlanan sızısını yüksek sesle paylaşmak . Ve giderken geride kalan şaşkınlık anının şoke eden tokadı.
Başka bir bakış açısıyla tuzu kuru olanların renkli yaşamlarının nasıl bir “atık tatlısı” kıvamında olduğu. İçiçe geçmiş ilişkilerin yıllar sonra paylaşılması ya da eski defterlerin açılmasıyla insan denen yaratığın dayanma sınırlarının hayret verici genişliği..
Herşey doğal . Bulutlar var ama yağmursuzluğun yarattığı sıkıntılı bir hava . Ama………..İlerleyen gece, sakladığı sırları ve kişiler , eteklerindeki taşları dökmeye başladıklarında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve şişeden çıkan cin geri dönmeyecek. Gece gebe.. Ölüm mü doğacak yoksa ?
Yazar
Yazar Moira Buffini , 1965 doğumlu. Bazı kaynaklarda “in-yr-face” içinde anılıyor. Anlatımında acımasız bir keskinlik, dudaklara kondurduğu gülümsemeyi bıçak ile oyuyormuş gibi bir hal var. Dialoglar ile yarattığı karakterlerin derinliği , hikaye diliyle bile ancak bu kadar iyi anlatılır . Özellikle karakterler arasında tez ve antitezleri sadece söyledikleri sözlerle değil temsil ettikleri sınıfsal konumları ile veriyor. Ayni akış içinde sınıfsal ve kişisel gelişmelerin birbirleri ile ilişkileri çok iyi düşünülmüş. Bir karakterin ölüme yürümesine paralel bir doğumun müjdelenmesi ; bir yalancının oyunun içinde acı , karamsar gerçekleri vurgulaması ; ağızdaki zevk sözcüklerinin sözün içindeki tatlar ile çelişmesi sonucunda ortaya çıkan durumun bıraktığı acılı ve derin iz... Atık yiyen birinin bundan zevk aldığını söylemesine paralel ölümün şölene dönüştürülmesi.. “Tatsız” tatlı , “doğal” hırsızlık, “acımasız” ahlaksızlık , “hain” öpücük ile yaratılan labirentler..
Telefona Mesaj – Posta Kutusu’larına e-mail
Ey insanlar ! Yakından dinlerseniz mutlaka kendi hayatınızla benzer bulacağınız anlar, yanlar var sahnede. Tıpatıp değil elbette ama içinde sizin de hikayeniz var.

Melih Anık

Not:
Affediş
Oyunun prodüksiyonu’nda Aysa var. Bu oyunu seyrettikten sonra , geçen sezonlardan birinde oyunu son anda iptal ederek aldığım bilet ile beni tiyatronun kapısında bırakan Aysa Prodüksiyonu affettim.

