16 Haziran 2009 Salı

"The Great Debaters"; Münazara; Shakespeare ve Tiyatroda Özerklik

Neyi tercih edersiniz?

Değiştirmeyi düşündüğünüz bir topluluğa ulaşmaya çalışan bir oyun yaparak yuhalanmayı mı yoksa zaten ayni fikirde olduğunuz topluluğa oyun yaparak onların alkışları ile tatmin olmayı mı?
Şunu söylemek de yanlış olmayabilir: "Sanatçı kendi inandığını yapar. Zira sanatçı zaten daha önce düşünülmeyeni düşünen, görendir . O “kendi” olur. Kendi fikrinin çoğalmasını, taraftar bulmasını ister. Ya da onun için zaten izleyicinin önemi yoktur."

Amaç muhtelif olabilir,yöntem de… Kimisi “güldürerek” kimisi “ağlatarak” amaca ulaşacağını düşünür. Kimisi için amaç kendini kurtarmaktır. İfadesini Brecht’te bulan anlayışta “yabancılaştırarak” değiştirme var. Ve tabi ki insanın değişeceğine olan umut.

Gençliğimizde fikirlerin toplandığı iki odak vardı : “Sanat sanat içindir-Sanat toplum içindir.” Münazaraların da “olmazsa olmazı” idi. Bu öylesine bir ayrımdı ki hem sorunun çözümü hem de sorunun kendisi idi. Bir tarafta olursanız en azından rahat ederdiniz. Şimdi ise o kadar kolay değil.

Yıllar içinde seyircinin “damarını” bilen “sanatçıların”(?) “işlerini” pazarlamaları, bir beceri olarak alkışlanmaya başlandı. Tvler, diziler ve rating anlayışı ağırlık kazandı. Önemli olan "mal"ın satılabilmesi idi kısaca. Sanat ürününün “meta”laşması diye adlandırıldı bu süreç.

Ama eninde sonunda sanat seyirciye ulaşarak anlam kazanır. Sanatın seyirci ile buluşmasında da seçenekler var. Ya merak eden gelecek ve siz geleni ikna etmeye çalışacaksınız, ya da fikrinizi yaymak için siz çaba göstereceksiniz.

Başka sanat dalları ne yapar bilmem ama ben tiyatronun “Merak eden gelsin,isteyen değişir” lüksünde olmadığını düşünenlerdenim.Tiyatro sadece akla seslenen bir sanat da değil. İnsan salt akıldan ibaret bir robot değil ki. Akıl ile gönül beraberliğini sağlamak gerekiyor.

Bugünün atmosferi, “İkna etme”yi ortadan kaldırdı. İkna etmek zor bir iş. Hem ikna edeceğiniz kitleyi ve onun sorunlarını bilmeniz ,hem de kendi fikirlerinizin “oturmuş olması” gerekir. Yani “kendini bilmek” zorunlu. O kadar da kolay değil hani.

Bugün tiyatromuza baktığımızda amacın “Seyirci toplamak” olduğu görülüyor. “Kendini bilmek” ise ikincil kalıyor.Galiba “ikna etmek” de o kadar önemli değil.

“Great Debaters” isimli bir filmi seyrederken aklıma gelenler bunlar. Filmin dikkat çeken vurgusu USA’daki münazara geleneği üzerine . Film 1935’de geçiyor. Liselerde, üniversitelerde yarışmalar yapılıyor. Ülkenin sorunları belli bir disiplin içinde tartışılıyor. Örneğin "Violence"(şiddet,zorbalık) , "Civil disobedience"(sivil itaatsizlik) karşısına konularak toplum hayatına çok önemli bir fikir atılıyor. Tartışma kültürü, “kendini bilmek”,"ikna etmek", "hoşgörü" temeli üzerine yapılanıyor.

