25 Kasım 2009 Çarşamba

Türkiye Tiyatroları Güç Birliği Girişimi(TTGBG) Üzerine Düşünce ve Öneriler

Önce Urla arkasından İstanbul’da yapılan toplantılardan sonra , Kasım 2009’da Ankara’da Türkiye Tiyatroları Güç Birliği Girişimi adıyla bir yapılanma duyuruldu.
Koordinasyon Komitesi üyelerinden biri olan Orhan Aydın’ın açıklamalarından girişimin temel ilkelerini okudum.
“Kağıt üzerinde çözümlenememiş bir fikrin sahada çözümlenmesinin olanaksızlığına” inanan biri olarak girişimin temel ilkeleri üzerine düşüncelerimi; Türkiye’de şu anda sektörlerinin öncüsü olmayı başarmış iki meslek örgütünün dernek olarak yapılanmasına ve de çalışmalarına ön ayak olmuş biri olarak da deneyimlerimi paylaşmak istedim.
TTGBG, Türkiye'de tiyatronun farklı alanlarına yoğunlaşmış, profesyonel ve amatör tiyatrocular tarafından oluşturulmuş tüm tiyatro örgülerinin, topluluklarının ve bireylerinin dayanışmacı birlikteliğini inşa etmeyi amaçlar.” (Temel İlke)
TTGBG, örgüt, topluluk ve bireylerin "birlikte"liğini vurguluyor. Ancak bu yapının hukuki olarak ne olacağı belirtilmemiş.
Birlik, yapısı itibariyle örgütlü kurumların birleştiği bir yapıdır. Temel ilkelerdeki örgüt,topluluk ve bireyler olarak tanımlanan çerçeve kısa ve uzun vadede sorun yaratabilir. Temel olarak söz hakkı , aidat,yönetim hakkı vb konular bir süre sonra anlaşmazlıklara ve dağılmalara neden olma potansiyeli taşımaktadır.
Tiyatro dünyamızda örgüt ve toplulukların kurumsallıkları tartışılır durumdadır.
Elbette bu aşamada bir "girişim" başlatılmaktadır ve önceki bildirilere bakılacak olursa toparlanması gereken çok şey vardır ama bu tür yapılanmaların “hukuki altyapı” gerektirdiği de açık bir gerçektir.
“Güç Birliği” uzun vadede kurumsal bir yapıya dönüşmeden ve de uluslar arası işbirlikleri olmadan (Maddi desteği kastetmiyorum. ) sesini duyuramaz , etkili olamaz . Bunun için de başlarken hukuki alt yapısının “uzmanca” hazırlanmasında yarar vardır.
TTGBG, dönemsel olarak belirlenen temsilcilerden oluşan bir yürütme kuruluna sahiptir. Bu kurul prensip olarak tüm eylem ve açıklamalarını, bütün üyelerin geri bildirimini aldıktan sonra gerçekleştirecektir. Ama üzerinde konsensüs oluşturulmuş bazı durumlarda (Tiyatro yapma hakkının fiili yada dolaylı engellenmesi, tiyatrocuların sanatsal konulardaki ifade özgürlüğünün kısıtlanması, sansür yada oto-sansürün dayatılması) hızlı refleks göstermek için yürütme kurulunun inisiyatif alarak hareket etmesi mümkündür. Bu tür durumlarda her üyenin sergilenen eylem yada yapılan açıklamaya dair muhalefet şerhi düşme hakkı saklıdır.” (Temel İlke)
İfade, iyiniyeti göstermektedir ama pratik değildir. ”Geri bildirimlerin” ortak paydasını bulmak (konsensüs oluşturmak) bazen mümkün olmayabilir. Bu da işlerin yürütülmesine engel olabilir. Konsensüs varmış gibi görünen hallerde de “yöntem” sorun yaratabilir.
“Yürütme kurulunun insiyatif alarak hareket ettiği” durumlarda eyleme geçildikten sonra muhalefet şerhi düşülmesi de birliğin düzenini bozar, gereksiz tartışmaların başlamasına neden olur. Ayrıca,muhalefet şerhlerinin nasıl düşüleceği de açıklanmamıştır. “Yapılmış bir hareket”in “muhalefet şerhi” nasıl olur ?
Ülkemizde , “yürütme kurulu” vb organizasyonlar kulağa hoş gelebilir. Zira bu “ortak akıl”dan yararlanılacağına yapılan bir göndermedir ama birlik, platform vb adına ne derseniz deyin bu tür yapılanmalarda kurumu teslim ettiğiniz ve her kararına katılmasanız bile destekleyeceğinizi en azından "ima ettiğiniz" bir kurumsal yapıya ihtiyaç vardır. Sorumluluklar, yetkiler açık ve net olarak tanımlanmalıdır. Göreve gelen kişiler de konsensüs bulmaya çalışacakları yerde işi yürütmeye odaklanmalıdır. Amaç bellidir : “Tiyatro yapmak!”
Çerçevesi doğru dürüst tanımlanmamış organizasyonlarda ortaya atılan fikir çok , çeşitli ve kontrol edilemez olur.
TTGBG, üyelerinden toplanacak aidatlarla oluşturulacak bir bütçeye sahiptir. Bu bütçe sadece ortak etkinlik ve eylemlerin finansmanında kullanılabilir.” (Temel İlke)
“Sadece ortak etkinlik ve eylemlerin finansmanında kullanılır” ifadesinin bu aşamada gerekli olmadığını düşünüyorum. “Malumun ilanına” ne gerek vardır ?
Ayrıca örgüt, topluluk ve bireysel aidatların kıstası nasıl olacaktır ? “Aidat” varsa bu “hukuki yapı” ister. O zaman kurumun türünü ve tüzüğünü ortaya koymak gerekir."Aidat" varsa düzenli aidat verebilecek olanların da katılımını sağlamak gerekir. "Aidat"ın düzeyi yapıyı da belirler. Aidat ve üyelik yapısı "faaliyetleri" gerçekleştirebilecek bir seviyede olmalıdır.
TTGBG üyesi topluluklar arzu ettikleri taktirde, gerekçelerini yazılı biçimde belirtmek şartıyla yapılanmadan ayrılabilirler.” (Temel İlke)
Yukarda örgüt,topluluk ve birey olarak tanımladığınız katılımların hemen altında “topluluk”ların vurgulanması diğerleri için soru işareti yaratır. Örgütsel ve bireysel ayrılmalar nasıl olacaktır? “Topluluk” dan ne kasdedilmektedir ? Bu aşamada “yapıdan ayrılmak” dan bahsetmenin yararı nedir ?
Girişim aşamasında ayrılmalar için “yazılı gerekçe” istemek iyi bir düşünce de olmayabilir. Bunu bir “şart” haline getirmek , tutulmayacağı bilinen bir emri vermeye benzer. Ayrılanın disipline uyması beklenmez. Bu tür kurumlar gönüllülük ilkesi ile yaşayabilir. Kaldı ki “ayrılmak istemek” de bir gerekçedir. Anlamlı gelebilecek “gerekçe”lerle de karşılaşmak mümkün olmayabilir.Zorlamaya da gerek yoktur.
"Temel İlkeler" başlığı altında özetlenene bakılınca Ankara toplantısı ile somut bir yapılanmanın tamamlanmamış olduğu anlaşılıyor. Ayrıca sıralanan "Temel İlkeler" de konu ile ilgili dikkatli bir ön hazırlık yapılmadığını gösteriyor.
Katılımcılara bakarak tiyatro dünyamızı ilgilendiren bu çalışmaların bir gurup tarafından sürdürüldüğünü söylemek mümkün.
Orhan Aydın “bu yolculuğa katılmayı bir ‘marifet’ saymayanların da haklarını, sonuna kadar sahiplenip taşıyıcısı, aktırıcısı ve mücadele edeni olacak bu yapılaşma, tiyatromuz için bir ilktir” ifadesi de dışarıda kalanlara yapılan bir göndermedir. Ama “dışarıdakilerin haklarını savunma”, “dışarıdakiler için neyin doğru olduğunu biliyoruz” anlamı taşıyan iddialı bir ifade olduğu kadar bu yapılanma ile ilgili yanıltıcı bir “ufkun” resmini çiziyor olabilir.

Tiyatro dünyası ile ilgili son zamanlarda yaşanan CKM tartışmaları ve eylem herhalde bazı gerçekleri ortaya çıkarmıştır. (Tiyatro dünyasında devam eden başka tartışmaların olduğu da biliniyor)
Caddebostan Kültür Merkezi olayında bir salonun paylaşılması üzerine başlayan tartışmaların nerelere geldiği görülmüştür. Elbette mekanlar hakça kullanılmalı (“peşkeş çekilmemeli”) ama - kaynak ve önceliklere bakarak- CKM’nin tiyatro için kullanılıyor ve kendimiz olmasa da meslektaşımızın yararlanıyor olması mutlulukla karşılansa ve de yeni bir salonun daha tiyatro dünyamıza kazandırılması için çaba gösterilse daha iyi olmaz mı ?
Kaldı ki tiyatronun ihtiyaçları için yapılacak bir listede CKM eylemini başlatan fikir çok da önlerde yer almazdı diye düşünüyorum.
Bu ve benzeri olaylar , katılımları sınırlandırmayacak mı ? Bu , camianın “birleşme” ve “dayanışma”sı önünde engel değil mi?
TTGBG’nin “Temel İlkesinin” çok sade bir şekilde(nerdeyse tek cümle ile) özetlenmesi ve yürütme ilkelerinin ayrıntılarla açıklanması gerekir. (ki bu zaten “tüzük”tür.)
Amaç tiyatro seyircisinin artmasıdır. Seyirciyi çoğaltamazsanız tiyatroyu yaşatamazsınız.
NBA’nin sloganı “I Love This Game” dir.
Ben de tiyatroculardan “Tiyatroyu seviyorum” gibi sade ve öz bir slogan bekliyorum. Sevgi ile birleşen insanlar , büyür ve büyütürler. Ve sevgilerini , seyirci ile paylaştıklarında ve onlara gösterdiklerinde hepimiz mutlu ve umutlu oluruz.

Melih Anık

20 Kasım 2009 Cuma

“Vakit Tamam Beyler!” - Geçici İşgalPP – projeprodüksiyon - Kumbaracı50

“Duvarda Çivin Olsun” sloganıyla başlayan İstanbul’un yeni mekanlarından Kumbaracı50'yi yaratanlara(Altıdan Sonra Tiyatro-Yiğit Sertdemir) teşekkür her tiyatroseverin borcudur. O akşam yaratıcıların yüzlerinde gördüğüm ifade diliyorum sadece yorgunluktan kaynaklanmış olsun. Kalkıştıkları zor bir iş.
Kumbaracı50, kendinden önceki yapılaşmalardan(DOT,Garajİstanbul) esinlenmiş . Yeni mekanın İstanbul’a kazandırılması iyi olmuş ama salonun yapısal olanakları (örneğin salonun ortasındaki kolon) sahnelemedeki özgürlükleri kısıtlayacak gibi görünüyor.
Programına bakınca, Kumbaracı50 “sahnesizlere” sahne veren bir yapı olmayı tercih ediyor . Mekanın bu haliyle kendi “marka”sını yaratmakta zorlanacağını düşünüyorum. Bana kalırsa iyi bir halkla ilişkilere ve “marka” oluşturucuya ihtiyaçları var.
“Vakit Tamam Beyler” , Kumbaracı50'de seyrettiğim ilk oyun .

"Vakit Tamam Beyler"de beni cezbeden, gösterinin yapısını oluşturduğu söylenen Çorak Ülke, Dört Kuartet , Katedralde Cinayet şiirlerinin yazarı T.S.Eliot idi. Hani şu dizelerin yaratıcısı T.S.Eliot :

“Nisan en zalim aydır, gövertir /Leylakları ölü toprakta, yoğurur/Anılarla istekleri, uyarır/Uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla”
….
“Baharın belirtisi nedir bu yıl? /Eskinin ölümü yalnızca: ne bir ses, ne bir filiz, ne bir esinti. /Günler uzamaya başlar mı? /Daha uzun ve daha karanlık gün, daha kısa ve daha soğuk gece.”