20 Ekim 2009 Salı

İBŞB Şehir Tiyatroları’nda “Çıkmaz Sokak” - Tuncer Cücenoğlu / Mazlum Kiper

Tuncer Cücenoğlu’nun 1980 yılında yazdığı Çıkmaz Sokak İBŞB Şehir Tiyatroları tarafından bir kere daha sahnelendi.Oyun ile ilgili yazarın açıklamalarından oyunun hem yurt içinde hem yurt dışında yüzlerce tiyatroca sahnelendiğini , Almanca,İngilizce ve Yunanca olarak yurt dışında da sergilendiğini öğreniyoruz. Oyun Fransızca,Romence ve Rusçaya da çevrilmiş.
Oyunun , benzerlikler taşıyan Ölüm ve Kız isimli oyunun arkasından sahnelenmesi ise şanssızlık.
Ama Ayşe Nil Şamlıoğlu, bu yılın repertuvara aldığı Dünyanın Ortasında Bir Yer ,Tarla Kuşuydu Jüliet gibi oyunlarda da ortaya çıktığı üzere nispeten kısa süreler içinde oyunların tekrarında bir sakınca görmediği mesajını bize iletti. Herhalde daha önce yarım kalan ve de içine sinmemiş bir şeyleri tamamlamayı gönlünden geçiriyor .
Çıkmaz Sokak 1981 yılında Milliyet Sanat Dergisi’nce düzenlenen oyun yazım yarışmasında Abdi İpekçi ödülünü almış. Cücenoğlu seçici kurul üyelerinin Haldun Taner,Necati Cumalı ve Ergin Orbey’in olmasından duyduğu övüncü belirtirken galiba diğer yandan oyunun “dokunulmazlık” çerçevesini de çizmek istiyor. Öyle ya oyunu bu değerli isimler beğenmişse beğenmemeye kim cüret edebilir?
Tiyatro oyunu sahnede soluk bulur. Yazılı metnin değeri sahnede anlaşılır. Bu anlamda oyunu oluşturan tüm ögelerle (yönetmen,dekor,kostüm,ışık ve tabi ki oyuncu) bir bütündür. Zaman , oyunun direncini de sınar. Birbirine yakın dönemlerde ayni oyun farklı yorumlarla farklı algılara neden olabilir. Ama aradan geçen zaman uzadıkça , tanımlar,algılar değiştiği ,artık yeni bir dünyada olduğumuz için oyun anlamını yitirebilir. Oyunların kalıcılığı ise zamana direnmeleri ile anlaşılır.
Bu yazı çerçevesinde paylaştığım görüşler 80 li yıllarda oyuna ödül veren Hocaların görüşlerini haksız çıkarmaz. Zira aradan geçen 30 sene sonra bu oyun başka bir zaman dilimine hitap etmek üzere seçilmiştir. Artık ülkemizde ve dünyada yaşayan tüm insanlar , sinemanın da etkisi ile türlü çeşitli işkenceler, öç almalar görmüştür. İşkence, öç alma algısı ,hukuku değişmiştir.
İBŞB şehir Tiyatroları bu oyunu şöyle tanıtıyor:
“Çıkmaz Sokak, Yunanistan’daki “Albaylar Cuntası” döneminde görülen toplumsal çatışmayı ve dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşanan darbe süreçlerini ele alıyor. Tuncer Cücenoğlu’nun yazdığı, Mazlum Kiper’in sahneye koyduğu “Çıkmaz Sokak”ta, şiddete karşı şiddet üretmenin değil, yalnızca demokrasinin “çözüm” olabileceği vurgulanıyor.”
(http://www1.ibb.gov.tr/tr-TR/SehirTiyatrolari/Haberler/HaberDetay.html?HaberId=256)
Bu topraklarda yaşayanların yaşamlarına mıh gibi işlemiş “cunta” ile çerçeve genişletiliyor ve “dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşanan darbe süreçlerini ele alıyor” haberi ile konunun odaklandığı nokta ile de sözün dönüp dolaşıp getirildiği düzlemi anlıyorsunuz.
Bu açıklama, yapılan basın toplantısının ardından basında :
“İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, sezon açılışını Yunanistan'daki askeri darbeden hareketle, askeri darbeleri eleştiren ve işkencenin sorgusunu yapan "Çıkmaz Sokak" isimli oyunla yapıyor” şeklinde “büyütülüyor”.
Başlığın hemen altında “Oyunun yönetmeni Mazlum Kiper, Yunanistan turnesine çıkmayı planladıklarını söyledi” haberi var.
Yabancı Damat dizisinin “Yabancı baba”sının oyunun Yunanistan “kök”ünü ve Yunanistan’a turneyi gündeme getirmesi de dudaklarınıza “hain” bir gülümseme ile yapışıyor.
Zira Kiper bununla kalmamış ve "Yurt dışında da bu oyunu oynayabiliriz. İnsanlar bu oyunu gördüklerinde pek inanamayacaklar 'Türklerde kendilerini sorgulamaya başlamış bu ne gelişmedir' diyecekler. Bu çok iyi bir şey olur" demiş. Oyun sayesinde Türkiye'deki demokratik değişimi yabancıların da fark edeceklerini belirtmiş.
Oysa ki oyun 1986 dan beri Türkiye’de oynanmakta… (12 Eylül, 1980 de idi.)
Bir oyunun yurt dışında bu anlamda alkış beklemesini yadırgadım. Hele de bir tiyatrocunun ağzından…
Öte yandan hem bir taraftan Türkiye’deki gelişme ile övüneceksiniz öte yandan oyunu Yunanistan’daki albaylar cuntası ile anlatmaya kalkacaksınız.
Bu ülkede işkence denilince neredeyse her ailenin burun direği sızlıyor. Sahnede anlatılan olay yenilen yumrukların yanında fiske kalır. Türkiye’nin bir gerçeğini Olympos dağındaki Zeus’tan bahseder gibi anlatmanın komikliği açık değil mi ?
Hele geçen zamanla değişen algılamaların,uyum yasalarının çerçevesinde oluşan yeni atmosfer içinde, siyaset tarafından da desteklenen bir konu olduğu halde tiyatrocuların sokaktaki (Beyoğlu’nda ağzına mikrofon tutulan) adamın ,Türk sinemasının hatta tv lerdeki dizilerin gerisinde kalması ne kadar acı. Kendini sansürleyen tiyatrocu da bizde var.
Bu oyunun sahnelenmesi çok isteniyorsa konunun yeniden ele alınması ve değişen şartlara göre yeniden düzenlenmesi , yazarı hayatta olan bir oyun için imkansız mı? Komedi gibi sahneye yansıyan eskimişliği ortadan kaldırma çabası gösterilemez mi ?
İşte bu yapılamadığı için haber, basına “Tiyatro, darbecilere 'Çıkmaz Sokak' diyecek” başlığı ile yansıtılır.Bu ise , sanatın gücünü yeterince kullanamadıklarını sık sık dile getiren benim gibi biri için bile, Türk Tiyatrosu’ndaki diğer çabalara haksızlık olur.
Basına bu kadar “malzeme verenler”, oyun dergisindeki yazılarında “cunta”dan falan söz etmemişler, “İnsan”a ağırlık vermişler.Ve “Karşısındakine isteğini kabul ettirme esasına dayalı işkence eylemi”nin altını çizmişler. ”Bana işkence edene benim de işkence etme hakkım doğar” cümlesi ile de Cücenoğlu’nun oyununun çerçevesini çizmişler.
O halde nereden başlamalı ? Oyun çevresinde yaşanan sürecin çizdiği “zikzak”ları nasıl yorumlamalı ?
“Reklam yapmışlar” canım diyebilirsiniz. Olur o kadar ! “Hamsinin boyanmasına” benzer “bilmecenin yanıltmacası”dır . Öyle mi ?
Oyunun “özü”ne bakalım önce.
Celika(Hümay Güldağ), kardeşinin(Lilika-Aslı Narcı) cinsel cazibesini ve işkencecinin (Spanos-Erhan Özçelik) zaafını kullanarak kendine işkence yapmış birinden öcünü almak istemektedir . Celika “mağdur”, Lilika ablası için fedakarlık yapan bir “aracı”, Spanos ise işkenceyi görev için yapmış bir adamdır. Gerçi Spanos , “Bizimkiler düzene el koydu” ile bir guruba olan aidiyetini sahneye taşır ve sokaklardaki terörün de karşısında bir milliyetçi yurttaş “duruşu” gösterir ama kendini savunurken görev bilincini(?) öne çıkaran bir “insan”dır.(kul mu?) Celika, Spanos’un oğlunun başka bir yerde göz altında tutulmakta olduğunu söyler. Babanın eli ayağı buz keser. Tehditin rengi değişir. Senaryonun yalanını Lilika ortaya çıkararak oyunu bozar. Ve oyunun anlam yüklü cümlesini de o koyar: “Bu adamı cezalandırmak çözüm değildir onu üreten düzeni yok etmek gerekir.”Celika ise “Onları cezalandıracak düzeni kim kuracak” sorusu ile hem umudu hem umutsuzluğu vurgular.
Sanıyorum bu senaryoyu tiyatroda , sinemada , romanda, hikayede kerelerce gördük , okuduk.
İşkence ve öç alma edebiyatın sarsılmaz kalelerinden biridir. Taraflar ve yarattığı gerilim çok kullanılmıştır. Vietnam savaşının ardından dünyayı saran tek kişilik ölüm makinalarının “kahraman”(?) portrelerinin beslendiği kaynak, çağlar öncesinden “kök”lenmektedir.
Herhalde , oyunla anlatılmak istenen “devlet eliyle yapılan işkence”dir. Oyun, başka mecralarda dolaştıktan sonra mesaj, oyunun sonundaki iki cümleye sıkıştırılır. Başından sonuna kadar kişisel işkence ve öc alma ekseninde gelişen oyunda bu mesaj yerine oturmuyor. Metin buna izin vermiyor yönetmenin de niyetinin bu olmadığı kendi ifadelerinden açıkça belli.
Oyunu “dolduran” diyaloglar artık zaman içinde yıpranmış konuların arka arkaya getirişinden oluşuyor. Raftan alınan kitapların isimleri üzerinde yapılan yorumlar; polis olma hikayesi ; mutsuz evlilik hikayesi ; mağdurun çektikleri ; “oğlun mu?” “ata bindin mi?”, “Adam öldürdün mü?” soruları ile kurulan/beslenen(?) diyaloglar ; “Bu sözleri çok kıza söyledin mi?” , “Dans et benimle” , “Sarhoş ol beni çıplak görme” sözleri ile Kadir İnanır’lı (Erhan Özçelik de hatırlatıyor doğrusu) Türk filmi dili , oyunu akıtmıyor, “atmosferi” oluşturmuyor. Saf bir genç kız , birden baştan çıkarıcı bir amazon oluyor ve işkencecinin kucağına atlıyor, iskemleye tersten biniyor. “Yoksulluğun kader olmaması”, “her şeyin değişeceğine inanma” söylemleri, nefesi tıkanmış birinin dağı çıkmasına benziyor. Ama en garibi ilk yarım saatin sonunda perde kapayan “Ablan mı?” sorusu. Karşısına birden çıkarak yüzüne silah doğrultulan adam o atmosferde bu soruyu soruyor. “Sen de kimsin?”in daha anlamlı olacağı bir yerde “Ablan mı?” sorusu da işte bu “diyalog ittirme” çabasının bir ürünü. Zira bu soruyla bir sonraki sahne hazırlanıyor.
Yönetmen ise basın karşısındaki “reklamın” tersine oyunu “global”leştirmek için “soyut”a tutunmaya çalışıyor. Işığın, müzik setinin düğmeleri “sanal” ama raftaki kitaplar gerçek. Yıllarca öç alacağı günün hayali ile yaşayan Celika’yı “rambo” kıyafeti içinde “sertleştirirken” oyun sonunda düşen beyaz perdeler ile ayni sembolleştirmeye sarılıyor. Bu sembolleştirme , tavandan sarkan avize, dört başı mamur döşenmiş mobilyalı oda ile kafa karıştırıyor. Birinci perde sonunda kendi kendine değişen ışıkla mavileşen sahne bizi yeni bir “mod”a sokma çabasında.
İkinci perdedeki cellat-mahkum sahneleri , mahkumun cüssesi altında her an dağılacakmış gibi duran sandalye düşünülünce , “gibi yapma” esaslı tiyatro bile isyan ediyor.
Kiper, "Elbette bu bir 12 Eylül sorgulanması” demiş . Yapmayın ! Bir ülkenin iç dinamiklerini göz ardı ederek , 1974 Kıbrıs harekatının Albaylar Cuntası’nı bitirdiği ile övündüğümüzü de yazıyor tarih. ( İyi ki Vietnam savaşını da bitirdik dememişiz. Malum hepsi ayni tarihlere denk geliyor.) Ama olmadık şeylere olmadık söylemler yüklemeye meraklıyızdır. Darbeleri ve işkenceyi sorgulamanın sanatsal ve çağdaş dili bu değil ! “Apolet takarken” dikkatli olmalıyız.
Aradan geçen 30 yıl sonra bu oyun, emeğini tiyatroya vermiş olan bir tiyatro adamına teşekkür anlamı taşımak üzere “iri laflar etmeden” sahnelenmiş olsa bu kadar söze gerek olmazdı. Seyirci de Türk Tiyatrosunun bir evresine örnek olarak oyunu seyreder , konu kapanırdı.
Gündemin rüzgarına kapılarak, tiyatro ile gündem oluşturmak yerine gündemin kuyruğu olmak , kaş yapayım derken göz çıkarmak olur.
Tiyatromuz önce kendini eleştirmeli.

