27 Nisan 2009 Pazartesi

“Striptiz” - Kadıköy Sanat Tiyatrosu- “Bir Mehmet Avdan Oyunu”

Geçtiğimiz sezon İBB Şehir Tiyatroları’nda, nedense ödül jürilerinin pek kayda değer bulmadıkları ama kapalı gişe oynayarak seyircilerinden hak edilmiş övgü ve alkışı alan İnek isimli oyunun yönetmeni Mehmet Avdan’ın, İnek’ten sonra ne yapacağını merak ediyorduk. Karşımıza “Striptiz” çıktı.
Kadıköy Sanat Tiyatrosu’nun yeni salonunda , onun rejisi ile , Polonyalı yazar Mrozek’in Striptiz isimli oyununu seyrettik . Sezon sonu yakaladığımız bu buluşmayı iyi bir şans olarak değerlendiriyoruz. İnanıyoruz ki Striptiz’in gelecek sezonun umutlu oyunlarından biri olacağını söylemek için erken değil. Gelecek sezon da üzerinde çok konuşulacağını düşünüyoruz.


Bu arada Kadıköy’e 100 kişilik bir salon kazandıran KAST’a teşekkürlerimizi gönderelim ve yolları açık olsun diyelim. Bir küçük hatırlatma yapmamızı da hoş göreceklerine inanıyoruz. Tiyatro salt heves ile yapılmayan ,özellikle finans ve imaj çalışmaları ile gelişen bir sektör artık. Çok samimi bulduğumuz heves ve heyecanlarını biraz “business” ile buluşturup repertuvar , imaj ve finans konularında kurumsallaşmayı sağlarlarsa, Striptiz gibi bir oyunla birlikte KAST’ı da ulusal ve uluslar arası piyasalarda hakettiği yere getireceklerdir, inanıyoruz.
Striptiz’i anlatmadan önce genel bir çerçeve çizmek yararlı olacaktır.


Absürd Tiyatronun Tarihi
İki dünya Savaşı arasında kalan nesillerin, hayatı yeniden okumalarının tiyatrosu denilebilir Absürd Tiyatro için . Ancak kökleri, bir yüzyıl öncesi yeşermeye başlamış “Varoluşçuluk”a dayanmakta. Kirkegaard ve Nietzsche ile hayat bulan varoluşçuluk, izleyicisi “pataphysics” (A.Jarry) akımı ile birlikte yeni filizler vermeye başlamış. Absürd Tiyatronun öncü isimleri Genet ve İonesco da onun(A.JArry) takipçisi olduklarını söylemişler. ( bkz-“pataphysics- Hayali Çözümlerin Bilimi – abuk sabuk dil”)
Ama bir alt başlık olarak Kirkegaard ve Nietzsche’de etkilerini gördüğümüz Nihilizm’i de bu süreç içinde anmak gerek.
1.Dünya Savaşı sonunda ilk manifestosunu(1918) veren Dadaizm , onu izleyen Sürrealist manifestolar(1924-1929) 1900 lü yılların farklı bir yüzyıl olacağını haber vermektedir zaten.

1900 lü yılların ilk yarısında Artaud’un “The Theatre of Cruelty”(Vahşet Tiyatrosu) , Brecht’in “Epik Tiyatro"su ve Cocteau’nun “İnsan Sesi” denemeleri ; Pirandello’nun “6 Kişi Yazarını Arıyor” ile ortaya çıkan yeni söylemini izleyen ; Kafka, Camus,Heidegger, Sartre çizgisinde birbirlerini bütünleyen eserlere paralel , iki dünya savaşının getirdiği trajediler içinde bunalan insan ruhunun tedirginliği , ifadesini Absürd Tiyatro’da buldu.

Absürd Tiyatro’nun çok bilinen örneklerinden Hizmetçiler(Genet) 1947, Kel Şarkıcı (İonesco) 1950, Godot’u Beklerken (Beckett) 1957 tarihlerini taşıyor. Geçmiş birikimleri de dikkate alırsak hemen savaşın bitimini takip eden yıllarda ortaya çıkmaları rastlantı olmasa gerek.
Mrozek’in Striptiz isimli oyunu da bu süreci takip eden 1961 yılında doğuyor.

Absürd Tiyatro’nun Özellikleri
Sıkışmış insanı anlatan Absürd Tiyatro, ideallerin,saflığın ve hedeflerin anlamını kaybetmesinin tiyatrosudur.
Müzikal anlamda absürd,armoni dışılığı ifade ederken tiyatrodaki karşılığı hedef yokluğudur. Dinsel, metafizik ve transendental köklerden kopuşu anlatır. Duygusuz,yararsız olma durumu.. (Martin Esslin)
Karakterler “Commedia dell'arte”nin düz,numunelik,kilişe tiplerine çok benzer.
Pek çok oyunda oyunun baş kişileri birbirinden bağımsız çiftlerdir.( Godot’yu Beklerken’deki Vladamir ve Estragon ; Pozzo ve Lucky ; Oyunun Sonu’ndaki Hamm ve Clov gibi…) Karakterlerden biri dominant diğeri daha pasiftir. Dominant olanı diğerine eziyet etmektedir.
Dialogların saçmalığı üzerine kalıplaşmış inanca rağmen dikkatle bakılacak olursa dialoglar doğaldır. Günlük hayatın klişeleri, yanlış anlaşmalardan kaynaklanan parodik anlatımlar,rutinin can sıkıcılığı Absürd Tiyatro’nun ana çatısını oluşturur.
Absürd Tiyatro’da,anlaşılmamış metamorfozlar, doğaüstü değişimler,fizik kurallarına aykırılıklar yer alır. Kader, tiyatrallık çok vurgulanır.
Absürd Tiyatro , trajikomiktir. (http://en.wikipedia.org/wiki/Theatre_of_the_Absurd)

Polonya Tiyatrosu ve Mrozek
“Polonyo Tiyatrosu’nun geleneğinin temelinde Mickiewicz’in (1798-1855)adı var. Bu romantik tiyatro geleneği Wyspianski(1869-1907) ve Micinski(1873-1918) ile devam etmiş. Ama aykırı bir sanatçı olan realist ve sembolist tiyatroyu reddederek düşsel ve şiirsel bir tiyatro anlayışını benimsemiş Micinski, politik alegorik ve grotesk yapıtların yaratıcısıdır.
Ama başlangıçta sanat kuramcısı olarak tanınan Witkiewicz (1885-1939), her şeyin dağıtılıp karıştırılmasını sonra da bu kargaşadan yeni bir şey yaratılmasını öneriyordu.Sanatın amacı dünyayı olduğu gibi yansıtmak değil metafizik duyguları harekete geçirmek olmalıydı.( Bu anlamda “pataphysics” anlayışın Polonya’daki devamı gibi görmek de mümkün - ma’nın notu)
Absürd tiyatronun babalarından biri sayılan Witkiewicz adı savaş sonrası tiyatro sahnelerinde pek de görülmüyordu.Bu dönemde Gombrowicz’in (1904-1969) Nikah isimli oyunu geleceğin yazarları Mrozek ve Rosewicz gibi absürd yazarlara yol gösteren bir oyun oldu.
Nikah şu sözlerle başlar:
“İnsan,insanlar arasında olagelen şeylere teslim olmuştur. İnsan için insanlardan doğandan daha büyük bir tanrı yoktur.”
Bu ifadeden anlaşıldığı gibi insanın tanrısal kiliseden insansal kiliseye geçişini gösteren bu önemli absürd oyunun Polonya Tiyatrosu için anlamı çok başkadır.
Kendi topraklarının köklü tiyatro geleneğinden beslenen Mrozek, dünyanın akışından da aldığı etkiler ile 1956-1968 yılları arasındaki kültür ve politikadaki değişime paralel olarak sınırlı da olsa özgürlük rüzgarlarını arkasına alarak büyük bir çıkış yakalamış . ”(Neşe Taluy Yüce-Testosteron ön sözü)
1930 doğumlu yazar Mrozek, önce gazetecilik yapmış. 1950 de yazdığı ilk oyun “Polis” dikkatleri üzerine çekmiş. 1963 de Fransa’ya iltica etmiş. 1996 da Polonya’ya dönüşüne kadar Meksika,İngiltere, İtalya, Yugoslavya ve diğer Avrupa ülkelerinde dolaşmış.
1964 de yazdığı ilk uzun oyunu Tango üzerine “Freudian” incelemeler yapılmış.
Yazdığı eserler ile Absürd Tiyatro türü içinde değerlendirilen Mrozek’in Striptiz isimli oyunu dünyada , genellikle Açık Denizde oyunu ile birlikte sahnelenmiş.

Mehmet Avdan Tiyatrosu
Bazı tiyatro “uzmanları”(?) erken bulabilir ama İnek’de yeşerdiğini gördüğümüz tiyatro anlayışının, Striptiz ile rastlantısal olmadığını görmeye başladık.
Bu tiyatro klişe söylemin peşinde değil ; samimi, geleneksele basıyor ; insanı anlatırken düzene ve topluma göndermeler yapıyor. Bu söyleyişi ile içinde yaşanılan zamanın da farkında olduğunun ipuçlarını veriyor.
Striptiz’deki iki ana karakter, İbiş’in (Şarlo’nun,Arleken’in ) ruhunu taşıyor ve Karagöz-Hacivat ; Kavuklu-Pişekar ; Lorel- Hardy vb çiftlerin köklerini yakalıyor.
Karakterlerin sahneye girişleri, sahne üzerindeki dairesel dolaşımları vb hareketlerde hem ”Orta Oyunu” hem de “Commedia dell'arte”nin izleri var.

Yorum
Oyundaki iki karakter, birden yüzlerce kişi oluyor sahnede. Biz onları her yerde görüyoruz. Onlar belki de içimizde . Avdan, gözümüze “sokmuyor” usulca üstlerindeki örtüleri sıyırıyor ve “Bak,işte onlar” diyor. Ama bir an geliyor ki acaba bunlar ayni kişi mi diye de sorular uçuşuyor kafanızda.Karakterleri kategorize etmemiş olması çok iyi olmuş.
Oyun kimi zaman soyutu somutlaştırıyor,kimi zaman somutu soyutlaştırıyor. Gördükleriniz somut olarak bir mekanda da geçiyor olabilir ; duyularınızla kavrayabileceğiniz ,hatırladığınız hayatın anlarında da.. Bir haber, bir olay, bir toplantı, bir tartışma programı vb lerini çağrıştırıyor da olabilir. İçinizdeki hapishane mi yoksa?
Avdan sahne ile seyirci arasındaki görünmez temas noktasını belli belirsiz veriyor genellikle. Striptiz’de seyirciyi oyuna katmak adına bu nokta bir kez aydınlanıyor(aşılıyor) . (Salon ışıklarının yakıldığı an. Gerekli mi ? )
Oyun sırasında , önceden okuduğumuz bir bilimsel araştırma aklımızda geldi. Bir şişe içine arılarla sinekleri doldurmuşlar. Şişenin dibini güneşe, açık olan ağzını karanlığa vermişler. Daha “akıllı” sayılan arılar kurtuluşun aydınlıktan geleceği varsayımı ile şişenin dibinde toplanmış; “aptal” sinekler ise gelişi güzel hamlelerle şişeden çıkmayı becermişler.

