29 Ocak 2010 Cuma

İstanbul Devlet Tiyatrosu - Profesyonel - “Parantez İçindeki Hayatlar”

Sırp Tiyatrosu
Bazı Sırp yazarlar, Sırplara ait tiyatro geleneğinin 8 asırlık bir geçmişi olduğunu belirtiyor ve Sırp tiyatrosunu 1838 yılında yapılan ilk gezici amatör tiyatro ile başlatıyor. Bu asırlık tarih içinde 500 yıl egemenliği altında kaldıkları Osmanlı İmparatorluğu'nu anmadan da edemiyorlar. Genellikle Türk egemenliğinin Sırpların kültürel gelişmesini engellediğini ; Vojvodina’daki özellikle 17.yy dan sonraki gelişmenin de Habsburg’lar sayesinde olduğunu not ediyorlar.
18 yy da Sırp tiyatrosunun babası diye anılan Joakim Vujic’in kurduğu tiyatro (1835-36) önemli bir dönüm noktası sayılıyor. Popoviç (1806-1856) ise büyük yazarların başında anılıyor.
Hatırlatmakta yarar var : Sırp tiyatrosu sırasıyla Alman , Fransız ve Moskova Sanat Tiyatrosu’nun etkisinde kalmış.
Geleneği bu kadar eski olan Sırp tiyatrosunda , 1973 den sonra başlayan milliyetçilik akımları yeni bir tiyatro dünyası yaratıyor elbette.
Duşan Kovaçeviç (1948- ) son döneme damgasını vuran yazarlardan biri. Profesyonel (1990) , Belgrad’da duyulmaya başlayan “yeni” politikanın ve de “özgür ifade” coşkusunun yaşandığı Miloseviç döneminin oyunu. Yani oyundaki yazarı (Teya ) görevine getiren Miloseviç .
Önce Tito sonra Miloseviç dönemlerini yaşayan yazarın oyunlarında bu dönemlerin izlerini görmek doğal bir sonuç kabul edilebilir.
Profesyonel 1992 yılında İngilizce’ye çevrilmiş ve Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’de sahnelenmiş. 2003 yılında Kovacevic tarafından filme çekilmiş. Film, 2004 İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışmasında Jüri Özel Ödülü almıştı. Duşan Kovaçeviç, Kusturica'nın Yer altı filminin de senaryo yazarı .
Yazarın (Duşan Kovaçeviç) diğer bir oyunu (İntiharın Genel Provası) bu sezon İstanbul B.B. Şehir Tiyatroları tarafından sahneleniyor.
Profesyonel
Okuduğumda oyunu çok etkileyici buldum . Çıkış noktası zekice. Sosyalist rejimlerin ayrılmaz ikilisini (aydın ile polisi) karşı karşıya getiriyor. Yazıldığı dönemi düşündüğünüzde sanki çatışan iki taraf arasında bir “uzlaşma” aranıyor . Ya da çatışan taraflar , yazarın rahipliğinde “günah çıkarıyor”. Yan odadan gelen eski düzenin sesleri bu yeni düzen içinde duyuluyor hala ; odaya girip çıkan sekreter olanlara şaşkınlıkla , anlamaz bir şekilde bakıyor ; odaya dalan eski düşüncenin kalıntısı “kaçık” ( eskiyi aramak deliliktir!) karşısında polisi buluyor. Bu karşılaşma aslında polisin kimliğinin de onaylanması , yazar(ve de seyirci) gözünde. Polis hala eski düzendeki saygınlığını (?) korumakta. Aydın , sekreterinin gerçeğini bilmiyor . Oyun sonunda sekreter onu terk ediyor. Polisin oğlu şimdi babasının yıllarca hizmetkârı olduğu düzenin kurbanı . Polisin değişmesi belki de bu nedenden dolayı.
Gerek polis ve gerekse yazar “eski”den bütünüyle kurtulmuş değiller. Birbirlerini anlamak için çaba gösterecekler. İki taraf da bir enkaz içinde, kendi tarihlerini birbirleri üzerinden anlamlandıracak. Zira yaşadıkları geçmişte ortaklıkları (!) vardı bir türlü.

Geçmiş hayat hikayelerine sahip çıkamamışlar geleceklerine nasıl sahip çıkacak ? Esaretimizden ancak “Profesyonel”ce düşünerek (aklımızı kullanıp , duygularımıza yenilmeyerek, kendimizi farkederek) kurtulup geleceği yaratabiliriz.

Oyun, seyredenlere de politik olarak bu tabu olan konunun serbestçe konuşulduğunu gösterme; eski dönemle dalgasını geçerek halktaki (oyunun yazıldığı yıllarda) gerginliği de alma amacında sanki.

Parantez İçi Hayatlar
Parantezin bu oyunda önemli bir rolü var. Bir bakışla parantez içindeki hayatların hikayesidir Profesyonel . Yaşanmamış, takip edilen, başkasının bildiği, bilinmezse de olabilir, bilinirse iyi olur vb hayatların yani parantez içine alınmış hayatların, hayat bölümlerinin,anların vb..

Yazar parantez içlerini vurgularken bir yandan teatral bir söylem yaratmaktadır.
İlk İz-lenim
Her roman,hikaye,oyun ilk okuduğunuzda bir iz bırakır. Bir süre sonra aklınızda ve kalbinizde kalan bu izin yerini ve konumunu koruduğunu anlarsınız. Zaman içinde değişen, aklın egemenliği altına girmeye başlayan, ilk heyecanını yitiren duygularınızdır. “Profesosyonel”leşirsiniz.
“Ayni toplumda yaşayanlar -kurt ya da kuzu olmaları farketmez- benzer toplumsal kaderi paylaşırlar. Ayni toplumda yaşayan insanlar için iyi ya da kötü görecelidir. İçerden farklı olan dışardan bakıldığında hüzünlü bir şarkı gibidir . Bir gün gelir ki insan yaptığından anlamlı bir sonuç çıkarmaya çalışırken bir başkası hiç bilmediği bir hayatın sahibi olduğunu fark eder. İnsan hayatın kuklasıdır” gibi mesajlar elbette çıkarılabilir bu oyundan. Nasıl algıladığınıza bağlı. Bence kurt kurttur kuzu da kuzu.
Kovaçeviç , Profesyonel ile hoş bir masal kurgulamış ve anlatmış. Araya sıkıştırdığı önemli eleştirileri de estetik bir paketle sararak sunuyor seyirciye . Eser , tiyatro metni olarak da dengeli ve edebi.
İlk okunduğunda bıraktığı iz, her okuyanda (bendekinden de) çok farklı da değildir.
Sahnelenmiş Profesyonel ise seyirci dikkate alınarak yapılmış bir çalışma. Daha doğrusu yönetmenin varsaydığı seyirciyi sıkmamak , güldürmek için yaptığı bir deneme.
( Yönetmenlerimiz kafalarındaki bu seyirci profiline çok takılıyorlar. Devlet Tiyatrosu gibi gişe kaygısı olmayan bir tiyatroda neden yapılır bilmem.)

Zaman zaman kuşkuya düşsem de “Profesyonel” olan tiyatrocularımızın “mutlaka, elbette , kesinlikle” bir bildikleri vardır diye düşünüyorum. O zaman da sahnede ortaya çıkanın “taammüden” yani düşünülerek ,bilerek yapıldığını çıkarsamamız gerekiyor ki o daha da acı . Çünkü şu mesajı çıkarıyorum : “Bu seyirci gülmek ister. Biz de güldürelim.” “Böyle yaparsak onlara ulaşabiliriz” de var tabi. Ama metnin hakkının verildiğini söylemek zor.
Oyuna “Acıklı Komedi” denilmiş. Yönetmen, acıyı Teya (yazar) , komediyi de Luka(polis) ile bedenselleştirmiş. Ancak acı ve komedi birbirinden ayrılacak gibi ve de karakterler de bölünecek gibi değil. Oyunda anlatılan hikaye, acıklı ve komik.
Yönetmen bu oyundan orta oyunu, commedia dell’ Arte ; Efendi ve uşağı Abdi , Karagöz-Hacivat , Lorel-Hardy , Şarlo çıkarmayı denemiş . “Gıdıklayarak güldürmeye” indirilmesi , bu oyunu hafifletmiş ; repliklerdeki sözler ve durumlar güme gitmiş.
(Yıllar yıllar önce rahmetli Cevat Kurtuluş’un Ağlayan-Gülen Şarkı parodisini hatırladım. O da beni güldürmezdi.)
Oyun Başlarken

Oyunu okumuş oyunun kadrosuna bakmış da gelmişim. Işıl Kasapoğlu yönetmiş , Bülent Emin Yarar(polis) ve Yetkin Dikinciler(yazar) oynuyor. Hepsi “Profesyonel” ! Daha ne olsun !
Oyun başlamadan yakın çevremdekilere oyunu övdüm.
Oyun Başladı
Dikkat gerek diye not düştüğüm parantez içlerinin seslendirilmesi , bana daha ilk 5 dakikada nereye gittiğimizin sinyallerini vermeye başladı . Ve sonra Luka Yoldaş (Bülent Emin Yarar) girdi sahneye. İlk replikler… Oyundan çıktım (Kafaca tabii…Bedenen ordayım da…) Soluk alıp döneceğim(!)
Metinde “gülümsedi” diye geçen jesti, Yarar , geniş bir kahkahaya , genizden gelen kıkırdamaya , küçük çığlıklara , “geniş” ve yayvan gülüşlere vb dönüştürmüş. Benzerlerini Jerry Lewis , Jim Carrey , Lorel Hardy vb filmlerinin seslendirmelerinden ; Türk filmlerinin “aptal uşağı” Cevat Kurtuluş’dan ve Yarar’ın Çayhane’de canlandırdığı karakterden hatırlıyorum.
Hepsinde ortak olan, “komik” karakter “komik” konuşur anlayışı . 20 yıla yakın polis olmuş ve belki de gireceği ameliyattan çıkmayacak bir dedektif , Yarar’ın yorumu ile çağdaş bir “palyaço”ya (“Abdi” belki) dönmüş. Teya da (Dikinciler) da karşı karakteri oynuyor.
Luka , sahneye girer girmez gülmeye başladı ,oyun boyunca güldü. Oyunun sonunda da ağladı ve gitti. Başlangıçta uçlara taşınmış bir karakteri oyun boyunca “yönetmek” çok zor. Oyunun sonlarında ayakta duramayacak kadar sarhoş ve ne dediği anlaşılamayan bir zavallı çıkıyor Luka’dan.
Işıl Kasapoğlu’nun gelenekselden (orta oyunu, commedia dell'Arte) izler taşıyan bir sahneleme yaptığı ; aptal uşak Abdi’vari bir karakterin sahneye girişinde kullandığı müzikten , tercih ettiği oyunculuktan hissediliyor.
Bu yeni yorumu ile Yoldaş Luka’ya, geleneksel tiyatromuzdaki aptal uşak Abdi denebilir ama o bile abartılı konuşma biçimi dışında bu kadar “kurmalı kahkaha makinası” değildir.
Bu yorumun Profesyonel’e yakışmamış olduğunu düşünüyorum.Oyun boyunca ayni durum sürdüğü için de oyunun içindeki en anlamlı anlar yok oluyor.
Bülent Emin Yarar şu sıralarda FOX-Tv de çok tutulan Arka Sıradakiler dizisinde ciddi ve duygusal , örnek bir öğretmeni canlandırıyor. Bana öyle geliyor ki bu oyunda ciddi oynarsa dizide canlandırdığı Kemal öğretmeni hatırlatır korkusu ile bu yolu denedi . Bu aşırı ucun, oyuna zarar verdiğini umarım fark eder. Işıl Kasapoğlu’nun duruma müdahale etmeyeceğini düşünmediğim için, Yönetmen ile müştereken kararlaştırılan bir yorum bu.
Ama bir tv dizisinin oyuncuya verdiği zararı da bu vesile ile görmüş olduk . Bülent Emin Yarar gibi iyi bildiğimiz bir oyuncu bu yorum ile salt kendine değil oyuna da zarar vermiş.
AÇ PARANTEZ Aşağıdaki kısım oyunu okumuşlar ve seyretmişler içindir :
Yazar oyunun başlarında Luka’ya “Bir de dram(Acıklı Komedi) var çantamda” dedirtirken oynanan bu oyunu kasdediyor. Yönetmen oyun yazılmış gibi yorumlamış.(?) Ve parantez içlerini de oyuna dahil etmiş , oynatmış. Oysa bu oyun, parantez içleri eklenerek , oyun sonunda yazılmaya başlanacak. Luka “oyun çantamda” derken kayıt makinesinin çalışmakta olduğu ima ediyor . Gerçekten de kayıt makinası çantadan çıkıyor. Dolayısı ile zaten henüz yazılmamış bir oyun için yazarın parantez içlerini konuşması anlamsız. Oyunun temposunu da ve seyirciyi de aptal durumuna düşürüyor.
Örneğin “Yanıma yaklaştı, elini omzuma koydu , gülümseyerek yüzüme baktı” repliğinin aynisi hareketle tekrarlanacaksa oyuncuya söyletmenin anlamı ne?
Ama parantez içindeki “reddettiyse sözcüğünü özellikle vurguladım” , karakterin duygularını anlattığı için gerekli. ”Trenden inmiş bir yeğeni andırıyordu gerçekten” ise size kalmış.
Öte yandan oyundaki yazara söyletilen “Her insan sözcüklerin ardına saklar düşüncelerini. Bu sözleri kim söylemiş…” sözleri de parantez içinde verilmemiş. Oysa yukarıdaki örneğe göre parantez içinde olmalıydı. Yazarın(Kovaçeviç) da bu konuda tutarlı olduğunu söylemek zor.
Bu nedenle oyunun bu anlamda yeniden “okunması” , hareketle zaten belli olacak parantez içlerinin söylenmemesi ; hareket anlatan repliklerin çıkarılması ; hareketle ifade edilemeyecek duygu ve düşünce belirtilen repliklerin seslendirilmesi doğru bir yol olacaktır. Bazı sahneler, hareket seslendirmesi ile çok kesiliyor. (Kaçık sahnesi) Onlar da birleştirilebilir.
Şimdi “Bu oyunda parantezler ile yazar(Kovaçeviç) özel bir söylem denemiştir. Tiyatro, “gibi yapmaktır”” gibi itirazlar yükselir ;“Yazar, çapraşık bir anlatım ile yanılsamayı ortadan kaldırmaktadır” hükümleri ile dudak kenarları istihza ile hafifçe bükülür; “Oyun her akşam yeniden yazılmıyor ki !. Herkes bunun oyun olduğunu biliyor! ” denilebilir.
Bu sorun, oyuna dışarıdan bakan bir yönetmen ilavesi ile çözülebilirdi. Örneğin bir yönetmen dışarıdan hareket verse , oyuncular da onun direktifine göre hareket etseler daha anlamlı olurdu. ”Parantez”in hakkı da verilmiş olurdu. (Örneğin Kaçık rolüne çıkan oyuncu bu yönetmeni de oynayabilirdi) KAPA PARANTEZ

Oyun, ortasından itibaren düşmeye , temposuzlaşmaya başlıyor.Sonlara doğru bitse de gitsek havası hakim oluyor. İşte tam o sıralarda yanımda oturan hanım bana doğru eğildi ve “Ara var mı?” diye sordu. Ben “hayır yok” dedim. Yanında oturan ve oyun boyunca tepkisiz yerinde “çakılmış” adamı “Bitiyormuş” diye fısıldayarak "yatıştırdı".