Melih Anık

13 Ekim 2009 Salı

Müzikal Oyuncusu Olmayan “Müzikal”(?) Oyun : Kabare (Yoksa “Cabaret” mi?)-İBŞB Şehir Tiyatroları

İBŞT’da “Cabaret”nin galası 6 Nisan 2009 günü yapıldı. Yazılana göre “Bir Gala Rezaleti” yaşanmış.
Biz oyunları galalarında değil, bilet bulabildiğimiz seanslarda izlediğimiz için “rezalete” tanık olmadık. “Ağzına kadar dolu salonda” Şehir Tiyatroları çalışanı da tanımadığımız için özel koltuk da konulmayacaktı bizim için. Tiyatro jürisinde de olsan ne yazar. Onlar da kapıda kalmış. “Günümüzün yaklaşık 3 saatini yollarda ve yağmur altında harcamadık” ve “geldiğimiz salondan çıkmak zorunda kalmadık.”
O öfkeyle biz de “İstanbul Şehir Tiyatroları iyi yönetilmiyor. Bu yönetimin derhal gitmesi gerekli. Nasıl olsa ben oyun koyuyorum, kimseye hesap vermek zorunda değilim, anlayışıyla daha ne kadar yol alacaksınız bakalım” diye yazacaktık belki de.(Kehanet gibi..)

O yönetim gitti . Yenisi iş başında.

Ben Alkaya ile Şamlıoğlu arasındaki ne farklar var diye düşünmekteydim. Galiba birini buldum :
Orhan Alkaya döneminde bastırılan oyun kitapçığının kapağında “Cabaret” yazıyor,altında da “Kabare”… Şamlıoğlu döneminde ise kapakta “Kabare” yazıyor.”Cabaret” yok. Gerçi içerdeki Yücel Erten’in yazısının başlığı hala ““Cabaret” Müzikali Üzerine” ve de sahnede ise filmden alınmış “Cabaret” var ama. Sonuç : Yazılışları farklı ama okunuşları ayni.

Gala gecesi salonda yer bulanların oyun ile ilgili sıcağı sıcağına yazdıkları eleştiriler var. Neler okudum neler.. Sizin için özetliyorum :

“Emcee’de Mert Turak’a gelinceee… Yaratıcı iradesinde aralıksız hareketi geliştiriyor, içsel yaşam akışını kuruyor, Emcee’nin canlı organizmasını arıyor.”