Oyunculuk
Avdan’ın oyuncuları ortak bir anlayışta birleştirmesi de ayrıca övgüye değer. Sahnede uyum içinde yansıtılan bir ortak söylem var. Bu, oyuncuların mimik,jest ve seslerinde, hatta susuş ve tonların seçilişinde ortaya çıkıyor.(İnek’de oyuncuları başka bir söylem ile birbirine bağlamıştı.)
Sanki her kelime,cümle üzerinde uzun uzun düşünülmüş ,ayrı ayrı çalışılmış…
Elbette Avdan’ın yönetim becerisine en büyük katkıyı iki oyuncu (Salih Usta ve Serdar M.Bakioğlu) sağlıyor. Her ikisi de sanki kanlarının son damlasına kadar içten oynuyorlar. Yeteneklerini sergilemekte samimi ve bonkörler. Mimik ve jestlerindeki zenginlik dikkat çekici. Birbirlerine uyumları mükemmel.
Dekor sade ve ne kadar gerekirse o kadar. İyi işliyor ve soyuttan somuta geçişi sağlıyor.
Kostümde, bir örnek çorap, ayakkabı, gömlek , ceket ve pantolon ile titiz bir çalışma yapıldığı çok belli. Yoruma katkısı çok.
Işık ve efektler yerinde ve oyuna katkıları belirgin .
Ödenekleri olmayan bir tiyatronun mevcut olanakları ile yapabildiğinin en iyisini yaptığı çok açık. Mehmet Avdan’ın daha çoğunu hayal etmemiş olabileceğini düşünmüyoruz . Bu haliyle gayet de iyi oynayan (işlev gören ) “dış ellerin” teknolojik birer robot el olmasını ve sahnede dolaşmasını hayal ettik. Bu tiyatronun olanaklarını aşabilir ama oyun öncesi “atmosfer bozan” anonsları kaldırmak sanırız ki ellerinde .
Ödül jürilerine duyurulur . Şimdiden söylüyoruz. Duymadık demeyin. Bu oyun yönetmen ve oyunculukta ödüle aday olur. Siz seyirciyi izleyin.


Melih Anık

26 Nisan 2009 Pazar

Darwin , Marx, Wagner ve Nietzche ; Hitler mi olmak istersiniz Brecht mi?

Tarihe nasıl bakarsınız?
Tarihe geniş bir perspektiften bakmanın resmi daha iyi ortaya çıkardığı kanısındayız. Kronolojik bakış , anlamlı sonuçları okuyabilme için uygun yollardan biri olabilir.
Son zamanlarda okuduğumuz bir kitap (“Darwin, Marx, Wagner”) nedeniyle bu tespitimizin ne kadar yerinde olduğunu anladık.
Yazar (Jacques Barzun) tarihin üç ismini yan yana koyarak farklı bir bakış açısıyla bir dönem hakkında öneriler ve tespitler yapıyor.
Bu üç isim ayni zaman diliminde dünya sahnesinde yer almışlar, birbirlerini etkilemişler ve hep birlikte çağa damgalarını vurmuşlar . Darwin 1809-1882 ; Marx 1818-1883; Wagner 1810-1883 yılları arasında yaşamış. İlginç olan, hepsi ayni yıl, 1859 da , kendilerini dünyanın belleğine kazıyan eserlerini vermişler:
Darwin-“Türlerin Kökeni” ; Marx- “Politik Ekonominin Eleştirisi” ; Wagner- “Tristan”
Bilimsel gerçekçiliği temsil eden her biri kendi alanlarının dışındaki alanlara da tezlerini taşımışlar. Üçünde de ortak kelime “Evolution”.. Darwin doğal, Marx sosyal ,Wagner artistik “Evolution”u vurgulamış. Sonuç olarak mekanik, bilimsel ve artistik maddecilik böylelikle ayni yüzyılda şekillenmiş. (Herakleitos’u unutmayın! ) 19.Yüzyılın “Materyalizm”i bu üçlünün ortak ürünü.
Üçünün ortak olan bir başka özelliği de hiçbirinin yüzyıl değiştiren yılbaşlarını yaşamamış olmaları.
Bu üçlünün yanına ömürlerinin tümünü 1800 lü yıllarda yaşamış Kirkegaard(1813-1855), Bakunin (1814-1876), Chopin(1810-1849) ve Liszt’i (1811-1886) eklemek olanaklı. Chopin 1849 , Kirkegaard 1855 de öldüğü için 1859 da yüzyılın o müthiş doruğunu yaşayamamışlar.
Tolstoy 1828-1910 ; Dostoyevski 1821-1881 ; Chekov , 1860-1904 ; Stanislavski de 1863-1936 yılları arasında yaşayan edebiyat ve sanat adamları . Bu kişiler de “Evolution” tartışmalarının geliştiği bir dönemi paylaşmışlar.
Darwin , Wagner ve Marx üçlüsüne , onların çağdaşı ve de yakın ardılı sayılabilecek Nietzche’yi de eklemek gerektiğini düşünüyoruz. 1844 de doğmuş ve 1900 yılının Ağustos’unda ölmüş olan Nietzche yeni yüzyılı ve yılbaşını 8 ay yaşamış.
Bu yüzyılı ilginç kılan bir başka özellik ise gelecek yüzyıla taşıdıkları . Kronoloji tablosuna bakarsanız onlar, özellikle Darwin, Wagner, Marx ve Nietzche , 1800’lü yılların dışına birer ok gibi 2 kişiyi taşıyorlar (yaratıyorlar) : Biri Hitler(1889-1945), diğeri Brecht (1898-1956). (Elbette daha niceleri var-mesela Nazım Hikmet(1902-1963); Salvador Dali(1904-1989); Picasso(1881-1973);Meyerhold(1874-1940 ); Shaw(1856-1950); Mayakovski(1893-1930) - ama bu ikisi çok anlamlı bir çağdaş-lık (“modernlik” değil “ayni çağın ürünü” olmak) ve “ülkedaş-lık” içindeler ! Ama sanki tez –antitez gibi. )
1800 lü yılların attığı tohumların 1900 lü yıllarda filizlendiği hatta devasa ağaçlar ürettiği tarihsel bir saptama.
Hitler’in Wagner’den çok etkilendiği ve hatta Wagner’in bir kahramanını savunma hattına isim (“Siegfried Line”) olarak aldığı biliniyor.
Brecht’in “Şvayk Hitler’e Karşı”,”Arturo Ui’nin Yükselişi” gibi oyunlarda , tiyatronun penceresinden bakarak Hitler’i , sanatçı duyarlığı ve içgüdüsü ile zihinlere kazıdığı bir gerçek . Epik tiyatronun temellerindeki maddeci dialektik bakış açısı da 1800 lü yılların bir ürünü .
Tarih evlatlarını doğurur, besler ve büyütür. Ama ortaya çıkan “ürünün” nasıl olacağı , biraz da evladın neyi nasıl anladığı ile ilgili.
Bu yönden tiyatroda yapılan “yorum”lara çok benziyor.
Eseri “okumak” isteyen bir yönetmen , biriktirdikleri ve kendini oluşturan bilgi ile eserlere yön veriyor. Buna “yorum” deniyor.
Yazılarımıza not düşmek nezaketini (bazen de saldırganlığını) göstererek fikirlerini (yoksa küfürlerini) beyan edenlerin, çoğunlukla takıldıkları ortak nokta, “Yönetmenin özgürlüğü” (onlar genellikle “sanatın/sanatçının özgürlüğü” diyorlar) üstüne. ”Yönetmen istediğini yapar” . Bu yönetmenlerin de samimi olarak inandıkları bir ilke. (Hatırlayın : “Takla attıranlar”)
“Dar anlamı ile yorum , devam edilemezlik koşulunun varlığıdır.Sadece yorumlama eylemi bir metni bu son geçerlilik haline vardırır.Bir metnin yorumlanması için iki koşul gereklidir : kalıcı bağlayıcılığının olması ve redaksiyonel müdahalelerle modernleştirilemez ya da yeni metinlerle değiştirilemez olması. Bir metni metin yapan yorumdur.”(“Kültürel Bellek” - Jan Asman-Ayrıntı Yayınları)
Yani yorum bir bakışa göre bir “son”dur. Metnin anlamını belirler. Ama tarihin akışı düşünüldüğünde “son”ların dönemsel olduğunu ve de her dönemin kendine özgü çeşitli “son”ları olduğu görülür. Ancak kalıcı olanın, bilgi ve tarih bilinci ile yaratılan olduğu da unutulmamalıdır. Pek çok “yorum”(?) bazıları tarafından dönemsel olarak alkışlansa bile tarih içinde hatırlanmayacaktır.
Ülkemizde “yorum” niyetine yapılanların pek çoğu “yönetmen”in(?) zihninde kalan tortularla , oradan buradan alınmış parçaların yan yana eklenmesinden ibarettir. Üçüncü kişilerin fark etmemesi (ya da bildiği halde görmezden gelmesi) yapılanın alkışlanmasının hatta yapanın “yönetmen” olarak adlandırılmasının gerekçesi olamaz.
Yönetmenin , sığ bir birikinti içinden parlak bir ışık yaratamayacağını ; yeni “okuma”lar yapması için yetkinlik ve bilinçli bir etkinliğe ihtiyacı olduğunu ; çok ve farklı okudukça “cehaletin” ortaya çıktığını bilmesi gerekir . “Yaratma Özgürlüğünü” savunan bir yönetmenin de gerçekten donanımlı , hiç değilse “cehaletinin” farkında olması gerekmez mi ? (Bu farkındalık bile hiç yoktan bir “donanım”dır.)
Kronojik olarak tarihin hatırlanması, bilinçlenmeye yardım edecek ; yönetmene nerede durduğunu gösterecektir.
“Tüm inisiyatif ve yaratma eylemleriyle ilgili bir tek basit gerçek vardır.Kişi gerçekten kendini adadığı anda “Kader” de harekete geçmektedir.” (Goethe)
“İnsan rastlantıların yarattığı bir şey değildir.Rastlantılar insanın yarattığı şeylerdir.”(B.Disraeli)
Yıllar sonra bir gün birisi 1900 lü yıllara da bakacaktır elbet . İki tarih arasındaki kısacık bir çizgi olarak yer alacağınız bu tarihsel kronolojide , öncülleriniz ve ardıllarınız size “anlam ve değer” katacaktır.
Sirki sanat haline getirmek de mümkündür, sanatı sirk haline getirmek de . Olay , zihinsel bir ufuktan ve de sanatsal bir yeterlilikten kaynaklanmaktadır. (Cirque Du Soleil’i hatırlayın..)
Çağınızdan aldıklarınız , özümsedikleriniz ya da tercihleriniz sizi nasıl şekillendirsin istersiniz?
Siz sanatın Hitler’i (malum Hitler de resim yaparmış) olarak mı yoksa Brecht’i olarak mı hatırlanmak istersiniz ?
Ha.. Bizde yönetmen için bir seçenek daha var : “Güldüren” olmak !!!!