“Bizler ki yaşıyorduk, şimdi ölüyoruz/Sabrımız tükenmiş”

“Ve akşam ateşlerinin sönmeleri, barınacak yer yokluğu /Ve düşman şehirler ve dost olmayan kasabalar”

“Ve ödünç almak zorundayım her değişen biçimi/Bulmak için ifadeyi … dans et, dans et”

“Ah, dostum, bilmezsin, bilmezsin/Hayat nasıldır, hayatı ellerinde tutansın sen”;/(Büker leylak saplarını yavaşça)/“Bırakıyorsun akıp gitsin senden, akıp gitsin diye,/Ve gençlik zalimdir, ve yoktur pişmanlığı/Ve göremediği durumlara gülümser”

“Geri döndük bu ilkelerle eski yerlerimize /Artık rahat değildik ama alınyazımızla. /Tanrılarına sımsıkı bağlanmış yabancı bir halkla /Bir başka ölüm de tatlıydı bana”

“Bir değeri olacak mıydı/Bir gülüşle meseleyi ısırıp koparmanın/Dünyayı bir top gibi sıkıştırmanın/Onu ağır meselelere yuvarlamanın”

“Tanrılardan pek anlamam: ama sanırım ırmak/Güçlü boz bir tanrıdır-somurtkan, elegeçmez ve serkeş”

“Hangi iş yapılacak başka, hangi haksızlık /Kaplayacak kuş şakımasını ve yeşilliği, hangi haksızlık /O vakit kaplayacak dünyayı? Bekleriz, ve zaman kısadır, /Fakat uzundur beklemek”

“Bu ölü ülkedir/Bu kaktüs ülkesidir/Burada taştan putlar/Yükselir, burada onlar kabullenir/Bir ölü elinin yakarışlarını/Solan bir yıldızın pırıltısında”

“Sanırım biz dönekler geçidindeyiz,/Ölü adamlar orda yitirmişti kemiklerini”

“Bizler içi oyuk adamlarız/Bizler içi doluk adamlarız/Birlikte eğilen/Kafaları saman tıkılı. Yazık ! /Kurutulmuş seslerimiz/Birlikte fısıldaşınca/Sessizdir, anlamsızdır/Yel nasılsa kuru otlarda/Ya da sıçan ayakları cam kırımlarında/Kuru kilerimizde”

“Düşünceyle/7 Gerçek arasına/Devinimle/Eylem arasına/Düşer o Gölge/Çünkü Senindir Ülke”

Şöyle bir acele ile yapılan bir derleme bile Eliot’un şiirinin gücünü ve olanaklarını ortaya koymuyor mu?
Eliot “Şiir, haz verme amacının dışında, kimi yeni deneyleri yeni bir biçimde ileterek , başımızdan geçip de söylemeyi beceremediğimiz şeyleri anlatarak bilincimizi genişletir,duygularımızı inceltir” demiş.
Benim umduğum da tam buydu “Vakit Tamam Beyler”den.
Eliot’ın şiiri, sözcüklerle bir tür sinemasal montaj , sözel kurgudur. Hatta Çorak Ülke’de ard arda dizilmiş imgeler/sekanslardan oluşan “film” gibi bir şiir ortaya çıkar. Çorak Ülke’de birbirinden bağımsız 5 bölüm, ” süreksizliğin” anlatısıdır.
Eliot, Çorak Ülke’de yaptığı gibi Shakespeare’dan Baudelaire’e , Dante’ye, Wagner’e, Verlaine’e ; Shakespeare’in Antony ve Cleopatra’sından , Pope’ un “The Rape of the Lock”undan bir sahneye ; bir apartman dairesindeki zevksiz bir randevuya ; iki kişi arasındaki cinsellik yüklü dizelere , oradan da sümbül kıza ve onun gençliğine, geçmişteki masumiyetine gidip gelir , tüm bunların arasında dolaşır.
Çorak Ülke’ de şiire bir not olarak eklenen ve Eliot’ın Tiresias olarak adlandırdığı kişi şiirde bir karakter bile olmayıp yalnızca bir seyirci olan gene de bütün kişileri birleştiren en önemli kişiliktir. Şiirin özü,Tiresias’ ın gördükleri ile oluşturulmaktadır.Bu karışık örgünün bütün iplerini elinde tutan Tiresias’dır ve herşey onda birleştirilmiş, ona düğümlenmiştir.
“ve ben Tiresias, bütün bunları daha önce de yaşadım” sözleri ile aslında bir geri dönüşü ya da “mış” gibi” bir geçmişi ya da bir hayali ima etmektedir.
Elbetteki sahnedeki Çorak Ülke değil, Çorak Ülke’den de yararlanan bir gösteridir ama Çorak Ülke, Eliot ruhunu ortaya koyan bir metin olduğu , fikirsel anlamda sahneye ipuçları ve ufuklar açtığı ve de gösterinin ismini aldığı dizeleri içerdiği için önemlidir.

“Vakit Tamam Beyler” bu çerçevede en başta bir metin sorunu yaşıyor. Metin sağlam olmadığı için onun üstüne inşa edilen bedensel devinim de sağlam olmamış.
En önemlisi Eliot şiirinin tınısı duyulmuyor sahnede . Şairin bir çok eserinden alıntı yapıldığında bunların bir bütün içinde harmanlanması, kendi arasındaki farklılıkların ve de sahnede yapılan eklemelerin belirginleştirilerek ayrılması gerekli, hatta zorunlu. Önce “Eliot” duyulmalı, anlaşılmalı.

Gösteri ile ilgili seyirciye dağıtılan açıklamalardaki ifadelerin karşılığı sahnede görülmüyor. Ama orada geçen soruların cevapları açık.(bence)
Sunulduğu söylenen “estetik arayış ve karşı çıkış” yok , ama var edilebilir . Eliot şiiri kendi kültürel bağlamı dışına taşınabilir ama taşınamamış. Yabancı bir metin farklı kültürel kodlar ve imgelerle yeniden kurgulanabilir ama kurgulanamamış. Eliot 2009 Türkiye’si için zamandaş ve yerel olabilir ; doğuya özgü bedenlerle yeniden kurgulanan bir şiir batı için de okunur olabilir ; doğuya ait imgeler ve bedensel kodlar İngiliz asıllı bir metinle örtüşebilir ama bu yapı ve kurguda değil.
Belki de asıl sorun, bu soruları sorarak başlamaktan kaynaklanıyor. Bu soruların cevaplarının sahnede aranmasında.. Ve belki de açıklamaların içindeki “büyük” sözlerde.
Gösteri , nereye/nasıl “konuşacağına” karar verememiş . Sahne içine mi , oyuncuların içine mi , arasında mı , seyirciye mi yoksa uzaktaki müphem bir hayale mi ? Tiresias’ı yok sahnedeki gösterinin..
Arada yapılan doğaçlamalar ise “güncele gönderme yapmak” telaşı ile bütün düşünülmeden ortaya atılmış.
Oyuncular (Banu Çiçek Barutçugil ,Tuğba Özkul, Tülin Özen, Birsen Karacan, Dizem Kaftan) dan gerekli verimin ortaya çıkmaması onların ekip olarak bütünleşememelerinden ileri geliyor.Bunun nedeni ise sağlam bir metinin olmaması.

Oysa tek tek buluşlar çok yerinde. Örneğin kovalar, leğenler… Ama bu malzeme kullanılamamış. Renk, gölge, ışık, müzik, yansımadan ,seslerin oynaşmasından yararlanılamamış. Başlangıçtaki pencereden dışarı bakan iki kadın figürü imgemizi yakalıyor ama o kadar. Bir yere götürmüyor.

Bu tür gösteriler için yapılacak en önemli vurgu, tasarımı ve rejiyi yapan kişinin (Şule Ateş) , konuyu yakalamış, hedef noktayı isabetle belirlemiş olması ama gösteriyi oluştururken tek başına kalması nedeniyle (tercih kendisinin midir yoksa zorunluluk mudur?) fikirsel argümanların yeterince , uzmanca yerine oturtulamamış olmasıdır.Gösteri fikirlerin çatışmasından doğmamış. Tek kişilik algıların sonunda , yaydan fırlatılan ok genellikle “karavana” oluyor.

Melih Anık

Not:
1-Oyunun ilk performansı Talimhane’de ve Mehmet Ergen’in sanat yönetmenliğinde yapılmamış mıydı? Şu an sunulan gösteride Ergen’in ismi unutulmuş mu acaba?
2-Yazının içindeki şiirlerin tercümeleri İsmail Haydar Aksoy, Suphi Aytimur, Osman Türkay, İsmet Özel’e aittir.

Kaynaklar:
http://www.yenitoplum.org/ytp/haber_detay.asp?haberID=135
http://lepoetetravaille.blogcu.com/robert-richardson-tatli-hayat-la-dolce-vita-fellini-ve-t/1749485
http://mncelep.blogcu.com/t-s-eliot-in-siirin-toplumsal-islevi-adl/2217688


Ek not:
Bu yazıdan sonra Vakit Tamam Beyler adı altında açılan facebook sayfasındaki fotoğrafları gördüm. Benim 5 kişiden seyrettiğim oyunun sayfasında verilen resimlerdeki oyuncu sayısının 6 ve 7 olarak görünmesine o kadar takılmadım ama resimlerde dikkatimi çeken özellikle dairesel ışıklar altındaki bir sahne idi. Benim seyrettiğim gösteride böyle bir ışık kullanımı yoktu. Doğrusu bu beni şaşırttı.
Prova mı performans mı belli olmayan bir geceden çekilmiş bir resim üzerine spekülasyon yapmamak lazım ama böyle bir görsellikten neden vazgeçildiğini merak ettim doğrusu.
Ayrıca da yanılmıyorsam kadro da değişmiş gibi geldi bana.
Tiyatromuzdaki profesyonelliğin de sorgulanması gerekir diye düşünüyorum.

18 Kasım 2009 Çarşamba

“Seni Sevmedim Sütoğlan” ve Refleks

1.
Sütkardeşler filminin bir sahnesinde Şener Şen , Kemal Sunal’a “Seni sevmedim sütoğlan” der.
Bu sözde müstehzi bir sıcaklık , naif bir otorite , affedici bir öfke , şefkatli bir uyarı var.
Temsili bir şehirde bir eleştiri üzerine gece vakti isimsiz mesajlar gönderen, oyunun oyuncularının; kişisel sayfamızdaki izinsiz girişe kapalı görüşlerimizi bastırıp söz gelimi bir kurumun müdürlüğüne götüren isimsiz kişilerin , onlara bizi azarlayacağı beklentisini verenlerin yüzlerine “Seni sevmedim sütoğlan” diyeceğiz.
Onlar hak etmese de…
Bize bu yakışır da , ondan !
2.
İç çamaşırı giymemiş bir kadın buz üstünde kaymış, bacakları,kolları ayrılmış,orası burası gözükmüş. Düşerken kendini toplamış , iki ayağı üzerinde bir köylünün önünde durmuş ve gururla “Nasıl, refleksimi gördün mü?” demiş.
Köylü, kadına bakmış,bakmış,bakmış ve cevap vermiş : “Siz ona refleks mi diyorsunuz?”
Kalleşlik çakalın ; kurnazlık tilkinin ; gözyaşı timsahın ; nankörlük kedinin ; korkaklık tavşanın refleksidir.
Ormanların dokunulmazı filin refleksi ise hafızadır.
Temsili bir şehirde bir eleştiri üzerine gece vakti isimsiz mesajlar gönderen oyunun oyuncularının korkaklık refleksine ; kişisel sayfamızdaki izinsiz girişe kapalı görüşlerimizi bastırıp söz gelimi bir kurumun müdürlüğüne götüren isimsiz kişilerin jurnalcilik refleksine ; onlara bizi azarlayacağı beklentisini verenlerin diktatörlük refleksine saf bir köylünün naif bakışları ile bakıp “Siz ona refleks mi diyorsunuz?” diyeceğiz.
Ve hafızamıza onların “refleks”lerini yazacağız.
Onlar utanmasa da…
Bize bu yakışır da , ondan!

Melih Anık

not: Bu yazım Antalya Devlet Tiyatrosu(gayri resmi)facebook sayfasında sansürlendi.
Yazıyı o sayfada yapılan bir yorum üzerine yazmıştım. O yorumu da kaldırdılar.Yorum şuydu:

"Temsili bir şehir düşünün, bir eleştiri üzerine oyunun oyuncularından gece vakti isimsiz mesajlar gönderilsin. Bir şehir tahayyül edin isimsiz cisimler kişisel sayfanızdaki izinsiz girişe kapalı görüşlerinizi bastırıp söz gelimi bir kurumun müdürlüğüne götürsün. Azarlanmanızı beklesin üstelik. Gülünç değil mi? Neyse ki jurnal istibdatta kaldı. Ne kadar medeniyiz.
Normaldir, statükonun dehlizlerinde serbest piyasanın sanata işlemeyen korunaklı kollarında huzur bulan bir zihniyet varsa eğer, onun sarıldığı normlara göre tüm bunlar normaldir. Neyse ki benim ülkemde bunlar yaşanmıyor. Halk tiyatroyu seviyor. Ha bu arada, sevgi nedir? Sevgi sanırım, ve dilerim hala emektir....."

17 Kasım 2009 Salı

Kadeş Gelini , Hüseyin Erdoğan ve Facebook Sayfası…Bir Sansür Üzerine….