“Senan Kara’yı izlerken, önce duygulanımları ve dış görünüşü üzerinde odaklandım, ama dramaturjik düşüncemi de devreye sokarak rol üzerindeki çalışmasını değerlendirmeyi savsaklamadım. “Cabaret” çalışması için de her ne kadar kimi şarkılarda (özellikle final bölümlerinde) sesi perdesizleşiyorsa da sahnesel aksiyonu ruhundan bedenine, merkezden çevresine, içselden dışsala, duyumsadıklarından fiziksel biçimine doğru bir hareket oluşturmasını bildiğini söyleyecek, “bravo” diye de ekleyeceğim.”

“Can Başak Clifford Bradshaw’u bir dizi kesintisiz bağımsız süreçten türetiyor ve bunların her birini sırasıyla belli bir yönelimin icrasına yöneltiyor. Kendi içinde Bradshaw’ın arzularını ve itkilerini oluşturuyor.”

“Hakan Arlı, performansını çok sınırlı özellikler halinde parçalamış”

“Müziklerin oyunda çözümsel model olarak kendilerini göstermelerinde elbette Çiğdem Erken’in rolü var. Ritmi ölçüyü, zamanlılığı vektörlerin gizli ve gözle görülebilir güzergâhını pek güzel değerlendirmiş.”
“Sahnenin büyücülerinden Osman Şengezer, çok tablolu bir sahne düzeni tasarlamış. Stilize ettiği paravanlar Dünya Savaşının barbarlığına, sanat alanındaki ve gündelik hayattaki entelektüel katılığa sanki bir protesto niteliğinde. Kulis ve pansiyon odalarının girintileri ve çıkıntıları mantıksızlıkları ve varolan sanatsal düzeni yadsır gibi.”
“Adı “seyircisini düş kırıklığına uğratmayan yönetmenler” arasında sayılan Yücel Erten hafif, eğlenceli, ileti kaygısı olmayan bir tiyatro türü olan müzikali, usta işi bir sahnelemeyle egemen sınıf ve toplum düzenine karşı çıkan bir oyun haline getirmiş.”
“Oyuncuların çoğu sezonda pek çok oyunda yer alıyor buna rağmen danslar,uyum,şarkılar alıp götürüyor sizi.”
“Sahneler birbiriyle dengeli, dekor değişirken zaman kaybedilmiyor, tempo düşmeden oyun sürüyor.”
“Oyunda bir yandan Kit Kat Club’daki aldatıcı eğlenceyi izlerken bir yandan da bir ülkenin nasıl faşizme teslim olduğunu “ibret”le takip ediyoruz.”

“Mert Turak, Mert Turak, Mert Turak… Gülerken ağlamak, mutsuzken seyirciye umut saçabilmek bir oyuncu tarafından bu kadar anlatılabilir.”

“ Senan Kara Sally’yi güzel tahlil etmiş, jest ve mimiklerine bu karakterle ilgili pek çok nüans eklemiş. Kaba konuşuyor, şarkıları sert söylüyor, yer yer yüzü-vücudu seğiriyor, arzularına köle olabiliyor vs vs”
“Oyunda Kabare’nin havası, harika şarkılar ve danslarla başarılı bir şekilde veriliyor seyirciye. Bazı danslarda ve sahnelerde minik minik uyumsuzluklar göze çarpsa da oyunun yeni başlamış olduğunu ve şarkı söyleyen, dans eden herkesin tiyatro oyuncusu olduğunu düşünürsek ben başarılı buldum. Yücel Erten, tüm ekibin oyunculardan kurulu olmasını “Tiyatro sanatının mertlik yasası”na bağlıyor.”