Melih Anık

“Evolution-Evrim,gelişme,genişleme,yayılma.”

Not: Merak edenler için : 1800 lü yıllarda Osmanlı İmparatorluğu duraklamadan gerileme dönemine geçmiş. O yüzyıl içinde 7 padişah değişmiş . Dönemin kilit kelimeleri : Osmanlı-Rus savaşları ve bağlı anlaşmalar, Islahat, Tanzimat , Meşrutiyet… Namık Kemal (1840-1888) ,Mehmet Akif (1873-1936),Ziya Gökalp(1876-1924) bu dönem doğmuşlar. Bir ulus yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ün doğuşu (1881) bizler için bu yüzyılı değerli ve anlamlı yapıyor.

23 Nisan 2009 Perşembe

Tiyatroda Günlük 23 Nisan 2009

“Bana Benzemeyen Kalmasın”
Mahir Günşiray, Avrupa Birliği’nin o birliğe aday olan ya da çevresindeki ülkeler ve onların kültürleriyle ilişkiler kurarak, bir tür yakınlaşma sağlayarak , etrafında “kendine benzemeyen kalmasın” diye fonlar ayırdığını belirtiyor ve Türkiye’de “Onların bizi algılamasına uygun işler yapmaya başlıyoruz ki oranın kodlarıyla burada iş yapmaya çalışmak bana sahtekarlık olarak geliyor doğrusu……….. Bazı sanatçılar oradan ilgi ve talep gelmeye başladığı zaman kendilerini ona göre yönlendirmeye başlıyorlar. Böyle olursa inandığım sahici tiyatroda, her sanatçının kendi içinden çıkacak,ona ait,onun dünyasını gösteren hakiki yaklaşımı bulmakta ve tutmakta büyük zorluk çekeceğiz” diyor. ( Cumhuriyet-28 Mart 2009)
“Bazı sanatçı”ların kim olduğunu da söyleseydi keşke..
Günşiray, “İçten bir şekilde (tiyatro) yapılırsa ve içeriği ön planda tutan bir yaklaşım benimsenirse o zaman seyircinin ilgisiyle karşılığı alınır. Bu sıcak ilişki doğarsa o “tiyatrodan soğuyan izleyici” de daha çok ilgi gösterir.” demiş.
Bu sözlerin tiyatro dünyamızın öz eleştiri yapmaya başlamasının göstergesi olduğunu düşünüyorum.
Günşiray, “İyi tiyatro yaşayan tiyatrodur ve yaşayan tiyatro ile de samimi tiyatro anlayışı sürecektir” demiş.
Günşiray “tiyatro”nun başına “Sahici”, “İyi”, “Yaşayan” ve “Samimi” sıfatlarını koyarak tartışılmaya değer tesbitler yapıyor.
Aylar önce bir yazımda (www.tiyatrodunyasi.com/ “Leonce ile Lena: Entelektüel Atraksiyon - Festivallik Oyun”) ben de bunları anlatmaya çalışmıştım. Öfkelenenler olmuştu. Şimdi benzer tespitleri duyuyor olmak içimi ferahlattı.

Seyirci
Dilek Türker, Kanal Türk’de (13 Nisan 2009-“Ebru Akel”) hesap yapıyor. Her biri 500 seyircili 100 gösteride seyircisini “kucaklıyormuş”. Toplam 50000 seyirci…Sezon için …
Bu hesap doğruysa tiyatroda seyirci sorunu yoktur.
Kerem Alışık ve Hatice Aslan da seyirci sorunu olmadığını söylüyor..(SkyTürk)
Bu açıklamaları tarihe not düşelim diye kaydettim.

Fazıl Say
Fazıl Say yazmış:
“ABD deki ilk yıllarımda, -yarışmayı kazandıktan ve konser hayatımın başlamasından itibaren-, çok sayıda 'okul konseri' vermek zorundaydım. Bu biraz da Amerika'daki sistemdir. Mesela Washington'da Kennedy Center da konser mi var? Oraya konserden üç gün önceden gidilir, bir ilkokul, bir lise ve bir üniversitede konser verilir, öğrencilerle sohbet edilirdi. Amerikan ilkokullarında çocuklar benden en çok 'Star Wars' film müziğini çalmamı isterlerdi. Envai çeşit soruyla karşılaştım. İçlerinde, çalmak isteyen, bana fikir danışan yetenekli ufaklıklar da olurdu... Elimden geleni yapardım. Burada söz konusu olan mantık, genç bir sanatçı adayı, sadece Kennedy Center mertebesine varmakla kalamaz, topluma ve ‘gençlere de örnek olmalıdır' mantığı... Çok da doğru.”(www.fazılsay.org / “Varoşlara kültür niye gitmedi?” )
Benim ilgimi çeken “Sanatçı topluma ve gençlere örnek olmalıdır” cümlesi ve de uygulama..
Bizde durum nasıl , ne yapılıyor ?
Örneğin festival düzenleyenler ve sanatçılarımız böyle bir sorumluluk taşımaları gerektiğini biliyorlar mı?

New York Metropolitan Opera
Metro Politan Opera, programında olan operaları canlı olarak dünyanın pek çok ülkesindeki sinemalarda HD kalitesi ile bir süredir yayımlamakta. Mesela 7 mart’da Madame Butterfly – Puccini ; 21 Mart’da La Sonnambula – Bellini yayımlandı. 9 Mayıs’da La Cenerentola – Rossini yayımlanacak.
Bu yayın alanına Avrupa,Güney Amerika, Afrika ve Avustralya dahil bir çok ülkede pek çok sinema alınmış . İçlerinde Türkiye yok.
Metro Politan Opera’da bilet fiyatları 20 ile 300 dolar arasında değişiyor.Sinemalardaki bilet fiyatları ise 20 dolar civarında.
Amaç operayı yaygınlaştırmak . Özellikle genç seyircilerin ilgisini çekmek. (Amerika Birleşik Devletleri’nde eğitimli kişiler içinde opera sevenlerin oranı % 10 larda imiş.)
Bu seyirci çekmek için tüm olanakların değerlendirilmesi amacıyla denenen yollardan biri. ABD’de de ekonomik koşullar seyirci sayısını etkiliyor. Ama kimse seyirci gelmiyor diye oturmuyor. Yeni arayışlar içinde…
Bu yolun giderek yaygınlaşması ile tiyatro ve operada canlı gösteri izlemenin nasıl bir mecraya doğru kayacağı tartışılmakta. Salondaki seyircinin nefesi , ya da sahneden salona akan sıcaklığın büyüsü yok mu olacak?
Sanıyorum uzun vadede (getirilerin de global olduğu dikkate alınırsa) yeni 3 boyutlu naklen yayınlara bağlı olarak , salonda yerinden seyrediliyormuş hissini veren yeni teknolojilerin tetikleneceğini düşünmek yanlış olmayacak.
Ayni anda dünyanın onlarca sinemasında seyredilen bir gösteri sonundaki alkışların “gerçek”liği ve de nasıl yerine ulaştırılacağı ise herhalde hayali bile çok zevkli bir rüya olur !