Sekreter(Gülen Çehreli), Kaçık(Cenap Oğuz) , oyunculukları hakkında fikir beyan etmenin zor olacağı kısa rollerinde görevlerini yapıyorlar.
Dekor (Nurettin Özkönü), Giysi Tasarımı(Gülümser Erigür), Işık Tasarımı(İ.Önder Arık) oyuna emeği geçen diğer kişiler.
Müzik(Cenap Oğuz) -yönetmenin özel bir yönlendirmesi var mı bilmiyorum ama- gerek bir türlü ayarlanamayan ses yüksekliği gerekse oyun bütününü sarmalamayan seçimleri ile gelişigüzelmiş izlenimi veriyor. Örneğin “insanın serseme çeviren bir şarkı çınlıyordu bitişik odada” açıklaması sırasında okunan anne mektubuna duygusal bir fon koymak bu tercihin bir yansıması.
Metinde oyun boyunca yan odadaki müzik devam ediyor . Müzik , eski düzenin yenisi üzerindeki baskısını hissettirmeli.
Polisin sahneye girişindeki müzik geleneksel tiyatro izi taşıyor ama oyun içinde tutarlı bir seçim olduğu hissini vermiyor.

Gerçekten gülenler oldu. Hatta ayağa fırlayıp alkışlayanlar. (Oyunun ilk gecesinde hepsi de oyuncuların akrabası, arkadaşı, öğrencisi değildi ya. )
Daha perde kapanmamış alkışlar sürerken oyun başında oyunu övdüğüm kişilere uzaktan el sallayarak ve gözlerine bakmamaya çalışarak salondan kaçtım. Onlar da benim gibi “nezaket alkış”larını bırakmış, toparlanıyorlardı.

Melih Anık

Not : Herşeye rağmen oyunu hala görmek isteyecekler için konuyu ve sürprizlerini anlatmak istemedim.
Yazıyı yazarken basında çıkan söyleşi vb yazılardan okuduklarıma şaşırdım. Bana öyle geliyor ki söylemek istenenler “sabit” ve uysa uymasa da bu “sabit”i yinelemek hoşumuza gidiyor.

26 Ocak 2010 Salı

İstanbul Devlet Tiyatroları - İmparatorluk Kuranlar – Boris Vian- “Gürültü” ve “Şümürz”ün Takdimi

Seyrettikten sonra çok mutlu olarak salondan ayrılmasam da İstanbul Devlet Tiyatroları’nın bu yıl Duşan Kovaçeviç (Profesyonel) , Boris Vian(İmparatorluk Kuranlar), George Tabori (Annemin Cesareti) oyunlarını sahnelemesini çok olumlu buluyorum .Tiyatronun değişik örnekleri seyirci için keyifli bir yolculuk olur. Hiç değilse yazar tanıtılmış oluyor.
Herşeyden önce paylaşmak istediğim bir konu var. Bu konu tiyatromuz ile ilgili bir gözlemim , sadece İmparatorluk Kuranlar ile değil. Bu oyun bana düşüncelerimi ifade etme fırsatı verdi.
Ülkemizde tiyatro yönetmeninin tek başına kaldığını görüyorum. Yani yönetmen her şeyi tek başına planlıyor. Bu geleneksel midir ? Başka yolları denemek “Ayıp mı” karşılanıyor yoksa yönetmenin yetersizliği olarak mı algılanıyor ? Kanım , oyunların yeterince tartışılmadığıdır. Galiba oyuncular ve teknik ekip kendilerine söyleneni yapmayı tercih ederek , “dert” almamak istiyor. Ya da başka işleri var ona yetişiyorlar . Dramaturgun katkısı çok az. Yönetmen uzmandan (yazar, dönem, felsefe vb) yardım almıyor.
Eminim ki yönetmen herkesten çok okuyor ve araştırıyordur ama ortaya çıkanlara bakınca yeterli olmadığını görüyoruz. Zira tek kişilik çaba ancak bu kadar sonuç veriyor.
Yönetmen her şeyi bilmek zorunda değil . Yönetmen başlangıçta kendi bulduklarından yola çıkarak yeni bilgilerle kendini ve oyunu yeniden “ayar etmek” zorunda. Karşı düşünce ile kendini sınamak zorunda . Bilenler ile iş birliği yapmak zorunda.
Galiba yönetmenin çevresinde hep “onaylayanlar” oluyor.
Boris Vian
Boris Vian (1920-1959) denince akla gelenler şunlar : Alfred Jarry (1893-1907), absürd tiyatro , patafizik (“hayali çözüm bilimi”) , maden mühendisliği , avangart , asker kaçağı(şarkı), senaryo , roman, varoluşçuluk, oyuncu. Kısa(39) hayatına sığdırdığı pek çok ilgi alanı …
Vian’ı tanıyınca , İonescu , Beckett absurd’lerinden farklı bir absurd ile karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. Anlatılan hikaye , diyaloglar anlaşılır(somut) ama anlatım biçimi soyut(“özgür” de demek olanaklı) . Düşünce tiyatrosunun sınırlarında geziniyor Vian. Çok da titiz. Oyunlarının -masa başında ayrıntılı planlanmış- bir kurgusu var. Ayrıntılı mekan ve hareket anlatımları yapıyor. Parantez içi bilgilerde çok ayrıntı vermiş : “Baba elli yaşlarında , sakallı bir adamdır”(İmparatorluk Kuranlar); “Nefesi kokuşmuş,cadaloz anne..” (Genarellerin Beş Çayı) ; ”Elli beş yaşında ,narin yapılı,asabi,hırçın biri…”(a.g.e.) İmparatorluk Kuranlar’da Şümürz’ün ne zaman pataklanacağı belli.
Mitos-Boyut Yayınları’nda çıkan kitaplarında “Sözün büyücüsü” olarak tanımlanmış Boris Vian. Oyunları çeviren Ayberk Erkay “..derdi sözün kendisi olan,sözle oynayan birinin söylediklerini tekrar,hem de başka bir dilde söylemeye çalışmak nafile bir çabadır” dediğine ve verdiği dipnotlara bakarak Vian’ı başka bir kültür penceresinden ve dilde okumak / izlemek keyfin eksik kalmasına neden olacak . Ama her şeye rağmen “geriye kalanlar”, Vian dünyasını tanımamıza ve keyif almamıza engel değil.
İmparatorluk Kuranlar
İmparatorluk Kuranlar , Vian’ın 1957 de yazdığı son oyunu ve diğer oyunlarından kurgu olarak farklı . Bu fark sahnede ne olduğu hissedilen ama anlatması zor Şümürz’den kaynaklanıyor . Oyun boyunca salonda esen “gürültü” de metaforik bir göndermeyi size devamlı hatırlatıyor.
(Bu noktada bir benzerliği hatırlatmak isterim:
1958 yılında yayımlanan Aziz Nesin’in “Biraz Gelir misiniz” isimli oyununda insanları “çağıran ses” vardır. Herkesin kolayca ustası olamayacağı “supi”lerden en güzel sesi de ustası çıkarır. Bu ses metaforu ve oyuna egemen olan “atmosfer” bana çok yakın geldi.)
Aşağıda belirttiğim hususlara rağmen Yönetmen’in “Vian atmosferini” yaratmakta başarılı olduğunu söylemeliyim . Bu sahneleme için “Vian” tiyatrosu demek yerine “Vian’dan esinlenme” demenin daha doğru olacağını düşündüm. Oyunun -üzerinde düşünülmüş ögeleri ile- seyre değer olduğunu söylemeliyim.
Vian , oyunu katlı bir apartmanda kurmuş. Katlar arasında yükselme(“gürültüden kaçış”) yeni bir durumu anlatıyor. Yönetmen bu ayrımı “yatay”a almış. Şeffaf bir platform parçalarının bütünden Şümürz’lerce ayrılması onun tercih ettiği bir “okuma”. Ama bu Zenobya’nın sözleri ile “Sonra bir kat yukarı çıktık, o katta da, karşı dairede oturan oydu” sözleri ile anlatılmak istenen durum , sadece sözel olarak değil felsefi olarak da anlamını kaybetmiş . Baz aldığınız noktalar da sizinle değişirse aslında yaşanan durağanlık değil midir ? Yukarı doğru kaçış ile yatay uzaklaşma arasında da anlam farkı var.
“Yukarı çıkarken azalma” Vian’ın vurguladığı başka bir fikir.
Öte yandan her yeni kata çıkışla , geçmişle ilişkiyi koparmak adına geçilen kapı , tahta çivilenerek kapatılıyor. Özellikle Anne’nin kopuşunda , Baba’nın geçtiği kapıyı çivilemesi ile (sahnelemede kullanılan) Anne’nin platformunun bütünden koparılması arasında önemli bir anlam farkı var diye düşünüyorum.
Oyun sonunda Baba’nın hareketi “Ayağı kayar ve düşer” diye anlatılıyor. Vian Baba’nın “içeri düştüğünü” söylemiş ama pek çok farklı temsilde dışarıya olmuş bu düşüş. Bana da dışarı düşüş oyunun gidişine göre daha anlamlı geldi . (Hele Baba’yı aynadaki Şümürz’e (kendine mi) silahla ateş ettirmişseniz)
Şümürz’ün pataklanması , oyunda önemli bir anlam taşıyor. Metne göre Zenopya dışında herkes Şümürz’ü pataklıyor. Oyunda ise Sadece Anne ve Baba pataklıyor. Metindeki Cruche’un evden ayrılırken Şümürz’ü -hatırlatmaya rağmen- pataklamamasının bir anlamı var. Aynen bir sahnede hırkayı sökerek yumak yapmasının da. Bu iki olay sahnelemede kullanılmamış.
Zenopya’nın söylediklerini takip ederek ailenin tarihini öğrenmek mümkün ama aile, bu “çocukça” tarihi ciddiye almıyor ve onlar kendi “resmi tarihini” “yazıyor”. Bunun da yeterli ağırlıkta olmamasına üzüldüm.
Yönetmen’in(Hakan Çimenser) oyunu budayarak çok iyi yaptığını düşünmekle birlikte önemli bulduğum bazı hareketleri de budayıp yerine ayni anlamı pekiştirecek yenilerini koymamasını eksik buldum.
Oyundaki kat kat yukarıya çıkmayı sınıf bazlı açıklayanlar olduğunu biliyorum ama gerek gürültü ve gerekse yer değiştirmenin “okuma”larının daraltılmamasının daha doğru olduğu kanısındayım.
Anne’nin Komşu ile dansını , zincirleri , aynayı , mikrofonu , aynadaki Şümürz yansımasını , şeffaf platformu , havalı konfeti , tabancayı , ilave Şümürz’lerin kullanılma fikrini oyunun bütünsel algılamasına katkı sağlayan hoş düşünceler olarak buldum ama Anne ile Baba’nın masa üstü yakınlaşmalarını,merdivenin dekorun bir köşesine ve işlevsiz olarak atılmasını , platformdaki ışıkları beğenmedim.
Seyirciye yapılan ikram ile Şümürz’ün ikram edileni seyircinin elinden alıp yemesini ise anlamlı bulmadım.
Metinde “Gürültü”nün kesildiği anda Şümürz ölü gibidir. Baba’nın o andaki “Hiçbir şey duymuyorum”u anlamlıdır. (Gerçekten mi ? Duymayı ret mi ediyor?) Oyun sonunda “Gürültü sahneye hakim olur.” “Belki” Şümürz’ler sahneye girer.(Bu “belki” Vian’dan)
Oyun “Hiç bir şey duymuyorum” ile bitiyor , metin ise “Bilmiyordum” ile . Yönetmenin bu tercihinin Vian’a göre daha iyi olduğunu söylemek (bence) olanaklı değil .

Celal Kadri Kınoğlu’nun oyunculuğu bana nedense tv dizisindeki “komşu”yu hatırlatıyor. Uzun süreli başarılı dizilerin hafızalarda yer eden etkisinin bir oyuncunun kariyeri için tatsız olduğunu düşünüyorum. Son sahnedeki başarılı performansı dışında Kınoğlu’nun o karakterden kurtulamadığını (istemiyor mu?) gördüm. Zenopya’yı oynayan Oya Okar ‘ı beğendim.

Oyun çıkışında , Vian’ın oyununu bir kenara bırakırsanız İmparatorluk Kuranlar’ın “katılmayan” seyirci için anlaşılması zor , ama “katılan” seyirci için keyifli olduğu kanısındaydım.
Oyuna anlama gayreti ile katılmayan seyirci muhtemelen bu oyunu sevmeyecek ; tüm kepenklerini indirip kendi içine kapanacak “bitse de gitsem” ruh haline girecektir. İşte o noktada sorulması ve cevaplanması gereken sorular vardır : “Tiyatro hangi seyirci için yapılacak?” "Katılmayan seyirci için ne yapılmalı?"

Melih Anık

Not: Annemin Cesareti , Profesyonel ve şimdi de İmparatorluk Kuranlar… Oyunlar seyirci ile buluşuyor ama dergileri hazır değil. Bunun nedenini anlamış değilim.