Bunları okuyan merak etmez mi ?
Biz de merak ettik. Kalktık gittik Sadabad’a… Son anda okuldan öğrenciler gelmese sahnedekiler bizden kalabalık olacaktı . Rahat bir ortam yani. (Kusarcasına öksüren ve devamlı gülme sesi çıkaran seyirciyi saymazsak..)
Cabaret , Haldun Dormen ile Brecht arasında kalmış : “Epik Dormen Müzikali” ! (Epik dedimse “Türk epiği” )
Yücel Erten, program kitapçığında: “Bu müzikalde operadan ve baleden davet edilmiş konuk sanatçı yok. Tiyatro sanatının mertlik yasasına göre, tepeden tırnağa ve köşeden bucağa İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun sanatçıları ile sahneleniyor. Üstelik yaka mikrofonlarının ve hoparlörlerin desteğine başvurmadan, akustik düzlemde gerçekleştiriliyor,” diyor.
Keşke bunu demeseymiş. Oyuncular bu sözü doğrulatmak için kendilerini “parçalıyor”.”Akustik düzlem” falan da yok.
Şehir Tiyatrolarında “Tepeden tırnağa,köşeden bucağa sanatçı” ne demek anlamadım doğrusu.Ama “şık” duruyor !
Yücel Erten ,geçmişi nedeniyle saygı duyulan bir yönetmen. Prensip sahibi….Tek başına ekol . Ama Şehir Tiyatrolarına bu “gazı” vermek , o kadroyu kurtarmak size mi kaldı Hocam ? Şehir Tiyatroları’na davet edilmişsiniz. Önce oyununun başarısını düşünsenize. Tüm Türkiye’de daha uygun Emcee , Sally , Bradshaw ve diğerlerini bulamaz mıydınız? (Bir an Okan Bayülgen’in yüzü geldi gözlerimizin önüne Emcee için..Hiç değilse daha medyatik olurdu.) Kafanıza uydu ki kabul ettiniz. O zaman kabahat sizin !
Oyuncularda kabahat yok .. Reddetseler başka kabul etseler başka bir sorun .Mecburen oynuyorlar ama bir de onlara sorun. (Sormaya bile gerek yok,sahnedeki halleri itiraf gibi!) Bana kalırsa oyun bir an önce kalksın diye dua ediyorlardır. Ben onların yerinde olsam geceleri uyuyamazdım doğrusu.
Aralarında mayası iyi oyuncular var. Mert Turak, Eraslan Sağlam , Işıl Zeynep Tangör , Senan Kara Tutumluer gibi…Ama müzikal oyuncusu olmaları için çok zaman ve gayret gerek.
Bundan böyle “mertlik yasası” diye bir de yasamız var . (Yaka mikrofonu kullanan namert….)
Oyunda yaka mikrofonu kullanılsa bence daha iyi bir oyun çıkardı ortaya. Amaç da o değil mi zaten!
Şarkı söyleyenlerde bir “epik yorum” (?) hevesi. (Ya da kaçışı.. “Aslını yapamadık epik olsun bari!”)
Besteler , bizim gırtlaklara yabancı . (Kulaklara da ….) Hele ki sahnedekiler için özgün olanı çıkarabilmek olanaksız.
Dans dersen… On yılda bir böyle bir rol gelirse , ne yaparsın ? Birkaç ayda da olmuyor tabi..Selçuk Borak da oyuncuları iyi tanıyor. Yeteneğe göre hareket vermiş, çalıştırmış ama boşuna. Haldun Dormen müzikallerinin artık “milli” olmuş dans hareketleri bile sahnede “amatör” . Borak ne yapsın!
Şengezer gibi bir Dormen müzikallerinin ustası bile soluk/sönük/dağınık kalmış .
Işık “aydınlatmış”. Bazı sahnelerdeki takılmaları teknik hata sayıyorum. Ama bu kadar cılız takip spotu olur mu ?
Keşke Cabaret’i Kabare yazar gibi çözülebilse her şey değil mi ?
Ne Emcee canlı organizma arıyor ne Sally’nin vucudu seğiriyor…Ruhtan bedene,merkezden çevreye, içselden dışsala akan sahnesel aksiyona rastlamadım . Kesintisiz bağımsız süreçleri aramak nafile. Vektörlerin gizli güzergahı yok. Sanatsal düzeni yadsıyan oda girintileri saklanmış,görünmüyor. Pek çok oyunda rol almalarına rağmen oyuncuların "beni götüren dans ve şarkılar" bize denk gelmedi anlaşılan. Paravanların entelektüel katılığa protestosunu ara ki bulasın.
Oyuncunun kompartmanda “sallanma”sı ile verilen trenin hareketini buluş mu sayıyorsunuz ? Hele biri sallanır diğeri bakarken ?
Oyunda tempo düşük. (En hızlı sahneler ,dekor değişirken olanlardı.)
“Mertlik yasası” kanıtlanamadı .
Yücel Erten beni düş kırıklığına uğrattı.
Toplum düzenine karşı çıkış da “Hükümet gider hükümet gelir… “ “Karşı çıkmazsan desteklemiş olursun” , ”Her şey yoluna girer” ile mi olacak? “İbret” mi çıkaracağız “fısıltı”dan? “Kaybedecek bir savaş kaldı mı?” ile kendimizden mi geçeceğiz ? Oyunun en etkili sahnesi Nazi marşının okunduğu sahne idi. Ne talihsizlik!
Cabaret’den “Egemen sınıf ve toplum düzenine karşı çıkan oyun” çıkarma arayışı/gayreti boşuna!
Şimdi oyun epik anlayışla yorumlandı demeyin lütfen. Dünyada bu tür müzikaller nasıl oynanıyor bilirsiniz elbette. Cabaret nasıl oynandı ? Brecht’i de “kendimize uydurmadık” mı yıllarca ?
Müzikal oyuncusuz müzikal bu kadar olur! Yumurtasız menemen gibi…

Melih Anık

9 Ekim 2009 Cuma

Sessiz Sinema’ya Tiyatro Sahnesinden Saygı Duruşu : Lourcine Sokağı Cinayeti - Semaver Kumpanya

Semaver Kumpanya’nın bu sezonki yeni oyunlarından ilki “Lourcine Sokağı Cinayeti”, Fransız yönetmen Daniel Soulier’in yönetmenliğinde İstanbul Fransız Kültür Merkezi sahnesinde izleyici ile buluştu.

Eugène Labiche, yabancımız olan bir yazar değil. 1961 yılında Ulvi Uraz, Eugène Marin Labiche'in bir oyununu “Para İsteme Benden” adıyla oynamış. 1992 yılında Bakırköy Belediye Tiyatrosu Lourcine Sokağı Cinayeti’ni sahnelemiş . 2000 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda Hasır Şapka isimli oyunu oynandı .
Labiche’in eserleri pek çok ülkede oynanmış. 1923 yılında Lourcine Sokağı Cinayeti , sinemaya da aktarılmış.

Oyun fars türünün başarılı örnekleri arasında sayılıyor.

Daniel Soulier yakın zamanda Camilla Barnes ile Maupassant’ın dört öyküsünü sahneye taşıdı. Yanılmıyorsam Mehmet Ulusoy'un sayısız oyununda da rol alan Daniel Soulier “bizden biri ”.

Semaver Kumpanya , oyunu kendi sitesinde şu satırlarla duyuruyor : (Medyaya dağıtılan metin de ayni olmalı ki her yerde ayni haber var. )
“Bir sabah Paris’te, mirasyedi Lenglumé akşamdan kalmış bir şekilde uyanır. Bir gün öncesinden aklında kalan sadece yeşil şemsiyesinin kaybolmuş olduğudur. Yatağında kendisiyle aynı durumda olan bir yabancı da vardır : baş aşçı Mistingue. O da isminin baş harfleri olan J.M. işlemeli mendilini kaybettiğini hatırlamaktadır. Kahvaltıda Lenglumé’nin karısı, Lourcine Sokağı’nda işlenen korkunç bir cinayetle ilgili bir haber okur. Katiller, cinayet mahallinde, yeşil bir şemsiye ve J.M. harflerini taşıyan bir mendil bırakmışlardır. İki adam, katillerin kendileri olabileceğinden şüphe duyarlar."

Gelgelelim oyun başlar başlamaz Lenglumé “Şerefsiz” Şeref, Mistingue “İnek” Argun , Potard Polat, Justin Sadık, Norine Nermin olarak karşınıza çıkıyor. Değişmeyen(?) ise “Lursin”(Lourcine) Sokağı !
(Medyaya dağıtılan özetin de bilinçli bir seçim olduğunu düşünüyorsunuz. Bu kadarcık bilgi sızdırdığım için Semaver Kumpanya’dan özür dilerim. )

Oyunun dönemi ile tek ilişkimiz Şeref ve Argun’un favori-sakalları..