Melih Anık

18 Nisan 2009 Cumartesi

Deri Ceket- “Koyuna saydılar bizi… Oyuna Geldik!” - İBB Şehir Tiyatroları

Oyunun başlama zilleri yerine koyun çıngırakları kullanılmış. Oyun başlamadan “Oyuna gelmenize 10 dakika…. 5 dakika var….” anonsu yapılıyor. Ve son an anonsu : “Oyundasınız” ve cep telefonları için son bir hatırlatma :”Tekrar söylememize gerek yok siz biliyorsunuz”
Seyirci önde giden koyunun peşine takılır . ( mı ! (?))
Yazar
Deri Ceket, 2000 yılında hayata veda eden Stanislav Stratiev’in 1976 yılında yazdığı bir oyun . ( İlk oyununu ısrar üzerine 1974 de yazmış : Roma Hamamı… )32 yıl öncesinden ve “Demir perde” kokan bir oyun.
1941 Sofya doğumlu olan yazar II dünya savaşının içine düşmüş ve 1990 yılına kadar Stalinizm’in damgasını vurduğu bir ülkede yaşamış.
“Halev Çekler, Mrozek Polonyalılar için neyse Bulgarlar için de Stratiev odur” (Anna Karabinska) denen bir yazar.
Dili espirili ,duygulu, seçtiği konular ilginç ve kullandığı ögeler zekice …
Konu
Dil bilimci aldığı deri ceketin yaka ve kollarındaki kürkü traş ettirmek ister. Olay, yönetmence(Arif Akkaya) eklendiğini sandığımız ön oyundan sonra berber koltuğunda başlar. Berber tipik bir doğu bloku işçisidir. Kapı dışında bekleyen kişinin patron değil devletin bir görevlisi olduğunu anlarız.
Berber, adamın isteğini ciddiye almaz ve sorun çıkmadan dükkandan göndermek için(belayı savuşturmak) ona bir öneri yapar. Kürkü, koyun kırkıcısına kırktırmalıdır.
Adam öneriyi ciddiye alır ve her yanıyla yozlaşmış bir bürokrasi ağına düşer. Ceketin kürkünü kırktırır kırktırmasına ama teşkilat, yapılan işlemi kayıt altına almak ister. Yapılan işi kayıtlara onların dili ve anlayışı ile geçirilmesinde ısrar ederler. Deri ceketin kırkılması işi adamın koyununun kırkılması diye kayıt edilir. Olay da bu noktadan sonra gelişir. Bürokrasi bir süre sonra adamın peşini bırakmaz ve koyunu olmayan adamdan “koyun sahibi olmanın” vergisini ister.
Dil Bilimci içine düştüğü durumdan bunalır ve işi deliliğe vurur. Deri ceketi otlatmaya çıkarır. Olay, sonunda televizyona konu olur ve medya baskısından çekinen bürokratik düzen kendi yarattığı saçmalığı kendisi ,gene kendi bildiği yoldan çözer.
Söylem,Zaman ve Yorum
Bu anlamda olaya baktığımızda olayın başlangıcı o dönem için sadece demir perde ülkelerine mal edilen ve pek de yadırganmayan bürokrasi ile başlar ama o düzene pek de uygun olmayan bir medya müdahalesinin bürokrasiyi köşeye sıkıştırması ile çözülür. Bu anlamda sorunun kaynağı, devletçi düzenden kaynaklanan bürokrasidir . Sorun liberal anlayışın kuralları ile çözülür. Değişmeyen tek şey bürokratik gelenektir.(?) Bürokrasinin “isterse” duruma uygun çözümler bulabileceği de vurgulanmış olur. Ama kurtuluşun medyanın dokunması ile gelmesi de içinde yaşanılan düzende bir başka naif ya da inandırıcı olmayan bir tesbittir. Belki de yazar medyaya rolünü hatırlamaktadır.
Oyunda geçen “Kiminin görüşleri var kiminin evi” ise eskimiş bir söylem.Bu 60 lı yılların toplumcu jargonuna uyan bu görüşün 2000 li yıllarda taraftarının artık kalmadığını görmüyor muyuz?
Oyunun Yönetmeni Arif Akkaya oyunu şöyle özetliyor: “Genç bir idealistin bürokrasi çıkmazındaki mücadelesine hoş geldiniz.”
Adamın idealistliği, düzenin vaaz ettiği yalana ortak olmamaktaki direnmesidir.Bu direnme arkadaşları ile arasını açar ama ona inanan(ya da yaşadığı hayat içinde sıkıldığı için seçenek arayan) başka bir yol arkadaşı bulur. Arkadaşların arasının açılmasında oyunda geçen “Dürüstlük, ilke ve prensipler dostların arasını açar” sözü yerine “Herkes kendinden yanadır” demek daha doğru olur kanısındayız. “Dürüstlük,ilke ve prensipler” oyunun genel havasından çıkan bir durum değil.(Eğer siz illaki de öyle anlayacağım diye hazır değilseniz!)
Bir arkadaş kişisel nedenler (aile kurmak vb) ile ayrılıyor gurupdan..Diğeri ise adamın mükemmellikçiliğinden sıkılıyor. “Yol arkadaşı”nın olaya katılması aşk ile açıklanmış..Tüm bu ilişkiler oyunun üst başlığındaki düzen sorgulaması altında zayıf ve naif kalıyor.
Yazar insancıl..Belki de içinde yaşadığı politik ortam, “insancıl” dialoglarla eleştiriyi “yumuşatarak” dolaylı yollardan anlatmasına zorlamış onu. Düzenin ezdiği insanlara sıcak bakıyor ve onların içlerini dökmelerine izin veriyor.Zaman zaman duygusal tonlarda konuşturarak kişileri düzenin dışına çıkarıyor. Hepsinin “Mazereti var”. Oysa düzen, kişilerin de sorumluluğu ve de namusu değil midir?
I .perde finalinde yolları ayrılan iki arkadaşın kucaklaşmasını alkışladı seyirci. (Seyircimiz duygusal tepkiler veriyor.) Seyirci “Ocaktan sorumlu devlet bakanı” sözünü de alkışlıyor. Seyirci “durumdan” muhalefet çıkarmaya çalışıyor.
Yönetmen “arada” kalmış.. Son günlerin deyimiyle “ılımlı”. Ne “Evraka göre ölüyse her şey yolundadır” , ne “Gerçeği düşüneceğine kendini düşün” sözlerini hakkıyla değerlendirebiliyor ne de oyunda kendine özgü bir yorumu vurgulayabiliyor. Bu oyunun ona yaptığı bir “Aziz”lik,.Zira oyun güzel ayrıntıları (“Ocak toplayan adam”ın odasındaki radyatör çalışmıyor odası soğuk..Ocağı var ama ateşi yok) anlamlı bir bütünlüğe taşıyamıyor.
Absürd Tiyatro ve Deri Ceket
Deri Ceket’de de sanki iki oyun bir arada yazılmış. Oyunun ana çizgisini tayin eden deri ceket ile asansörde kalan adamın hikayesi iç içe geçirilmiş. Deri cekete paralel giden “Asansörde Kalan Adam” hikayesi harcanmış . Aslında her iki hikaye yeterince derinleştirilmediği için ortaya iki yarım çıkmış.
Deri Ceket’in çıkış noktası inandırıcı değil. İçinde yaşadığı rejimde saçma olanı denemesi normal karşılanabilir. Saçma, burada asıl hedefi güldürü öğesi altında gizlemenin yolu sanki. Saçmanın karşılığı “absürd” olabilir ama Stratiev’in oyunu “absürd tiyatro” değil.
Oyun saçma iki olayı anlatıyor. Adamın içine sıkıştığı ortam absürddür ama ortaya çıkana absürd tiyatro dememiz zor.
“Sanatsal uyumsuzluğun bir yöntemi vardır.Evrenin kaosunu doğru olarak iletebilmek için bu kaosu ifade edecek en uygun biçimi bulmak gerekir.Bu da günlük konuşmadaki anlamı ile saçmalayarak değil dramatik anlamda geçerli olan saçmayı gerçekleştirerek sağlanır.Bunun başarılabilmesi için yazarın özgür olması,doğada karşılığı bulunmayan imgeler yaratacak yetenekte olması gerekir….Sahnenin çok boyutlu ortamı,ışığın sesin hareketin görüntünün dilin eşzamanlı olarak kullanılması ile yaratılan imge dokusu bir bütünlük aştır.Bu bütünlük absürd tiyatronun şiirsel yaratıcılık ilkesidir.” (Sevda Şener –Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi)
Belki de absürdü Shakespeare’in söylettiği Polonius’un sözleri ile tanımlamak mümkün:
“Bu delilik ama zaptı raptı olan bir delilik.(Deli olmasına deli ama mantığı da yok değil)
Absürd , saçmalayarak yapılan bir şey değildir. Yazar özgür ve yetenekli olmalıdır. Yazarın oyunu yazdığı dönemde özgür olmadığını biliyoruz ama yeteneklerini de bu oyunda sonuna kadar kullanamadığı düşüncesindeyiz. Bu nedenle de sahneden şiirsel bir bütünlük yansımıyor.
Belki bunda konunun inandırıcı olmamasının etkisi de var. Yani “Zaptı raptı olan bir delilik” yok ortada.
Karşılığını bizim mizahımızda bulabileceğimiz Aziz Nesin’lik dediğimiz hikayelerde konu, inandırıcıdır.
Yönetmenin Seçimi
Oyunun kısaltılması belki daha iyi olurdu. Bundaki en iyi budama da asansördeki adamın hikayesini kısaltmakla/kaldırmakla olabilirdi. Asansördeki adamın hikayesi tek başına çok etkileyici ama oyun gereksiz uzamış, tempo düşmüş.
Deri Ceket’in bürokratik sorunu asansördeki adam ile çözülmüş ama bürokrasi sorunu çözmek istesin, gerekçe mi yok! Arif Akkaya gibi metne önem veren titiz ve ciddi bir tiyatrocunun oyun metnini bozmak istememiş olmasını da saygıyla karşıladık.
Dekor
Oyunun en etkili özelliklerinden biri dikdörtgenler prizması şeklinde tasarlanmış kutular.(Dekor tasarımı : Gamze Kuş) Üzerinde kapılar bulunan bu kutuların lego gibi birleştirilmesi,dağıtılması ve de insan ile “oynaşması” mükemmel bir boyut katmış yoruma . Bürokrasinin sahne üzerindeki kimi zaman üstünüze gelen bunaltıcı kimi zaman labirent olup yolunuzu kaybettirici, kimi zaman sanki bir yere çıkıyormuş gibi duran ama “çıkış yok”u vurgulayan yapısallığı oyunla çok iyi bir uyum içinde. Daha doğrusu ana motifi vermekte oyundan da başarılı.
Ama “Kuzuların Sessizliği” filminin afişinden ne ima ediliyor? Kuzu ile kurulan ilgiyi biz kuramadık. ”Kuzu kuzu oyuna gelen” seyirciye yapılan bir ima mı? Gerekli miydi?
Bir de Hikmet Körmükçü’nün sıcacık oyunculuğu kaldı aklımızda ..

Melih Anık

16 Nisan 2009 Perşembe

2008-2009 Tiyatro Ödülleri….. “ÖDÜL Mevsimi Geldi”

Ülkemizde tiyatro dalında ödüllendirme arzu ve merakı gittikçe artmakta.Herhalde ödülün iyisi kötüsü olmaz anlayışı ile başta kopartılan fırtına zamanla melteme dönüşüyor ve aradan bir süre geçince ödül “kurumsallaşmaya”(?) başlıyor.
Tiyatromuz sezon başında yardımlar, sezon sonunda da ödülleri ile gündem oluşturuyor.
Ülkemizde sesleri daha çok duyulan tiyatro ödülleri şunlar :
Afife Jale Tiyatro Ödülleri ; Sadri Alışık Tiyatro Oyuncu Ödülleri ; Tiyatro Dergisi Ödülleri ; İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri ; Lions Direklerarası Seyirci Ödülleri ; İsmail Dümbüllü Ödülü; Tiyatro Eleştirmenler Birliği(TEB) Ödülleri.
Bu yılın “bombası” Muhsin Ertuğrul Tiyatro Ödülleri oldu.
Bu yıl, Bebek Rotary , Aydın Doğan Vakfı da tiyatro insanlarına ödül verdi.

Bu yazıda ,tiyatro ödülleri ile ilgili görüşlerimizi paylaşmak istiyoruz.