Okul karnelerimi çıkardım. Notlarıma değil, neslimizin aldığı derslere bakmak için. Lise 1 ve 2 de biyoloji ; lise 2 de psikoloji ; Lise 3 de felsefe/mantık ,astronomi ve jeoloji almışız. Resim/Sanat tarihi dersi almışız. Edebiyat ve kompozisyon dersleri ayrı derslermiş. Orta okulda ise 3 sene yurttaşlık dersi almışız.
Lise yıllarımda kompozisyon dersleri kapsamında önceden verilen bir konu üzerinde sınıf içi münazara yaptığımızı hatırlıyorum.
Şimdilerde yukarda saydığım dersler verilmiyor. Oysa münazara için mantık, psikoloji, felsefe ve de kendi dilini iyi konuşabilmek gerekli.
Yıllar sonra kızımız ilk okula başlarken yeni açılan bir özel okulun tanıtım toplantısında salondaki “İngilizceyi ne zaman konuşacaklar?” sorusunu merak eden çoğunluk içinde “Türkçeyi doğru dürüst öğrenecekler mi?” sorusunu sorarak kendimi yalnızlığa mahkum etmiştim! O toplantı bana yıllar içinde değişen veli profilini de tanıtmıştı.
Dili iyi bilmek yetmiyor tabi. İçinde yaşanılan toplumun kokusunu iyi tanımak gerek.

“Great Debaters” filminde adam odasına sarhoş dönüyor ve alt yazıya göre, “Benim gönlüm sarhoştur-Yıldızların altında”yı söylüyor(?)
İngilizcesinde “Güzellik su gibi akar” sözünün alt yazıdaki karşılığı “Güzelliğin on para etmez ,bu bendeki aşk olmasa”!(yahu bunlar Aşık Veysel’i de mi biliyorlar?!!!)
Tercüme eden, kendine göre “seyirciye ulaşırken” “uyarlıyor”. Ama filmin geçtiği atmosfere ve karakterlere bakınca bu uyarlama “sırıtıyor”.

Aklıma Türkiye’de yapılan Shakespeare uyarlamaları geldi. Hani oyunlara “takla attıranlar” var ya onlar ! Onların uyarlamaları da o kadar sırıtıyordu. (Taklalar atıyorlar aslında takla attırmak yerine!)

Geçenlerde Shakespere’in “Love’s Labour’s Lost”-Aşkın Boşa Giden Emeği’ndeki bir av sahnesinden çıkarak yazılmış bir inceleme okudum. Oyundaki iki sahnenin aslında Avrupa, tarih,felsefe,din,devlet üzerine nasıl bir gönderme olduğunu öğrenmek hem ufkumu açtı hem de inanılmaz bir keyf aldım.Yazarın kaynak olarak verdiği “okuma”lar , bilginin ve akademik ufkun vardığı sınırların genişliğini gösteriyordu.

Türkiye’de Shakespeare’lerin nasıl bir sığlıkla “Ben yaptım oldu”ya getirildiğini bir kez daha anladım. “Büyük cehalet” karşısında dilim tutuldu yeniden. Kimlere “sanatçı” ve de “yönetmen” diyoruz? Kimler “sanatçı özgürlüğü” , “yorum” kelimelerine sığınarak “sığ”laşıyor.

Bizde yapılan uyarlamalar(yorumlar(?)) bana başka bir “ânı” hatırlattı. Yıllar önce tango ile ilgilenen bir dernek, Arjantin’den bir tango topluluğu getirmişti. Gösterinin ardından topluluk elemanları ile özel bir galaya katılmıştık. O gece bizim tangocularımızdan bir gösteri yapmaları istendi. Ülkemizde tango için “ölçü” sayılan tangocu çift, tüm becerileri ile (belki de o gece seyrettikleri Arjantinlilerden de esinlenerek) danslarını süslediler(?) Arkasından da Arjantinli çift tango yaptı. Aradaki fark bana yeni ufuklar açtı. Bizimkiler tangoyu bize "uyarlamışlardı".

Aslında Shakespeare’i(ve diğer yazarları) zamanımıza uyarlamak isteyenler çok okumalılar. Zira hem geçmişi,hem bugünü ve de geçmişteki bir konunun ,seslendikleri topluma, o toplumun algısı ile nasıl ulaştırılabileceğini de anlama imkanına kavuşurlar belki. Ama asıl zorluk ortak çağrışım ve algının da yaratılması. Yazılarımda üzerinde sıkça durduğum “ortak çağırışım ve algının yok olmasının” ne anlama geldiğinin anlaşılmasını umarım.