Pantolunun paçalarını çoraplarının içine sokmuş “Saf görünümlü uyanık uşak” Sadık ise “bizden” gibi ama sallanarak yürüdüğü zaman da çok tanıdık bir geçmiş zaman kahramanı!
Konuşmaya başladığında tuhaf, değişik bir durum ile karşı karşıyasınız. Bu “senkron kayması” size bir şeyler hatırlatıyor ama…..
Oyun ilerledikçe ve diğer kişiler oyuna katıldıkça bu ilginç sahne tekniğine alışmaya başlıyorsunuz.

Hiç şüphe yok ki oyunun başarısında oyunculuğun katkısı çok büyük.
Serkan Keskin, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak, İrem Erkaya, Uğur Senkeri mükemmel bir oyunculuk gösterisi sunuyorlar.

Ama alkışın en büyüğü , Eugène Marin Labiche ( 1815 - 1888)’in ilk kez 1857’de Paris’te sahnelenen bu farsını, konunun şimdiki zamana eskimiş geleceğini bilerek ama Moliere ile kıyaslanan ve 100 e yakın oyuna imza atmış bir yazarı hafızalarda canlı tutmak ve yeni nesillere (dünyaya) tanıtmak adına yeni bir biçim ile sahneye taşıyan Fransız aktör, yazar ve yönetmen Daniel Soulier’ ye… (Ülke tiyatrosuna yaptığı katkının bazılarına ders olmasını dilerim.)

Bu açıdan bakıldığında konunun hiç de önemi yok . İsimlerin de..

Sahnedeki teknik , sessiz sinemaya , Şarlo’ya (Charlie Chaplin (1889 - 1977)) saygı duruşu gibi.
Sanki sessiz sinema’nın tiyatro sahnesine uygulanışını izliyorsunuz.. Sessiz sinemada önce hareket sonra alt yazıda sözler gelir ya , bu oyunda da oyuncular kendi sözlerini kendi hareketleri üzerine -akışı bozmadan- kendileri söylüyorlar. Zaman zaman sahne önüne gelip seyirci ile paylaşılan iç seslerde de bu “alt yazı” etkisi var.
Abartılmış hareketler, sesleri duymasanız bile hareketlerden olayı izleyebileceğiniz naif bir sahne gösterisi sizi kısa bir süre içinde içine alıyor ve sürüklüyor.

Oyunun “Yanılmış bir kapıyım,simsiyah / hep kendi üstüme kapanıyorum” (Attila İlhan) dizelerindeki gibi karmaşık bir kurgusu var. Gazetedeki haberle başlayan ve biten bir sarmal. Bu akıl labirentinde kaybolma , seçilen teknik ile çok iyi bir uyum sağlamış.

Oyunu seyrederken beklentilerim şunlardı :
Oyunda Türkçe gazete yerine Fransızca bir gazete kullanılsa.. Hem oyun karakterlerinin “Fransız” geçmişlerine, “Lursin Sokağı”na ve de favori-sakal ile yapılan yabancılaştırmaya da uyardı. (Her ne kadar 1.Boğaz Köprüsü’nün açıldığı 1973yılına ait gazetenin o tarihte yayın hayatına henüz başlamamış olması -tüm yaşananları “yok hükmüne” indiren- “ince” bir mesaj içeriyor ama…)
Bir de oyunun bir karakteri gibi değerlendirilmiş piano ile canlı müzik olsa idi…

Kuşkusuz bu oyun , sezonun en önemli oyunlarından biri olmaya aday . Bir saat onbeş dakikanız boşa geçmiş olmayacak.

Melih Anık


Not: Bu yazı yayımlandıktan sonra Semaver Kumpanya kendi internet sitesindeki açıklamayı değiştirdi ve şunu yazdı:

"Oyun, Türkçeye çevrildikten sonra Semaver Kumpanya oyuncuları tarafından Türkiye’ye uyarlandı. Yalnızca oyuna adını veren ve cinayetin işlendiği sokak olan “Lourcine Sokağı Cinayeti” “Lursin Sokağı Cinayeti” şeklinde okunduğu gibi yazıldı ama aynen kullanıldı."

Kendi kendilerini düzeltikleri için ben de bilgi sızdırmamış oldum. Özür dileme şimdi onlara düştü galiba.

Ek Bilgi:

Fars:
“Bir komedi türü olan Fars, kalıplaşmış karakterlere, kaba bir mizah anlayışına, olamayacak durumlara ve de gereğinden fazla abartıya yerme anlayışına dayanır. Kaba tiplemeleri ve inandırıcılıktan uzak olay örgülerinden ötürü,çoğu entelektüel aydın tarafından zayıf bir tür olarak değerlendirilir.Buna karşı Slapstick komedi anlayışı gibi halk tarafından oldukça beğenilmektedir.
Farsın kökenleri Eski Yunan ve Roma tiyatrosuna, Aristophanes ile Plautus'un komedilerine ve kalıplaşmış belli tiplerle abartılı durumların ele alındığı fabula Atellana) adlı ilk İtalyan oyunlarına dayanır.
Fars terimi ilk kez 15. yüzyılda Fransa'da, tek bir eğlence biçimi içinde yer verilen palyaçoluk, akrobasi, gülünçleştirerek taklit etme, kaba saba şakalar gibi öğeleri tanımlamak amacıyla kullanılmıştı. Bunlar önceleri, dinsel oyunların arasına sıkıştırılan doğaçlama bölümlerdi. Daha sonraki yıllarda bu oyunlardan sıyrılarak bağımsız oyunlar haline geldi.Bu yapıtlardan günümüze gelen en önemli eser, Maistre Pierre Pathelin'dir (Pierre Patheline).Bu gelişmelerden sonra Fars etkisini hızla arttırdı.Kısa bir süre içersinde tüm Avrupa’ya yayılan bu tür özellikle İngiltere’de birçok örnek verdi.Bunlar içerisinde en önemlisi kuşkusuz 16. yüzyılda John Heywood'un yazmış olduğu ara oyunlardı.Ayrıca Shakspeare ve Molière de komedilerinde fars öğeleri kullandılar.
Fars, 18. ve 19. yüzyıllarda gelişmesini sürdürdü. Fransa'da, Eugène Labiche Le Chapeau de paille d’italie (1851; Hasır Şapka ), Georges Feydeau ise La Puce a l'oreille (1907; Türkçe uyarlaması: 1+1=1) adlı oyunlarıyla türün başarılı örneklerini verdiler. Fars ayrıca müzikhollerde, vodvillerde ve bulvar tiyatrolarında da yer alıyordu. 20. yüzyılda fars, Brandon Thomas'ın Charley's Aunt'u (1892; Teyze Hanım/Teyzesi/Teyzeler Karıştı) gibi oyunlarla varlığını sürdürdü
19.yüzyıla gelindiğinde sinema sanatının gelişmesi ile farsın etki bu kez beyaz perdede göründü.Özellikle Charlie Chaplin,birçok komedi filminde bu öğeleri kullandı.Ayrıca Keystone Kops ve Marx Kardeşler yaptıkları filmlerde Slapstick öğeleriyle iç içe geçmiş birer fars komedisi sundular.”
Kaynak: http://sinematvdersleri.blogspot.com/2008/09/fars.html