Tesbitler:

Zamanlama:
Ödüller genellikle Mart ayında açıklanıyor Nisan ayında veriliyor.(TEB,Afife Jale, Sadri Alışık,Lions,İsmail Dümbüllü…) Ödül sezonu bu durumda Mart’da bitmiş oluyor.
Bu yıl yerel seçimlerden önce ilan edilen Muhsin Ertuğrul Ödülleri’nin “encamının” ne olacağını henüz bilmediğimiz için onu bu listeye dahil edemiyoruz. (Tahminimiz, gelecek sene tiyatrocularımız “barış çubuğu” içer.)
Bazı ödüller ise yıl sonu veriliyor. (İsmet Küntay , Tiyatro Dergisi..)
Ödüllerin Geçmişi
Bu yıl Afife Jale 13, Sadri Alışık 14, Lions 9, İsmet Küntay 34, Tiyatro Dergisi 7 , TEB 19, İsmail Dümbüllü Ödülü 29. yıllarını idrak etti. Muhsin Ertuğrul Ödülleri ise henüz 1 yaşında bile değil.(2 yaşına basar mı?)

Ödüllerin Niteliği
Seyirci tarafından verilen bir ödül olan Lions Ödülleri dışındakiler tiyatro camiamızın etkin kişileri tarafından verilmekte. Muhsin Ertuğrul Ödülleri ise içinde tiyatrocular olmasına rağmen politik yönüyle dikkat çekti.( Zaten her ödül bir “politika” değil mi ?)

Ödül Dalları
Ödüllerin ana kategorileri : yönetmen,oyuncu,dekor,kostüm,ışık,müzik. Oyuncu dalında yardımcılar da seçiliyor. Komedi/Müzikal dalı ayrıca vurgulanıyor.
Prodüksiyon , Ensemble, Komedi Ensemble, Küçük Salon Oyuncusu, Tek Kişilik Prodüksiyon, Müzikal Oyun, Efekt , Tiyatronun Zanaatkarları gibi dallarda ödüller veriliyor.
Yenilikçi tiyatro, yeni kuşak tiyatro, genç yetenek, özgün müzik, koreografi , yazar, isme ya da kuruma (tiyatroya verdikleri destek için) özel, özendirme vb dallarda da ödüller verilmekte.Bazen de Belgesel Oyun kategorisinde ödül verildiği görülmekte.
Her yıl artan kategori sayısına ise şaşırıyoruz, ama yaratıcılığa hayran olmamak da elde değil.

Amaç
Ödüller kendilerini Türk Tiyatrosu’nun “Oscar”ı gibi tanıtmaya önem veriyorlar.
Hepsinde ortak olan söylem şu: “Tiyatro sanatına ilginin gelişmesine , tiyatro sanatına ve sanatçısına destek olmak”
Ama görünen o ki ödüller İstanbul ağırlıklı. İsmet Küntay ödülü Ankara’yı merkez seçmiş gibi.Lions bu yıl 14 ile ulaştığını gösterdi .
Ödüller Türkiye’yi kapsayamıyor.

Ödül Yöntemi
Genel olarak 3 aday açıklanıyor ve ödül gecesi içlerinden biri , kazanan olarak açıklanıyor.
Lions bu yıl bir açılım yaptı : “Direklerarası Seyircileri 14 ilimizde sahnelenen 248 sezon oyununu, 2284 koltuk işgal ederek seyretmişlerdir.” En azından Lions’un bir ölçüm kriteri var. (2006-07 de 6 ilde 130 oyun seyredildiği açıklanmıştı.)
14 ilde 248 oyunu 2284 koltukta 141 kişiyle takip etmişler.Bu sayılar nesnel bir sonucun ortaya çıkarılmasının olanaksızlığını ortaya koyuyor..
Afife Jale Ödülleri’nde 7 kişilik seçici kurul aday gösteriyor 23 kişi (seçici kurul üyeleri dahil) oyluyor.
TEB ise “yılın tiyatro ödülü, yönetmeni,oyunu,kişisi,genç yeteneği” gibi başlıklar altında yıla göre değişen dallarda 1-2 ödül veriyor. Genel olarak da gerekçesini açıklıyor.
Ödüllerde hangi oyunun kaç kişi tarafından seyredildiği ya da ödülün gerekçesini açıklama gibi bir alışkanlık yok.

Ödülün Açıklanması
Genellikle tüm ödül adayları basın bildirileri ile önceden açıklanıyor. Ama sonuç, tören gecesine saklanıyor.Heyecan artsın diye herhalde..Belki de katılım artsın diyedir. (Oscar’da da öyle yapılmıyor mu!)
Lions , TEB gibi , ödülleri önceden açıkladı. Ancak Lions, bazı özel ödülleri 5 Nisan’da tören öncesi açıklayacağını bildirmesine rağmen 25 Mart’da bir internet sitesinde tüm ödüller yayımlanmıştı.

Görüşlerimiz
Toplamda 102 oyun (Afife Jale ve Sadri Alışık Ödülleri’ndeki adaylar dahil) ödüle layık görülmüş. Tüm ödüllerde aday olanları da dahil etsek bu sayı daha da artardı. Bu sayının yüksek çıkmasında Lions’un katkısı büyük. Zira Lions tek başına 248 oyunu gündeme getirmiş.
Lions’un yaptığı açıklamanın şöyle bir yararı oldu : En azından kısıtlı da olsa toplam büyüklüğü görme olanağını bulduk. Ancak bu sayının Türk Tiyatrosu’na emek verenlerin tümünü kapsadığını söylemek olanaklı değil.
Lions, İstanbul’da 167 oyunun 33’üne; İzmir de 15 oyunun 8’ine; Bursa’ da 6 oyunun 4 üne; Kocaeli de 8 oyunun 3’üne; Ankara’da 24 oyunun 17’sine; Erzurum’ da 3 oyunun 3’ üne; Trabzon’da 4 oyunun 3’üne; Adana’da 6 oyunun 3’ üne ; Samsun’ da 3 oyunun 2’ sine;;Sivas’ da 3 oyunun 1’ine; Van’da 3 oyunun 2’ sine ödül vermiş.(Toplam 248 oyun içinden 79 oyuna ödül verilmiş.)
5 oyun izlenen Eskişehir’ de Şehir Tiyatroları’na ; 3 oyun izlenen Diyarbakır’da Devlet ve Şehir Tiyatroları’na ; 1 oyun izlenen Konya’ da Devlet Tiyatroları’na ödül verilmiş. Ayrıca da gazete,tv programları,kişiler,kurumlar da ödüllendirilmiş. Anlaşılan toplumdaki etkinin çoğaltılması amacı ağır basmış. (Türkiye’de gazete,tv’ye ödül verirseniz sizden bahsediyorlar!)
Ama bu yıl Karl Ebert ve Tiyatronun Zanaatkarları ödüllerine aday çıkmamış galiba.
Bu arada Lions’un seçtiği bu yolun sürdürülebilir olması hususunda kuşkularımızın olduğunu ve Lions’un ödül yapısını ve kurallarını yeniden gözden geçirmesini diliyoruz. Şu andaki haliyle ödüller, Lions camiasının ne kadar çok oyun seyrediyor olduğunun göstergesi gibi duruyor.( Aslında bu, kendi başına ödüllendirilmeye değer. )

Kategoriler ve Sorular…Sorular….
Bize ilginç gelen kategoriler ve uygulamalar var…
Örneğin Prodüksiyon ve Ensemble ile ne demek istendiğini anlamış değiliz.(Hemen cehaletimize vermeyin! Bir şeyler anlıyoruz elbette de yapılanı çözemedik!))
Türk Dil Kurumu’nun Gösterim Terimleri Sözlüğü’ne baktık.
Prodüksiyon-Bir tiyatro yapıtının tam olarak seyirci için üretilmesi işi. Prodüksiyon-yapım: Bir gösterinin ortaya konması için gerekli çalışmaların tümü.
Afife Jale ödüllerinde yönetmen,erkek oyuncu,yardımcı kadın oyuncu, dekor,kostüm,ışık,müzik dallarında aday gösterilen Leons ile Lena neden Prodüksiyon dalında aday değil?
Salt yönetmen ya da ışık dalında aday olan/ödül alan bir oyunun Prodüksiyon dalında aday olması/ödül verilmesinin nedeni nedir? Örneğin bir oyun “yapıldı” diye Prodüksiyon dalında aday olur mu? Olmalı mı?
“Ensemble play” - Takım oyunu-Gösteriyi ortaya çıkaran oyuncuların, sahne gerisi uygulayım görevlilerinin ve gösteri sırasından çalışan uzmanların uyumlu ve başarılı çalışmasıyla var olan disiplinle bütünlük taşıyan oyun.
Ensemble , “birlikte” anlamına gelen bir söz..Bütünlük anlamında..Yani oyunu oluşturan tüm ögeler arasındaki ahenk ve uyumdan , oynayış birliğinden ve düzeyinden söz etmek mümkün.
Ya da Ensemble dalında ödül verilen bir oyuna ayni anda herhangi başka bir dalda da ödül verilmesi makul mü görünüyor?
Bizim tiyatromuz Prodüksiyon ile Ensemble arasındaki ince çizgiye kadar her şeyi halletmiş mi?
Yazar, Özgün Yeni Oyun arasındaki ilişki/fark nedir? Prodüksiyon, özgünlüğü içermiyor mu?
Yeni Kuşak Tiyatro ile Yenilikçi Tiyatro arasındaki farkı kim söyleyecek? Aradaki fark yapanların yaşları mı? Yenilikçi tiyatro yaratıcı ise, Yeni Kuşak Tiyatro yaratıcılığı dikkate almıyor demek midir? Öte yandan “Yenilikçilik” zaman ile anlaşılan bir kavram.”Yeni” den maksat “farklı” olan mı , yaratıcı olan mı? Malum yaratıcılık da bir “yenilik”tir.
Müzikal Oyun , Tek Kişilik Prodüksiyon dallarındaki ödüller, oyunlar ödülsüz kalmasın diye mi verilmiş?
Ödül, mutlak mıdır,göreceli mi? Yani karşılaştırarak mevcutlar içinden en iyiyi mi seçersiniz yoksa tek başına da olsa mutlak iyiyi mi ? Mutlak iyiyi seçenin de uzman olması gerekmez mi? (Örneğin “efekt” gibi bir kategoride verilen odül hangi kriter ile verilmektedir ? )
Geçen sene “Küçük Salon Kadın Oyuncu” ödülü alan/aday olan bir sanatçı, bu sene bir başka ödülde “Kadın Oyuncu Adayı” adayı olursa , bunu kurallarla mı izah edeceksiniz yoksa bir sezon geciktiniz diye mi? (Mesela gerekçeniz ”Ödüle aday olmak için oyun en az 15 kez oynanmalı” kuralı mıdır? )
Palto oyunu 2 senedir sahnede imiş. Ödül için “görülmesi” biraz zaman almamış mı ?
Müzikal/Komedi dalında verilen ödüllerde, oyun türüne bağlı yapılan kategorizasyonun tiyatromuzun içinde bulunduğu bu aşamada zorlama olduğunu düşünüyoruz. Verilen ödül ile , “belli bir kategoride oyuncu yaratma” , doğru bir yol gibi gelmiyor bize.
“Küçük Salon Oyuncu” kategorisinin de hangi ihtiyaçtan çıktığını hala anlamadığımızı belirtelim.