İşe, kendi başına anlamı olan söylemlerin hakkını vermekten ve yaşamın vazgeçilmez bir parçası yapmaktan geçiyor. Doğruluk,adalet,özgürlük vb gibi..Anlamlar üzerinde ortak çağrışım ve algılama ile ilgili sarsılmaz bir anlayış birliği kurulmuş olmalı.

Her meslek kendi “anlayış birliği”ni kendi bilgisi üzerine yapılandırmak zorundadır. Örneğin Shakespeare kadın karakterlerinin “özerk”liği üzerine düşünmeye başlasak mı? Kral Lear’in Cordelia’sına ya da Lady Macbeth’e ne dersiniz? (Belki böylelikle “kavramsal uyarlama” lar da yapmaya başlarız.)

Tiyatroda “özerklik” , “eğitim” aracı olarak düşünülüyor. Yani özerklik yasasını çıkardık mı bu insanları disipline eder diye düşünüyoruz. Bu biraz da sütün içinde düşmüş kurbağanın debelene debelene oluşturduğu kaymağın üstünde kalarak kurtulması hikayesine benziyor, ya da bazı iş adamlarının “kendimizi suya attık,çırpına çırpına yüzme öğrendik” demesine.

Özerlik için gerekli olan alt yapısal özellikler ,taşlar, gereksinimler neler ? Önce kendi kişisel yaşamlarımızdaki eylemlerimizden başlıyan bir süreç. Öncelikle onlar uygulamaya koyularak kişisel ve toplumsal yaşamımız içine yerleştirilmeli. Onlar yerleşince özerklik yasasını yazmak çok uzun sürmez.

Bunların en başında da “münazara” geliyor. Tiyatroda da performans..
İkisi de özgürlük üzerine kurulu değil mi?

Melih Anık

Not: (Münazara, bir konuda karşıt görüşleri savunan takımların fikirlerini çarpıştırdıkları bir tartışma platformudur...)

11 Haziran 2009 Perşembe

Sayın Ayşe Nil Şamlıoğlu’na Açık Mektup

Sayın Şamlıoğlu,
“Kabul etmiş olduğunuz” görev nedeniyle sizi kutlar , başarılı olmanızı dilerim.