23 Ocak 2010 Cumartesi

"Kendisi" ile Zenginleşecek bir Oyun : Resmi Geçit - Semaver Kumpanya

Çağdaş Yunan oyun yazarı Loula Anagnostaki’nin(1940- ) oyunu Resmi Geçit’i Kumbaracı50’de yakaladım.
Malum bizde oyunlar için sahne bulabilmek hayli güç. Oyuncular da “medar-ı maişet” motorunu yürütmek zorunda. İş bulmak için koşuşturmaktalar. Tiyatro da tüm koşullar bir araya gelince yapılabiliyor.
2009 yılında seyirciye sunulmuş bir oyun Resmi Geçit. Bu yıl devam etmesi iyi olmuş. Dilerim daha da devam eder.
Bu oyun iki oyuncuyu (Öyküm Elif Erdoğan, Nadir Sarıbacak) seyretmek için seyredilir her şeyden önce.
Nadir Sarıbacak “Uzak ihtimal” ile 2009'da Adana , İstanbul ve Polonya’daki film festivallerinde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülleri ile dikkatleri çekti.
Öyküm Elif Erdoğan da Semaver Kumpanya’nın önemli oyuncularından biri ve de tv dizilerinde de yer alıyor. Çok da iyi bir ışığı var .
Yazar Anagnostaki oyunu 1964 yılında yazmış . Oyun,1965 yılında yazarın diğer iki kısa oyunu (Geceyi Geçirme ve Şehir) ile birlikte sahnelenmiş .
Oyun Semaver Kumpanya tarafından daha önce bir başka oyunla (İnfazcı no :14) birlikte oynanmış. Bu sadece oyunun kısalığından(60 dakika) değil ,oyunun konuyu tamamlayan bir başka oyunla birlikte daha tatmin edici olması olasılığından dolayıdır diye düşündüm.
1940 doğumlu yazarın , ülkesinin fırtınalı dönemlerine denk düşen hayatı ona “ketum” bir ifade kullandırıyor herhalde. Bu ifade tarzı oyun karakterlerinin birbirlerine karşı tutumlarında olduğu kadar onların seyirci ile olan iletişiminde de ortaya çıkıyor. Sahnedekiler gerçek mi söylüyorlar yoksa yalanlar ile dolu bir dünya içindeler mi belli değil. Seyirci için görüp duyduğunu yorumlamak zorlaşıyor.
Bu arada, tiyatro kumpanyalarının basın bildirimleri işi kolaylaştırmıyor.
Bu oyun, Semaver Kumpanya tarafından “Dışarıdaki yaşamın gerçekliğinden uzakta yaşayan, dört duvar arasında sıkışıp kalmış iki kardeşi canlandırıyorlar” şeklinde tanıtılmış .Tanıtım, okuyanda ön yargı oluşturuyor. Yorumun ana “okuma”sını, rejinin çıkış noktasının ipuçlarını veriyor. Oysa yukarda söz ettiğim gibi bu koşullandırmaya gerek yok.(Kendisi yaşam gerçekliğinden uzak,sıkışıp kalmış insanlara “sana kendi hayatını göstereceğim” derseniz çoğunluk kendi sıkışıklığını görmeye gelmez değil mi? Yani bu tutum pazarlama açısından da doğru gelmiyor bana. Kaldı ki oyunu farklı algılar farklı yönlere çekebilir.)
Resmi Geçit’de,metne göre , çatıya yakın bir odada yaşları 17 ve 23 olan iki kardeş ve göğe açılan pencereden yansıyan seslerle anlatılan resmi geçit var. İki kardeş uzunca bir süredir bu odadalar. Bir de sabah çıkıp akşam gelen bir babadan söz ediliyor. Oyun boyunca seyircinin tamamlaması bekleniyor hikayeyi. Oluşan soruların cevaplarını kendisi bulacak.Bu durum yönetmene zor ama çok okumalı bir reji sorumluluğu veriyor.
Semaver Kumpanya çocuklarının (Zoi ve özellikle Aris) davranış biçimine bakarak metindekinden daha küçükler diye düşünüyor insan. Zoi de Aris’in bakıcısı gibi. Zoi , Aris’i ve anlattıklarını biliyor.(Dinlemekten mi bıkmış ? Aris’in anlattıkları hayal mi gerçek mi ?) Metindeki notlarda belirtilen dış sesler kullanılmamış ki bu durum bizi “hayali” bir atmosfere götürüyor. Oturdukları yer tecrit odası gibi. Çocuklar sanki zorla ordalar. (Metinden o çıkmıyor ya da açık değil.) Mevcut yorumda (oynayış ve dekora bakarak) sahnedekilerin akıl sağlıklarının(en azından birinin) bozuk olma olasılığı zihinleri bulandırıyor. Zoi’nin son sahnelerde pencereden bakması (metinde de öyle) onun anlatılan her şeyi bildiği varsayımını ortadan kaldırıyor.
Oyun sonunda bir şeylerin eksikliği hissediliyor. “İşte arzu edilen de buydu oyun amacına ulaştı” denebilir kuşkusuz. Ama benim beklentim oyunu “tamam”layacak bir şey yapılması.
Türkiye’de tiyatroların dekor,mekan,oyuncuların programı vb sorunlardan dolayı hepsini bir araya gelme/getirme güçlüklerini ve buna itiraz edileceğini tahmin ettiğim için benim önerim, ayni oyunun bir başka yorumla , mevcudun arkasından yeniden oynanmasıdır. Ayni oyuncular tarafından ve dekorda ufak değişiklikler ile sunulacak yeni yorum ile mevcut arasında doğacak fark daha geniş bir ufuk sunacaktır. Ancak mevcut yorumun da yeniden gözden geçirilmesi gerekir.
Mevcut yoruma yapılacak bazı rötuşlarla benim “metin okuma önerim”şudur: Çocuklar metinde yazandan daha küçük (mevcutta da öyle gözüküyor) ve sanki kendi aralarında “evcilik” oynuyorlar. Çocuklar çocukça bir oyun içindeler. Büyüklerinden öğrendikleri bir korkuyu yaratıyor ve eğleniyorlar.
Önerdiğim ikinci yorumda dış sesler var . İçerdekiler önce seslere sonra göz ucuyla baktıkları görünene umursamaz yorumlar yapıyorlar. Pencereden bakıp gördüklerine iyimser bakıyorlar. (“Kanaat önderleri”). Onlar başka alemin insanları. Kapıda sesleri duydukları anda bile işin alayındalar. Kurtulacaklarını biliyorlar.
Ya da bir tahta çıkarılmayı bekleyen bir kral naibi ve yardımcısı , bekleme odasında sesleri yorumluyor. Pencereden gördükleri o açıdan ilgilendiriyor onları . Kapıya yaklaşan sesler de onlar için hayatın sonu mu başı mı belli değil. (“Korkulu sevinç” anlaşılması zor bir duygu olsa da olanaklı.)
Mevcut metin kısaltılsa iyi olur. İkinci yorum için özellikle bizim tarihimizden “soyutta somutlaştırılabilecek” örnekler bulunabilir. Umursamazlık , umarsızlık , umutsuzluk , uyuşturulmuşluk vb duyguları öne çıkaran seçenekler çoğaltılabilir. Resmi geçit, hayali bir “tarih resmi geçidi” de olabilir.
Dış dünyadaki kendinize uzak bulduğunuz ,umursamadığınız tehlike kapınızı çaldığında sizin için “gerçek”tir fikri bu oyunun ana eksenini oluşturuyor ama daha geniş ufukları zorlamak, küçük değişiklikler ile çoklu okumalar yapmak olanaklı . Zira bazılarının kapısına kadar gelen tehlike onlar için tehlike olarak algılanmayabilir. Hala “nurlu ufuklar” çizilebilir. Hatta adrenalin bazılarına iyi gelir.Yönetmen Serkan Keskin’in daha geniş okumalar yapabileceğine inanıyorum . Metin de buna uygun.
İyi bir metni ve oyuncuları olan bu oyunun daha çok tiyatro severe ulaşmasını diliyorum. Semaver Kumpanya’nın iyisini bulacağından eminim.
Resmi geçit , özellikle tiyatro ile uğraşanların mutlaka görmesi gereken bir oyun. Tiyatrosever ise düşünce ufkunu genişleten bu oyunu herhalde kaçırmayacaktır.

Melih Anık

Not: Türkiye’de tüm tiyatro okuyanlar/okumuşlar/hevesliler tiyatroya gitse ve bilet alsa seyirci sorununun bir kısmı çözülecektir ! Kendi salonunuza -tenzilatlı bile olsa- bilet alarak girin!

19 Ocak 2010 Salı

Kumbaracı50 de Altıdan Sonra Tiyatro - Yiğit Sertdemir - “Öldün, Duydun mu?”- Mitos Boyut

“Öldün Duydun mu?” , 15 gün içinde seyrettiğim üçüncü Yiğit Sertdemir oyunu. Böylelikle 444 ile başlayan tanışıklık artık iyice bir “Sertdemir takipçisi” olma yolunda.
Yiğit Sertdemir’in son kitabı Mitos-Boyut Yayınları’nın “ 500.Tiyatro Kitap”ı olmuş.
Herşeyden önce Mitos-Boyut’ un yıllardır sürdürdüğü bu sabırlı ve inatçı çabaya tiyatrosever olarak teşekkür ederim . Bugün kitapçılarda tiyatro kitapları diye bir bölüm varsa bunda , Mitos-Boyut’un önemli bir katkısı vardır. Mitos-Boyut ayrıca oyun yazma yarışmaları ile tiyatro dünyasında önemli bir işleve sahip.
‘500.Kitap’ın Yiğit Sertdemir’e rast gelmesini de çok anlamlı buluyorum. Tiyatromuza kazandırdığı eserler ile Sertdemir tiyatromuzun son dönemi için özel bir isimdir. Onun şahsında yaratıcı , içinde yaşadığı topluma ve topraklara duyarlı , küresel olanın farkında , çoklu okumaya uygun ince mizahın, sürprizli söylemin ve de genç yazarların ödüllendirildiğini düşünüyorum. Kendisini tebrik ederim .
Öldün Duydun mu?
Bazı isimler daha kapaktayken kitabı özetler. Önce oyunun ismi etkiledi beni .
“Öldün Duydun mu? “ içinde ince bir mizah taşıyor. “Canlı cenaze”lere bir gönderme . 100 ok yemiş bir kahramanın surlara bayrağı dikmeye koşarken yolda geçirdiği sinematografik bir panorama. “Komik ama ciddi” bir uyarı. İçinde yaşadığı toplumda “ölüp de ağlayanı olmayanlara” , arkasından “anası ağlayanlara” bir taş. “Ummandan habersiz katre”leri şefkatli bir okşayış.
Ama oyun , ismin çağrıştıklarında olmayan bir şıkkı (z-hiçbiri) önünüze koyup şaşırtıyor.
Öldün Duydun mu? da Anadolu’yu var eden kültürün izlerini görmek olanaklı :
“Varlığın sırları saklı senden benden /bir düğüm var ki ne sen çözebilirsin ne ben/ Bizimki perde arkasında dedikodu/ Bir indi mi perde ne sen kalırsın ne ben” ( Hayyam-S.Eyüboğlu)
“Bir tek ,hakikat var.Yeryüzü satranç biz de/Sarhoş piyonlarıyız!Tanrı dilediği gibi / Oynar bizimle.sonra yokluk kuyusuna/Fırlatıp/Atar” (Hayyam-Kenan Sarıalioğlu)
“Manada var solukta yok nedir bu?/Pınarda var olukta yok nedir bu?/Dünya varlığıdır dünyada yoktur/Varlıkta yok,yoklukta yok nedir bu?”(Mevlana-Kenan Sarıalioğlu)
“Yok olmadan var olmanın yolu yok/Kendin gibi seni arayan çok/Hiç şaşırmaz kaderden attığın ok/Sevdiğini aşka nişan edersin”(Neyzen Tevfik)
“Gölgemiz burada kendimiz değil/Görünenin ardındadır dünyamız”(Mevlana-Kenan Sarıalioğlu)
“Zavallı,insan!seni kuşatan gizleri ne zaman bileceksin!/Dinlerin sana vaat ettiği cennet yaratıldığın / Bu toprağın üstündedir belki de / Ötesi yok”(Hayyam-Kenan Sarıalioğlu)
Oyunda ince bir batı mizahının da izleri var :
“Needleman a göre biricik Varlık’a ancak hafta sonları o da bir araba aracılığıyla ulaşılabilirdi. İnsanın kendi varlığını gözlemlemesi için önce onunla hiç ilgilenmiyormuş gibi yapması ardından bulunduğu mekanın diğer köşesine seğirtivermesi ve oradan kendisine bakmaya çalışması gerekirdi” (WoodyAllen)
“İnsan öldükten sonra biri kalkın sabah oldu diye ünlediğinde terlikleri bulması zor oluyor.” (Woody Allen)
Yiğit Sertdemir’in mizahı kırıcı değil şefkatli ve zeki . Ben yukarda sıraladıklarımın bir sentezini buldum oyunda.

Yiğit Sertdemir’in matematik kurguya verdiği önem her oyunda bir daha ortaya çıkıyor. Öldün Duydun mu? da bu titizlik devam ediyor.
Sertdemir, oyunda “soyut görünümlü ama çok da somut” bir evren kurmuş . Bu nedenle özellikle oyun sonuna doğru bazı tanıdık kelimeleri tersine çeviriyor. Buna hazırlık olarak da oyun başında intihar kelimesini ters yüz ediyor. Ama “Kabuk” da ,“Kabuk da ev oluyor” da bu söyleme ters.
“Adam” dışında , cinsiyetin vurgulanması çok da şart değil.(Gerekli de değil) Bu nedenle “Erkek olsam çoktan kopartırdım kıyameti” , “Ben olsam…” diye başlayabilir. Diğer bazı replikler de değiştirilebilir. Bu kapsamda “Ebe” çağrışımı ufku sınırlıyor. Bence “Ebe”, pek çok görünümü olan “Herhangi BİRİ”.
Bu “pek çok görünümü olma” fikri oyuna görsel anlamda zenginlik katar. “Saniyelik hareketlerle giysi değiştirme” , oyuna dahil edilebilir. Ebe , “rüzgar, ağaç vb” olabilir , sesi fondan gelebilir,seyirci arasında dolaştırılabilir. Böylelikle ufku geniş olan oyunun “çoklu okumalar” için önümüze koyduğu seçenekler değerlendirilebilir.
Bu sahnelemede söz , görselliğe göre “fazla” gelmiş . Bu nedenle yukarda sıraladıklarım bu anlamda katkı yapar diye düşünüyorum.
Metindeki “ayağın küvetten çıkarılıp tekrar yerine konması”nın oyundan çıkarılması iyi olmuş.
Seçilmiş müzikte beklediğim “bütün”lüğü bulamadım.
Yönetmen, Yazar’a danışarak yukarıdaki değişiklikleri yapabilecekken yapmamış !!!.