3 Ekim 2009 Cumartesi

“Shakespeare Sezonu” Açılıyor… “Pençeleri mi Ruhları mı” Onaracaksınız?

2009-2010 Tiyatro sezonunun ortaya çıkan ilk sürprizi , Shakespeare oyunları.
Şimdiye kadar açıklananlar :
Oyun Atölyesi – Kemal Aydoğan – “Şekspir Müzikali 7”
Aysa Prodüksiyon – Mahir Kocatürk – “ Aşk Sözleri”
Bizim Tiyatro - Özdemir Nutku - “Bana William Deyin!”
Semaver- Işıl Kasapoğlu - Titus Andronicus
İBB Şehir Tiyatroları - Romeo ve Juliet’i
Bunlara bir de Kenter Tiyatrosu-“Kraliçe Lear” ; İBB Şehir Tiyatroları – “Tarla Kuşuydu Jüliet” ve de Tiyatro Oyun Kutusu –Serdar Saatman - “Aslan Şekspir”i eklediğimizde bu yılın en çok konuşulan tiyatro ismi Shakespeare olacak.
Tiyatromuz Shakespeare’i yeniden keşfedecek… Ama anlaşılan , doğrudan söyleyemediğini Shakespeare ile “paketleyecek”. (Ben tiyatrocularımıza Güney Afrika Cumhuriyeti’nden “Gumboots” u öğrenmelerini öneririm.) Anlayan anlayacak ,bazıları “çok” gülecek. Anlamayan anlamış gibi yapacak .

Oyunlarla ilgili medyada yapılan açıklamalardan bazıları şöyle:

“Doğarız ve ölürüz: bu ikisi arasında da bir şeyler yaşarız. “7” müzikali bu “bir şeyler” üzerinedir. Ergenlikle yaşlılık arasında insanın geçtiği birtakım “durakların”, “7 perdelik ömrümüzün” müzikalidir “7”.”

“Aşk, iki kişilik bir örgütlenme şekli midir? Yoksa aşk, hep tek kişilik midir? ….karşılıksız çek gibi midir? Yoksa aşk, bir oyalanma, gözlerini dünyanın gerçeklerine kapama şekli midir? Kıskançlık bu işin tuzu-biberi mi yoksa denklerin çarpışması mıdır? Veya çiftleşmenin nedenselleştirilmesi, yani makinenin yağlanması mıdır aşk? Kimbilir belki de aşk, bir başkası tarafından benliğinizin ele geçirilmesidir? İşte “Aşk Sözleri” bu ve bunun gibi pek çok sorunun cevabını arayan bir oyun.”

“Bana William Deyin; Shakespeare hayranı, istediği rollere bir türlü kavuşamamış bir oyuncunun(Oscar’ın) bir vodvil sonrası unutulduğu tiyatronun soyunma odasında; düş ve gerçek arasında, Shakespeare metinlerinden bölümler oynaması-yorumlaması üzerine kurulu… Geçmişte bir sirkte palyaçoluk yapan Oscar, “Palyaçolar güldürür, soytarılar doğruyu söyler” savından hareketle, ilerlemiş yaşına karşın-ve unutamadığı aşkı Lisa’nın da yaşantısına kattığı çağrışımlarla Shakespeare rollerini (ki özellikle soytarılarını) oynama tutkusu içinde, kendi kendine büyük ustadan kimi sahneleri canlandırmakta, ona sığınmaktadır bir bakıma.. Bu yalnız adamın dramı; yaşamda da, tiyatroda da istemediği rollerin oyuncusu olma durumudur. Oscar, acaba isteğine kavuşabilecek mi? ”

“Aslan Şekspir"de , Shakespeare’in yazdığı “Venedik Taciri” adlı oyunu sergilemek üzere bir oyuncu grubu sahnedeki yerini alacaktır. Yüzlerce yıl önce yazılan bu oyunun, bugün ki, birer prototipi olan oyuncular oynadıkları oyunun pek farkında değillerdir. Böylece iki oyun birbirine karışır. Bir “Venedik Taciri”nin kişileri olurlar, bir kendileri… “ASLAN ŞEKSPİR, çevremizde yaşananlara sessiz kalmamız gerektiğini ve bizden farklı olanı dışlamamız gerektiğini anlatır.
Günümüzde yaşanan savaşlar, insanların birer canavara dönüşmesi, yabancı olanın ekarte edilmesi, dostluğun, kardeşliğin, sevginin yok olduğu bu dünyaya dikkat çeker oyun. Her tarafta yaşanan nice korkunç olaya sadece seyirci kalmamamız gerektiğini vurgular. ”