40 yıldır İstanbul Şehir Tiyatroları’nı takip eden bir seyirciyim. Öğrenimimde tiyatronun ve İstanbul Şehir Tiyatroları’nın önemli bir yeri olduğunu söylemeliyim.
Geçen bu 40 yıl içinde nesnel olarak yorumlayabileceğim, empati kurabileceğim bir döneme tanıklık etmiş olduğumu şimdi daha iyi anlıyorum.
Tiyatronun geniş yelpazesinden seçilmiş oyunları Türk Tiyatrosu’nun “çınar”larından seyretmek şansına kavuştum. Yitirilen salonların ardından bakakaldım. Sahnelerinizde seyrettiğim nice sanatçıyı özlüyorum. Yerleri doldurulmamış olanlar için hüzünleniyorum.
Gidenin yerine geleni (şahıs,mekan,oyun vb) daha iyi anlıyabiliyor ve karşılaştırma yapabiliyorum.
Elbette bu çağın sarmaladığı her şey eskisi gibi olamaz. Ama öyle bir şey var ki, yitirdiğimiz … Artık hiçbir şey “saf ve samimi ” değil ! (“Herkes hesap peşinde”)
Bu dönem de kendi ifade biçimini bulacak doğal olarak. Aslında geleceği kuruyoruz. Çağ ve söylemi bizden güçlü . Bizler onu kendimiz şekillendirdik sanma iyimserliği ile avunacağız galiba.
Her şeye rağmen hala yapılacak bir şeyler de var. Ben bunun tiyatro ile başlayacağına inanıyorum.
“Dışardan” bakan bir insan olarak düşünce ve önerilerimi sizinle paylaşmak istedim.
Tiyatro Mekanları
Tiyatro mekanları yapısal olarak gitgide bozulmakta.Yeni yapılanların fiziksel olarak sanat mekanı olduklarını söylemek zor. Dıştan apartmana benzeyen, akustiği bozuk , kullanılan malzemeleri yapıya uymayan, iç mekan düzenlemeleri ve dekorasyonu kötü, dıştan ve içten ulaşımı sorunlu vb binalar yapılıyor. Bazı salonlar dış seslere açık. (Mekanlar, içinde ses kaydı yapılmaya uygun olmalıdır.)
Mekanların büyüklüklerine, içinde bulunulan bölge dikkate alınarak karar verilmeli, “tek tip” tiyatro mekanı tercih edilmemelidir. (Ama her durumda İstanbul’a “orta sahneli” serbest mekan gereklidir. )
Estetik değerlendirme olarak mevcut sanat yapıları sanat ile “tanışmış” değildir.
Yeni yapılar eskinin ruhunu da yoketmektedir.
Tiyatro mekanları başka sanat ürünleri ile kalıcı olarak “süslenmelidir”
En azından bir mekan, tarihi ve teknik olanakları ile “turistik turlar” düzenlenecek şekilde hazırlanmalıdır.
İstanbul’un eski tiyatro mekanları envanteri ve de haritası çıkarılmalıdır. Canlandırılması mümkün olanlar için projeler üretilmelidir.
Tiyatronun Yeri
Kamunun kullanımında olan yapıların yerleri önemlidir. Zira bu yapılar kültürel ve fiziksel olarak çevreyi etkiler. Sanat yapılarının yerleri ise daha da önemlidir. Bu nedenle yer seçim ve kullanımı “uzmanca” yapılmalıdır. Halk kolaylıkla ulaşabilmeli ve mekan ile samimi ilişkiler kurabilmelidir.
Gözlemim şudur ki yeni tiyatro yapıları için “gerçek” uzmanların yardımına ihtiyaç vardır.
Teknik Donanım
Örneğin döner sahne gibi bir teknik donanım , oyunlar turne yapacağı için kullanılamamaktadır.Zira her salonda döner sahne yoktur. Döner sahneler de zamanla devreden çıkmaktadır. Bu durum dekor tasarımcısını da pratik çözümlere zorlamaktadır.
Salonlar güvenli ; ilk yardım hizmeti tesis edilmiş ; ışık ve ses düzeni yeterli ; kullanılan dekor , kostüm özenli olmalıdır.
Teknik bakım ve güncelleştirilme için devamlı takip halinde olunmalı, çağın gelişmelerinden ve olanaklarından yararlanılmalıdır.