Kostüm Tasarımı bu oynanış için yeterli ve sempatik.
Işık özellikle ilk sahnelerde yeteri aydınlıkta değil . Çok gölge bırakıyor.( Ebe girdikten sonra bile)
Küvetin,uzaktan kumandalı dönen bir platformda olmasını hayal ettim .
Oyunculuklarını beğendiğim Aslı Can Kortan ve Gülhan Kadim’i heyecanlı gördüm . Birkaç replik ile ama tüm oyun boyunca sahnede var olan Erkan Kortan’ı ise çok beğendim . Ne demek istediğimi görünce anlarsınız.
Çevresel oturma düzeni ile salonun bu kullanımı çok daha iyi.

Yiğit Sertdemir oyunlarının gizli kahramanı FİLİFU , bu oyunda yeniden karşımıza çıkıyor.
Filifu için ben de bir Redd şarkısı söylemek istiyorum :
"Manzaraya daldım ses çıkarma / Gerçek can sıkar beni uyandırma / Ben böyle güzelim falan filan / Ben burda güzelim falan filan”

Sertdemir’in oyunları çok konuşmaya “gelmez”(!). Seyretmekle alacağınız keyfi kaçırmamak için düşüncelerimi sınırlı olarak anlatıyorum. İlk seyrettiğiniz zaman alacağınız keyf başka olacak. Ama emin olun daha sonra okumak ve bir süre sonra da yeniden seyretmek isteyeceksiniz.
Oyunun sonlarına doğru sizi peşine takıp sürüklediği bir an var ki işte o anın duygusunu da hiç unutmayacaksınız. O da ancak seyrederken anlaşılır , ”okunmaz” ve anlatılmaz..

Yiğit Sertdemir oyunları bu sezon “Dördü bir Yerde”.
Seyretmelisiniz.

Melih Anık

17 Ocak 2010 Pazar

Ergün Işıldar’dan Gizli Oturum (Sartre) - İ.B.B.Şehir Tiyatroları

Oyuna giderken tereddütlerim vardı . Bazı yönetmenler metne burun kıvırıp kendilerini öne çıkarmaya çalışıyor , deneme adına olur olmaz şeyler yapıyorlar. Ergün Işıldar metne sadık , “Sartre” tadı veren başarılı bir sahneleme sunuyor.
Sahne ile salon sanki birbirinin “ayna”sı. Sahneyi tamamlayan salon. Hani resim, seyredenle tamamlanır ya öyle bir şey. Sahnede “öte” taraf, salonda “bu” taraf var. İnsan bu bilinçle sahneye baktığında sahneden duyduklarını daha başka anlamlandırabiliyor.
Bu , oyun içinde salon ve sahnede birlikte oluşan başka bir gerçeklik yaratmış.
Son günlerin popüler filmi Avatar nasıl bir gerçeklikse Sartre’ın evreni de öyle. Ama 1944 yılındaki dünya ile bugün gelinen dünya arasındaki değişikliklere bakarak Gizli Oturum bugüne ne söylüyor? Daha doğrusu Avatar’ın “çağdaşları” Sartre’a ne kadar yaklaşır ?
Maddenin ışınlanması , biokimya teknolojileri , manyetik alan, enerjinin yayılımı ve etkileşimi üstüne teoriler 1944 den beri çok yol aldı. Şimdi “ “Öz”, hiçbir etken olmaksızın “var olan” demektir. Sonsuzluk “öz”ün en temel ve kendince biçimsiz durumudur” . Sartre’ın “Varlık ‘Öz’den önce gelir” bakış açısı karşısında ihmal edilmeyecek öneriler var. Sartre’ın tasarıdaki ‘öz’ü ile bugünün ‘öz’ tanımları zengin bir tartışma ufku açıyor.
1960larda Türkiye’de özgürlük, isyan, hayatın anlamsızlığı, politik söylem vb üzerinde heyecanlanmış nesiller bugün “Varoluşçuluk”u nasıl algılıyor acaba ?
Bu kadar geniş ufuklu bir evrende , Gizli Oturum’u seyredenin durumu ne? Ya da seyirci oyunu neden izlesin?
Oyunun temel aldığı felsefe ile ilgili yığınlarca makale , araştırma var. İsteyen okur, derine dalar. Ama anlamaya gayret etmenin yeterli olduğunu ve de herkesin kendi anlamını kendisinin “var etmesini” , yaratmasının doğru ve yararlı olduğunu düşünüyorum.Düşünmeyi , soru sormayı sevenler için Gizli Oturum bu olanağı veriyor.
İlgilenenler için http://hayatinnabzi.blogspot.com/2010/01/sartren-gizli-oturum-oyunu-icin.html adresinde oyunun “okunma”sına yardımcı olacağını düşündüğüm , oyunun temel aldığı alt okumalardan bir derleme verdim. Eminim ki farklı alt okumalar olacak ve onlar da oyunu başka evrene doğru çekecektir.
Doğu felsefesinin de insanın var olma sorunu üstüne düşündüğünü gösteren pek çok örnek vermek olanaklı. Birkaç hatırlatmayı dikkate sunmak isterim :
İnanç dünyasında dünya geçici bir duraktır.
Ne kadar bilirsen bil anlatabildiğin karşındakinin anladığı kadardır. Sartre, bu söyleyişe sanki yeni bir boyut getiriyor : “Varlığın, karşısındakinin seni anladığı kadardır”
Hayyam-( "Bütün Dörtlükler" -S.Eyüboğlu) ne diyor:
“Ben olmayınca bu güller,bu serviler yok
Kızıl dudaklar,mis kokulu şaraplar yok
Sabahlar,akşamlar,sevinçler,tasalar yok
Ben düşündükçe var dünya,ben yok o yok”

Ama her ne ise ,ister doğuda ister batıda olun “Adınız son kez anıldığı anda ölmüş olacaksınız”
Bu kadar geniş açılım içinde , bu oyunu seyretmek ve düşünmek , keyifli bir tecrübe olur.

Oyunculuk
Özellikle oyuncu seçimini çok başarılı buldum. Oyunu okurken bu karakterleri hayalimde öyle canlandırmıştım.
4 oyuncu da (Ece Okay, Özge Özder, Emre Narcı ve Enes Mazak) çok iyi bir ekip oyunu çıkarıyorlar.
Sahne , Kostüm ve Işık Tasarımlarını beğendim. Yalın, özenli ve oyunun havasına uygun. Gözüme batan tek şey, replikteki gibi “mavi” gözükmeyen Estelle’in sandalyesi oldu.
Dergide yazılı “Garson” (Osman Gidişoğlu’nun) rolüne çıkan Enes Mazak’ın ismi anons edilmeliydi. (Gerçi fuayedeki panoda resmi ve ismi var ama.) Değişiklik kalıcı ise program da değiştirilmeli.

Alain “Yazmak gereksinmesi , ne bulacağımızı öğrenmek dileğinden gelir” diyor. Tiyatro seyretmek de “bulmanıza” yardım eder.
Gizli Oturum , tiyatrosevere , düşüncenin keyfini çıkarmak için seyretmesi iyi gelecek bir oyun . Gençlere ise entelektüel dürtüleri uyandırmak ve “bulmak” için mutlaka söyleyecekleri var.
Fırsatı kaçırmayın.

Melih Anık

Not
İ.B.B.Şehir Tiyatrolarına bir önerim şudur : Program dergisi içinde oyunla ilgili verilen açıklamaların teorik kaldığını düşünüyorum. Daha pratik ve oyunu algılamaya yardımcı olacak bilgiler verilebilir. Oyunlar üzerine yönetmen , yazar vb kişilerle yapılacak söyleşilerin de çok yararlı olacağına inanıyorum.
Okullara, Gizli Oturum gibi oyunlar için sonu söyleşi ile biten gösteriler düzenlenmesi iyi olur.

15 Ocak 2010 Cuma

Adı “Ağır” Gelmiş bir Oyun - Kül Bellek - İstanbul Devlet Tiyatrosu

Devlet Tiyatroları’nın bu yılki “çıkartma”sı 60.Yılda 60 Yeni Yerli Oyun - Dünya Prömiyeri (neden “İlk Gösterim” demezler?) kapsamında Beliz Güçbilmez’in yazdığı Kül Bellek seyircisine kavuştu.
Doçent Beliz Güçbilmez yazılarını zevkle okuduğum bir öğretim üyesi. Önemli makaleleri var. Çeviri yapmış,oyun yazmış .
Kül Bellek , 2006 yılında yayınlanmış.
Oyunu Mahir Günşiray yönetmiş.
Son zamanlarda seyrettiğim Leonce ile Lena ve Beklerken’den sonra Günşiray , gene açık alanı kullanan bir reji yapmış. Oyun bu haliyle Stüdyo Sahnesi gibi belli alanlarda seyircisine ulaşabilir. Bu anlamda oyunun “kara kutu” ile sınırlanmış olduğu söylenebilir.
Süreyya Karacabey’in program dergisi’ndeki “okuma”sını okuduktan sonra oyunu seyretsem fikrim değişir miydi bilmiyorum ama oyun ile gerekli iletişimi kurmak için bir açıklamaya gereksinim duyulması fikrine sıcak bakmadığımı biliyorum.
Tiyatroda oyun , süresi içinde seyirci ile kurulan bir iletişimdir. O süre iyi kullanılmalıdır. Kül Bellek’in bu şansı kullandığını düşünmüyorum.
Hani bestesi içinde şiirler vardır , okudukça beste canlanır içinden. Kül Bellek , içinde kısa filmi saklayan bir metne sahip. Çıkış noktası mükemmel ama bir tiyatro metni olarak sınırlar içinde hapsolmuş.
Oysa bir film için iyi bir sinemacının elinde/ katkıları ve de sinemanın olanakları ile çok etkileyici bir gösteri olabilir(di). Sinema “bellek” takibine daha uygun olanaklar sunuyor.
Sahnedeki uygulamada sinemadan yararlanılsaydı durum daha farklı olur muydu sorusunu cevaplamak çok da kolay değil .
Oyun boyunca oyunun ismi geldi aklıma sık sık. Kül Bellek…Kül Bellek… Kendime hatırlatmam gerekti.
Kül Bellek adı oyunun metninden daha da ağır.
Adı değiştirin oyun değişir . Seyredilmesinde adının çok etkisi vardır. (Bir de “Karacabey okuma”larının.)
Oyunun adı ,ön şartlanmayı yaratıyor zihninizin içinde. Gördüğünüz her şeye o gözle bakmaya başlıyorsunuz. Yakıştırmaya, uydurmaya, anlamlandırmaya çalışıyor zihniniz. Beklentilerinizle karşılaştırıyorsunuz. Ama tat alabilmek ve kendi küllerinizi havalandırmayı becerebilmek için başka bir şey gerekli.
Metnin “matematiksel” yapısı bunun önünde bir engel. İkinci sahneden itibaren kurgu anlaşılıyor. Oysa bellek “matematik” değil. “Silah zoruyla” unutmadığı gibi, “silah zoruyla” da hatırlamıyor.
Bu yapıya bir de rejide önceden hazırlanmış mekanları (Claude Leon keşke 3.boyutu kullansaydı) koyarsanız daha oyunun başında Kül Bellek, esrarını yitiriyor. Tüller arasından uçuşan küller yerine katılaşmış bir yanardağ artığı bir mekanla kalakalıyorsunuz, katılaşmış , taşlaşmış. Oyun sürerken onlara daha en başta yüklediğiniz anlamların izleri sizi rahatsız ediyor boyuna,devamlı şikayet eden çocuk vızıltısı gibi.O zaman fondaki çocuk seslerinin ısıtıcı etkisi kalmıyor ortalarda.
Tek bir sahnede o da çok kısacık “işte” dediğiniz an kayıp gidiyor elinizden. Kaza sahnesinde esmer adam kadına “Düş benim peşimden” derken aslında kadın, kafasındaki adama mı söyletiyor o sözleri? Öyle olsaydı keşke dedim içimden. Ama diğer sahnelerin arasında yapayalnız ve anlamsız kalacaktı.
Bellek , otomatik kapılar gibi açılıp kapanmıyor. Elma dilimler gibi dilimleyemiyorsunuz. Ortada büyük bir bulanık küre var. Bazı sahneleri aydınlanır gibi oluyor.Ama o da sisler içinde. Bazen hatırlayan da bilmiyor neyin neden ve nereden geldiğini .
Kül Bellek’de sahneler bu sertlikte açılıp kapanmasa , bu kadar birbirinden kopuk olmasa, kadının ismi üzerinden sahneler arasında bilinçli bir karışıklık yaşansa belki daha da iyi olur. Kül Bellek’de sanki her sahne ayrı vagonda . Lokomotif, raylar üzerinde vagonları çekiyor.
Kül Bellek’i oluşturan sahneler belli ki yazarın hatırladıkları. Oysa toplumsal bellek daha farklı. Kül B(b)ellek bireysel olandan toplumsal olana geçmeye uğraşıyor ki bu hem zor hem de riskli.
Risk tarihle ilintili daha çok . Tarihini netleştirmemiş bir toplum, bunun önündeki en büyük engel. Hala farklı sınıflar farklı “tarih”lerin peşinde.
Ayrıca bazı olaylar(töre,anarşi,kayıplar,işkence) çok ve aynen tekrar edildiğinden klişe olmuş,sakız olmuş. Onların imgeleri yeni düşünmelere açılım sağlamıyor. Bellekleri canlandırmıyor. “Çürümüşlüğün koku”sunu duymuyoruz. Kül B(b)ellek de duyurmuyor.
Oyuncular(Yeşim Gül, Bedir Bedir) “hikaye etme”yi oynuyorlar. Bu onların oyun dışından rollerine bakmalarını sağlıyor. Ama epik de denemez buna. Zira eleştiri yok bu duruşta. Bu oynayışın yönetmen tercihi olduğunu düşünüyorum. Yeşim Gül ve Bedir Bedir isteneni verebilecek kadar iyi oyuncular. Zaten oyun “iyi” izlenimi bırakıyorsa bunun nedeni , iki oyuncunun seyirciyi saran elektriği.
Işık(Nejat Karaorman) ise metne uymuş. Sınırları olan kesin bir ifade dilini seçmiş. Rejiye uymuş ama kül belleğe uymamış.
Müzik (Ümit Kıvanç) özellikle tangoda yakaladığı duyguyu oyunun tümünde bir “bütün” yapamamış. Tango ise bu tür duygular için hemen akla gelen bir müzik . Kolay bir yakalama çabası gibi geldi bana.