Antalya’ya yolum düştü. Tiyatro ararken karşıma Kadeş Gelini çıktı. Antalya Devlet Tiyatrosu, Orhan Alkaya rejisi ile sahneliyordu.Programıma uydu. İnternetten bilet aldım ve gittim,seyrettim.
Oyun ile ilgili yazdığım yazılardan önce genellikle oyunu okumak ,yazarı tanımak isterim. Oyunu kitap olarak bulamadım ama yazarı facebook’da buldum.
Ona mesaj atarak kendisi hakkında bilgi istedim ve bu arada aklımdaki soruları sordum:
“İkinci perdenin başındaki "oyun içindeki oyun" ,oyunun özgün yazılımında var mı? Özgün yerinde mi ?
Siz metinde dekoru ne kadar tanımladınız? Örneğin "dönen platformlar ve çark fikri" kimin? Ya da sahnenin iki yanındaki lastik şeritlerden oluşan duvarlar?
Hattuşili'nin kızının oyun boyunca platform üzerinde oturtulması da Alkaya tercihi mi ?
Ak Kam ve Kara Kam sizin metninizde var mı?
Ak Kam ile Sivaz'ın ayni oyuncu tarafından oynanması sizin tercihiniz mi?
Bazı sözler sizin metninizden farklı olarak farklı oyun karakterlerine söyletildi mi?
Genel olarak oyununuz metne uygun olarak sahnelendi mi?”
Yazar Hüseyin Erdoğan sorularımı cevapladı. İşaret ettiğim noktalardaki “isabetime” de şaşırdım. Yazar şaşırmadı! Çünkü o bu tür soruların yüzlercesini hergün alıyor(?) Yazımı yazdım,yayımladım bir bağlantı da ona gönderdim.
Yazar eposta attı : “Yazınız için teşekkür ederim. Bir tiyatro adamının eleştirilerini okumak beni mutlu etti.”
Bu mesajı bana gönderdiği 24 saatlik zaman diliminde yazının facebook’daki bağlantısı altına şu yorumu yazdı:
“Eleştiri yazmak zor bir sanat. Duygular işin içine girince elleş-tiri olur. Antalya '' Kadeş Gelini'ni sevdi..
Gerisi boş lakırdı...”
Yani kapalı alanda “teşekkür” açık alanda “Gerisi boş lakırdı…”
Yazarın söylediği açık: “Sen duygusal bir elleş-tiri(ne demekse) yazmışsın. Yazdığına önem vermiyorum zira Antalya oyunu sevdi”
Yorumun başını tam anladığımı söyleyemem ama sonu çok açık.. ”Elleş-tiri”nin seviyesi de beni yazar hakkında düşündürdü.
“Bir tiyatro adamının eleştirilerini okumaktan mutlu olan” yazar, yazıma “Boş lakırdı” diyor.Hakkıdır. istediğini diyebilir….. de o zaman neden yazımı okumaktan “mutlu” oldu”?
“Antalya sevdi” hükmü neye dayanıyor ? Bir yazar kendisini över,alkışlar mı?
Oyun hakkında benim yazıma kadar Kadeş Gelini ile ilgili “tiyatro” yazısı yok , facebook sayfasında olumlu/olumsuz bir yorum yok. Kadeş Gelini altında oyunu tartışmaya açan başka bir facebook sayfasında da yazar kendi başına “oturuyor”, gelen giden yok. “Oyunu seven Antalya” , bilgisayar sevmiyor. Yazar,muhtemelen her seansta salona gidip seyircileri sayıyor ya da ona bildiriyorlar ve belli ki seyirci sayısı onu mutlu ediyor. Yakın akraba,ahbap, arkadaş,oyuncu vb falan yazarı kutladılar..O da bundan bir sonuç çıkarıyor.
Belki de yazıma canı sıkıldı(önce “mutlu oldu”,aradan birkaç saat geçince aklı başına geldi), başı çekerek seyirciyi yönlendirmek amacıyla ortaya atılıyor ve ilk yorumu yazarak olası gelişmeleri önlemek /yönlendirmek istiyor. Bunun için de “Antalya sevdi” yi yaratıyor(!) Bu, okuyan olursa, bana “Sana ne oluyor?Antalya sevdi. ” demek. Belki de “Yazı etkili… Önlem alayım” istiyor.
Ama hatırınızda bulunsun bu gibi durumlarda yazar ortaya düşmez. Onu övecek bana sövecek birileri devreye girer hemen.
( Bunun en başarılı örneği için bakınız: http://www.tiyatrodunyasi.com/makaledetay.asp?makaleno=924)
Ama anlaşılan “Oyunu seven bir Antalyalı” bulamadı o da kolları sıvadı.(Akraba,oyuncular bile mi? Yazık!)
Ayrıca bir oyunun sevip sevilmediği sezon sonunda anlaşılır. İlk ayda değil.
Kaldı ki ben oyun hakkındaki yazımda(http://melihanik.blogspot.com/2009/11/antalya-devlet-tiyatrosunda-kades.html) oyunun turne yaparak çok kişiye ulaşmasını,yeni yazarların tanıtımı için devlet tiyatrolarının bu girişimini çok olumlu bulduğumu yazmışım. Belki de “fazla” geldi,bilemem..
“Eleştiriyi kişisel bir saldırı değil,bireye ait bir hak olarak algılayabilmek kendine güvenin olduğu kadar köklü bir kültürün de göstergeleri bence”(Emel Mesci)
Yazar, uzun bir düşünce sürecinden sonra , yazımı “kişisel saldırı” olarak anlamış!
Yazarın yorumunun altına ben de yorum yaptım:
“Oyun yazmak zor bir sanat . Yazar , seyirciyi de "konuşturmaya" kalkarsa , kendi kendini alkışlamış olur.Bırakın “Kadeş Gelini”ni tüm Türkiye ( ve de dünya) “benim sevdiğim gibi” sevsin , “kuzgun’un yavrusunu sevdiği gibi” değil.
"Rahatı kaçan ağaçlar" çoğaldıkça yeni oyunlar daha iyi olur.”
Bana göre “rahatı kaçan” seyirci , yazar , seçmen vb hepimiz daha iyi yurttaş oluruz.Yazar ise daha iyi yazar olur. Ben “rahatım kaçtığı ” için yazıyorum ,yazdıkça “rahatımı kaçırıyorum” . Dar çerçevede bakmayalım. Tüm dünya sahneleri hedefimiz olmalı.
Yazar “kanmıyor” ve yeni bir yorum daha yapıyor :
“Melih bey kendinize başka bir polemik alanı bulun.Eleştirileriniz için teşekkürler. Herkes kendi alanında daha çok konuşmalı diye düşünüyorum.”
İnsaf! Benim “polemik” yaptığımı söylüyor. ”Antalya sevdi” diyen,”Boş lakırdı” diyen,”Duygusal” diyen ve “elleş-tiri”yi edebiyatımıza armağan eden sanki o değil , benim!
Artık yazmaz diyerek yorum yapıyorum:
““Rahatınızı kaçırdığım” için üzgünüm.
“Herkes kendi alanında daha çok konuşmalı” demenizden , hakkınızda yazılan her yazıya cevap vermek yerine yazarlığınız üzerine daha çok çaba harcama düşüncesinde olduğunuzu anlamaktan memnunum.
İyi çalışmalar!”
Aslında bu “Herkes kendi yoluna “ demek..Ama bu arada “polemik” konusunda bile karışıklık varken yazarlığa daha çok itina gerek anlamında bir uyarı..
Ben olay bitti derken kendi sayfamda Antalya Devlet Tiyatrosu “gayri resmi” sayfasında değişikliği fark ettim. Benim bağlantım ve altındaki yorumlar kaldırılmış.
Yazara bir eposta attım:
“Hüseyin Bey
Antalya Devlet Tiyatrosu facebook gurubunun sayfasındaki yazım ve de benim ve sizin yorumlarınız kaldırılmış.
Bu "sansür"de sizin dahliniz/baskınız olmadığını düşünüyorum.
Zira tiyatro sanatının var olduğu bir ortamda "sansür"ün ismi bile bir tiyatrocu için üzüntü kaynağıdır.
Ben hakkımda yazılan yorumlara nasıl tahammül gösteriyorsam sizin de ayni tahammülü göstereceğiniz kanaatimi muhafaza ediyorum.
Yazarlığınız bundan başkasına izin vermez zaten.
Sizin de bu "sansür"e en kararlı bir şekilde karşı duracağınıza inanıyorum.
Saygılarımla.”
Hüseyin Erdoğan cevapladı:
“Melih bey...Eleştirilerinizi beğenmesem bile saygıyla karşıladığımı belirtmiştim. Onun dışında söz konusu grubun ben de sadece bir hayranıyım. Olumlu ve olumsuz bir çok eleştiri yüzüme karşı yapılmışken, sizin yazdıklarınız bir öneri demeti sadece bunu sansürletmek gibi basit bir işle uğraşacak durumda değilim.Bu bir sanal ortam isteyen yayımlar istemeyen yayımlamaz bence bu onların sorunu.”
“Eleştirileri saygıyla karşılayan”(!) yazar , yazıma “Boş lakırdı” diyor. Demek ki onun “saygı” anlayışı öyle…
Yorum yaptığı bir sayfa kendi yorumlarını da siliyor ve yazar “basit bir iş” diyor. Yazar o sayfada yorum yapmaya devam ediyor.
Kendinin “silinmesini ” bilip de susanın olaydan haberi olduğunu göstermez mi?
Sayfa yönetmenlerine itiraz etmesi gerekirken “sineye çekmesi” neden ?
Ben yeniden sayfaya bağlantıyı koydum ,yöneticisine yazdım.Onu da sildiler. Şimdi yeniden koydum. Anladığım kadarıyla o da silinecek. Zira yazımın bağlantısını “çöp kutusu”na (otomatiğe) bağlamışlar.
Bu arada sayfanın gurupla ilgili içeriği “Tüm içerik herkese açıktır" iken "Kapalı: Herkesin görebileceği içerikler sınırlıdır. Üyeler tüm içeriği görebilir." şeklinde değiştirilmiş . Yani bu arada “alt yapıyı” ayarlıyorlar.Bakalım benim üyeliğimi nasıl silecekler?
Ben yazarın hayatı ile eserleri arasında illa bir tutarlılık aramam.O nedenle bir oyunda özgür bir "dünya" çizmeye çalışan bir yazarın günlük hayatında ayni tutarlılığı göstermesini beklemem.
Hayat ile oyun arasındaki uyumsuzluk bana göre, kişinin kendini inkar etmesi anlamını taşır. Kişinin kendisi için sorun yaratır. Kendine tahammülünü ve aynaya bakmasını zorlaştırır.
Bu yazımda , yaşadığım ve tiyatro için önemli gördüğüm bir olayı anlattım.
Paylaştım diyemiyorum çünkü "dünya" sandığımız tiyatro , ülkemizde çok duyarsız ve küçük ve de sansür çok da az rastlanan bir durum değil. Tuhaflık "sansürcü tiyatrocu"lardan geliyor. Ama emin olun ki internet arama motorlarında kişiler ve olaylar unutulmaz ve de "tarih unutmaz". Bu yazı bunun için “kaydetti”
Empati yaparak onları anlamaya çalışıyorum. Sayfanın yöneticileri de oyuncu , muhtemelen Devlet Tiyatrosu’nda. Yazarın oyunu da Devlet Tiyatrosu’nda oynanıyor. Yazımın içindeki Antalya Devlet Tiyatrosu ile ilgili notların “gayri resmi” sayfada da olsa “amirlerince” okunmasını istemiyor olabilirler.Yani bir yanları “içerde” bir yanları “dışarıda” . Onlar “silerek” idare edebileceklerini sanıyorlar.
İyi de be gençler,madem “yönetemeyeceksiniz” neden kalkıştınız böyle bir sayfaya?
Belki de tiyatro ve sanat size göre değil. Bu kadar “hesap kitapla” nereye kadar?
Ne zordur aynaya bakarken zorlanmak…!

Melih Anık

16 Kasım 2009 Pazartesi

Adana Devlet Tiyatrosu - Rita’nın Şarkısı… Tülay Günal ve Çetin Tekindor - Bir Oyunu Seyretmenin Nedenleri

Rita’nın Şarkısı’nı büyük bir keyifle seyrettikten sonra düşündüm. Bir oyunu seyretmek için kaç neden bulunabilir?

Ben en başa oyunculuğu koyarım. Yaklaşık 40 yılı bulan “seyirciliğim” bana , oyunu oyuncunun seyrettirdiğini öğretti. Yönetmen işini bitirmiş gitmişken sahneden beynime, damarlarıma akan o mucize sıvıyı akıtan nazik elin hâzık (usta) dokunuşları nedeniyle katlandığım çok oyun hatırlarım. Oyunun sonunda her şeye rağmen dökülen terin ,sahnenin kalbi dışarı çıkarıcı vuruşlarının değerini çok iyi bilirim.Belki bilmezsiniz ama kötü bir oyunda yer almış bir oyuncunun her şeye rağmen en iyiyi vermek için çektiği ızdırap anlatılır bir dert değildir.

Bazı oyunlar, oyuncular için olanak ve şanstır. Ama oyuncu ezilirse kötü bir talih de olabilir. Rita’nın Şarkısı tiyatro dünyasında pek çok oyuncunun rüyası. Herkese nasip olmaz , herkes de taşıyamaz.

Tiyatromuzda çok ünlü ikililer var.. Yıldız ve Müşfik Kenter, Gülriz Sururi-Engin Cezzar, Gönül ve Gazanfer Özcan, Zuhal Olcay-Haluk Bilginer, Tilbe Saran- Cüneyt Türel , Işık Yenersu ve Alev Sezer...

Rita’nın Şarkısı’ndaki Tülay Günal ve Çetin Tekindor , ilerde de hatırlayacağınız “unutulmayacak” bir ikilidir.

Tülay Günal’ı ilk kez “Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü”nde tanıdım. Sonra DOT’da Böcek’de oynadığını duyunca koşa koşa gittim. Asi dizisinde onunla ilgili sahneleri yakalamaya çalıştım. Şimdi de Rita…
Jeanne d’Arc’da küçük bir salondaydı. Böcek’de ise 1 metre ötemde. Dizide ekranda.. Rita’da büyük bir salonda.
Hiç fark etmiyor. Sanatçının “elektriği” akıp buluyor insanı. Söylediklerini kaçırmamak için büyük salonda kimse, sanki nefes bile almıyordu. Günal, yumuşacık bir oyunculukla salondaki herkese duygusunu iletiyor,esir alıyor, oyunculuk gösterisi sunuyor. (Neden onu Jeanne d’Arc dan ayırdılar hala soruyorum..)