Repertuvar
Oyun seçimlerinde tiyatronun tarihine yönelik örneklerin de yer alacağı geniş bir yelpazeden seçim yapılmalıdır. Türkiye edebiyatının klasikleri yeni bir tiyatro anlayışı ile sahnelenmelidir.
Türkiye folklorundan yararlanılmalıdır. Ortak çağrışımın ve imgenin yaratılmasında bu kökten beslenilmelidir.
Seyirci oyuna gitmeden önce oyunun klasik,uyarlama vb gibi nasıl sahnelendiğini bilmeli; mümkünse önceden “nesnel olarak” bilgilenebilmelidir.
Performans Tiyatrosu önemsenmelidir.
Her yıl mutlaka bir veya iki “ilk oyun” sahnelenmelidir.
Uygulama/Uyarlama yapacak yönetmen mutlaka başka disiplinler/kurumlar ile yardımlaşmalıdır. Örneğin Shakespeare oynanacaksa neden İngiliz Dili ve Edebiyatından bir uzmandan ; ya da Polonya Tiyatrosu’ndan oyun oynanacaksa neden Polonya Kültür Ateşeliğinden yardım alınmasın?
Ayni bağlamda dekor,kostüm alanında ülkenin başka alanlarındaki sanatçı ,tasarımcı ve üreticileri ile ortak çalışmalar yapılabilir.
Tüm kadro için sürekli “meslek içi eğitim” verilmelidir.
Dünya Tiyatrosu’nun “saygın” yönetmenlerinden oyun sahnelemesi istenmelidir.
Mutlaka her oyunun, görevini hakkıyla yapan bir dramaturgu olmalıdır.
Tiyatro Dergileri, Kitapları, Afişler, Müzikli Oyun CD’leri, Fotoğrafları , Hediyelik Eşya
Para ile satılacak oyun dergileri hazırlanmalıdır. Oyunlar için hatıra eşya tasarımı yapılmalıdır. Tarihi değeri olan kişi ve oyunlar için hatıra “sanat pul ve para” serileri tasarlanabilir. Fotoğraf albümleri hazırlanabilir. (Örneğin Lüküs Hayat’a ait pul var mıdır? Lüküs Hayat müzik cd’si yapılmış mıdır? 25.Genç Günler’den ne kalmıştır? ) “İlk Gece” anı nesnelerinin satışı ile maddi kaynak yaratılabilir. “İlk Gece”ler anlamlı ve değerli olaylar olarak şehrin hayatına sokulabilir. Radyo tiyatrosu örneği, cd kayıtları hazırlanabilir. Afişler sanat değeri olan ürünler olmalıdır. Bunların satışı için özel bir satış alanı düzenlenebilir. Oyun kitapları,dergileri fuayelerdeki “stand”larda satılabilir,sergilenebilir.Tiyatronun "Sesli tarihi" hazırlanabilir. Böylelikle tiyatronun “belleği” oluşturulmuş ve canlı tutulmuş olur.
Tiyatro Müzesi
İstanbul Tiyatro Müzesi gecikmiş bir kurumsal gereksinimdir. Bunu öncelikle kendi tarihinden başlatarak gerçekleştirmek İstanbul Şehir Tiyatroları’nın omuzlarındadır.
Tiyatro Kütüphanesi
Halka açık ve tiyatro kitaplarının yoğun olarak bulundurulduğu bir kütüphane hazırlanmalıdır. Kitap, belge bağışları özenlendirilmelidir.
Geçmiş oyunlara ait dvd kayıtların yayımlanması sağlanmalıdır.
Yeni oyun yazma yarışmaları düzenlenmeli ve kitap haline getirilmeleri desteklenmelidir.
İnternet Sayfası
Yeniden düzenlenmeli ve sürekli aktif ve güncel tutulmalıdır.
Turne ve Çevre İlişkileri
İstanbul Şehir Tiyatroları özellikle tiyatrosu olmayan illerimize turne yapmalıdır .
Gerek İstanbul gerekse Türkiye turnelerinde , yerli/ yabancı sanatçılar bölgedeki okulları ziyaret etmeli , öğrencilerle tiyatro sohbetleri yapmalıdır.
İstanbul içindeki yerleşik salonların tüm bölgeleri kapsayacak sorumluluk alanları tanımlanmalı ; çevre okullarla ilişki kuracak tiyatro eğitmenleri olmalıdır.
Çocuklardan oluşan küçük guruplar oyun öncesi , sırasında ve sonrasında sahne arkasında ağırlanmalıdır.