Geldiğimiz gibi çıktık oyundan. Kuş tüyü yastıkların tüyleri omuzlarımızda. Bellek küllerin altında uykuda.

Melih Anık

Not :
Tekel deposunda yapılan renovasyonun gördüğümüz giriş ve stüdyo kısmı başarılı. Akıl edenin aklına , yapanın ellerine sağlık. Tekel’den kalan bazı araç-gereçlerin sergilenmesi de güzel. Bir de küçük bir mekanda da olsa bir Tekel sergisi olsa ve de emeği geçenlerin isimlerini taşıyan bir plaket.

13 Ocak 2010 Çarşamba

İ.B.B. Şehir Tiyatroları'nda Nimet Hanım’ın “Düşüş”ü ve Nahid Sırrı Örik

İ.B.B. Şehir Tiyatroları tarafından sahnelenen , Nahid Sırrı Örik’in Sultan Hamid Düşerken(Abdülhamit Düşerken) isimli romanından Kemal Bekir tarafından uyarlanan Düşüş isimli oyunun bu defaki ilk gösterimi 6 Ocak 2010’da yapıldı.Oyun daha önce Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenmişti. (1975-76)
Romanın Adı Ne?
Devlet Tiyatro’sunun oyuna ait rol dağılımında “Nahid Sırrı Örik’in Abdülhamit Düşerken adlı romanından oyunlaştıran Kemal Bekir” diye belirtilmiş.
Sander Yayınları tarafından 1976 yılında ikinci baskısı yapılan romanın ismi de “Abdülhamit Düşerken”.
Oyun, İ.B.B. Şehir Tiyatroları afişlerinde ve rol dağılımında “Nahid Sırrı Örik’in “Sultan Hamid Düşerken” Romanından Kemal Bekir” başlığı ile verilmiş. Romanın ismi üzerinde ortak bir anlayış yok gibi duruyor.
“Uyarlayan” , “Yazan” Ne?
Program Dergisinde “ Yazan : Kemal Bekir” başlığı hemen altında Oyunlar bölümünde “Hüseyin Rahmi’nin romanından aynı adla oyunlaştırdığı “Utanmaz Adam”…” denildiğine göre İ.B.B. Şehir Tiyatroları , “Yazan” ile “Oyunlaştıran /Uyarlayan” arasındaki farkı biliyor.
Ankara Sanatseverler Derneği’nin bu oyunla Kemal Bekir’e “En iyi Oyun Yazarı Ödülü”(1975-76) vermesine ve de İ.B.B.Şehir Tiyatroları’nın uygulamasına bakarak bir sonuca varacakken, son oyunun program dergisinde, Engin Gürmen : “…..Kemal Bekir tarafından tiyatroya uyarlanan…” ; Prof.Dr.Cevat Çapan : “…Düşüş adıyla uyarladığı oyun…”; Ali Gevgili : “Kemal Bekir’in uyarladığı Düşüş…” şeklindeki ifadeleri ile şaşırdım.
Dergideki İngilizce tercümede de “two adaptations”(iki uyarlama) başlığı altında veriliyor “Fall”(Düşüş).
Bunun önemi ne derseniz benim cevabım şudur : Uyarlamada “uyarlayan”, “roman”ın aracısıdır , “yazan”da “yazar”ın . Yani “sadakat”, birinde romana , diğerinde esas eserin yazarınadır.
Romanı okumuş biri olarak Kemal Bekir’in son sahne dışında romana bağlı kalmaya çalıştığı anlaşılmaktadır ki bundan hareketle benim kanım Düşüş’ün “uyarlama” Kemal Bekir’in “uyarlayan” olduğudur.
Dergilerdeki İngilizce
İ.B.B. Şehir Tiyatroları program dergilerinde başlattığı İngilizce tercümelere de dikkat etmeli.(Bununla neyin hedeflendiğini anlamış değilim. “Eksik” olan İngilizce bilen seyirci mi idi ? Özellikle söze dayanan bu tür oyunlarda yapılacaksa anında tercüme yapılsın bari.)
Türkçesinde “İttihat-Terakki’nin beceriksiz iktidar hırsı”, “the unqualified leadership of Union-Progress” şeklinde tercüme edilirken ne yapıldığının farkında olunmuştur umarım.
‘Düşüş’ün Nedeni Ne?
Yönetmen Engin Gürmen dergideki yazısında “İttihat-Terakki( Birlik ve İlerleme) Cemiyeti de , tutkuları yüzünden giderek koca bir imparatorluğun “Düşüş”ünün öncüleri olmuştur” diye saptama yapmış.
Nahid Sırrı Örik’in bile yapmadığı bu saptamanın nereden kaynaklanmış olduğunu anlamadım.
Tarihimizin en çok tartışılan konularından biri olan husus ile ilgili, Prof.Dr.Emre Kongar “Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı 20 aralık 1881’de gerçekleşir” demektedir.
Prof.Dr.Kongar “Muharrem Kararnamesi’nin yayınlanma tarihi olan 1881’den Birinci dünya Savaşı’nın sonu olan 1918’e kadar geçen 37 yıl boyunca Osmanlı’nın yaşamasının nedeni İngiltere,Fransa, Almanya ve Rusya arasında “Doğu Sorunu’nun” nasıl çözüleceği,yani imparatorluğun nasıl bölüneceği konusunda bir anlaşmaya varılamamış olmasıdır.” diyor.(Aslında “Osmanlı’yı bitiren kapitülasyonlar Fatih Sultan Mehmet’in Venedikliler’in ve Cenevizliler’in ticaret ayrıcalıklarını kabul ettiği tarihte başlar…….Haçlı seferlerine kadar da gider.”)
Emre Kongar “Osmanlı’nın kurtuluşunu Abdülhamit –İttihat Terakki ikilemi çerçevesindeki karşıtlıklarda aramanın dışında bir seçenek,bir düşünce yoktur o sıralarda; Mustafa Kemal Atatürk’ün dehası işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır : O ,mevcut yapının olanaklı kıldığı seçeneklerin ötesinde bir çözümü gerçekleştirmiştir” demektedir.
Tarihi yeniden okuduğumuzda, Sultan’ın ortadan kaldırılmasını önemsemiş ve perde arkasından onu “kukla” haline getirmiş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti , olsa olsa zaten inişe geçmiş bir imparatorluğun “Düşüş”ünü hızlandırmıştır ,”öncü” olmak yerine.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşu 1889 dur. II.Abdülhamit’in saltanat dönemi (1876-1909) tarihleri arasındadır.
Nahid Sırrı Örik
“1894-1960 yılları arasında yaşamış olan Nahid Sırrı, yapıtlarını 1928 yılından sonra yayımlamaya başlamıştır. Eleştiri, gezi yazısı, oyun, öykü ve roman türlerinde yapıtlar veren Örik’in ilk romanı Kıskanmak 1946 yılında yayımlanır.” (Kıskanmak 2009 yılında filme alınmıştır.)
“Örik, ilk eğitimini evde özel öğretmenlerden alır. Daha sonra, Beşiktaş’ta Aftab-ı Maarif Rüştüyesi’ne girer ve buradan mezun olur.Meşrutiyetin ilânından sonra bazı yabancı okullara ve Galatasaray Lisesi’nedevam eder, ancak öğrenimini tamamlayamaz. Babasının ısrarıyla bir süre Berlin büyükelçiliğinde memur olarak çalışır. 1915-1928 yılları arasında Paris başta olmak üzere Avrupa’nın birçok büyük merkezinde yaşar. Nahid Sırrı, 1928 yılında, Cumhuriyet ilân edilip yeni kurumlar yerleşmeye başladıktan sonra yurda döner.”
“Yazarın son romanı olan Sultan Hamid Düşerken, 1957 yılında yayımlanır. Roman, İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra yaşanan siyasi bunalımları ve bu bunalımlar içinde iktidar hırsıyla hareket eden, kocasının daha iyi mevki edinmesine çalışan Nimet’in hayatını konu edinir. Örik’in Kıskanmak ve Sultan Hamid Düşerken adlı romanları güçlü dramatik kurguları ve başarılı karakter çizimleriyle dikkat çeker.” (Düşüş 2003 yılında filme alınmıştır.)
“Eleştirmenler, Örik’in hep kötü, olumsuz karakterler çizdiğini belirtirler. Oğuz Demiralp, “Yırtık Ev” adlı yazısında Örik’in “kadın merkezli bir yapıntı dünyası” olduğunu söyler ve şöyle devam eder: Örik’in bütün kadın kahramanlarını bir araya getirirsek bir cadılar müzesi oluşturabiliriz. Bu kadınların kötülüklerinin hedefi hem rakibeleri hem de sevgilileridir. Çoğu, cinsel dürtüleri güçlü olan kadınlardır. Kadının cinselliği ve kösnüllüğü genellikle olumsuz bir öğe olarak işlenir.”
“Yazarın kadın karakterleri şeytani olarak tanımlanır. Nahid Sırrı Örik’in yarattığı kadın ve erkek karakterlerde Örik’in anne ve babasıyla yaşadığı ilişkinin yansımaları görülür.”
“Sultan Hamid Düşerken’in baş kahramanı olan Nimet iktidar hırsıyla hareket eden bir kadın olarak çizilir. Bu hırsını doyurmak için Şefik adında bir subayla evlenir. Nimet, kendisine aşık olan Şefik’in bu zaafını siyasal güç elde etmek için kullanır. Nimet’in sözleriyle siyasal yaşamını belirleyen Şefik, romanın sonunda idam edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.”
“Nimet hep başkalarını sömürür. Hatta insanları sömürmekle kalmaz,onların kaderlerini de tayin eder. Erkeklerle ilişkilerinde de onları aşağılamaktan, onlar üzerinde egemenlik kurmaktan zevk alır.”
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne akıl verecek kadar da cüretkârdır.
“Nahid Sırrı, kahramanların ruhsal durumlarını ayrıntılı şekilde betimler. Bu da bize romanlarını psikanalitik eleştiri yöntemiyle okuma ve eleştirme olanağı sağlamaktadır.”
Roman Nimet Hanım gibi bir karakteri hediye etmiştir edebiyata.
Gerçek tarihi kişiliklerin ve olayların bahsedildiği oyunda Mehmet Şehabettin Paşa , kızı Nimet ve Binbaşı Şefik , roman karakterleridir.
Oyun(Roman) II.Meşrutiyet’in ilanı (1908) ile başlar ve Hareket Ordusu’nun İstanbul’a doğru yürümesi (1909) ile sonlanır.
Romanda ((Şefik’in).muhakemesi daha sonra yapılmak üzere Ayastafanos’ta tutuklanıp hapsedildiğini yazıyor , karısının da İstanbul’dan kaçanlar arasında bulunduğunu haber veriyordu) diye anlatır Örik. Yani oyunda gösterilen İttihatçı arkadaşları tarafından darağacına çıkarılması, özgün bir son değil. Nimet Hanım’ın da Rus elçiliğine sığınmış olduğunu yazar Örik.
(Tırnak içi bilgiler Özge Soylu’nun tezinden derlenmiştir.)
Sahnedekiler
Oyunun iyi bir oyunculukla sunulduğunu söylemeliyim. Özellikle Defne Gürmen Üstün’ün(Nimet Hanım) performansı etkileyici.
Sahne Tasarımı( Ayhan Doğan) ve Kostüm Tasarımı( Nilgün Gürkan) öne çıkıyor. Özellikle Nimet Hanım’ın ruh durumuna göre değişen renklerdeki kostümleri çok yerinde. Oyunda Işık Tasarımı (Kemal Yiğitcan) önemli bir anlatım aracı olarak kullanılmış.
Oyun boyunca zaman zaman Osmanlı Arması arkasında kalsa da sahnede devamlı olarak yer alan Abdülhamid resmi , Yıldız Sarayı’nın “gölge”sini verirken konak duvarında da evlerin içine nasıl girdiğini (göz ve kulak olarak) de gösteriyor. Ama oyun boyunca zaman zaman “söndürülmesine” ihtiyaç var. Zira Nimet Hanım’ın “rengi” bazı sahnelerde Abdülhamid’den daha baskın.
Sanıyorum resmin yerleşmesi merdivenleri de dikleştirmiş . Merdivenleri kullanan oyuncuların hareketini de zorlaştırıyor.
Eleştirmenler tarafından çok vurgulandığından olacak, müzik (Efekt Tasarımı -Mustafa Emin Duman), Shakespeare oyunlarının etkisi altında. Oyunda kullanılan beni rahatsız etmedi ama ben dönemin Batı formundaki Osmanlı Müziğinin tınısı ile duyguların anlatılmasını tercih ederdim.
Sahnede “ölen” Mehmet Şehabettin Paşa’nın(Toron Karacaoğlu) selama çıkmamasını da normal (?) karşıladım.
Oyunun ilk replikleri bir anlamda günü özetliyor. Ama seyirci hazır olmadığı için bu ilk girişteki sözler “güme “gidiyor. Aralardaki iki oyuncu ile temsil edilen “koro”nun oyunu tamamlaması hususunda tereddütlerim var.
Sahnede Abdülhamit’i canlandıran Engin Gürmen, romanda “Düşmanlarımın iddia ettikleri gibi gaddar ve zalim olsaydım , bu herifi Yıldız’dan sağ salim dışarı çıkarmazdım” diye geçen sözleri “Eski halim olsaydı…” diye başlatırken dili mi sürçüyor acaba ?
Düşüş , sözü ,yorumuyla alışılmış tarihsel olaylardan farklı bir oyun . Keşke ana vurgu Nimet Hanım’ın Düşüş’ü olaydı .