Çetin Tekindor “usta” için ne diyebilirim ki . Ders veriyor!
Bu sezon için yazdığım bir yazıda(http://melihanik.blogspot.com/2009/07/2009-2010-tiyatro-dunyas-hayallerim.html) bu sezon onu yeniden sahnede görsem diye yazmışım. Aslında o Rita’nın Şarkısı’na başlamıştı bile. Adana’da prömiyeri yapılan oyunun İstanbul’a yolu yeni düştü. O benim bu sezonumu renklendirecek diye düşündüğüm zenginliklerden biriydi. Yanılmadım.

Ya Yönetim mi diyorsunuz?
Rita’nın Şarkısı (Educating Rita) 1980’e ait bir oyun.1983 de filme alınmış. Türkiye’de defalarca oynanmış. En yakınlarda Kocaeli BB Şehir Tiyatroları’nda 2007-2008 sezonunda sahneye çıkmış.
Yönetmen Işıl Kasapoğlu hepsini iyi bilir. Onun için oyunun rejisi adeta ezberindedir. Bir de elinde iki usta oyuncu varsa , yönetmenin işi de kolaylaşır.
Bu oyunla bağlantılı bir hususu dikkate sunmak isterim. Işıl Kasapoğlu bu yıl Semaver Kumpanya’da Peer Gynt’ü sahneleyecek. Rita’nın Şarkısı’nda çok adı geçiyor Peer Gynt’ün. Acaba bir esinlenme olmuş mudur diye soruyorum kendime…

Ya metin?
İşte orada duralım.
Bu ustaca yazılmış bir oyun. Konu sıcak ve cazip , pek çok oyunda, filmde ele alınmış. Willy Russel da tecrübesi ile diyalogları tıkır tıkır akıtan, açtığı parantezi kapatan, oyunda söylenenler ile karakterleri iç içe harmanlayan bir yazar. Ama çeviri oyunlarda esas tat çeviren de.

Bu oyunun çevirmeni Sevgi Sanlı
Her tiyatro severin kütüphanesinde belki de farkında olmadığı bir Sevgi Sanlı vardır .O evinize bir Shakespeare ,Shaw , bir roman tercümesi, bir deneme, bir eleştiri, bir oyunun yazarı hatta bir şarkı sözü(yanlış mı hatırlıyorum?) içinde girmiştir.
Lillian Hellman, Küçük Tilkiler (The Little Foxes); Edward Albee, Kılpayı (A Delicate Balance); Graham Greene, Oturma Odası (The Living Room); Peter Shaffer, Küheylan (Equus); G. Bernard Shaw, Sezar ile Kleopatra / Pygmalion / Jan Dark / Kırgınlar Evi (Heartbreak House); Neil Simon, Sevgili Doktor (The Good Doctor); Willy Russell, Rita (Educating Rita); Václav Havel, Şeytan Çelmesi (Temptation); Cole Porter ,Öp Beni Kate (Kiss Me Kate); Louis de Bernières, Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini; Shakespeare, Onikinci Gece/ Kuru Gürültü; Barbara Schottenfeld ‘7 kadin’ onun çevirileridir.
Sevgi Sanlı “Kaygusuz Abdal”ı yazmış Halide Edip Adıvar'ın 'Sinekli Bakkal' romanını oyunlaştırmıştır.
Ankara Sanatseverler Derneği , 1973-74 tiyatro sezonunda "Bu Hesapta Yoktu" ile Sevgi Sanlı'yı “En İyi Çevirmen” seçerek ödüllendirmişti.
“ Birbirine uzanan iki eli, gülen ağlayan tiyatro masklarıyla birlikte sunan bu güzel heykelciği sevgiyle, onurla saklarım. Ostrovski'nin parlak zekâsı, sımsıcak yüreği, tükenmeyen tiyatro sevgisiyle ülkeme el uzatmasında benim de parmağım varsa kendimi çok, ama çok şanslı saymaz mıyım!” diyen Sevgi Sanlı tiyatro dünyamızda hem tiyatronun hem de seyircinin “öğretmeni” ve “şansı” olmuştur.
Çeşitli jürilerde görev yapan Sevgi Sanlı’nın en son “hatırlanması” galiba “1993 yılında En İyi Tiyatro Eleştirmeni Ödülü” ile olmuştur.
Bence bu yıl onun yeniden ve kuvvetlice hatırlanması gerekmektedir.

Bu oyun bağlamında bir ilginç notu da paylaşayım.
Oyunun prömiyeri Adana Devlet Tiyatrosu prodüksiyonu olarak 16 Aralık 2008 de yapıldı.Yani o sıralarda Asi dizisi Antakya’da çekilmekteydi.
Dizide rol alan Tülay Günal ve Çetin Tekindor ayni sıralarda bu oyunun sahnelenmesinde çalışmaktaymışlar. Tiyatro özlemi içinde “yanan”(?) ama bir türlü(?) dizisinden kurtulup(?) sahneye çıkmaya fırsat bulamayanlara örnek olsun, ibret olsun.

“Klasik Eleştiri”
Şimdi ismini hatırlamıyorum birisi ( galiba kartında eleştirmen(yoksa “eleştir/e/meyen” mi?) yazıyordu) “…….. oyun seçiminden başlar, uzunca ansiklopedik bilgi sıralarsınız…. Tabii bunlar bir yazıyı tiyatro eleştirisi yapmaya yetmez” diye bir “Cevahir” ortaya çıkarmıştı.
Bu yazının içinde oyunun konusu, seçimi , yazar ile ilgili bilgiler yok. Ama bu yazının “onlara göre eleştiri” olma iddiası da yok.
Gönlümden geçenleri ve de düşüncelerimi paylaştım.
Oyun gönlünüzde bir şeyleri “pır pır” ettirince , kelimeler yerlerini alıyor zorlanmadan.. Hepsi bu!
Bu oyunu izlemeniz için neden çok.

Melih Anık

13 Kasım 2009 Cuma

Caddebostan Kültür Merkezi "OYUN"u

Son günlerde Caddebostan Kültür Merkezi ile ilgili tiyatro dünyası gurubuna gelen e-postalarla “oyun” gibi bir gösteri seyrettik. Gösterinin kahramanları Nedim Saban ve Tuncay Özinel idi.
Oyunun ilk repliği şuydu: “Halkın paralarıyla yapılan nezih caddebostan kültür merkezi sadece bir organizasyon şirketine peşkeş çekiliyor”(Nedim Saban-twitter)
Biz , “tiyatronun seyirciye ulaşması” adına başladı sanmıştık bu tartışmayı.
Oyun'un geldiği noktada neler öğrendik neler !
Tiyatro seyircisi birbiri hakkında kirli çamaşırları ortaya “sınır tanımadan” savuran tiyatro dünyasını nasıl "seyretsin"?
Aslına bakarsanız çoğunluk tiyatro seyircisi de ciddiye almıyor. Haberdar bile değil. Konunun bir taraftan kendisini ilgilendirdiğinin farkında da değil.
Bakın , tiyatronun “ağır abileri”, olanları seyretmekte. Herhalde onlar da ciddiye almıyor ….
İşlerin yolunda gitmesini bu tartışmalar(tiyatrocular) mı sağlayacak?
Tiyatrocularımız tiyatroyu(halkı) kendilerinin kurtaracaklarını sanma hatası içindeler. Halk için en iyiyi kendilerinin düşünebileceklerini ve de Manitu'nun görevlendirdiği kişiler olduklarını sanıyorlar galiba..
Halka sırtını dayayamamış tiyatromuzun kendi bulunduğu yeri tanımlamaktaki hatasından ileri gelmiyor mu tüm yaşadıklarımız?
Halkı , “seyircisi” yapmak ; düşündürtmek ve değiştirme/değişme arzusu yaratmak değil mi tiyatronun amacı?
Seyirci (yani seçmen) istemeli CKM'nin hakça yönetilmesini.
Olan oldu .Önerim iki taraf bir televizyona çıksın önce kavga etsinler sonunda “ağır abiler” onları barıştırsın.
Ardından Aysa Prodüksiyon ile ”Tombak ve Şantajçı Köpek” CKM’de sahnelensin.
Tiyatromuz canlanır , sorunları çözülür.
Onlar erer muradına….