Park ve Meydanlarda Tiyatro
Tiyatro sadece salonda yapılan bir sanat değildir. Bilindiği gibi parklar bahçeler de tiyatro alanına dahildir. Örneğin Gülhane Parkında, yerinde oluşturulan kukla vb oyunlar, çocukların/halkın katılımı ile yapılabilir.
Sürpriz dans gösterileri , meydanları , garları, vapurları vb şenlendirebilir.
Bu kapsamda tarihi yarımada içinde Kültür ve Turizm Bakanlığı ile işbirliği içinde tarihi bilen ve en azından bir yabancı dili konuşabilen oyuncular tarafından turizme yönelik performanslar yapılabilir. Tarihi kişilikler, ziyaretçiler ile “buluşturulabilir”, “konuşturulabilir”.
Diğer Topluluklara Destek
Diğer tiyatro topluluklarına salon, kostüm ve teknik donanım vb konularda yardım edilmelidir.
Gösteri Zamanları
Genel olarak klasik gösteri saati anlayışından çıkılmalı ,şehrin yaşayışına(trafiğine) uygun, yeni gösteri saatleri araştırılmalıdır. Tatil günlerinde gösteri sayısı arttırılmalıdır.
“Sabah Tiyatrosu”, “Pazar Tiyatrosu” ,”Tiyatro Söyleşisi”, “Şiir Matineleri” , “Anma Gösterileri”düzenlenmelidir.
Kurslar,Sergiler vb
Yeteneklerini paylaşmak isteyen öğreticilere mekan ve imkanlar açılmalıdır. Mekanlarda süreli kurslar düzenlenmelidir. Böylelikle çevre ile ilişki ve onları tiyatroya alıştırma olanağı doğacaktır. Mekanlarda süreli sergiler düzenlenmelidir.
Akademik Söylem
Tiyatronun “akademik dili ve söylemi” geliştirilmelidir. Yıllardır “ayni” olanın tekrarlanmasına son verilmelidir. Bu nedenle eğitim kurumları ile yakın iş birliklerine ihtiyaç vardır. Araştırma projeleri desteklenmelidir. Bilgi birikimi , akademik tezlerde kullanılmak üzere paylaşılmalıdır. Tiyatronun sorunları ve açmazları üzerine akademik çevrelerle ortak projeler yapılmalıdır.
Bu kapsamda ulusal ve uluslar arası çalışmalar değerlendirilmeli , desteklenmelidir.
Emekli Ustalar
Her sene yaşayan en azından bir emekli “usta”yı sahneye çıkaracak bir sahneleme yapılmalıdır. Emekli “Usta”lardan oluşturulacak bir kadro ile oyun sahnelemek de bir seçenek olabilir.
Sanatçının Sosyal Güvencesi
İstanbul Şehir Tiyatroları , kendinden yetişmişlerin sağlıklı bir yaşam sürdürebilmeleri için sosyal hakların da güvence altına alındığı bir ortamı ve de örneği yaratmak zorundadır.
Bilet Fiyatı, Tiyatro Ekonomisi
Bilet fiyatı öğrenciler için ucuz ama diğer seyirciler için “makul” olmalıdır. Çok ucuz bilet özel tiyatroların yaşamasını güçleştirecektir. Kamu kurumlarının amacı, yan gelirlerin arttırılması için ellerinde bulunan olanakları iyi değerlendirerek ekonomik dengeyi sağlamak olmalıdır.
Tiyatro İşletmesi
Tiyatro işletmesi özel bir alandır. Her bir salon çağdaş tiyatro işletmesi anlayışı ile organize edilmelidir.
Özerklik
Özerkliğin ancak “yaşamdan ve uygulamadan” geçtiğine ve de sadece tiyatrocuların omuzlarında olmadığına inanıyorum . İstanbul halkı , Şehir Tiyatroları /nı "benim"derse/serse "özerklik" de gelecektir. Onun için de tiyatrocularımızın tiyatroyu "yaşamın merkezine" koymak gibi bir sorumlulukları ve öncelikleri vardır. Önemli olan “atmosfer”in yaratılmasıdır.
Bu da yıkılan binaların, taşınan tiyatroların ve de gidenin arkasından “ağlamaktan” ziyade , “günün hakkını vermekten” geçer.