Melih Anık

Kaynak
Emre Kongar - Tarihimizle Yüzleşmek -Remzi Kitapevi
Sina Akşin – İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele- Cem Yayınevi
Sina Akşin - Jön Türkler ve İttihat ve Terakki- Remzi Kitapevi
Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları Sultan Abdülhamid - Boğaziçi Yayınları
Prof.Dr.Osman Turan - Türkiye’de Siyasi Buhranın Kaynakları - Ötüken
Fazıl Ahmet- Kırpıntı - Arba Yayınları
Ahmed Rıza Bey’in Anıları - Arba yayınları
Ahmet Davudoğlu - Stratejik Derinlik - Küre Yayınları
Özge Soylu - Nahid Sırrı Örik, Kıskanmak ve Psikanaliz-Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Master Tezi

12 Ocak 2010 Salı

O.B.E.B. - Altıdan Sonra Tiyatro - Yiğit Sertdemir

Sezon başında ilân edilen oyunlara bakarak bu sezonun “Shakespeare Sezonu” olacağını düşünmüştüm.
Şimdi ortaya çıkan durum ise şu : Yiğit Sertdemir , “Shakespeare Sezonu”na ortak oldu.
2008 ( 444), 2006 (Öldün Duydun mu ), 2005 ( Bekleme Salonu ), 2004 ( O.B.E.B.) tarihlerinde seyirci ile ilk kez buluşan oyunları ayni sezonda sahneleniyor .
Bunun seyirci için kaçırılmayacak bir fırsat olduğunu düşünüyor ve tiyatroseverlere öneriyorum.
İ.B.B. Şehir Tiyatroları sahnelerinde oynanan Bekleme Salonu dışındakiler Altıdan Sonra Tiyatro’nun yarattığı Kumbaracı50 mekanında sahneleniyor.
Ülkemizde tiyatro yapma modelleri üzerine ayrı bir yazı ile görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Ama yeri gelmişken başarılı bulduğum bir yazarın cömertçe ve fedakârane kendini ateşin ortasına atma zorunda kalışını kamunun takdirine ve bilgisine sunuyorum. Bir oyunu başka bir tiyatroda sahneleniyorken , 3 oyununu da ayni sezonda bir başka mekanda sergilemesinin stratejik olarak üzerinde düşünülmesi gereken bir durum olduğuna dikkat çekmek istiyorum.
Sertdemir’in,- Kumbaracı50’yi var etme/yaşatma ile ilgili bir savaş verirken- bu sezon 444, Kapıların Dışında, O.B.E.B. ve Mefisto ile sahneye çıktığını, ayrıca Genç Tiyatro kapsamında ders verdiğini düşünürsek ülkemizdeki tiyatro ortamının , yazarı/ sanatçıyı içine düşürdüğü durumu ; ondan beklediğimiz yeni eser yaratma olanağını nasıl bulacağını ve bu düzenin başarılı bir yazarı nasıl bir sarmala soktuğunu, kısaca ortamın nefes almayı zorlaştırdığını anlamamız zor olmayacaktır.
Ben çözümün öncelikle tiyatro dünyası tarafından üretilebileceğine inanıyorum .Önce “birlik” olmak gerek. Sanatçının önce “dik” durabilmesi gerek!
Her şeyden önce ilgili bölümlerde üniversitelerimiz, tiyatro modeli üzerinde durum saptaması ve çözüm önerileri üzerine düşünemezler mi ? Pazarın verileri sağlıklı bir şekilde toplanarak bir “data bank” oluşturulamazlar mı ? Bilet fiyatında , tiyatroya bakışta ,yardımda çözüm önerileri üretilemez mi? Medyada tiyatroya daha fazla yer ayrılması için salonlara gelip katarsis olan medyacılar “utandırılamaz” mı ? Kamunun 5TL’lik tiyatro biletinin gerçek maliyeti sorgulanamaz mı ?
Ben “akademik söylem ve saygınlık” oluşturulmadan ve bu yolla dünya tiyatrosu ile “entegre” olmadan sonuç alınamayacağına inanıyorum. Bu girişim “Düdük çalarak” sokaklarda yürümekten daha iyi sonuç verecektir.
O.B.E.B.
Yiğit Sertdemir’in en başarılı saydığım oyunu O.B.E.B. (Diğerleri başarısız demek değil bu!)
Her ne kadar her yerde , oyun, “70li yıllarda bir psikolog ve yardımcısı tarafından birbirinden farklı dört kadının psikodrama yöntemiyle ‘merkezce’ belirlenen hedeflere dönüştürülmesini anlatan,yakın geçmişimize dair bir kara mizah örneği” olarak tanıtılıyorsa da ben , oyunun en başta , mükemmel bir bürokrasi eleştirisi olduğunu düşünüyorum,hem de 70’li yıllarla ve o yılların etkin karakterleri ile sınırlanmadan. Her dönemde dünyanın her ülkesinde, oyunda anlatılanların benzeri olayların yaşanması muhtemeldir . Özellikle “kaderinin efendisi” olamamışların yazgısı bundan başka ne olabilir ki ! Oyundaki “Örnek tipler” de zamana ve yöreye göre değiştirilir.
Giriştiği işin neye yarayacağını değil, yapılmasını önemseyen ve bu nedenle “hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan”ların neler yaptıklarını tarih yazıyor.
Öte yandan toplumları kendi amaçları doğrultusunda “şekillendirmeye” çalışanların yarattıkları kaos ise korkutucu.
Ama en korkuncu neyin “ne”, kimin “kim” olduğunu bilememek.
“Farkında olmak” , “oyunu bozar”.
O.B.E.B. , bu farkındalığın sağlanması yolunda döşenmiş bir taştır.
O.B.E.B. de anlatılan “merkez” , “keyfi öyle istediği/işe yarayacağını düşündüğü/en doğrusunun o olduğuna inandığı” için bazı kadınların (kendince) belirlenen hedeflere dönüştürülmesini ister. Üretilecek “lider” , “aydın” , “savaşçı” ve “imrenilecek-seksi” kadınlar görev adamı haline getirilecektir.
Sertdemir , “Neden kadınlar?” sorusuna verdiği yanıtla ilk eleştirisini yapar: “Başarısız olunsa da kayıp büyük olmaz diye düşündüler herhalde”
Erkek egemen toplumda kadınların toplum içinde algılanmasına nasıl güncel bir vurgu(şamar) değil mi? (Kadınları kullanan bir oyunun kadınlara nasıl sahip çıktığını bazılarının anlaması için iyi bir örnek!)
“Zaten elimizde her modele talip kadın varken neden başka şeylere dönüştürerek işimizi zorlaştırıyoruz?” sorusunun yanıtı ise “Merkez , kimin nerede kullanılacağını bizden iyi bilir”
Bu hem yöneteni hem de itirazsız emir alan yönetileni bir cümle ile özetler. Yazar inandırıcı bir neden ile işe girişmiştir.
Yiğit Sertdemir , günleri baz alan dönüşümü zamanın tersine çalıştırarak çabaların anlamsızlığını vurgularken sanki gizli bir bürokrasi eleştirisi de yapmaktadır.
Ama esas çarpıcı sahneler oyunun sonundaki fondan gelen konuşmalarda ortaya çıkar.
Çok başarılı bulduğum Tomris İncer’in sesinin kullanılması ise dört dörtlük!
Yukarda sıralanan “ince” ayrıntılar ve 444,Öldün Duydun mu? Bekleme Odası ile O.B.E.B. oyunlarını birbirine bağlayan “Filifu” göndermesinde, Yiğit Sertdemir’in zeka ve espri gücünü ortaya koyan ve dünyanın büyük mimari yapıtlarında eser sahibinin gizli imzasına benzer bir tad var. (Kişisel bir zevk alma da tabii)
Bunlar “mühendis kafasının” izleridir. (“Mühendis”ten sanatçı olmaz diyenlere!) Sertdemir’in oyunlarındaki “matematiksel kurgu”da da etkisi vardır diye düşünüyorum.
Mükemmel bir oyunculuk , çok iyi ayarlanmış bir tempo , sakız olmamış zeki espriler ile zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorsunuz ama 135 dakikalık oyunun daha “compact(yoğun)” olması iyi olurdu gibime geliyor.
Her ne kadar afişlerinde var olsa da Dalton’lar ile ilgili bölümü kaldırışına ( çok yerinde buldum) bakarak oyunu gözden geçirdiğini düşündüğüm Yiğit Sertdemir’in oyununda bazı sahneleri de (1. Perdede yan hikayeler ve 2.perdede kadınlar girişi , alış-veriş gibi) yeniden ele alıp oyunu kısaltmasının iyi olacağını düşünüyorum.
Oyunun başındaki günlerin ve kişilerin isimlerinin panoya iğnelenmesi , olayın takibi açısından çok yararlı olmuş.
Oyun sonunda yazar ile fonda yapılan görüşme de oyunu “sarmal”layan çok zekice bir buluş.
Yiğit Sertdemir’in canlandırdığı karakterin kadınları değiştirmeye çabalarken her biri ile kendisinin de değişmesi (P.A. ile olduğu gibi git-gel yaşaması) olabilir miydi diye düşünmedim değil.(Kitaptan öğrenenin uygulamadaki beceriksizliği .)
Oyun 2005 yılında 5. Lions Ödülleri’nde , En Başarılı Oyun Yazarı (Yiğit Sertdemir) ve En Başarılı Kadın Oyuncusu (Küçük Salon) ( Aslı Can Kortan) ödülünü almış.
Ben tüm oyunculukları çok başarılı buldum . Ama illaki oyum istenirse değişimdeki yarattığı farka ve de yorumuna bakarak Ebru Gözdaşoğlu’nu (P.A.) öne çıkarırım.

Dileğim,umudum ve inancım, seyircinin Kumbaracı50’ye giderek destek olmasıdır.
Kumbaracı50’den beklentim ise emeklerin ve hayatların bu uğurda sonuna kadar bir anda “harcanması” yerine belli bir strateji ile uzun yılları garantiye alacak şekilde soluğunu “maraton”a göre ayarlamasıdır.

Melih Anık

10 Ocak 2010 Pazar

Bizim Tiyatro - Bana William Deyin – (Bana Ne Derseniz Deyin !)

Sezon başında merakla beklediğim bir oyundu Bana William Deyin.
Dört önemli ismi bir araya getiriyordu : Shakespeare, Özdemir Nutku, Hülya Nutku ve Zafer Diper.
Basında oyunun tanıtımı şöyle çıkmıştı:
“Bana William Deyin; Shakespeare hayranı, istediği rollere bir türlü kavuşamamış bir oyuncunun(Oscar’ın) bir vodvil sonrası unutulduğu tiyatronun soyunma odasında; düş ve gerçek arasında, Shakespeare metinlerinden bölümler oynaması-yorumlaması üzerine kurulu… Geçmişte bir sirkte palyaçoluk yapan Oscar, “Palyaçolar güldürür, soytarılar doğruyu söyler” savından hareketle, ilerlemiş yaşına karşın-ve unutamadığı aşkı Lisa’nın da yaşantısına kattığı çağrışımlarla Shakespeare rollerini (ki özellikle soytarılarını) oynama tutkusu içinde, kendi kendine büyük ustadan kimi sahneleri canlandırmakta, ona sığınmaktadır bir bakıma.. Bu yalnız adamın dramı; yaşamda da, tiyatroda da istemediği rollerin oyuncusu olma durumudur. Oscar, acaba isteğine kavuşabilecek mi? ”
O sıralarda yazdığım bir yazıda (http://melihanik.blogspot.com/2009/10/shakespeare-sezonu-aclyor-penceleri-mi.html)
“Prof.Dr Özdemir Nutku ve Prof.Dr. Hülya Nutku imzalarını taşıyan oyunu önemsiyorum . Shakespeare Sözlüğü gibi bir kitabı yazan (Shakespeare sevenlere öneririm) ve pek çok Shakespeare oyununu dilimize kazandıran Prof.Dr.Nutku’yu ve de tv dizilerindeki sıradan karakterlere itibar etmemiş ve “duruşu” olan tiyatrocu Zafer Diper’in ortaya koyacaklarını “ciddi” bulurum da ondan. “Bana William Deyin!”i görmek için tarihi ve salonu takip edeceğim ” demişim.
İlanını görür görmez koştum gittim Barış Manço Kültür Merkezi’ne.
Özet şudur:
Shakespeare’in yarattığı karakterleri kolajlayan Nutku’nun oyununu oynayan Oscar’ı yeniden yorumlayan Zafer Diper’in oyunu!
Ya da Hamlet’i oynayan aktörü taklit eden Oscar’ı taklit eden Diper !
Bir de bunlara bunca yılın Diper’in “kendine yakıştırdığı” Shakespeare ve de “role yabancılaşma”yı katarsanız resim tamam olur.
O nedenle oyunun isminin çağrıştırdığı ve de basındaki açıklamalardaki “Büyük Ustadan canlandırılmış sahneler”i okuyup, kendinize göre ayar yapıp gitmeyin. Zira Bana William Deyin ayarınızı bozabilir.
Bu “Diper’in Shakespeare’i”..
Nutku’larınki oyunun içinde kullanılan müziklerde kalmış.
Oyunun dekor ve kostümü de iki arada bir derede.
Bu oyunda risk taşıyan durum Yazan,Yöneten ve Dramaturg’un tiyatromuzun saygın akademisyenleri olması. Zira “söylemek” ile “yapmak” arasındaki fark kişiye yük olur.(Cesaretlerini takdir ediyorum.)