Melih Anık

12 Kasım 2009 Perşembe

Bu “O” Sokrates Değil ! İstanbul Devlet Tiyatrosu- Sokrates’in Son Gecesi…

Özetle
Geçen sezon seyirciyle buluşan oyun bu sene de devam ediyor.
Geçen zaman içinde hakkında çok şey yazıldı. Ben beğenmeyene rastlamadım. Bir şeyi mutlaka beğenildi. Oyuncuları ve teknik kurgusu ödüllere aday oldu, ödül aldı.
Bir tek “tiyatroculuk” üzerine görüş belirten Zeki Alasya var olumsuz konuşan . Onu da bırakalım “o/a/rada” kalsın.
Aklımda Kalan Tsanev
Oyunun yazarı ile tanışıklığımız Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü ile başladı.
Oyunu, Oyun Atölyesi’nin Haluk Bilginer,Güven Kıraç ve Tülay Günal’lı ilk kadrosundan izlemiş biri olarak oyunculuk şöleninin keyfini hala duyuyorum. Oyuna başlayan o kadro nedense sonradan değişti. Şimdi nerdeyse herkes Güven Kıraç ve Tülay Günal gittikten sonra yerlerini alan Emre Karayel ve Esra Kızıldoğan Uygur ‘lu kadroyu hatırlıyor. O günden bu yana Tsanev , Jeanne d’Arc ve oyuncu değiştiren Oyun Atölyesi ile aklımda.
Tsanev Tarihi
Tsanev’in bende bıraktığı ilk izlenim , Sokrates’in Son Gecesi’nde de beni şaşırtmayarak devam ediyor.Egemen olana karşı alaylı bir sorgulama..Bu, demokrasi,iktidar,savaş,adalet, din, milliyet, kişilik, ideoloji vb olabilir. Tarihi kendine göre yeniden okuma. Daha doğrusu ortaya çıkan “Tsanev Tarihi”
Oyunun tümünün yarattığı bu genel havanın etkisine bakarak oyun metninin, tutarlılığı , mantık ilişkilerini , akışı çok da dikkate almadığını görüyorsunuz. Oyun üzerinizde “ağır” bir gösteriden çıkmışsınız izi bırakıyor. Entellektüel yanınız gıcıklanıyor. (Var olup olmaması fark etmez. Olmayana da bir an için de olsa kendini entelektüel sanması için bir şans verir.)
Bizim neslimiz, Sokrates’i sahnede ağır başlı, yönetenlere başkaldıran, tarih yazan biri olarak hatırlar.Oyunu izlemiş olanlarda başlayan değişim , biraz öfkeli , biraz asidir. Sokrates’in Son Gecesi ise ezber bozan niteliğinde. (Bu ezber bozmaya da dikkat etmek gerekir. Şimdilerde “ezber bozuculuk” bir meslek oldu) Ama çağın gidişatının ruhu da budur.
Tsanev’in ezber bozuculuğu farklı . Zeki, bilgili ve de özgür. Paganini varyasyonları gibi. Bir temayı kendine göre doğaçlıyor. Ama sonunda ona ait olduğu hemen anlaşılan yeni bir soluk yakalamış.
1936 doğumlu olan Tsanev bugünün adamı değil. Eser bugünün dilini kullanan ama bugünü de yere vuran bir uzaklıkta. Ayni konuyu savaş görmemiş bir yeni yetme bu ağırlıkta yazamazdı. O nedenle eserde olgun kişilerin yakaladığı bilgece bir alay var. Hem dünle hem bugünle.
Sahnedeki Sokrates
Sahne mükemmel bir görsellikle başlıyor.
Siyah platformun önünde, tam ortada şeffaf baldıran kasesi, ölümün simgesi. Biliyorsunuz ki Sokrates baldıran zehrini içecek bu kaseden.
Gardiyan birden kararlı adımlarla sahneye giriyor ve metal çubukları platform üzerindeki deliklere sokarak sahnede hapishaneyi inşa ediyor.(Bir de kendini sıkıştırmasa !)
Bu düzen sanki “Go”nun , “32 Taş”lı zihinsel bulmacanın sahne hali.
Sahneye bir ikinci gerek… O Sokrates…
Sahnenin arkasında beliriyor, gardiyanın biraz önce inşa ettiği “hapi-sahne”ye giriyor kendi isteği ile.
Gardiyanın ilk repliği “Sokrates”, kendini güçlü sananın küçümseyici tonunda mı? Hayır! Bu ilerleyen sahnede Sokrates’in karısının ağzından dökülen sese çok benziyor. (İlk replik için zayıf. )
Artık gardiyan ve mahkum ikilisinin düellosu başlayacak. Oyuncular ellerindeki çubukları sözlerine paralel, platform üzerindeki deliklere sokup çıkararak “kim mahkum kim gardiyan” “gardiyan da mahkum mahkum da gardiyan” sarmalının zihinsel labirentlerinde dönecek,koşacaklar.
Beklenti bu yolda.
Ama o da ne?
Kendi ayakları ile hapi-sahneye giren Sokrates akıl oyunları ile köşeye sıkıştırdığı mahkum karşısında eli kolu bağlı . Metal çubukları oynatma hakkı “gardiyan”da. Oysa Sokrates fikirleri ile o çubukları sanal ortamda oynatıyor zaten.
Başta korkaklık üzerine başlayan konuşma , “Sokrates’in son gecesine tanık olma” keyfini yaşamak isteyen gardiyanın oyunun sonlarına doğru Sokrates’in karısından para alarak kaçmasına yardım edeceğini öğrenmenizle yoldan çıkıyor. Oysa o gardiyan Sokrates’in üzerinde baskı kurarak psikozu yaratmaya uğraşan bir acımasız adamdı hani.
Oyunun Özdeyişleri
Konuşma düşünme üzerine gelişir. Çoğunluğun sesi tartışılır. Çoğunluk iyilerin peşinde iyi kötülerin peşinde kötüdür. Çünkü demogoglarca yanıltılmaktadırlar. Halk kandırılmaya müsaittir,yani.
Eğitimsiz heykel yontulmasında zarar yoktur ama eğitimsiz devlet yönetmek yanlıştır.
İnsan değişirse devlet değişir mi?
İyi yurttaşlarını kötü yurttaşlarından ayırmaktan vazgeçtiği an devletin çöktüğü andır.
Gardiyan sarmallı bir hüküm savurur “Düşünen bir insan gardiyan olmaz” Oysa bu cümle ile gardiyan düşünce atar ortaya. Yazar Sokrates’e “Tiyatro oynuyorsun” dedirterek oyunda, virajı döndürür.
Sokrates kitap bırakmamıştır,fikir bırakmıştır. Tüm kitaplar yakılabilir oysa fikirleri aklına soktuğun insanların tümünü ortadan kaldıramazsın. Fikirler öyle yaşar. Tanrı da yazmıyor .
Gardiyan “Sokrates”leşmeye başlar
O arada Sokrates’in karısı girer sahneye. Onda da metal çubukları oynatma gücü vardır. Sokrates, gardiyan karısına saldırırken çubukları çıkaramaz da Sokrates “gardiyan”laşınca gardiyanın gücüne kavuşur.Gardiyan nedense Sokrates’in karısıyla yatınca Sokrates olur.
Tsanev gardiyanın ağzına “Sokrates olmak meğer ne güzelmiş”i yapıştırır “hain”ce…
Dış kıyafetlerini çıkarınca gardiyan da Sokrates de ayni elbiseler ile sahnede kalırlar. Bu her Sokrates’in içinde bir gardiyan her gardiyanın içinde bir Sokrates vardır mı demektir?
“Koca” Sokrates el ense çeker gardiyana. Alt alta üst üste bir güreş sahnede..Sokrates’in karısı gider mi kim vurduya.
Sokrates’in karısının sahneye girişindeki “Sokrates”, “tv deki dizi tonlamasında” idi. Sahne önüne gelip Baykal’ın Alişan’a sesleniyormuş gibi “Sokrates” demesini anlamadım. Ve de insanlığa mesajın Sokrates’in karısının ağzına yakıştıramadım.
Artık kontrolden (zıvanadan) çıkan oyunda kimin Sokrates olacağına karar verebileceği anlaşılan Sokrates’in karısının ölümünü , beklerdim doğrusu. Oyun çıkmaz doğru sürükleniyordu. “En iyi son” da gardiyan ile Sokrates’in ayni zehri içmeleri olurdu.
Tsanev zekice bulduğu konuyu yazmaya başlamış ama yazdıkça açılmış ve rahatlamış ve de ipleri koyuvermiş. Bir andan itibaren oyun kendi hükmünü vermiş. Karakterler elinden kaçmış.
Gardiyan şahıs mı? Devlet mi?
Sokrates kim?
Ya Sokratesin karısı?
Ne gördüysen altında mana arama. Ne duyduysan dinle ve geç . Tortusu kalmıştır bir yerler/in/de.
Yönetmen(Metin Belgin) de başlangıçtaki ağır ifadeyi oyuna paralel salıvermiş. Zamanımıza ve zamaneye uygun bir çeşitlemeye ulaşmış.Giriş “molla” , çıkış “Nereye yollarsan yolla”.. Belki de böyle başa(metne) böyle…
Peki ama o “muhteşem” başlangıç?
Oyuncuların( Mehmet Ali Kaptanlar,Mustafa Uğurlu,Melek Baykal) çok daha iyi hallerini gördüm. Bu oyun onlar işte leblebi çekirdek. Çok yorulmamışlar.
Dekor-kostüm(Ali Cem Köroğlu) ve özellikle ışık(yüksel Aymaz) çok “alkışlanası”(Ben de kullandım…Ben de…)
Ne Desem Ne Desem…
Şimdi herkesin beğendiği ve dolu oynayan bir oyun için görmeseniz de olur dersem ilahlar ayaklanır. Görün dersem de siz sonradan bana ne dersiniz bilmem.
Aranızda tiyatronun havarileri var. Beğenmezsem “tiyatro “manitu”ları adına” kızıyorlar bana.
Tiyatro sever zaten gidecek.
Ben en iyisi görün de demeyeyim görmeyin de. Zaten seyreden de seyretti.
Ey seyirci ! Allahtan sen kendi kafana göre takılıyorsun. Alışıksın bu tür yoruma.

Melih Anık

11 Kasım 2009 Çarşamba

“Caddebostan Kültür Merkezi’ni Protesto Ediyoruz” (mu ?)

Herşey Nedim Saban’ın e-postası ile başladı (7 Kasım 2009):
“Sevgili Tiyatrocu Dostlar,
Bugün Sabah Gazetesinde yayınlanan yazının ardından Caddebostan Kültür Merkezi'nin uzun süre Gazanfer Özcan hocaya tahsis edilmediğini öğrendim.
Ancak Kadıköy Belediye Başkanı, Gazanfer Özcan'ın cenazesinde, yıllarca salon tahsis etmediği, kapıdan kovduğu hocanın adını bir kültür merkezine vereceğini söyleyerek şov yapmış!
Facebook'ta Caddebostan Kültür Merkezi'nden Biz de Yararlanmak İstiyoruz diye bir grup kurduk ve bu hafta bu rezillikleri hep birlikte protesto ederek, bir basın açıklaması yapacağız.
UTANARAK PAYLAŞIYORUM”

Gazanfer Özcan, 17 Şubat 2009 tarihinde öldü.
Cenaze töreninde, yani 19 Şubat 2009’da Belediye Başkanı “şov” yaptı.
Kadıköy Belediye Başkanı 29 Mart 2009 tarihindeki seçimlerde yeniden göreve seçildi.
Nedim Saban 6 Kasım 2009 da Sabah gazetesinde CKM gerçeğini açıkladı.
Nedim Saban , Gazanfer Özcan ile ilgili olayı 7 Kasım 2009 da öğrendi.

Bu tarihleri dikkate alarak ,olayı , bir tiyatro oyunu gibi “okuyalım”.

Gazanfer Özcan CKM ona "uzun süre" tahsis edilmediği zaman “yalnız” değilmiş . (Gazanfer Özcan’a neden tahsis yapılmamış?) Şimdi başkaları bilgiyi paylaştıklarına göre birilerine anlatmış. O “birileri” (kimler?) neden bir şey yapmamış? Yapmışlar ama sonuç alamamışlar. Zaten bir şey yapabilecek durumda değillermiş.(mi ?)

Ama Nedim Saban o “birilerinden” değil ! Tiyatromuz ile ilgili pek çok girişimi başlatan Nedim Saban demek ki o zaman bu konularla ilgili değilmiş. İlgiliymiş de Gazanfer Özcan’ın yaşadıklarını bilecek kadar yakınında olmamış. Tiyatro dünyamız sorunları ancak “deve kendi kapısına çöktüğü zaman” anlıyormuş. (mu ?)

Tiyatro dünyamız, arkasından Niobe gözyaşları döktüğü , cenazesinde “büyük” konuşmalar yaptığı bir büyük ustanın sorunlarını bilememiş.(borcu dışında) Yanında olamamış.(mı ?)

Cenazede bilenler ve bilmeyenler yan yana Belediye Başkanı’nın “şov”unu izlemişler. Bilmeyenlere sözüm yok ama bilenlerden bir “Bilen” çıkıp da “Başkan! Şov yapma” dememiş. “Bilen”ler cenazede değillermiş. “Şov”u da duymamışlar. (mı ?)

Ama bu “Bilen”ler , Başkan , başkanlığa adaylığını koyduğu seçimlerde olayı parti ve seçmen nezdinde dile getirmemiş.Bilgiyi paylaşmamış.Paylaşmış ama etkisiz kişilerle “dedikodu” yapmış. Etkili olanlar da “bulaşmak” istememişler. ( mi ?)

Nedim Saban ,Gazanfer Özcan'ın adını andığı andan itibaren "vefa" geri dönmüş.(mü?)

Buyrun istediğiniz yerden tutun.
Yorumu da kendinize göre yapın , anlatın..

11 Kasım 2009 da Nedim Saban şu mesajı atmış :
“Sevgili Yaşar,
Mayıs ayını kaçırdınız muhabeti tamamen yalandır.
Biz de bu bahaneyle tam bir yıl bekledik. Madem kaçırdık, saygı duyarız dedik. Sonra bir baktık ki, Kasım ayında kurulan Can Gürzap Tiyatrosu'na bir değil, yirmi kez salon tahsis edilmiş.
Can Gürzap çok önemli bir sanatçı, tabi ki salondan yararlanmalı. Ama böyle bir kültür merkezinin yönetimi şeffaf olmalı.
Gelecek yıl Mayıs ayını beklersen yeni bir bahane çıkartacaklardır çünkü halkın parasıyla yapılan bu merkez sadece bir ya da bilemedin iki tiyatro ve organizasyon şirketine peşkeş çekilmektedir.
Örneğin Tiyatro İstanbul burada oynamak için dilekçe vermiş, ancak dilekçesine cevap verilmemiştir. Ancak Aysa Organizasyon aracılığıyla oyunlar oynadığı zaman, 15 yıllık bu tiyatroya salon tahsisi yapılmaktadır. Ne kadar üzücü değil mi ?”

Şimdi “Aysa ile çalışanlar ve çalışmayanlar” diye “nur topu gibi” bir
ayrım “doğdu” tiyatro dünyamıza.

Tiyatro dünyamız yeni yeni tanışmakta olduğu prodüksiyon ve sponsorluk kurumlarını "yönetemediği" için sarsıntı geçiriyor. Seyirci için “pompalanan medyatik ” , gerçek “iyinin/doğrunun” yerini alıyor. Gündemi , tiyatronun “modası” oluşturuyor. Maalesef bu “moda”yı oluşturanlar ve “giyenler” de tiyatrocu !

Melih Anık

Açıklama:

Bu yazının ardından Nedim Saban , Gazanfer Özcan’ın sağlığında onun için açıkhava tiyatrosunun tahsis edilmesinde, sanatçıların organizasyonunda önemli bir payı olduğunu ; vergi borcunun ödenmesi için kurulan komitede 3 ay çalıştığını belirtti.
Ama gene de tiyatro dünyamız, ustanın yanında olmamış. Nedim Saban ve rahmetli Hadi Çaman, Göksel Kortay, Nedim Doğan, Saltuk Kaplangı, Gencay Gürün’ün kişisel çabaları tiyatro dünyamızın çabaları olarak algılanamaz herhalde.
Yazımda Nedim Saban’ın CKM’nin ustaya tahsis edilmediğini yeni öğrendiğini vurguladım. Cenazedeki herkes ustanın vergi borcu olduğunu biliyor ve gözyaşı döküyordu.Nedim Saban eyleme geçenlerdenmiş.
Nedim Saban Türk Tiyatrosu’nda pek çok girişimin başını ve yükünü çekmekte. Onu “birileri” ile ayni kefeye koymadığım yazımda var.
O Gazanfer Özcan’ın adını andıktan sonra “vefa” geri döndü. Ama bu “vefa” Nedim Saban’ın değil ustanın cenazesinde CKM tahsisi konusunu bildikleri halde sesini çıkaramayanların ve de şimdilerde ortalara düşüp “Ustaya yapılır mı” diyerek konuyu saptıranların unuttukları “vefa” dır.
Yazım kendi içinde (bana göre) açık olmakla birlikte yukarıdakilere ek olarak , Nedim Saban hakkında doğabilecek yanlış anlamayı ortadan kaldırmak adına bir cümleyi şöyle değiştirmek isterim : “İlgiliymiş de Gazanfer Özcan’ın CKM tahsisi ile ilgili yaşadıklarını bilecek kadar yakınında olmamış.”
Nedim Saban'ın yaptığı açıklamaların benzerlerini şu "bilen"lerden "birileri" yapsa da metin okumamız daha yerine otursa.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Antalya Devlet Tiyatrosu’nda Kadeş Gelini- Hüseyin Erdoğan ; Veeee Orhan Alkaya!