Ödüllere baktığınızda bu ayrıntı, bu özen insanı şaşırtıyor doğrusu.(Bunaltıyor da..) Ne ince ayrıntıyı izliyormuşuz da farkında değiliz. Bu bilinç, tiyatro dünyamızı kurtarır diyoruz ama sonuca bakarsanız kurtarmıyor.
Tiyatromuzun “ kalabalıkların çıkardığı sese” değil az ama öz değerlendirmelerle

yerinde ses getirmeye” ihtiyacı var.
Böylelikle “Ses” kalıcı olur ,güçlü duyulur ve de meslek saygınlığı ,sanatın değeri ancak o zaman gereğince vurgulanabilir . Ödüller de ancak o şekilde yol gösterici olabilir.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Yardımı
Sezon başında üzerinde kıyametler kopartılan Kültür ve Turizm Bakanlığı Tiyatro Yardımı’nı hatırlayan var mı?
Tiyatro yardımı alan çocuk oyunu, geleneksel, amatör tiyatrolardan, ödül alan yok…
Aslında ödüller genellikle bu dalları “görmüyor” . (Lions’un istisnaları dışında) Bu dallar “üvey evlat”ları mı tiyatronun? Onların desteğe ihtiyaçları yok mu? Yoksa “Ödül vericilerin” sesini yeteri kadar duyurmayacak oldukları için mi “yok” sayılıyorlar?
Profesyonel Tiyatro dalında yardım alan 51 tiyatrodan 9 oyun (Temp Odysey(26000),Ölüm ve Kız(63000),İnsan Dükkanı(26000),Diriliş(28000) Lions’dan; Rahat Yaşamaya Övgü(30000) , Testosteron(63000) Afife Jale’den ; Acı(26000) ve Çalıkuşu(52000) Muhsin Ertuğrul’dan; 6 Haftada Dans Dersi(63000) Afife Jale ,Muhsin Ertuğrul,Sadri Alışık’ dan) ödüllendirilmeye layık görülmüş.
Bu oyunlara yapılan yardım toplam 1.702.000 TL içinde 403.000 TL
Kültür ve Turizm Bakanlığı’mız ödülleri de takip ediyor mu?
Umudumuz Kültür ve Turizm Bakanlığı’mızın yıl sonu itibariyle tüm toplulukların faaliyetleri ile ilgili bir sezon sonu raporunu kamu ile paylaşmasıdır. Böylece bizler de hangi oyun ne kadar seyirciye ulaşmış,ne kadar turne yapmış vb konularda bilgi sahibi oluruz. Belki bir sonraki aşama, yardımlar ile birlikte gerekçelerin açıklanması olur.
Bazı oyunların da yardım(tahsisat) kaçmasın diye sezon sonuna doğru sahnelendiği de bir gerçek. (Bu oyunlardan bazıları gelecek sezonun ödüllü oyunları olacak.)

Karamsar bir Tablo
Ödüllerin Türk Tiyatrosu’na ilginin çoğaltılmasına nasıl bir katkı yaptığını bilmek olanaklı değil. Ama ortaya çıkan tablo umut vermiyor. Sanata ve sanatçıya destek konusunda da iyimser bir tablo yok önümüzde.
Bakmayın yıllardır verilmekte olduklarına ,ödüller kurumsallaşamıyor.
Elbette ödüllerin tümü için tek bir seçim kriteri beklemiyoruz. Ama Türk Tiyatrosu’ndaki dağınıklığı anlatması açısından da bu kadar yararlı(!) olacağını düşünmemiştik.
Şöyle bir tesbit yanlış olmayacaktır. Ödüller Türk Tiyatrosu’nu kucaklayacak yerde ayrışmaya neden oluyor. Bu ayrışmada da Tiyatro Sanatından önce gurupların(bazen kişilerin) hakimiyetinden bahsetmek mümkün. (Sezon içi eleştiri yazılarını dikkatle okursanız adayları önceden tesbit etmeniz mümkündür.) Bazı ödüller bazılarına tepki diye doğuyor. “Benden olanı korumalıyım” iç güdüsü, “Kurumun başındaki adama kızdım, onun için…” türü nedenler ve “Kendine göre hak dağıtma/cezalandırma” gibi açıkça söylenmeyen ama yapılan , gerekçelerini sonuçlara bakarak çıkarsadığımız ödüller , Türk Tiyatrosu’nun niteliksel değerlendirmesini , seyirciyi yönlendirmede doğruluk , sanatta nesnellik ilkelerinin ortaya konulmasını sağlamıyor. Hatta giderek tiyatro üzerinde bulutların çoğalmasına neden oluyor.
Olsa olsa 2 günlük heyecan.. Biri ödüller açıklandığı gün diğeri verildiği gün.
Bu yıl “sivri” konuşmacı da yok galiba…Ödül verenler de “baltayı taşa vurmadılar” herhalde.. Medyaya malzeme yok, yankı da o kadar!
Geçmişte Tiyatro Ödülleri üzerine bir yazıda görüşlerimizi paylaşmıştık.(Bkz http://www.tiyatrodunyası.com/ / “Afife Jale Tiyatro Ödülleri;Türk Tiyatrosu ve Tiyatrocu” ) Ne yazık ki hala durum farklı değil.

İçimizi Isıtanlara Teşekkür…..
Herşeye rağmen tüm ödül alanları kutlarız.
Sezon değerlendirmemizi yaptığımızda bizim içimizi ısıtanlar : İnek (Yönetmen Mehmet Avdan) , Levent Öktem (Rahat Yaşamaya Övgü) , Aybanu Aykut Gürses (Salvador Dali Göndermeleri İçimi Isıtıyor), Linda Çandır(Rahat Yaşamaya Övgü), Gamze Kuş ( Deri Ceket Sahne Tasarımı), Ezgi Kasapoğlu ( Rahat Yaşamaya Övgü Müzik) , Tiyatro Gerçek’in doğuşu…

Tiyatro sanatı ve yaşam için bize umut verdiler. Biz de onlara samimi alkışlarımızı verdik. Şimdi de açıkça teşekkürlerimizi sunuyoruz. Umarız bu naçiz ödülümüzü kabul ederler.

Melih Anık

9 Nisan 2009 Perşembe

Tiyatroda Günlük - 9 Nisan 2009

“Arranged”- (Çöpçatan)
2007 yılında yapılmış bir film. Musevi ve (Suriyeli) Müslüman iki dindar ailenin kızları arasındaki arkadaşlığı odağa koyup, dinler arası yakınlaşma,gelenekler,yeni dünya düzenine dokundurmalar yapıyor. Türkiye’de ne kadar gündeme geldi bilmiyorum.
Farklı dünya görüşlerinin uzlaşmasının hiç de olanaksız olmadığı üzerine bir öneri gibi.Belki bizim sorunlarımıza da ışık tutardı.
Filmin ilginç diğer yönü senaryo yazarı Stefan Schaefer’ın biyografisinden çıktı. Schaefer, Wesleyan Universitesi’nden politik teori ve tiyatro dallarında derece alarak mezun olmuş.
Bizde tiyatro eğitiminin bir başka sosyal konu ile ilişkilendirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Örneğin tiyatro eğitiminin yanına konulabilecek tarih, sosyoloji, antropoloji, arkeoloji, din bilim vb gibi konularda eğitim , tiyatrocularımıza yepyeni ufuklar açar ve tiyatromuzu zenginleştirir.
Zira artık salt oyunculuk ağırlıklı tiyatro eğitimi ile tiyatro yapmak olanaklı değil.

“Doubt”, Hugh Jackman , Yazarlık, Oyunculuk…

Oscar 2009 ’a 4 oyuncu adayı (Meryl Streep,Philip Seymour Hoffman,Amy Adams,Viola Davis) vermiş bir film Doubt. Oyuncuların yeteneklerine hayran kalmamak mümkün değil. Ama Doubt’ın bence daha da önemli özelliği metni.. Senaryo John Patrick Shanley'e ait.
Shanley, oyun yazarı olarak tanınıyor ama filmin senaristi ve de yönetmeni. Senaryolarında bir kelimenin bile değiştirilemez olduğunu sözleşmelerine koyduğu belirtiliyor. Shanley eğitimde geçen hayal kırıklığı yıllarından sonra New York Üniversitesi “Educational Theater” bölümünden mezun olmuş.(1977) Mesleği sorulunca oyun ve senaryo yazarı,sandviç imalatçısı ve apartman boyacısı olarak cevap veriyormuş. Holywood ve off-Broadway’de çok zaman geçirmiş. Pek çok oyun,senaryo,uyarlama yazmış, oyun ve film yönetmiş. Bir anlamda işin kalbinden gelmiş.
Doubt onun kariyerinin doruk noktası olarak sayılıyor. Oyun, Tony En iyi Oyun Ödülü , Obie Ödülü ve Pulitzer Drama Ödülü almış.
Doubt oyun yazarları için mükemmel bir örnek. Meryl Streep ile Philip Seymour Hoffman,Amy Adams,Viola Davis arasında öyle dialoglar var ki hayran kalmamak elde değil.
Ve de bir oyun yazarının toplumun hassas bir konusunu ele alışı ve de sunuşunda ustalık örnek olacak düzeyde.

Sunucu Hugh Jackman, Oscar gecesinin bir başka doruk noktası. Avustralya filminin de oyuncusu olan Jackman’ın sunuculukta sergilediği performans çok güzel.

Bu iki örnekten neden bahsettim acaba?

Tiyatromuz için alınacak yazarlık ve oyunculuk dersleri mi var ?

Bizim oyuncularımızın ne kadarı en az bir bölgemize ait folkloru bilir, oyunu oynayabilir? Dans edebilir? Bir enstrüman çalabilir ? Şarkı , türkü bilir ve "adam gibi" söyler ?
Daha bu toprakların kültüründen ne kadar beslendiklerini sormadım bile.(Bırakın dünya uygarlıklarını...)
Ya da ne kadarı beden olarak “fit”tir? Sahnede “kebap göbeği” ile arz-ı endam eden ama sesi ya da bir bakışı ile seyirciyi avucunun içine alacağını düşünenleri mi hatırladım ?
Neden Amerikalarda eğitim alıp (hatta rol alıp)Türkiye’ye dönenler bir daha geri dön/e/mezler ?