Prof.Dr.Hülya Nutku “Hoca”nın dergideki yazısında “Faydanılan (faydalanılan olmalıydı) düzlem kadar (Shakespeare eserleri) , faydalananın düzlemi (izleği takip eden seyircinin kazanımı) alımlama , algılama , anlama ve yorumlama yönteminin de temel izleğini oluşturur “ ifadesindeki “faydalanan”(?) olarak aslında 2 saatlik “faydalanma dersinde“ , ”temel izleğe” yeterince katkı (!) yapamadığımı hissettim. Shakespeare düzlemi bir “seviye” belirtiyorsa , seyirci düzlemi neden “kazanım”la ölçülür anlamadım. Düzlemlerin bir türlü buluşamamasının nedenini ise ANLADIM.
Nutku’lar , oyunun yapısını kurarken tek kişilik ve kolaj sahne gösterisinin zorluklarının farkında olarak sahne geçişlerini çağrışıma , gazete haberine, dışarıdan uyarıya , uykuya/rüyaya ,yaşlılığa , hayal görmeye bağlamışlar . Shakespeare yetmemiş , Çehov, Plautus, Perrault eklenmiş . Bütünlük ve süreklilik kaygısı ile yapılan bu kurgulamayı çok da başarılı bulduğumu söyleyemem. Örneğin gazetede okunan bir haber (“Irkçılık aldı yürüdü”) ile başlayan ve İago üzerinden Othello’ya bağlanan süreç zorlama duruyor. Ya da Desdemona’nın yastığına sarılarak uykuya düşme ve görülen Shakespeare rüyası “naif” kalıyor. Oyunun sonu ise “fazla” melodramatik.
Oscar’ın aynaya bakarak başlayan kendine konuşması zaman zaman seyirciye zaman zaman “yukardaki”ne yöneliyor ki oyunun bütününde Oscar’ın odasındaki yolculuğunu akıcı ve tutarlı bir yola sokamıyor. Anlatıyor mu , sayıklıyor mu , içsel mi konuşuyor, hezeyan içinde mi ?
Tüm hayatını Shakespeare oynamaya adayan ve hepsini ezbere bildiğini iddia eden bir aktörün herhangi bir Shakespeare tiradını unutmadan okuyamamasına “yorum” mu demeliyiz ? (Shakespeare oyunlarının o bilindik vurgusunun (şiirinin) kullanılmamasını yaşlı bir aktörün kendi yeteneklerinin farkında olmamasına bağlasak bile.) Oyundaki müziğin ve kostümlerin Shakespeare ruhunu hatırlatan “ağır”lığını nasıl yorumlamalı ?
Öte yandan 60 yaşındaki Oscar’ın sanki 80 yaşında imiş gibi “görünmesi”, zihinsel ve fiziksel yönden çökmüş aktöre hala sahnede rol veriliyor olması inandırıcı değil.
Bana göre asıl güçlük oyuna kendi damgasını vurma iddiasında olan yönetmen-yazar-aktörden kaynaklanıyor. Benim gördüğüm , Diper , içine sinmeyeni yapmayan “dediği dedik” bir tiyatrocu, provalarda nezaketen “he” demiş bile olsa . Shakespeare , Yazar , Yönetmen , Dramaturg ve Diper bir çizgide buluşamamış.
Belki de oyun Diper’e endeksli yazılmamıştı zaten.
…………………..
Oyundan çıktım . Akşam, Ocak’ı şaşırtacak kadar Nisan . İskeleye doğru yürüyorum. Panaroma restoranda Kral Lear ve Lancelot Gobo (Venedik Taciri’nin soytarısı) plaza ekranda alev alev yanan(?) şöminenin önünde, Candan Erçetin’in Ninni'si ile kadeh kaldırıyor , Elsinore için!

Melih Anık

Not:
Barış Manço Kültür Merkezi tipik bir “Kamu ihalesi eseri(?)”. Asansör , salon kapasitesine uygun(?) tasarlanmış,teknik hesaba göre değil. Müteahhit de biliyor salon “büyük” gelir , bu “Tiyatro”ya .
Hele tasarıma , dekorasyona ve tuvaletlerdeki yoğun amonyak kokusuna ne demeli ! Salonun “Dostlar alışverişte görsün” durumu acıklı . Hem neden salon 3.katta ? Sonradan akla gelmiş gibi ?
“Zabıtalarını , çöpçülerini” toplasa da gelse Nedim Saban ! Gelse de kurtarsa şu merkezi.

8 Ocak 2010 Cuma

İBB Şehir Tiyatroları- Bekleme Salonu –Yiğit Sertdemir

5 Ocak 2010 da törenle Genç Tiyatro’ya tahsis edilen Kerem Yılmazer Sahnesi’nde 6 Ocak 2010 günü matinede Bekleme Salonu’nu seyrettim.
Salonda -çoğunluğu kadın- yaklaşık 30 seyirci idik. Yaş ortalaması da 30’un üstünde. (Hanımlara “torpil yaptığım” için “30’un üstünde”) Zamanla “genç”leşir diyelim.
Salonun bu halde olacağı bilindiğine göre çevre okullardan 50 öğrenci son sabah daveti ile getirilemez miydi ? Ya da son 10 dakikada 50 öğrenciye bedava bilet uygulaması yapılamaz mı ?
Bir de bu tiyatronun günün her saatinde (Evet “GÜNÜN HER SAATİNDE”) açık tutulması sağlanamaz mı ?
Fuaye, gençlere uygun hale getirilemez mi ? Tiyatronun yönetimi gençlerle paylaşılamaz mı? Onların etkin katılımı sağlanamaz mı , düşünceleri alınamaz mı? Eminim ki onlardan daha “yaratıcı” fikirler çıkar.
Her ne kadar ben İBB Şehir Tiyatroları’nın Genç Tiyatro uygulamasına karşı isem de madem başladılar hiç değilse “gereken”i yapsınlar diye “düşüncelerimi” yazıyorum.
Bu sahnede , 1979 doğumlu yazar Yiğit Sertdemir’in Bekleme Salonu isimli oyununu 1978 doğumlu yönetmen Tolga Yeter’in rejisi ile ve 1969 doğumlu Ertuğrul Postoğlu , 1986 (internet bilgisi ile tahminim) doğumlu Zeynep Özyağcılar ve 70’li (özgeçmişine bakarak , tahminim) Cengiz Tangör’ün oyunculuklarından seyrettim.
Maalesef İBB Şehir Tiyatroları’nın internet sayfasında herkesin hayat hikayesi yok.Özellikle de teknik kadronun .. (Kadroda olmayanları yazmıyoruz mu diyorsunuz? Yoksa tamamlıyoruz mu?)
Okuyanlar, yaşlardan bahsettiğim için şaşırmışlardır belki ama “Genç Tiyatro” kapsamını tanımlarken nerede durduğumuza bakalım.
30 lu yaşlara ,elbette “yaşlı” denemez . Ama sizin Genç Tiyatro’nuz ne kadar “genç” olacak ?
Daha ziyade Erbulak’ın konuştuğu programda (TRT2-6 ocak), Arif Akkaya ve Sevinç Erbulak , Genç Tiyatro’da “oyunculuk ,dans,diksiyon dersi verilecek” demeye devam ediyorlar halâ, sanki oyunculuk dans ve diksiyonsuz olurmuş gibi.
İBB Şehir Tiyatroları internet sayfasında “İ.B.B. Şehir Tiyatroları “Genç Tiyatro” bünyesinde liseli gençlere ücretsiz tiyatro kursu veriyor. Çeşitli uygulama ve kuram dersleriyle zenginleştirilmiş kurs programlarıyla, 14-19 yaş arasındaki gençlerin tiyatro ve oyunculuk sanatı yolu ile kendilerini ifade edebilme becerilerini geliştirmek, birlikte gerçekleştirecekleri grup aktiviteleri ile de kişisel yaratıcılıklarının ve güven duygularının gelişmesine katkı sağlamak amaçlanıyor……kurs programında, Oyunculuk Uygulaması, Diksiyon, Ses Eğitimi, Beden ve Hareket gibi temel derslerin yanı sıra, Dans, Fonetik, Tiyatro Bilgisi, Sanat ve Kültür Sohbetleri yer alacak” denilmiş.
Yani “oyunculuk” değil “oyunculuk uygulaması”.. Kendi kendinizi düzeltin bari.
Bir başka husus da şu “sanat yoluyla kendini ifade, kişisel yaratıcılık ve güven duygularının geliştirilmesine katkı” amaçlanıyormuş. Bu konu akademik bir uzmanlık alanı değil mi ? Bir özel eğitim ve bilgi birikimi gerektirmiyor mu ? Açıklanan eğitim kadrosunda bu konuda kim/ler var? Hangi uzman ile hazırlandı program ?
Yaklaşık 100 yıllık bir kurum , eğitim gibi konuda ortaya atılıp “Ben yaptım oldu” diyebilir mi ?
Herkes de biliyor ki buraya başvuracaklar “oyuncu olmak” için gelecek. İBB Şehir Tiyatroları’nın ilk görevi bu konuda yeşeren umutları beslemek mi olmalıdır ? Tiyatronun gençler arasında yaygınlaştırılması için başka yol bulunamaz mı?
Bir de şuna “bayıldım” : “Çocukların cv’leri (özgeçmiş) ellerinde imiş”. Çocuklardan cv mi topladınız ? CV’ye bakarak mı seçim yapacaksınız ? “Pop-star” da bile girenlerin hepsini tek tek dinliyorlar canım ! Sizinkisi daha “akademik”(?) herhalde.. “İyi hal kâğıdı” ,”hamil-i kart yakinimdir kâğıdı” , “ilmühaber kâğıdı” isteseydiniz bari!
Bekleme Salonu
Yiğit Sertdemir bu ülkenin en ümit vaat eden oyun yazarlarından biri. O.B.E.B., 444, Öldün Duydun mu?, Bekleme Salonu isimli oyunları bu sezon yeniden (hem de ayni anda)seyirci ile buluşuyor.
Yiğit Sertdemir oyunlarının çıkış fikri mükemmel. Psikolojik temelleri olan meseleleri sahnede çok iyi kullanıyor. Daha önceki bir yazımda bahsettiğim için yinelemeyeceğim. (http://melihanik.blogspot.com/2009/01/444-iyi-geceler-nasl-yardmc-olabilirim.html)
Ancak konuların işlenişinde , oyunların gelişmelerinde “daha iyisi olabilirdi” dedirten bir şeyler var.
Bekleme Salonu’nda da benzer hususlara rastlanıyor. Oyunun giriş ve sonu iyi ama konunun açılımı, gelişimi , neden –sonuç bağlantıları üzerinde keşke daha çok çalışılmış olsa diyor insan. Belki buna “yeterli olgunlukta değil” demek daha doğru. Belki de çok “naif”.
Oyunda bazı sözlerin , kişiler arasında değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bazı sahne geçişlerinin sancılı olduğunu görüyorum. Oyunun gelişmesinde, bölümlerin süreleri dengeli gelmedi bana. Bir sonraki sahneyi beslemeyen konuşmalar, birdenbire ortaya çıkan bir durum , kelimeler üzerinden yapılan zorlama ilişkilendirme .
Yiğit Sertdemir oyunu 24 yaşında yazdığını belirtiyor. Yaşını ve de içinde yaşadığımız toplum koşullarını dikkate aldığınızda , hata diye sıralananlara “Bu kadar hata kadı kızında da olur” dersiniz. Ancak şu da bir gerçek ki dünya ölçeğinde yazarlar daha çabuk olgunlaşıyor.
Yukarda belirttiğim hususlar ile ilgili örnekleri vermek, içinde sürprizler barındırdığı için oyunu deşerek tadını kaçırmak olur.Ayrıca bu ayrıntıya inmezseniz oyundan çok zevk alırsınız.
Ben seyretmeden önce notlar çıkararak oyunu okudum. Tüm sürprizleri bilmeme rağmen oyunu izlerken çok da zevk aldım. Zira yönetmenin ve oyuncuların seyirciden gizledikleri “oyun gerçeğini” bilerek izlemenin tadı da çok ayrı .
Ülkemizde gösterilere genellikle konusu için gidiliyor. Seyircinin çoğunluğu , salonda ya da beyaz perdenin önünde geçirdiği zamanı “katarsis”e ulaşarak mutlu bitiremezse tatmin olmuyor.
Ben konuyu değil sahnelenişi önemserim. O nedenle farklı yorumlar nedeniyle pek çok kere seyrettiğim oyunlar vardır.
Seyirciye, bunları bilerek karar vermesini öneririm.
Bekleme Salonu’nun Meselesi
Yiğit Sertdemir Bekleme Salonu’nda iki temel meseleyi ele almış. Algı ve insanların üzerindeki otorite baskısı. Bekleme Salonu’nda her iki konu da “çoklu okumaya” uygun olarak ele alınmış. Her toplum için geçerli. İçinde yaşadığımız toplumda şu veya bu nedenle bize gösterilenleri nasıl algılıyoruz ? İçine düştüğümüz sıkışıklık bizi ne hallere getiriyor!
Bu bağlamda okuyanın başına (benim için tatlı) “bela”(?) olmuş bir kitaptan bahsedeceğim. “İyi İnsan İyi Vatandaş” . Yazarı F.W. Foerster. (Tavsiye ederim : Okuyun .Çocuklarınıza okutun. Bence kitap orta öğretim ders programına alınmalı .Genç Tiyatro kurs programında MUTLAKA okutulmalı. )
Yazar , hayata dair konuları anlattığı kitabının “Konuşma Ahlakı” bölümünde bir olaydan bahseder. Ünlü Alman Ceza Hukuku Profesörü Liszt , Berlin Üniversitesi Kriminoloji seminerinde bir deneme yapmıştır.
Seminerin yapıldığı odanın elbise askılıkları tıklım tıklım doludur. Geç kalmış bir öğrenci boş yer bulamayınca bulduğu iki şapkayı yere atar ve kendi şapkasını asar.Yere atılan şapkanın sahibi ile yere atan arasında önce ağız kavgası sonra dövüş başlar.
Profesör duruma müdahale eder.”Durum mahkemelik olacak galiba .O nedenle herkesin gördüğünü yazmasını istiyorum.Ama mahkemede yemin edip tekrarlayacağınız kısımların altını kırmızı kalemle çizin” der.
Bütün öğrencilerin yazdıkları okununca yazılanların birbirini tutmadığı görülür.
Profesör bu oyunu önceden hazırladıklarını ve herkesin yalan yere yemin edecek kadar gerçeği değiştirdiğini söyler.
Yani ayni olayı seyredenlerin algısı farklıdır.
Shakespeare Hamlet’e şunu söyletir : “Çünkü iyi yahut kötü diye bir şey yoktur , onu öyle yapan gösteren düşüncedir” ( Orhan Burian tercümesi)
Tiyatroda hep Çehov ile birlikte anılan bir başka husus da “Sahnede gösterilen tabancanın patlaması” dır. Yiğit Sertdemir oyun başında Siyahlı Adam’a söylettiği , oyunun sonunda da parantezi kapatır gibi Grili Adam’a tekrar ettirdiği 3 cümle “tabancanın patlaması” gibidir. Bu Yiğit Sertdemir’in yazarlığının ipuçlarına dair özel ve iyi bir örnektir.
Sahneleme
Bazı istisnalar dışında ,sahnedeki her şey yönetmenindir. Her ne kadar Bekleme Salonu yazarı ile Yönetmen iki yakın arkadaş olsa ve geçmişlerinde bu oyun ile ilgili verilmiş sözleri varsa da sahnedeki oyuna eklenmiş dialoglar ve kişilerin başarısını Yönetmen’e veriyorum.
Oyunun metninde ayrıntılı bir tanımlama yok ama okuma sırasında hayalinizde bir mekan canlanıyor. Sahnede gördüğüm sahne tasarımı ile oyunun çok daha anlamlı olduğunu söylemeliyim.
Yazılı metnin sessizliklerin değerini vererek bu kadar iyi yorumlanmasının onurunu yönetmen ve oyuncular birlikte paylaşmalıdır. Ama benim için Cengiz Tangör , bir adım ilerdedir.Zira Tangör metinden gelen dezavantajı oyunculukla dengeleyip , değiştirerek çok iyi veriyor. Onun bedensel ve tonlama olarak değişimini çok etkili buldum.
Oyunda “Siyahlı Adam” ve “Grili Adam” diye geçen karakterler rol dağılımında “Adam” olarak verilmiş. Nedenini tahmin edebiliyorum ama doğru bulmadım.
Yiğit Sertdemir’e Öneri
Yiğit Sertdemir gündemi ve günceli takip ediyor , içinde yaşadığı toplumun sorununu, sahneye sorumlulukla ve de son derece zeki bir bakışla getiriyor. Ben onu Shakespeare’in yürüdüğü yolda görüyorum.
Önerim , Yiğit Sertdemir’in öncelikle yazmaya sonra da yönetmeye daha çok önem vermesidir. Bekleme Salonu’nu bugünkü tecrübesi ile yeniden yazmalıdır. Bu oyun, bu kurgusu ve vurgusu ile yeniden yazılırsa dünyada ses getirir. Yiğit Sertdemir’in bunu yapabilecek yetenekte olduğunu düşünüyorum.
Bakarsınız , ayni oyunun farklı tarihlerdeki yazılışından da başka bir sahneleme çıkar.