Özet
Yeni bir yazarı ve yerli oyunu tanımak için seyredilir.
Ellerinden gelenin en iyisini vermek için tüm gayretleri ile ekip oyunu çıkaran kadro için seyredilebilir.
Bu toprakların derinlerden gelen tarihine bir kapı açmak için seyredilir.
Oyunun yönetmeni Orhan Alkaya. Tekrar “reji masasına dönen” Alkaya’nın yönetmenliğini izlemek ilginç olabilir. Ama Antalya’lılar Orhan Alkaya’nın İBŞB Şehir Tiyatroları geçmişini ne kadar biliyorlar acaba? Onları bilmeden zevk alabilirler mi?
Tiyatro severim diyen ise mutlaka seyretmelidir.
Yazar ve Eseri
Yazar Hüseyin Erdoğan , 1960 doğumlu. Ankara Ü.DTCF Tiyatro Bölümünü 1984 yılında bitirmiş. 1988 yılından beri Devlet Tiyatroları’nda kondüvit olarak çalışıyor.
Gül Güzeli adlı çocuk oyunuyla Kültür Bakanlığının 2005 yılında açtığı yarışmada 1 lik ödülü almış. Gül Güzeli Antalya Devlet Tiyatrosunda 2007-2008-2009 yıllarında oynandı.
Kadeş Gelini , 2007 yılında Devlet Tiyatroları Edebi Kurulu tarafından genel oyun havuzuna alınmış.
Devlet Tiyatroları’nın “60 ıncı yılda 60 yeni oyun projesi” kapsamında 2009 sezonu için Antalya Devlet Tiyatrosu, repertuarına almış. 1 Ekim 2009 Günü Dünya prömiyeri yapılmış.
Devlet Tiyatroları’nın bu girişimine sevinmek ve umutlanmak lazım . 60.yılda Türkiye’de 60 Dünya Prömiyeri girişimi yeni oyunları ve yazarları gündemimize getirecek. Demek ki repertuarında sayısız oyun var. Bu girişim bir anlamda “havuzu boşaltmak” diye de adlandırılabilir. Şimdi bu havuzdan kaç yerli ve yeni yazar çıkacak sorusunun cevabını merak ediyorum.
Yerli oyun yazımının teşvik edilmesi oyunları sahnede sınamak ile olur. Oyun olarak bana eksik gelen yanlarına rağmen Devlet Tiyatrosu’nun bu oyunu sahneleyişini olumlu buluyorum. Darısı daha nice oyuna ve yazara.
Öte yandan Kadeş Gelini , ayakları bu topraklara basan, hikayesini tarihten alan bir oyun. Bu nedenle de benim için daha önceki bir yazımda (www.melihanik.blogspot.com-“ 2009-2010 Tiyatro Dünyası - Hayallerim / Merak Ettiklerim”) bahsettiğim hayallerimden birinin gerçekleşmesi açısından da önemli.
Ama 1960 doğumlu bir yazarın , yaşadığı topraklar ile ilgili “farkındalığı” ve de tiyatronun(yer yer yerel) geniş söylem gücünü ve ufkunu kullanması daha da önemli. Kadeş Gelini bu anlamda üzerinde dikkatle durulması gereken bir eser.
Metnin Didiklenmesi
Hitit kraliçesi Puduhepa, Kadeş Antlaşması'ndan sonra iki ülke arasındaki barışı pekiştirmek için Hitit prensesini , Mısır Firavunu Ramses'e gelin olarak gönderecektir. Prensesin yanında Şausga isimli tapınak rahibesini de göndermek ister. Şausga sözlüdür. Ama Kraliçeye karşı çıkmak da ölümü göze almak demektir.
Puduhepa gücünü sağlamlaştırma çabasını ülkeye korku ve ölüm salarak sürdürmektedir . Puduhepa, kocası Hattuşili’nin hastalığı sırasında ülke yönetiminde iktidarı için bütün değerleri alt üst etmekte, elinden bırakmadığı hem tanrısal hem devlet gücü birbirine karıştırarak hükmünü sürdürmeye çalışmaktadır.
“Kadeş Gelini” , Firavuna , Hattuşili’nin kızının yanında gönderilecek tapınak rahibesi Şausga ve onun sözlüsü Mirza’ya odaklanmış. Bu nedenle daha oyunun ismi ile başlayan bir karışıklık var. (Hattuşili’nin Kızı da oyun boyunca çarkın tepesinde bağdaş kurmuş “vitrinlik” oturuyor.O da oyunun ismine bir saygı herhalde. Çark onun üzerine dönüyor ya!!!)
Ama yazarın dilinden , Kadeş’ten Mısır’a gelin gitmesi hikayesi ile sınırlı olmayan bir cevheri hissettim.
Ancak oyunun tiyatro dünyasındaki, önceki örneklere öykünen söyleminden gelen bir karışıklık var gibi. Bu eserden mi yönetmenden mi kaynaklanıyor bilemem.(Eseri okumak istedim ama piyasada bulamadım)
Klasik eserlerin kurgusu karakterlerin sembolize edildiği insanlık durumları ile tarihe mal olmuştur. Hamlet’in şahsında kararsızlık , Makbet’teki iktidar hırsı vb. gibi. Bu tür oyunları tek cümle hatta tamlamayla özetlemek mümkündür.
Tarihte tanrısal ve devlet egemenliklerinin birbiri ile karıştığı, çarpıştığı, uzlaştığı pek çok örnek görmek mümkündür. Onlar arasındaki ilişki, eylemi, trajediyi,dramı doğurur. Sahnedeki Puduhepa’nın hangi duygularla ”Makbet”leştirilmeye çalıştığını anlamakta zorlandım. Puduhepa oyunun genelinde kadınsal duygularının esiri olarak dolaşan “kıskanç zorba” gibi görünüyor. Bu nedenle oyunun sembolleştirildiği ve zorlanan devlet ve tanrısal erklerin kullanılması vurgulaması anlaşılamamaktadır.
Ama esas itibari ile eksik kalan , “insanlık durumu”na örnek gösterilebilecek bir karakterin yokluğudur.
Eserdeki :
“Hattuşalının dili çözülmüş..Hatti Tanrıları benim ağzımdan ses verir olmuş.”
“İnsan böyledir işte.İsterse hemen öğrenir.”
“Sağı tanrı solu yasa..”
“Halk duysun yasalar arkadan gelir.”
“Asurlu tüccarlar kapıları zorluyor zaten…”
gibi söylemler, Alkaya’nın oyunun genel yorumu ile yapmak istediği vurgu nedeniyle “ özdeyiş antolojisi”nden çıkmış gibi durmakta, oyunu bütünlüğe ulaştırmamaktadır.
Oyunda Puduhepa ile birlikte Rahip ve Mirza karakterleri dengeyi kurmaya çalışıyor. Puduhepa’nın Rahip ile tanrısal gücün paylaşılması , Mirza ile sevginin paylaşılması sorunu var. Ama her iki karakter ve ilişkiler de oyunun dramatik yapısını yaratacak kadar güçlü değil.
Halkın “korosu” yetmemiş olacak ki ayrıca sahnenin her iki yanındaki lastik şeritlerden kafalarını çıkarıp “ ah KAM kesen” Ak Kam ve Kara Kam var. Seyirci Ak Kam ile tanıştıktan sonra ayni oyuncunun köyün doğruları konuşan delisi şeklinde halkın arasında dolaşmasını görmek de tüyleri diken diken ediyor. Neden hep delilere doğruları söyletirler? (“Deli değil! Apdal!”)
Ak Kam ve Kara Kam’ın sözleri kendi içlerinde “bütün” değil. Bu nedenle de kimin/neyin “ağzı” oldukları meçhul.
Bu anlamda dağınıklık söz konusu. Tüm kurgu, anlatıcı,hüküm verici olarak halk korosunda toplanmış olsa daha derli toplu ve de tutarlı bir dramatik yapı sağlanabilir gibime geliyor.
İkinci perdenin başındaki çalgıcı-oyuncular tablosu ve oyunu , ister istemez Shakespare’i hatırlattı. Oyunun tümündeki oynanış stiline de ters düşen bu “boya katılmış” sahnelerin gerekliliğini de sorgulamak lazım. Shakespeare’e göre bu gülünç olsun halkın hoşuna gitsin diye “palyaço”lara oynatılmış bir sahne ! Bu sunum oyunun genel diline ve de anlatılan hikayeye ters.
Yönetim
Orhan Alkaya çok özenmiş. “Reji masasını” özlemiş desek daha doğru. Sahnede tiyatro tarihinin her türlü rengi var.
Oyun metni Shakespeare’i, Sophokles’i hatırlatıyor .
Eski bir konunun güne getirilmesi çabaları yanında klasik tiyatronun “ oyun içinde oyunu” , korosu, çalgıcıları, söylemi , rengi var. ”Horozların ötüşü” de yerini almış.
Alkaya eklemelerle zenginleştirmeye çalışmış. Biraz da kendi için “oynamış”!
Dönen platformlar..Kuzgun Acar taklidi dekor,mask ve tiplemeler . İnsan, çekiç vb aletlerle yapılan ritmik ses çeşitlemeleri . Sahnenin iki yanındaki lastik şeritten yapılma panolar.
Ben ikinci perdenin başındaki çalgıcı-oyuncuların Orhan Alkaya eklemesi/çarpıtması olmasından kuşkuluyum.
Oyun sonunda “68 kuşağı bir yönetmen metni böyle okur” diye de düşündüğümü itiraf ediyorum.
Alkaya Genel Sanat Yönetmeni iken yönetmenlerinden neler beklermiş onu bu vesileyle anlamak da mümkün.
Teknik
Sahne ortasında birbiri içine girmiş her iki yöne dönebilen platform üzerinde yükselen çark ( oyunda ima olduğu için ben de öyle adlandırdım. Demeseler anlaşılmaz) gibi inşa edilmiş mekanlar iyi bir fikir. Ama düzenin hakimi Kraliçe Puduhepa’nın döndürmeye uğraştığı devlet(“kendi”?) çarkı ile halkın çarkının çekişmesi yeterince açık ve düzenli bir kurguda/vurguda değil. Özellikle oyun sonunda halkın hareketi kendi çarkının düzenini egemen kılmak yerine Puduhepa’nın çarkına çomak sokuluyor gibi yansıyor.
Dekor oyunu sahneye mıhlamış. Şimdi sahnenin önü , yanları , üstü kullanılıyor diyecekler olabilir.İyi de o kullanımlar “çok ortada kaldık biraz da açılalım” diye bağırıp duruyor.
Adında devlet olan bir tiyatronun bu kadar “ucuz” kostüm yapmasını çözemedim. Hele muhafızların suni deri “namaz takkelerine”(Yahudi kepi de denebilir) lastik ile tutturulmuş demir görünüşlü yüz koruyucuları çok komik.
Ayaklardaki yemeniler de Antalya bedesteninden mi? O dönem modası da çok renkli imiş anlaşılan. Önerim ayakkabıları sahne üzerine yan yana dizin ve resmini çekin ve sonra resme bakarak düşünün.
Kostümler ayakkabılardan daha tutarlı. Ama bir türlü Makbet kırmızısından kurtulamıyoruz.
(“O Makbet değil! İktidar ve tutkunun rengi!!” Peki! Peki!)
Aydınlatma Işıkçının sorunu değil… Sorun salonda…Daha doğrusu salonun inşaatı sırasındaki “kontrol amiri”nde.
Antalya’da Devlet Tiyatroları
Antalya 1 milyon nüfuslu turistik bir şehir. Turist sayısı 10 milyon.. Salon açısından diğer büyük şehirlerimizden daha şanslı. Şu sıralarda sokaklarında Rus turistler geziniyor.Bu açıdan bakıldığında Antalya Devlet Opera ve Balesi’nin gösterileri yabancıların ilgisini çekmekte.(Bizim seyrettiğimiz akşam Carmen’i izlemeye gelen çok sayıda yabancı vardı salonda. Laf arasında Gürcü Yönetmenlerin Carmen kareografisi çok çarpıcı.)
Yeni yapıldığı söylenen Devlet Opera’sı (nam-ı diğer Haşim İşcan Kültür Merkezi), binanın üstündeki neonlarla yazılmış ismi ile de “ağırlığını” ortaya koymuş. Haşim İşcan’ın ismi de kaybolmuş gitmiş. Salt yol tabelalarında ve de haritalarda var. Bina da eskimeye başlamış zaten. Bir 10 yıl sonra AKM’ye döner… Yıkılması gerekir. Yanında alışveriş merkezi de hazır.
Antalya Devlet Tiyatrosu da bu binaya “besleme” olarak sıkıştırılmış. İsmi bina içine yazılmış. Kullandığı salonun olanaksızlıkları girer girmez belli oluyor. (Fuaye mekanı , sahnenin boyutları , sofita , akustik vb özellikler)
Aslına bakarsanız bina, tipik bir kamu ihalesi ile yapıldığını “haykırıyor”. Dışardan görkemli olmasına uğraşılmış ama inanın eski komünist rejim tariflerindekilere uyan bir yapı. (Haksızlık olmasın, Rusya’da, Doğu Almanya’daki komünist dönem tiyatro , opera binalarının görkemi kelimelere sığmaz.)
Ben en çok kadın ve erkek tuvaletlerin kapılarının önüne konmuş panolara bayıldım(!) Çok fonksiyonel. Onları koymazsanız içerisi görünüyor da ondan. Bir de salon merdivenlerindeki salkım saçak kablolar hoşuma gitti(!) Ya duvar kaplamaları? Hele hele opera salonundaki sahne ve orkestra çukuru ? Opera salonuna çıkmak için tırmanmak, tiyatroya inmek için sürünmek gerekiyor. Ne hoş buluşlar canım(!!!!!!)
Adres
Antalya’da adres ararken tiyatro/opera nerede diye sormayın “Real” nerede diye sorun. Tiyatro/Opera da “Real Alışveriş Merkezi’nin yanında” zaten… Belki de “otopark”ında. Antalyalı buna alışkın…Hadrian kapısına, “3 kapılar” ; saat kulesine ”Kale Kapısı” diyor zaten…
Antalya’da Tiyatro
Antalya’da ayrıca 1983 yılında kurulmuş Antalya Belediye Tiyatrosu(ABT) var. ABT,bu sene, Dario Fo’nun ‘Ödenmeyecek Ödemiyoruz’ ve Haldun Taner’in ‘Vatan Kurtaran Şaban’ adlı oyunlarıyla perdelerini açıyor.
Antalya Devlet Tiyatrosu(ADT) ise 1993 yılında kurulmuş. ADT, duvarlarına bakılırsa geçmişte iyi işler yapmış.
Her ikisi de kendi salonlarında seyirci ile buluşuyorlar.
Ayrıca Antalya Sanat Tiyatrosu, Avangard , 5. Sokak , Ol Tiyatro gibi özel tiyatro oluşumları varmış.
Bu tiyatroların seyirci sayısı nedir bilmiyorum. (Bilen var mı?) Aralarında iş birliği yaparlar mı? Birbirlerini tamamlarlar mı? Turne ile çevreyi dolaşırlar mı? Aslına bakarsanız bu gibi şehirlerimizde tiyatroyu organize edecek bir kuruma ihtiyaç var.
Ama Carmen’i seyrettiğim gece o gecenin kadrosunun yazılı olması gereken programını bana arattıran ( olmadığını anlayana kadar karşılaştığım durumları anlatmak traji-komik olabilir) “yönetim kafası”nı düşününce ve de bir inşaat mühendisi olarak binaya bakınca umutsuzluğa düşüyorum.