Yoksa içinde yaşadığımız “maşrapa” bize okyanus mu görünür?

Maşrapasını Okyanus Sanan Balık

Bir Küçük Kara Balık varmış. Demiş ki:
“Balıkların çoğu yaşlandıkları zaman ömürlerini boşu boşuna geçirdiklerinden yakınırlar. Sürekli sızlanır, lanet okur, her şeyden şikayet ederler. Ben bilmek istiyorum; gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret; yoksa dünyada başka şekilde yaşamak da mümkün mü?”
“ Dünyada bizden güzeli yoktur. Senin gibi kılıksız ve rüküş değiliz.” diyen kurbağalara, Küçük Kara Balık : “Sizin bu denli kendini beğenmiş olduğunuzu tahmin etmezdim. Yine de affediyorum sizi. Çünkü cahilliğinizden böyle konuşuyorsunuz.” demiş. Yavru kurbağalar bir ağızdan:” Biz cahil miyiz yani?” diye bağırışmışlar. Küçük Kara Balık: ” Cahil olmasaydınız, dünyada birçoklarının kendilerine göre bir güzellikleri olduğunu bilirdiniz. “ demiş. Yavru kurbağalar: ”Bunun dışında başka bir dünya daha mı var?” diye şaşkınlıkla sormuşlar.
Yaşlı Kurbağa:” Soysuz yaratık! Ne poz atıp duruyorsun? Bulmuşsun çocukları; sallıyor da sallıyorsun! Ben, dünyanın bu su birikintisi olduğunu anlayacak kadar çok yaşadım. Haydi, git işine; çocuklarımın da aklını karıştırma!” demiş Küçük Kara Balık’a… Küçük Kara Balık:” Yaşadığının yüz mislini yaşasan da yine aynı cahil ve aciz kurbağa olarak kalacaksın.” demiş.
Hala Küçük Kara Balık’ı bilmeyenler varmış…..Maşrapalarını okyanus sandıkları için bir avuç suda dolaşıp duruyorlarmış.

Nerden aklıma geldi bu kara balık

Hikaye: Samed Behrengi -“Küçük Kara Balık”

Tiyatro Günü Seyirci Bildirisi..

Bugün Tiyatro Günü..
Ben Seyirci’yim.
Kimine göre eğitilmesi gerekenim ; kimine göre güldürülmesi gereken.
Bazen mağara kadar karanlık bazen sürüde bir koyun gibi suskun..
Alkıştır benim sesim , gücüm , isyanım ..
“Dünyanın her yerinde, tiyatro varsa ben doğarım. Hükmüm kesindir ,temyizi yoktur”(Muhsin Ertuğrul)
Çocuk gibiyimdir . Eğitilirken , güldürülürken öğretirim.

Melih Anık

7 Nisan 2009 Salı

İki Oyun (Cimri ve İstanbul Efendisi) ve “Yönetmen”in Kafasındaki “Seyirci”…

Sözün Kısası
2 günde 2 oyun seyrettik. Önce Moliere’in “Cimri”sini Kenter Tiyatrosu’nda Kent Oyuncuları’ndan ; sonra Musahipzade Celal’in “İstanbul Efendisi”ni İBB Kağıthane Sadabat Sahnesi’nde İBB Şehir Tiyatroları’ndan..
Cimri’nin yönetmeni Mehmet Birkiye, İstanbul Efendisi’nin yönetmeni Engin Alkan’dı.
Cimri’nin ilk gecesi , İstanbul Efendisi ise aylardır oynanmakta idi.
Her iki oyun da hınca hınç dolu salona oynadı.
İstanbul Efendisi aylardır kapalı gişe oynuyor. Cimri’nin de böyle bir kadere “yazılmış” olduğunu salondan yükselen kahkahalardan anladık.
İstanbul Efendisi’nin seyircisi orta yaş gurubu, Cimri’nin seyircisi ise 15-25 yaş genç gurubundan idi.
Salon çıkışında seyircilerin yüzlerine “kazılmış” gülümsemelerden ve de sözlerden anladığımız şu:
“Oyunlar çok eğlenceli” idi. “Seyircimiz çok güldü, çok beğendi,çok alkışladı.”
SEYİRCİ EĞLENDİ. Evinden çıkıp geldiğine memnun oldu.
Sözün kısası şu : Bu oyunlara gidin. Çok güleceksiniz,çok eğleneceksiniz,çok alkışlayacaksınız.
Seyirci “geçer” notunu verdi. Gerisi “laf ü güzaf”(Boş lakırdı)!
Kıssa Ne?
İki oyunun ortaya koyduğu gerçeği anlamaya çalışmak , oyunlar hakkında ayrı ayrı görüş belirtmekten daha da anlamlı göründü bize. Zaten oyunlar hakkında eleştiriler çıktı ya da çıkacak.
Bu yazımızda iki oyunun ortak yanlarından yola çıkarak günümüz Türk Tiyatrosunda yönetmenin seyirci ile ilgili kanaati üzerine bir denemede düşüncelerimizi paylaşalım istedik.
Dikkatle ifade etmeye çalıştığımız ana soru da şu : “Yönetmen’e göre , ”Seyirci” kim ?”
Yönetmenler
Her iki yönetmen Türk Tiyatrosu’nun aydın tanımına uyan yüzakları. Eğitimliler. Geçmişlerine bakılacak olursa tiyatroyu, sanatı biliyorlar. Bu oyunlarda seçtikleri yol da bilinçli, rastlantısal değil. Zira onlar , "Halva" demesini de bilirler, "helva" demesini de!.."
Ortak Bakış Açısı
Cimri 1668, İstanbul Efendisi 1913 tarihli.
Her iki yönetmen de eski bir oyunun yeniden seyirci ile buluşması gerektiğini düşünmüş.
Bu seçimlerde yan faktörler (Eski tiyatrodan örnek vermek, tiyatro yardımı almak için klasik oynamanın yararlı olacağı vb gibi ) olsa da Yönetmen, seçtiği oyunun seyirciye hala söyleyecek bir şeyleri olduğuna inanmış demek ki. Ama ortaya çıkardığına bakınca , oyunun özgün halinin kendisini tamamen tatmin etmediğini düşünmüş. Aslında “Seyirci”nin, oyunun özgün haline ilgi göstermeyeceğine inanmış. Bunu, “oyunun özgün halinin seyirciye yararlı olmayacağını” düşünmüş diyerek de çeşitlendirebiliriz. (İşte bu noktada Yönetmen, Seyirci’yi düşünmeye başlıyor !)
Oyun fazla uzun(sıkıcı olabilir) , güncel olmayan yanları var(ilgi çekmez) , mesajı belirgenleştirmek gerek (Basitleştirmek mi ? Kolay anlaşılabilir kılmak mı?) vb nedenlerle oyunun genel çizgisine dokunmadan yönetmen, kesiyor, biçiyor , yeniden kurguluyor ve oyunu seyirciye “uygun” hale getirmeye çalışıyor.
Kim bu seyirci ?
“Eğitim seviyesi ortalaması 4,5 yıl. Hayatı kadın programlarından öğreniyor. “Sabah Şekerleri”nde fikrini belirtiyor. Tv’ de evleniyor. Tv deki kavgalara “rating” yaptırıyor. Sahnede küfür duydu mu kendini tutamıyor , gülüyor. Zaten iki lafın birinde küfür ediyor. Göbek atmaya , atanı seyretmeye bayılıyor. Masayı tıkırdatsan kıvırtmaya başlıyor, el şaklatmanın katılım ve eğlence olduğuna inanmış. Gelenekçi ama seçtiği yaşam biçiminde “geniş”..Seksi imalara katıla katıla gülüyor. Zaten de geçim darlığı içinde. Gülmek,eğlenmek istiyor. Kahvede, LCD ekrandaki mayolu kadın resmini dondurarak hep birlikte seyrediyor. Hep birlikte 10. Yıl marşını söylemenin toplumculuk olduğuna inanmış. Stand-up ile tiyatroyu ayni şey sanıyor. Evindeki kütüphane, gazete promosyonlarından. Takım tutar gibi köşe yazarı tutuyor. Dokuz sekizden başka tempo bilmiyor. Dans dediği de sağ ayak öne atılırken sol ayağın arkada sekmesi. Aslında sahnedeki tiyatro adına yapılanlar ile ilgili de değil . Bir tek kriteri var. Eğlenmezse tiyatroya gitmiyor.”
Sonuca bakılınca tesbit şu olabilir : Türk seyircisi gülerek “doyan” bir yaratıktır!
Bu nedenle “Benli” bir erkek aranırken “Ben” ile “Benliyi aldım saçaktan” şarkısı arasında ilişki kurmanın sakıncası yok. Seyirci bunu “takmaz”,şarkıya bakar.
Bir rum,bir yahudi yanına bir laz koyup “toplumsal renklerin zenginliği” çağrışımı ona yeter de artar bile.
Musahipzade eskiden ramazanlara denk getirilen oyunların yazarı idi. Geleneksel yapı,eski hayat vb ile nostalji yapılırdı. Şimdi Musahipzade’nin o havadan “kurtarılmış” olması ve de Çelebi’nin fötr şapkası, kuyruklu ceketi ve şalvarına söylenecek tek şey : “Çok “post-modern” !”
Her iki oyunda da sahne ortasına yerleştirilmiş (birinde üçlü koltuk diğerinde sandık) dekor arkasındaki seks çağrışımları ile “seyirciye ulaşmak” mümkün, yeterli ve galiba ön şart!
Klişe karakterler çiz . Seyirci kalın hatlı tiplemelere bayılır.
Her iki oyunda da toplama müzik var. Uzun tutulmuş sözsüz oyunlarla merak yaratma , sahnenin bir yanından öbür yanına koşuşturma , yüksek sesle bağırış çığırışlar, dans edememe, şarkı söyleyememeler bile seyirciye “tuhaf” gelmiyor. Değil mi ki oyuncu, seyirci arkasından salona dalıyor. Kıvrak şarkılarla oynuyor,çığırıyor…. “Keyif bu işte !”
Kalabalıklar , ellerinde kazma kürek ile dolaşıyor. Hırsızlık yapmadıklarında da kendi aralarında dolap içinde seks çağrışımlı pozlar veriyorlar . Abartıyı sever seyirci...
Sözleri seks iması ile süsle ver. Seyirci hoşlanır.
Kalabalık olmalı sahne.. Seyirci az kişili oyunlara gelmiyor. (Sanki oyuncu başına maliyeti düşürülecek!)
Abartılı oyna.. Sık sık yere düş.. Düşene gülünür.
İki oyunda ayni dekor tasarımcısı : Barış Dinçel , artık yaptıklarından emin. Sahne tasarımında “ne yapsam beğenirler” gibi bir duruşu var . Hatta bazen sahnenin bir köşesine “kişisel anıt” bile koyuyor.
Hiçbir şey yeni değil . Kıyafetler,makyajlar… Broadway…Off (of!) Broadway… West End’den ödünç alınmış..
Oyuncuların hepsi iyi.. Onları seyretmek de keyifli. Ama şarkı söylerken nefesleri yetmedi mi , işi komikliğe vurup ; dans edemediklerinde parende , göbek atarak alkış alıyorlar.
Sonuç : Yönetmen seyirciye ulaştı… SEYİRCİ BEĞENDİ. Salon doldu..
(“Halka inilmez çıkılır!” 70 li yıllardan bir özdeyiş!)
Program dergilerinde yazılanlar gereksiz.
Bir yerinden de “ödül” alırsa… Artık ne olursa..