Melih Anık

Not: Bu yazıyı tamamlama sürecinde Avatar’ı seyrettim. Avatar gibi filmlerle görsel zenginliğe alıştırılan nesillerin tiyatro ile avutulabilmesi çok çaba gerektiriyor. Ama bence tiyatronun onunla rekabet etmesine gerek de yok. Zira görselliğe anlam katan değerler , tiyatronun akıttığı çağlayandan geliyor . Tiyatro insanlık durumları ve dil ile var oluyor. Zeka ve akıl ile örülmüş metinlerin sahnelenmesi sırasında insanın duyabileceği zevk ve keyfin yerini Avatar’lar alamaz. Tiyatro olmasa Avatar olmaz. Tiyatro , bu gerçeği vurgulayacak örnekleri verebildiğinde , yakaladığı seyirci ondan bir daha kopamayacaktır. İnanıyorum ki Yiğit Sertdemir ve benzer yazarlar bu konuda katkı yapacaklardır.

4 Ocak 2010 Pazartesi

İstanbul BB. Şehir Tiyatroları – Coriolanus - Boşuna Çaba !




Türk Tiyatrosu dergisinin 363.sayısının ortasında Coriolanus’un rol dağılımı verilmiş.
Derginin tarihine bakarak oyunu, 1965 yılının Temmuz –Ağustos aylarındaki Rumelihisar Gösterileri kapsamında seyrettiğimi hatırladım.
Kadroya baktım . Sanki Türk Tiyatrosu’nun tarihi . Hangisini yazayım? Anmadıklarıma haksızlık etmiş olurum korkusuyla isim isim anmak yerine , rol dağılımını koydum yazımın içine.
Kim tanıyor , hatırlıyor bu “çınar”ları ? İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları hangisine saygı duruşunda ? Vefa ! Sen nerdesin? Unutanlar da unutulacak ! Sahnedeki cansız bedenlerin önünden yana yatmış başlar geçecek ve de “sayıyla” göz yaşı dökülecek ! Hepsi o!
Önerim şudur: İBB Şehir Tiyatroları fuayelerinde yeniden sahnelenen her oyun ile ilgili bir sergi düzenlemelidir.
O Coriolanus’un üstüne 44 yaş günü kutlamışım .
Dergideki yazısında Muhsin Ertuğrul, önerdiği tiyatro mekanları ile ilgili yaşanılan bürokrasiyi anlatmış. (Salise , Rabia ve Tabhane Medreseleri ,Tekfur Sarayı , Yedikule Müzesi avlusunda tiyatro mekanı oluşturma ile yaptığı girişimleri ve neden başaramadığını anlatmış. Bu örnekler onun “ufku”nu anlamamıza yardım eder belki. )
M.Ertuğrul yazısını şöyle bitirmiş : “İstanbul’u hemşerilerimizi sevsek ,onları da kendimiz kadar düşünsek ,halka hizmette ortak bir amacımız olsa bu yukarda saydığım tiyatroları açmak kafalı bir insanın iki dudağı arasından çıkaracağı bir kelimeye bağlı! Evet yapalım demesine.”
Dergideki diğer bir yazı da Halide Edip Adıvar’a ait. Türk Edebiyatı’nın ünlü romancısı Adıvar, “Shakespeare tetkiklerinin ve seminerlerinin mesul bir profesörü sıfatıyla… bazı noktalar ilave etmeyi zaruri görmüş”
1965 yılında sahnelenen Coriolanus, “Edebiyat Fakültesi İngilizce Edebiyatı bölümünün Shakespeare Semineri” kapsamında Türkçe’ye çevrilmiş . Üniversite ile tiyatro arasındaki işbirliği için iyi bir örnek değil mi?
Adıvar’ın yazısından bazı tespitleri dikkatinize sunuyorum:
“Shakespeare, karakterlerini hiçbir zaman şu veyahut bu tezin doğruluğunu ispat etmek için ağızlarına söz konan veya arkadan ipleri çekilerek şu veya bu şekilde harekete getirilen edebî figüranlar haline sokmamıştır. Shakespeare’in(kendi siyasi kanaatleri ne olursa olsun) yarattığı karakterler, tipler olmaktan fazla fertlerdir ; bundan dolayı ,hiç biri dar bir sınıf veya ideoloji çerçevesine sığamaz.Demek ki Shakespeare için tarih boyunca doğru kalmış ve kalacak olan bu ölçüye göre bahse konu olan iki zıt yorumun (aristokratların veya halkın tutulmuş olması) ikisi de manasızdır.Coriolanus trajedisi belki bütün zaman için sona ermeyecek olan ve idare edenlerle idare edilenlerin birbiriyle çarpışan maddî ve mânevî menfaat mücadelelerine dayanır. Burada iyi veya kötü diye hiçbir tarafa kati bir damga basmak imkânı yoktur; çünkü iki tarafın da ahlâk ölçüleri birbirinden başkadır.”
“Yönetenler vatanın şeref ve haysiyetini müdafaaya muktedirler. Fakat içlerinden en büyüğünün şahsi gurur ve intikam saikiyle(güdü) düşmanla iş birliği yaptığını göz önünde tutarsak bu debdebeli vatanseverliğin çürük tarafını da anlarız”
“Halkın davası daha ziyade iktisadidir.Ne siyasi kanaatleri ne de sınıf bilinçleri vardır.Onlara temsil edilme hakkı verilmesi umumi bir kargaşalığın önünü almak içindir.”
“Halk temsilcileri halktan daha şuurlu ne istediklerini bilen ve ona varmak için her vasıtaya baş vuran adamlardır. Karşısındakilerin kudreti kendilerininkilerden çok daha büyük olduğu için her türlü hileye başvururlar. Kurnazdırlar.”
“Özet olarak piyes, bir ideolojinin leh veya aleyhinde değildir. Şahıs ve olaylar herhangi bir tezin savunması olmaktan ziyade çeşitli fertlerin bin bir cepheli hayat saiklerinin ve bu saiklerin mücadelesinden doğan bir takım realitelerdir.”
Yukarda yaptığım alıntılar son Coriolanus dergisinde ayni yazıdan yapılmış alıntılardan farklıdır. Galiba benim bakışım ile yönetmenin bakışı arasındaki esas fark da bundan kaynaklanıyor.
Shakespeare , Roma’dan yola çıkarak Elizabeth devri İngilteresinin aristokratları , Avam Kamarası temsilcilerini ve zanaat sahiplerinin,çıraklarının ve ayaktakımının hayatlarını anlatmıştır.
Coriolanus 1607-08 yıllarında yazılmıştır. Shakespeare, Britanya seçimlerinde yaşanan uzlaşmazlıklarla gönderme yapar. Bir yurttaş “çoğunluğun oyunun önemini” vurgular. Bir başkası ise “bireysel tercihlerin onurundan” söz eder.
Aufidius’un ağzından çıkan “Ateş ateşi söndürür,çivi çiviyi söker ;Haklar haklarla çiğnenir,kuvvet kuvvetle çöker”, Shakespeare’in nasıl bir siyaset analizi yaptığını da ortaya koyar.
Shakespeare , oyunun konusunu bir biyografi yazarı sayabileceğimiz Plutarch’ın “Hayatlar-Coriolanus-Alkibiades”indan almıştır.Adıvar’ın ifadesi ile “Shakespeare Plutarch’ı okurken piyesin muayyen anlarını Plutarch’dan daha iyi ifade edilemeyeceğini anlamış ve bazı sözleri aynen tekrarlamıştır” “Tarihi gerçekleri değiştirmeyecek kadar küçük ve önemsiz ,dramatik amaçlı değişiklikler yapmıştır”
İşte tüm bunlar Shakespeare’i anlamamıza yardım eden bulgulardır. Yönetmen’e ilham vermemiş ama bakarsınız yazarlarımıza yol gösterir.
Mefisto’nun ardından Coriolanus’u da seyrettikten sonra bir sonuca vardım : ya yönetmenler dramaturg’u dinlemiyorlar ya da dramaturglar çok etkisiz. (Yeterli olmadıklarını söyleyecek kadar yakından tanımıyorum) Ülkemizdeki bu “yönetmen-dramaturg ilişkisi” sorunlarla doluymuş gibi geliyor bana.
Yönetmen(Şükrü Türen) “Çok hızlı”bulduğu çağda “Hızı” , müziğin/efektin gereksiz temposunda ve oyuncuların sahne üzerinde arkadan öne önden arkaya koşuşturmasında yakalamaya çalışmış ama örneğin iki ağızdan anlatılan savaş sahnelerini bir de “görsel” olarak sunmak yerine tekrarlardan kurtularak oyunu “hızlandırmayı” sağlayamamış.
Sahne trafiği o kadar “sorunlu” ki sahnenin seyirciye göre sağından, çıkışlarla girişler üst üste. Neden olduğu anlaşılamayan, koşarak sahneye gelişler, çıkışlar , merdiven tırmanışlar,inişler seyirciyi bile yoruyor…
Sahnenin nerdeyse yarısını “işgal eden” köprünün çok kullanılan orta açıklığının yüksekliği oyuncuların boylarını hesaba katmadığı için altından geçen herkes başını eğmek zorunda kalıyor.
Sağ taraftaki girişteki elektrik panosunun “trifaze” lambaları oyunun “epik tarafı” herhalde.
Yorum zamana “oturtulabilse” kostümler de bu kadar gereksiz “ağır” olmayacaktı .
Yorum zamana “oturtulabilse” halkın elinde “sopalar” olmayacaktı.
Yorum zamana “oturtulabilse” savaş tamtamları ile asansör müziğinin karışması gerekmeyecekti.
Yorum zamana “oturtulabilse” aristokrat böyle “ağlak” halkın temsilcisi öyle “yumuşak” olmayacaktı.
Yorum zamana “oturtulabilse” Aufidius , Coriolanus ile köprü üzerinde sopa tokuşturmayacaktı.
Yorum zamana “oturtulabilse” halkın önündeki adam hem Roma’da hem Antium’da özürlü sandalyesinde koltuk değneklerini dolaştırmayacak; Coriolanus’u yok eden kalabalığın ardından gitmeyecekti.
Yorum zamana “oturtulabilse” Coriolanus seyirci arasından geçerek Roma’dan gitmeyecekti.
Yorum zamana “oturtulabilse”………………….
Zamanımız 8. Günah, “kibrin” ne demek olduğunu bilmiyor, anlamıyor, umursamıyor. Bazısına göre “Şeytan’ın özelliğidir kibir” . Hiç değilse oradan tut değil mi !
Odaktaki Coriolanus’un kişiliğinde ve çevresindeki davranışları anlamak zamane için olanaklı değil. Halkı küçümseyen bir “anti-hero”nun önce özür dilemekte direnmesi sonra zorla özür diler gibi yapması ; düşmanla iş birliği yaparak ülkesinden intikam almaya kalkışması ; duygusallıkla geri dönmesi ; kendi değerini bilen bir adamın halkın onayına ihtiyaç duymaması ; toplumsal görüşe aldırmayarak kişinin kendine değer ve anlam atfetmesi ; kendisi gibi olmamanın ne demek olduğunun tahayyül edilememesi ; yok edenin yok ettiğinin değerini vurgulaması vb zamanenin anlayacağı şeyler değil.(!) Hiç değilse halk ve temsilcilerinin , aristokratların çağdaş karşılıklarını , dönekleri , döneklikleri , gözümüzün içine sokulan “kanaat önderlerini”(?) "oyuna çıkararak" elle tutulur dişe dokunur bir eleştiri yap değil mi , o da yok !
Coriolanus “modernize” edilmeye uygun bir alt yapı sunan bir oyun. Ama bu “bakışla” değil.(Sahneye elektrikli- özürlü sandalyesinde halk lideri ; korkuluklarda kıvılcımlar çıkararak olacak şeyler değil bunlar.) “Sekiz ay” boşuna geçmiş.
Ne yazık ki “Coriolanus- 2009” , Shakespeare’in 17.yy da yapabildiklerini yapamamış ve oyunda ifade edilen olayları , zamanımızın, içinde yaşadığımız toplumun ruhu ile ve de cesaretle yakalayamamış , benzerlikleri ülkeden ve çağdan örneklerle gösterememiş ve bu nedenle de eseri seyirciye ulaştıramamıştır.
Niye yaptınız bu oyunu Allahaşkına!

Melih Anık


Kaynak
Park Honan-Shakespeare: Bir Yaşam - (YKY)
The CompleteWorks of William Shakespeare- (Hamlyn)
Terry Eagleton-William Shakespeare-(Boğaziçi Üniversitesi)
Stephen Greenblatt-Shakespeare-(Dost)
Hugh Grady- The Modernist Shakespeare- (Clarendon)
Türk Tiyatrosu- sayı 363- Temmuz-Ağustos 1965
Plutark- Yaşamlar -2 (İdea)