Melih Anık

Notlar:
1-Öneri : Antalya Devlet Tiyatrosu ! Sesiniz yüksek çıksın ki Antalya’da olduğunuz duyulsun.
2-Kadeş Gelini’ni Antalya ile “sınırlamayın” lütfen . Turneye çıkarın!
3-Ben biletlerimi internet üzerinden aldım. Aldığımda yanılmıyorsam tiyatroda 6. , operada 10. koltuk idim . Ama gösterilerde salonlar yarısına kadar dolu idi. Antalyalı son dakikada bilet alıyormuş.
4-Kadeş Anlaşması’nın örijinali İstanbul Arkeoloji Müzesinde. Gençler , bir zahmet gidin ve görün!

3 Kasım 2009 Salı

İstanbul Bienal 2009 / 11.B – İKSV’nin “Bulabildikleri” – “Dostlar Alışverişte Görsün”

“Dostlukların Son Günü” bir Selim İleri kitabıdır . İçeriği şaşırtsa da isminin çağrıştıkları ile bizim nesli “vurmuş” bir hikayenin kitabıdır. Zira bizim için “Son sığınaktı dostluklar”. Kitabın ilk baskısının arkasındaki devrimci Selim İleri resmi “devrimci bir dostluk” tanımını kışkırtmıştır.
Doğan’dan Everest’e geçen yazarın Doğan'da kalan kitapları şimdi 4 tl ye D&R larda stok temizliğinde. Cumhuriyet ile Zaman’da ayni anda yazmaya başlayan ve bu nedenle Cumhuriyet ile yolları ayrılan Selim İleri tvde bu konuyu anlamadığını yansıtan bir yüz ifadesiyle oturuyor ve sanki TRT 2 deki programına konsantre.
Bilgisayarı nerdeyse anasının karnında öğrenen “Zamane” , “delete” etmenin bir “son” olmadığını biliyor. Bilgisayar ona soruyor “Emin misin?”. “Emin olup” silse bile “delete” edilenleri geri getiren programlar var. Yani “silme”nin anlamı kalmamış. Bu nedenle de dostluğu silerken “Emin misin?” diye sorulacağını sanıyor. “Silinmiş” dostlukların da geri getirilebileceğini sanıyor.
İsim değiştirerek ayni şeyi kerelerce “save” ediyor. Yanlış yazarsa siliyor. Kendisi “başka”sı olabiliyor. Herşey çok kolay. Böyle bir nesle “dostlukları” anlatmak da zor.
“Önce Ekmekler Bozuldu”(Oktay Akbal) sonra “Dostlukların Son Günü” anlamını yitirdi mi ne!
İşte böyle bir “dünya”da 11 yıldır Bienaller yapılmakta .
İstanbul’un 11. Bienal’inin kitabında “istedik vermediler” ile sergi için “Bürokratik,mali veya güvenlikle ilgili nedenlerle” “gerçekleştirilemeyen” mekanlar resimli olarak verilmiş. “Gerçekleştirilenlere” bakarak daha ne yapılacaktı acaba diye düşünüyor insan. Sanki verseler her şey daha başka olacakmış, başka “şahane” projeler varmış da engel olunmuş “hava”sı. “Feriköy Rum Okulu”nu, “Feriköy Greek School” yapanlar neyin eksikliğini duyuyorlar acaba?
Kitapta önce ismi sonra soyadı yazıp sanatçı sıralamasını soyadına göre yapan zihniyet neyi hayal ediyordu da olmadı?
Tersliklerin “Bienal” diliyle protestosu dünya haritasının kitapçığa ters olarak yerleştirilmesi midir? Yoksa ayakların bu topraklara basmamasının getirdiği bir düzlem kayması mı?
Ya da “Beş Soru” diye anket hazırlayıp beşinci soruyu unutmak ya da başlığı İnsan Neyle Yaşar diye atıp başka bir amaçla hazırlanmış anketi ilgisiz yerleri kırmızı boya ile düzelterek cinlik yapmak mıdır hüner?
Herşeye rağmen kitaptaki en anlamlı olan bütçe gelirlerinin verildiği sayfalar. Sanki hesabını verenlerin “dik duruş”(?) ile yüzlere vururcasına verdikleri pasta dilimli grafikte gelirler içinde bilet satışının payı % 10 ile gösterilmiş. Bu Bienal gerçeğini ve de düzenleyenlerin bilinç altını anlatıyor ve “Biz bilet alanlara değil sponsorlarmıza borçluyuz” deniyor. Bir de bu nedenle “Parayı veren düdüğü çalar … Ne getirirsem onu izlersin ” tavrı yani . Ortaya çıkan ise “Ne getirebildilerse” o !
Bugünlerde Türkiye’de sponsorların isimleri aktivitenin kendisini aşmış durumda.
Caz festivali Akbank’ın cazdaki rüştünü kanıtladığı bir aktivite sanki. Tiyatro Uzmanı(?) Efes tiyatroyu “dopingliyor”...
İKSV tarafından sunulan gösteriler de, “bazılarının kendi elit çevrelerindeki konumlarına katkıda bulunmak için yapılan gösteriler halini almaya başladı…..”
“ Toplumsal hayattaki hakim konumlarını, incelikle örülmüş ekonomik ve sosyal ağlar çerçevesinde güçlendirerek sürdürmeye çabalarlar. Yönetmekte oldukları şirketleri sanat ve kültür etkinliklerine dahil etmeleri bu stratejinin ayrılmaz bir parçası. İncelmiş bir sosyal gruba özgü beğenileri benimsediklerinin işaretini göndererek bu gruba hitap etmek isterler.”( “Kültürün Özelleştirilmesi”- Chin-tao Wu- İletişim)
“Dışarıdaki sokakları az önce izlediği filmin devamı olarak algılayan sinema izleyicisinin bu bildik deneyimi yapımcıların esas aldıkları kural haline gelmiştir.
………….
Kulağı alıştırılmış dinleyici şarkının ilk ölçülerini duyar duymaz devamını kolayca kestirir,tahmini doğru çıkınca da sevinir.”( “Kültür Endüstrisi -Kültür Yönetimi”- T.W.Adorno-İletişim)
………..
“ Dev sergiler, imajlarını tazelemek isteyen devletlere, kentsel dönüşüm projelerini satmak isteyen yerel yönetimlere aracılık eder. Kimlik, farklılık, melezlik, "sınırların aşılması" gibi temalar etrafında örgütlenen bienaller de, yeni dünya düzeninin gösterilerinden biri olmaktan öteye gidemez” ( Sanat A.Ş. : Çağdaş Sanat Ve Bienaller - Julian Stallabrass-Tercüme: Esin Soğancılar-İletişim )

Avrupa sınırları içine girmek için uğraşan Türkiye’nin , Bienal kapsamında “Orta Doğu” ülkesi sınıfına dahil edilmesi de “Kurbağanın suyunun yavaştan ısıtılarak alıştırılması” hikayesi mi ?

Yukardaki tüm tespitleri doğrulayan İstanbul Bienali 11 yaşında. Başından beri izleyen biri olarak nelerin kaymaya devam ettiğini görecek durumdayım.
Bu yılın teması “İnsan ne ile yaşar”
Brecht’in 3 kuruşluk operasından alınma bir soru. Brecht aslında “nasıl” sorusunu soruyor. Küratörler “yabancı” olduğu için, orijinaline yakın olan İngilizce metni esas alırsak soru: “What keeps mankind alive?” İnsanlığı yaşatan(canlı tutan) nedir ? “İnsan ne ile yaşar?” sorusunun herhalde küratörlerin kafasındaki anlamı yansıtmamaktadır. Bunca yıllık “Nasıl”, olmuş “Ne ile”! Ama Bienal de sorunun bizim kafamızdaki karşılığına çooookkkk uzak!
Bienal’in sunuş yazısındaki karmaşa ise kayda değer:
“Devrimci bir mesajın yokluğunda bu mesaj katıksız bir anarşizm olur” şeklinde tercüme edilen cümlenin orijinali “in the absence of any revolutionary movement,the play’s message is pure anarchism”..Yani “devrimci hareketin yokluğunda”
“Ama bugün de herhangi bir geniş çaplı devrimci harekete rastlamak mümkün değil” tesbitini yaptıktan iki satır sonra “…tüm siyasal güçler bir barış,demokrasi ve insan hakları retoriği çerçevesinde adımlarını atıyor ve diğer mücadele imkanlarından yoksun(doğrusu elinden alınmış) militanlar “terörist” damgası yiyor” saptaması küratörlerin kafa karışıklığından kaynaklanıyor herhalde. Zira devrimci hareketlerin yokluğu değil mücadele imkanları elinden alınan militanlardan söz ediliyor.
“Çağdaş kuram bile siyasal antagonizmadan uzak durmaya dikkat ederek dikkat ederek “münakaşaya dayalı” siyasetten yana tavır belirtiyor ki bunun da kolayca alkolsüz bira,dumansız sigara veya kafeinsiz kahve gibi siyasetsiz siyaset olduğu ortaya çıkarsa şaşmamak gerekir…Günümüzün sınıflı toplumunda antagonizma(bileşenlerin birbirinin etkilerini ters yönde etkilediği bileşim/uzlaşmaz çelişki) olmadan siyaset bir hayaldir.” cümlelerini de İngilizce metinde bulunmaması ise en nazik şekilde “özensizlik” ile açıklanabilir.
Serginin Brecht’in sözlerinin yapıtları izlemek için bir prizma oluşturması fikri herhalde küratörlerin “saf ve temiz” inanışlarından kaynaklanıyor. Brecht’in sanatın siyasi angajmanına (doğrusu “sanattaki siyasal angajman”) duyduğu inanca katılıyor ve bu potansiyeli anlamlı hale getirmeye çalışıyor. “İnsan ne ile yaşar” zaten elimizde var olandan ötede ileriyi gösteren bir yola işaret ediyor muhtemel yönlerin ve yeni okumaların hatlarını çiziyor”muş. Sanki Bienal Brecht’in sözünün savunması için düzenlenmiş. Sanki Brecht’in buna ihtiyacı varmış gibi. Bu Brecht’e ayıp her şeyden önce. Ayrıca ortaya çıkan toplamın ise Brecht’in söyleminden çok çok geride olması böyle bir sözün müdafaasını da güçleştiriyor ve bu cüret karşısında insanda şaşkınlık yaratıyor.
Allah’tan küratörler güdümlü bilgiyle geçen seferki gibi çizmeyi aşan beyanlarda bulunmamışlar.Olsa olsa kendi çizmelerini zorlamışlar.
Ama Türkiye’den sandalye üzerine ayakkabısız çıkacak çok kadın sanatçı bulunurdu gibime geliyor.Hem de onlar sandalyeye değil ayaklarını bu topraklara basardı. Ama sandalyeye çıkanlar kadar sponsor bulurlar mı onu bilemem..
En anlamlı sergi düzenlemesi Feriköy RUM Okulunda. Tek tek parçaların başarısı değil sözünü ettiğim. O da “bilinçsizlik durumu”ndan çıkmış.
Kronolojik Atatürk panosu,İbni Sina, Padişah Mehmet resimleri, şiir okuma yarışmasında alınan ikincilik belgesi, “Okulumuzdan yetişen ünlüler” listesi ile süslenmiş duvarların en dikkati çeken kısmı kum kovalarına ilave olarak yangın tüpleri dizilmiş merdiven basamakları. Tüm bunlar Bienal hazırlıkları içinde duvarlarda unutulmuş , bienale dahil bir sanatçıya ait değil. Okul terk edilip gidilirken duvarlarda kalan ilanların ve dökülen sıva ve boyaların yarattığı hüznün içinde yeşil bir tahta üzerine yazan bienal senaryosuna ait yazı çarpıyor gözümüze : “How to re-inhabit your enemy’s house?” Şaka gibi…
Lavaboda ayaklarını yıkadıktan sonra küf kokulu hücresine giren bekçinin kapıda kalan plastik terlikleri de bienale dahil mi?
Antrepoda Sarkissian’ın fotoğrafları önünde durdurulan bilmem hangi ilk öğretim okulundan seçilmiş gençler, kendilerine soru soran rehbere gördüklerini özetliyorlar. “Tüm resimlerde ayni ağaçlar var.”
Zira “ …geleneksel belgesel tekniklerini kullanır ama ayni zamanda fotoğrafın imkanları ve sınırları konusunda eleştirel bir tavır takınır… Her fotoğraf dizisi görülmüş olanını yeni bir imgesini oluşturan kültürel ve tarihsel notlar bütününü gizler” açıklaması kitapçığın sayfaları arasında okunmayı bekliyor.
Halep,Lazkiye ve Şam’daki infaz meydanları gösteren fotoğraflar, “Bir toplumun patolojisinin şaşkınlık verici bir biçimde ortaya çıktığı son derece simgesel yerler olduğu gerçeğine ipucu sağlayan tek şeydir” açıklaması okunmadan sadece ağaçları ile dikkat çekiyor ve anlamsız olarak duvardan sarkıyor.
Kendi kendine açıklanamayan, yapanın kafasındakini anlamak için açıklanması gerekli ama açıklandığında bile insanın yüreğine ve de beynine dokunmayan bir fotoğrafı açıklamalarla anlamlandırmak nedendir ?
Bienal, sanat eserlerinin sergilendiği yer değildir , olmak zorunda da değildir. O nedenle gösteriye konmuş her şeye sanat eseri muamelesi yapmaktan vazgeçilmelidir.
İyi de tüm sergilenenler kim için ve neden?
“Dünyanın bir yerinde bunu anlayan birileri var” mı demeliyiz. Bu haberi vermek midir amaç ?
Artık “Bienal dili” haline gelmiş karmaşık anlatımlı cümlelerin arka arkaya getirilmesiyle oluşturulan zorlama bir söylem :
“….. projeleri,beden imgesini ve işlevlerini kaçınılmaz bir biçimde genelleştiren,dönüştüren ve parçalayan mekansal çevreler içinde bedeni,çoğunlukla da kadın bedenini konumlandırmanın farklı yollarını keşfediyor.”
“….çalışmaları kadın kimliğini ve cinsel kimlik söylemlerini konu alıyor ve kamusal alanda görünürlük taktiklerini inceliyor.”
“…gündelik hayatın merkezindeki dirençle çekincesiz biçimde birleştiriyor.”
“…bağımlılıklarına meydan okuyor.”
“Eylemleri, çalışmalarının önemli bir teorik boyutunu oluşturan mantık,dilbilimsel gösterge kuramı , praksiyoloji ve matematiksel hesaplamaların analizine dayanan titizlikle planlanmış bir araştırmanın sonucunda ortaya çıkıyor.”
“….bir yandan sanatla hayat arasındaki sınırları ortadan kaldırma olanağını keşfe çıkan….”
“Keşfediyor”, “inceliyor”, “meydan okuyor” vb …
Sanki bilimsel bir devrim başlıyor…!!!
Ama asıl saptamayı Antrepo’da açılmış deftere düşülen izleyici notlarında bulmak mümkün:
“Aç kal, budala kal, bütün anladığım budur…
“Bu sanat ise sanatın aldığı şekil bu ise siz devam edin biz yokuz”
“Bir kez daha anlıyoruz ki dünyayı satın alan tek şey reklam. Sanat falan her şey kandırmaca olmuş sayenizde. Koç reklam yaptı herkes para kazandı.Para kazanma yönteminize tebrikler.beğenmedim.”