Adet oldu ya Can Yücel’den bir şeyler yazıp “iğnelemek” . Alın size bir Can Yücel :
“Derdim günüm insan arasına çıkarmaktı seni
Yakanda bir amonyak çiçeği
Yalnızlığım benim sidikli kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi..”

Galiba gülerek ölüyoruz. Bu iyi…
Ama …..
“Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” olmaz mı?
Melih Anık


Not: Çok bilinen bir örnek vardır. Mıknatıs ve demir..
Mıknatıs “aydın” dır, demir de “halk”. Mıknatıs, demiri çekmek için demirden belli bir mesafede olmalıdır. Çok uzak olursa demiri çekemez. Çok yakın olursa da demire yapışır.
Türkiye’de “aydın” için alınacak çok ders vardır.

Tiyatroda Günlük 7 Nisan 2009

Yazıda “Kaynak” Kullanımı…
Yazıya eklenen “Kaynaklar” ile ilgili şöyle düşünüyorum:
Kimisi yazıya doğrudan bağlantılı olanlardır. Onlardan alıntı yapılmıştır.
Kimisi yazıda kullanılmamış da olsa başkaları için yararlı olacağını düşünülen yani “Ararken karşıma çıktı siz de bir bakın” anlamına gelen kaynaklardır. Onlardan alıntı yapılmamıştır. Bu okuyucu için kolaylık sağlama anlamındadır.
Kaynak ile ayni görüşte olmanız gerekmez. Bazen olumsuz görüş de insanın düşüncelerini tetikler. Kendi düşüncelerinizin oluşmasına, berraklaşmasına neden olur. Fikir zıddından da doğar. Kaynak bu anlamda “paylaşılmış/hemfikir olunmuş” düşüncelerin listesi değildir.
("Clash of ideas brings forth the spark of truth." Fikirlerin çarpışması hakikat kıvılcımını meydana getirir.(Avustralya-aborjin atasözü)

“Barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar”
Hakikatin kıvılcımı fikirlerin çarpışmasından doğar. (Namık Kemal(Ziya Paşa?))

Ayrıca insan bir göz atmışsa, doğrudan(yani ayni kelimelerle olmasa da) kullanmamış da olsa dürüstlük adına o kaynaktan bahsetmelidir.
Zira “Bilginin kullanılması” bulanık bir durumdur. İnsan bir süre sonra yazdıklarını kendisi bulmuş zannedebilir. Oysa her yeni bilgi (saçma da olsa )insan beyninde bir iz bir tortu bırakır.
Yazınızı kurmaya başladığınızda ne nerden kaynaklanmış bilemezsiniz.
Kaynak vermek, ben bu yazıyı hazırlarken “Şu yazıları okudum,buldum” demektir. Kullandım değil. Bu anlamda kaynak “Ben bu yazıyı yazdığımda benden önce bunlar vardı” demek anlamına da gelir.
Sıradan insanlar, aslında kendilerine ait olduğunu sandıkları ama ordan burdan duydukları ve okuduklarının tortusu ile konuşur ve yazarlar. Ama vahim olan, düşünmeyen, ama tv programlarını ve başka görüş sahiplerini dinleyerek , köşe yazılarını okuyarak fikir ürettiğini zanneden ama kendine ait olmayan doldurulmuş fikir (bilgi değil) ile konuşan o kadar çok aydın(?) var ki. Ülkemizde her alanda bu durumda olan o kadar çok "koyma akıllı" insan var ki. ( Düşünen insanlar susarsa nasıl konuşacaksınız?)
En seçkin görünenleri bile bir gün fark ediyorsunuz , fikri çalıntı.
Örneğin bir romancının yazdığı bir kitabın ne olduğunu anlamak için o yazarın birikimini didiklemek hoş kapıların açılmasına neden olabilir. Ne okumuş, olumlu,olumsuz nerelerden beslenmiş? Çok geniş bir yelpazede okumuş ve ortamda bulunmuşsa romanın neresinin kendine ait neresinin yürütme olduğunu anlayabilmek için bir an için “o” olmanız gerekir.
“O” olamayacağınız için o sizden bir adım öndedir. Ortaya çıkarılan bir eser yüzlerce bilginin yeniden kurgulanmasından başka bir şey değildir. İstisnalar da vardır elbette.
Romanı okuduktan bir süre sonra okuduğunuz başka bir kitapta daha önce duymuş gibi olduğunuz bir düşünce,olay,fikir karşınıza çıkar. Romanda kullanılan fikir ile kaynağı karşılaştırırsınız. Hangisi daha önce yeşermiş?
Olmaz ya , şöyle bir hayalim vardır.
Çok okunan bir roman için bir bilgi bankası oluştursak ve kitabı okuyanlara desek ki : bu kitapta karşılaştığınız karakterleri, herhangi bir bilgiyi, durumu, cümleyi , olayı vb. daha önce okumuş, görmüş ve duymuşsanız lütfen şu siteye kaynağı ile kaydedin. Ben inanıyorum ki bu geniş katılımlı bilgi bankası o romanı deşifre eder. Ne kadar özgün ya da değil anlamak imkanımız olur.
Bunu yapamayacağımız için ilk duyduğumuz her şey bize özgün görünüyor. Oysa özgün diye bir şey yoktur. “Yeniden kurgu” vardır.
Zamanımız “Kurgu Çağı”dır.
Korsan …..
Konu üzerinde düşünmemiş olanlar için hayat kolaydır. Bence onların bıyık altından gülmesinin değeri yoktur.
Öte yandan intihalin suç değil, sıradan bir iş olarak görüldüğü bir toplumda bilgi, kaynak vb konuların değeri de yoktur. Bence korsanı ortadan kaldırmak istiyorsak önce intihal’i kaldırmamız gerekir.
Geçmişte üniversitelerde verdiğim seminer, kurslarda gençlerimizin düşünmediklerini , sloganlarla hayatı idare ettiklerini görmüştüm.
Bazı yazıların altına “yorum” adı ile yapılan saldırıların nasıl bir “cemaat kültürü”nden kaynaklandığını yaşamıyor muyuz? Üzücü olan bu cemaatin içinde toplumda “yer“ işgal eden ünlüler de olmasıdır. Kimisi de susma hakkını kullanır. (?)
Ekonomik yaşam, iş bulma güçlüğü,insanları “kapı kulu” haline getiriyor maalesef.
Bunlardan birisini çok iyi hatırlıyorum. Tiyatro eğitimi alan 4.sınıf öğrencisi idi. Genel çoğunluğa uyarak birisine “saldırma”nın onun için gelecekte rol/iş garantisi olacağını düşünüyor gibiydi.Onu anlamaya çalıştım.Bu ortamda aile içi,dışı toplumsal hayatta ne zorluklar yaşadığını hayal ettim.
Aslına bakarsanız yazı altlarına yorum(?) yazanların pek çoğu genç.Bazıları gece duvarları boyayanlar gibiler.. Onlara kızamıyorum,anlamaya çalışıyorum. Ülkem adına çok üzülüyorum. Onlarla çene yarıştırmanın da bir anlamı ve yararı yok. Zira gençlik duracağı yeri, söyleyeceği sözü bilememek demek değil mi zaten! (Gerçi bizde söyleyeceği sözü bilemeyen sakalı ağarmış o kadar kişi var ki!) Onlar saklandıkları yerlerden vurkaç yapmayı seviyorlar. Çoğu ile yüz yüze gelseniz söyleyecek sözleri yoktur. Belki de size saldırmak onların kendi çevrelerinde prestijlerinin artmasına neden oluyordur. Onlar size karşı değildirler kendilerinden yanadırlar sadece. Belki de birilerine yaranmaktır dertleri.
Kendilerini ifade ederken dağınıkları apaçık ortadayken karşısındakine benzer eleştirileri getiriyor olmalarını nasıl anlatsam..
500 kelimelik bir yazı yazabilme çabasına bile katlanamazlar.Yazabilirler mi kuşkuluyum.
Bir kısmı da yazıyla değil yazan ile ilgilenmeyi tercih ederler. Düşüncenin önemi yoktur. Varsa yoksa “Kim söylemiş?” Düşünce , söyleyen ile değerlenir onlara göre.
Otoriteyi hemen kabul ederler. Nice “zırva” yazıya yorum yapmazlar , konuşmaya alkış tutarlar.
Oysa düşüncenin kendisi, söyleyenden önemlidir.
Bir kısım genç ise kendi meslekleri olan/olacak konuda konuşur yazarken çok ateşlidirler ama saman alevidirler. Hayal edip yapamadıklarının, olmak isteyip de olamadıklarının ezikliği içindedirler. Sanatın içinde olup “külhanbeyi” ağzıyla konuşurlar. Sanatın mizah,zeka,akıl dolu söyleminden haberleri bile yoktur. “Fakirlik”lerini ortaya koyarlar yazdıkları ile.
Ama tahsilini aldıkları tiyatroda nice tiratlar,sözler vardır.
Onlara diyeceğim şudur:
“Bu kadarı az delikanlı..
Oysa neler neler bulunmaz söylenecek…
Aslı iş edada..
……………
Olsaydı biraz nükte biraz malumatınız
Karşıma geçip bunları sayardınız.
Fakat sizde nükteden eser yok zerre kadar.
Neyleyim Cenabıhak ihsan buyurmamışlar…”(Cyrano de Bergerac)
Ama gençlerin de bir türlü düzeleceklerine olan inancı da yitirmemek gerekiyor.
Belki kışkırtılırlarsa kendilerini aşarlar. Kimbilir?
Melih Anık