Oyun Atölyesi, provaları izlemek isteyen tiyatro öğrencilerini ve ilgilenen diğer gençleri, B.Ehrenreich-Sokaklarda Dans-Kolektif Eğlencenin bir Tarihi; Rabelais- Gargantua; Bahtin-Gargantua ve Dünyası ; Mina Urgan-Elizabeth Devri Tiyatrosunda Soytarılar vb isimli kitaplardan imtihan edeceğini duyurmuş. Oyun Atölyesi bu şekilde “Şekspir Müzikali 7” için ilham aldığı kaynakları açıklayarak bizi nasıl bir oyunun beklediğinin ipuçlarını da veriyor. Sadece öğrenciler değil seyirci de çalışsın gelsin istemiş olabilir. (Bu, seyirciye de tiyatrocuyu imtihan etme hakkını verecektir. Bizler de oyun seçerken, yönetmen ne okumuş diye merak edeceğiz bundan böyle.)
Rabelais dendi mi çılgın bir sirk gelir aklıma. Eğlenceli , sınır tanımayan , sivri ve satirik bir söylemi vardır. Kaba , şiddet içeren ve “ağzı pis” bir edebiyat türünü benimsemiştir/yaratmıştır. (Bana Can Yücel’i anımsatır.) Shakespeare ile Rabelais’nin ortak yanı , yaptıkları dil oyunları ve ülke dilinin zenginleşmesine yaptıkları katkıdır.
Oyun Atölyesi , kağıt üzerinde iyi bir “damar” yakalamış gibi duruyor. Asıl mesele halkın damarına nasıl zerkedileceği… Umarım geçmişte yaptıkları Shakespeare’lerden ders alıp çıkış noktasını iyi değerlendirmişlerdir.
Oyunun “soytarı”yı kullandığı anlaşıldı. Ama Rabelais’yi nasıl anladığı ve kullandığı artık görünce anlaşılacak.

Nutku’ların oyunu “Bana William Deyin!” de de soytarı ön planda.
İki oyunun “soytarı”da birleşmiş olması rastlantı mı ?

Geçen sezon “Testosteron : Soytarılar Panayırı” isimli yazımın Oyun Atölyesi’ne ilham verdiğini görmekten de mutlu oldum doğrusu. Belki de “Soytarı öyle olmaz böyle olur” diyorlar. ( Ama hala derim ki Testosteron’un 7 soytarı tarafından oynanmaması kaçırılmış bir fırsat olmuştur.)

Bu arada birkaç ay önce Trabzon 10. Tiyatro Festivalinde Romanya‘nın Radu Stanca Ulusal Tiyatrosu’nun , Rabelais’den “Pantagruel /Pantagruel’ Sister in Law” isimli oyunu sahnelemiş olduğunu hatırlatmak isterim.
Rabelais rüzgarı İstanbul’a ulaşmış. Ama “Testosteron: Soytarılar Panayırı” isimli yazımın altına “döktürülen” başarısız Rabelais’vari “alıştırmaları” ve de Fırat Tanış’ın tv dizisinde canlandırdığı karaktere giydirdiği babasının oğlu “Küçük Gargantua” – Pantagruel’i görünce Oyun Atölyesi’nde Rabelais “okuma”larının daha önce başladığını düşünmüyor da değilim.

“Şekspir”
Ben geçmişteki örneklere bakarak “Şekspir” yazıldı mı rahatsız olurum. (Can Yücel benim için bir istisnadır. O yaparsa yakışır. Ama yapacak olan onun kadar zeki ve bilgili olmalıdır.)
Bu, Shakespeare’i “halka indirmek” çerçevesi ile bazı “uzman”larca(?) uydurulmuş bir yoldu. Bu yolla “Ey seyirci ! Shakespeare büyük bir yazardır ama sen anlayasın diye onu basitleştirdim” demenin Türkçesidir. (Sonunda “Yönetmenin/derleyenin aklı bu kadarına yetmiş“in ortaya çıkmasından öte bir anlamı olmamıştır.)

Oyun Atölyesi seyircisini , eğlenceli bir oyunun beklediği söylenebilir . Zaten herhalde bu beklenti sezonu , kapalı gişe başlattı.
Ama ben ,derlemeler içinde , Prof.Dr Özdemir Nutku ve Prof.Dr. Hülya Nutku imzalarını taşıyan oyunu önemsiyorum . Shakespeare Sözlüğü gibi bir kitabı yazan (Shakespeare sevenlere öneririm) ve pek çok Shakespeare oyununu dilimize kazandıran Prof.Dr.Nutku’yu ve de tv dizilerindeki sıradan karakterlere itibar etmemiş ve “duruşu” olan tiyatrocu Zafer Diper’in ortaya koyacaklarını “ciddi” bulurum da ondan.
Engin Alkan’ın yönetiminde “Tarla Kuşuydu Jüliet” seçimi bende Alkan (ve de Şamlıoğlu) adına hayal kırıklığı yarattı . Filmi muhteşem bir Shakespeare uyarlaması olan Titus Andronicus için Işıl Kasapoğlu’nun neler yaratacağını merakla bekliyorum. İzmir’e yolum düşerse Aslan Şekspir’i görmek için fırsat yaratacağım. Yıldız Kenter için sezon başında tuttuğum dilek gerçekleşecek.( Bknz.-“2009-2010 Tiyatro Dünyası-Hayallerim,Merak Ettiklerim”) Onu sahnede seyredeceğim! Bu sezon Romeo ve Jüliet’e sıra gelir mi bilmem.
“Bana William Deyin!”i görmek için tarihi ve salonu takip edeceğim . Geçen sezon yazdığım bir yazıya gişecisinden yer göstericisine , uzaktan/ yakından , samimi/ iş olsun diye ve de sanki ayni elden çıkmış gibi duran Rabelais taklidi (ama başarısız) notlar düşen söylem sahiplerinin kendi “Mabet”leri yerine “Şekspir Müzikali 7” yi , turne yaptıkları başka bir salonda yakalamaya çalışacağım. “Aşk Sözleri”ni ise - eğer onlar devam edebilirlerse -başka bir seçeneğim olmadığı bir ânıma denk getireceğim.
Bakalım kim “Pençeleri onaracak ?” kim “Ruhları onaracak”?
Shakespeare sezonunuz hayırlı olsun!

Melih Anık

Not: Yazıdan sonra farkettim ki Gölgesizler Tiyatro Topluluğu 'Shakespeare'in Gücündendir' isimli performanslarına bu sezon da devam ediyorlarmış.
Tiyatro Boyalı Kuş "Ophelia'yı Kim öldürdü" isimli oyun için devlet yardımına(21.000 TL) hak kazanmışlar.
İBB Şehir Tiyatroları'nda Coriolanus devam ediyor.