Hep soruyla meşgul olduğumuz için Brecht’in yanıtını unuttuk:( “Üç Kuruşluk Roman”-Brecht- Tercüme : Sema Özkaya-Oda Yayınları)
“Nasıl yaşar insan ? Çiğneyerek,ezerek,
Öbür insanları yiyerek!
Yalnız böyle yaşayabilir insan
İyice unutabilmek için insan olduğunu.
Yanlış düşünmeyin efendiler
İnsan yalnız kötülükle yaşar!”

“Kafasıyla yaşar insan
Yetmez ama bu kafa ona
Bir kere dene istersen senin kafandan
Bitler doyar ancak.”

“Çünkü bu yaşam için
İnsan kurnaz değildir yeterince
……
Çünkü bu yaşam için
İnsan kötü değildir yeterince
…….
Çünkü bu yaşam için
İnsan kanaatkar değil yeterince.

Tüm uğraşman senin
Kendini kandırır ancak!”

Melih Anık

1 Kasım 2009 Pazar

Kişi İsimli Kurum Stampası - İBŞB Şehir Tiyatrolarında “Rütbeler” - “Dengeler” - “ Özerklik”

Kişi isimli şirketleri biliriz. Bunlardan en bilindik olanları “Kurukahveci Mehmet Efendi ve Mahdumları” ve “Ali Muhiddin Hacı Bekir”dir. Onlar kadar eski bir sanat kurumunun ismi ve döneme göre değişen bir kişinin ismi ayrılmaz bir bütün olarak kurum stampasını oluşturuyor.
Bu asırlık kurum İBŞB Şehir Tiyatroları…
Kurumun isim stampası ile genel sanat yönetmeninin isim stampası alt alta basıldığı için tek bir stampa görünümü de veriyor olabilir. Kurum ile ilgili olan basılı her evrakın üzerinde bu ayrılmaz beraberliği gördüğümüz için tek bir stampa sanıyor da olabiliriz.
Bu ticari şirketlerde görülmeyen bir özellik. Ticari şirketlerde genel sanat yönetmeninin isminin geldiği yere genellikle kurumun sermayesi yazılıdır. Bu bakış açısıyla , sanat kurumu, sermayesinin Genel Sanat Yönetmeni olduğunu söylüyor sonucunu çıkarmak olası.
Ticari şirketlerde evrak altına , şirket genel müdürü önce ismini yazar altına da çalıştığı kurum ismi ve ünvanı yazılır. Şehir Tiyatrolarında ise bunun tam tersi yapılmış.
Kurumdaki genel sanat yönetmeni o kadar sık değişiyor ki ne neye ait takip etmek güçleştiği için basılı evrak üzerindeki bu damgalarla dönemleri izlemek kolaylaşıyor.
Örneğin bu sene Cabaret’nin Kabare şeklinde yazılmasının kimin tarafından yapıldığını anladık. Bu, biz seyircilere, politikaların nasıl değiştiğinin ip ucunu da verdi. (www.melihanik.blogspot.com/Müzikal Oyuncusu Olmayan “Müzikal”(?) Oyun : Kabare (Yoksa “Cabaret” mi?)-İBŞB Şehir Tiyatroları)
Ama daha ilginç bir kayda Çıkmaz Sokak isimli oyunun program dergisinde rastladım. “Aysel Doğan’ın kostüm tasarımı” başlığı taşıyan sayfadaki oyuncu kostüm eskiz sayfası üzerinde de bu ayrılmaz ikili (yani kurum ismi ve hemen altında Genel Sanat Yönetmeni ismi) birlikte yer almıştı. Altında da bir imza vardı. İmzanın kime ait olduğunu çıkaramadım ama tahminim ve görünüşün doğal sonucu Genel Sanat Yönetmeni’ne ait olduğu yolunda.
Şimdi “iyi de bundan bize ne diyorsunuz” sanırım. Anlatıyorum.
Sayfanın üzerinde oyunun yönetmeni Mazlum Kiper’in 21.08.2009 tarihli imzası açıkça okunuyor.
Bu kamu kuruluşunda silsile-i meratip (rütbe dereceleri) şöyle çalışıyor herhalde. Önce kostüm tasarımcısı eskizini hazırlıyor. Yönetmen imzası ile onayını veriyor ve en sonunda da Genel Sanat Yönetmeni imzası ile belgeyi tarih, muhasebe vb (ne derseniz deyin) nezdinde kayıt altına alıyor.
Bu muhtemelen oyunun muhasebeleştirilmesi aşamasında kullanılan bir kanıt belge. İç tüzük vesaire bunu emrediyor olmalı.
Çok güzel ! Bu düzene hayran kaldım. Ama bir soru sormadan da edemiyorum.
Yönetmen tamam da Genel Sanat Yönetmeni’nin “gölge eden” onayına neden ihtiyaç var ?
Muhasebe açısından baktığımızda herhalde yönetmen oyun onayını alırken bir de bütçe onayı alıyor olmalı. O bütçe içinde kalmak kaydı ile hangi oyuncunun ne giyeceğine de o karar vermez mi ? İlla Genel Sanat Yönetmeni de görmeli mi?
“Aslında görmüyor prosedür gereği o damgayı vuruyoruz” mu diyorsunuz? O zaman ayrılmaz ikiliyi birbirinden ayırıp sadece kurum damgasını basın. (Çok isterseniz yetkili başka biri de imzalasın/paraf etsin.) Kurumun hukuki prosedürü o şekilde de tamamlanmış olmaz mı?
Tüm oyunlarda her kostüm, her dekor(ve parçası) vb Genel Sanat Yönetmeni stampası mı taşıyor?
“Taşısın ne olur yaaanii” diyenler vardır mutlaka.
İşte her şey o noktada başlıyor.
Bu kadar satırı o nokta için yazdım.
O nokta “Özerklik”………..
Hani şu “tepeden tırnağa,köşeden bucağa İstanbul Şehir Tiyatrosu”nda (Bu da Yücel Erten’in yarattığı tanım) hep gündemde kalan ÖZERKLİK !
Olmazsa olmaz denilen Özerklik!
Olursa her şey düzelecek denilen Özerklik!
O sihirli sözcük yani.
İyi de “Yönetmen’in Özerkliği” ne olacak?
Yönetmen eskiz sayfalarını dosyalayıp genel sanat yönetmenine götürüp imzasını alıyorsa onun “Özerkliği” nerede kalıyor? (Zor beğenenler buna da “Yönetmen götürmüyor, geçerken bırakır ya da gönderir. Yönetmen ile Genel sanat Yönetmeni birbirini görmez bile” diyenler de olabilir. Soru değişir mi?)
Çıkmaz Sokak ile ilgili bir başka konu var ki yeri gelmişken onun da altını çizeyim.
Çıkmaz Sokak oyunu Orhan Alkaya döneminde İBŞB Şehir Tiyatroları repertuvarına alınmış. Ocak 2009 da Bakırköy Sanat Merkezi’nde ayni anda sahnelenmesine karşı çıkmamış (sakınca görmemiş) Alkaya. (http://www.tiyatrodunyasi.com/haberdetay.asp?haberno=2630 tarih 13 Ocak 2009) Tuncer Cücenoğlu , Alkaya ile Temmuz’da görüştüğünü ve Mazlum Kiper’in Ekim’de provalara başlayacağını belirtmiş. Yazının ve gelişmelerin gösterdiğine göre bahsedilen Temmuz ve Ekim , 2008 yılı olmalı. Ama oyun İBŞB Şehir Tiyatroları’nda ayni sezon (2008-2009) sahnelenmemiş. Oyun Bakırköy Sanat Merkezi’nde seyirci ile buluşmuş.(Sorunuz varsa sorun! Bana değil tabi.)
Ayşe Nil Şamlıoğlu 29 Mayıs 2009 da göreve getirildi. Anlaşılan Şamlıoğlu, Ekim 2009'da başlayan yeni sezon için “eldekileri” değerlendirmiş (!)
Göreve yeni gelen Genel Sanat Yönetmeni , 4 ay sonra başlayacak sezon için kendi repertuvarını yapamamış ve de Bakırköy Sanat Tiyatrosu’nda 9 ay önce sahnelenen bir oyunu yeniden sahneye çıkarmakta sakınca görmemiş. Ya da “dengeleri” (?) dengelemekte dikkatli.
Bu durum stampa kadar önemli değil mi?
Bu konulara “ayrıntı” diyorsanız unutun gitsin. Demiyorsanız şu stampalara, “silsile-i meratib”e, “mevzuat”a ve “dengelere” bir dokunun.
Bu stampadan başlıyor ve değiştirilmesi kolay bir iş! Önce onu değiştirin sonra…
Sonra “Özerlik… Özerklik…” diyorsanız deyin!

Melih Anık

Ek Bilgi:
isim (ısta'mpa) İtalyanca stampa
1 . Ağaç, metal vb. üzerine oyulduktan sonra bir yere basılan biçim.
2 . Bu tür biçim veya resimleri basmaya yarayan kalıp, damga, mühür.
3 . İçinde, mühür, damga vb.ni mürekkeplemeye yarayan çuha bulunan kutu:
"Sol elinin başparmağını ıstampada mürekkepleyip pulun üstüne bastırdılar."- N. Cumalı.
http://www.msxlabs.org/forum/x-sozluk/136411-istampa-istampa-nedir-istampa-hakkinda.html
Stampanın bloke etmek tahdit etmek diye bir anlamı da var.