Elbetteki tüm yazılanlar ve de fazlası tarafınızdan bilinmektedir.
Aslına bakarsınız ben “Bayrak yarışını devralmak”, “Görev için nöbete gelmek”, “Tiyatromuza borçlu olmak” gibi söylemleri sevmiyorum. (Anlamıyorum da.) Siz “kararlı” olduğunuzu gösterirseniz “izleyeniniz” de çoğalacaktır.
Umarım ki gerçekleştirmek için zamanınız ; olmayacaksa ,” görevden alınmayı” beklemeden “istifa etmek” tercihiniz olur.


Bir konuda ayni düşünceleri paylaştığımıza eminim : Kamuya ait kurumlar ve de “tiyatrocular” , öncü olmak zorundadır. İşte o zaman “halkın vergileri” de yerinde kullanılmış olacaktır.
Saygılarımla.

Melih Anık

2 Haziran 2009 Salı

İBB Şehir Tiyatroları’nda “Güle Güle…Hoş Geldin….” Atama…Görevden Alma…. / Tiyatronun Yönetimi

Gençlikte,insan terfi ettiğinde , bunun nedenini ve gerekçesini kendinde bulur: ”Tabi … Adamın iyisinden anlıyorlar canım. Benden iyisini mi bulacaklar?”
Aklına şu soru gelen ise azdır : “Neden ben?” Ya da o mevkiinin önceki sahibine gidip şu soru sorulmaz : “Neyi yapamadın da senden vazgeçtiler?”
Dışardan bakanlar için “her zaman” sorunun cevabı açıktır . Ya da görünen o kadar nettir ki kimse soru sorma zahmetine de katlanmaz. “Görevden alınan” , gidişatı ve sonucu görmekte geçici “körlük” yaşamıştır. “Atanan” ile birlikte değişim/atılım başlamıştır.
Ama daha açık ve net olan bir şey vardır ki o da “Kaderinizin, siz daha onu bilmeden başka yerlerde yazılmaya başlamış olmasıdır” Siz biraz geç yaşarsınız sadece. Bu insanın en büyük trajedisidir. (Ahmet Altan)
“…..….. görevden alındı.Yerine ………… atandı.” haberi durumu ortaya koymaktadır zaten.
“Görevden alınan” için de “atanan” için de onların bilmediği ve kaderlerinin çizildiği bir an vardır.
İBB Şehir Tiyatroları’ndaki Genel Sanat Yönetmeni değişikliğinde önce bunlar aklımıza geldi .

“Atanan”, bir gün, onun için de “Görevden alındı” ifadesinin kullanılmasını bekliyorsa , daha baştan kaybetmiştir. Bu nedenle, “istifa” ile gideceğini aklına koymalı ve “duruşu” ile göstermelidir ki aslında “atanmamış” ama “görevi kabul etmiş”tir.
Giden ise “istifa etmemiş” olabilir ama belki de bilerek yaptığı, o görevden alınmasını kolaylaştıracak eylemleri ile “kendi kaderinin efendisi” olmayı seçmiştir.(Görevden almaya zorlamak da pekala bir “istifa” sayılabilir)
“Görevden alındı”-”Atandı”
Öte yandan duyuruların bu tür bir söylem ile sızdırılmasına da ihtiyaç yoktur. Doğru olan iki tarafın anlaşarak beraberliklerini bitirmeleridir. Zira her iki taraf için de saygınlık önemli bir meseledir.
Bir zamanlar Genel Sanat Yönetmeni diye bir mevkii ve kurumu teslim ettiğiniz birini “kapıya koyma” havası yaratmamanız gerekir. Zira bu -en azından- “yanıldığınızı” gösterir. Eğer toplumdaki baskılara boyun eğdiğiniz izlenimi doğarsa yeni durum sizi “manşet” yapabilir. Ya da o kişiyi “söylediklerinizi yapması” için getirdiğinizin düşünülmesine neden olabilir. Her durumda sizi yıpratacak bir neden, (doğru olması gerekmeyen) bir gerekçe “yaratılabilir”.
Tiyatro camiası için de hoş değildir. Zira bu tiyatro camiası hakkında, “için için kaynayan” , sanat ile değil “ayak oyunları” ile meşgul olduğu gibi bir izlenimin doğmasına neden olur ( gerçek öyle değilse bile)
Genel Sanat Yönetmeni olarak çalışmış kişilerin de ayrıldıkları kurumu zedeleyecek açıklamalardan, imalardan kaçınması kendileri için olduğu kadar camiaları ve de meslekleri için de yerinde bir davranış olacaktır.
Ama herkes için dikkat edilmesi gereken husus , duruma, kaldıramayacağı ağırlıkları yüklememek olmalıdır. Herkes kişisel beklenti ve umutlarını kişiler üzerinde somutlaştırarak kurumlarımızı yıpratmamaya özen göstermelidir.
Biz, Ayşe Nil Şamlıoğlu’nun “atanmış” değil, “görevi kabul etmiş” ; Orhan Alkaya’nın da “istifa etmiş” olduğunu düşünmek istiyoruz.
Göreve başladığınızda , mevkinizin altı oyulmaya başlanır. Bunu somut bir şey bildiğimiz için değil Türkiye’yi ve tiyatro camiasını tanıdığımız için söylüyoruz. Gelecekteki olası spekülasyonları önlemenin yolu bugün ne yaptığınızla yakından ilintilidir, geçmişte hatalar yapmış olsanız bile.
Ayşe Nil Şamlıoğlu’nu “atayan”ların gerekçesi nedir? Bunu anlamanın bir yolu Ayşe Nil Şamlıoğlu’nun özgeçmişine bakmaktır. Ayşe Nil Şamlıoğlu, çok beğendiğimiz bir yönetmen. Onun özelliklerinden biri “yönetmen tiyatrosu”nun bir temsilcisi olarak algılanması. Gayri Resmi Hürrem’deki başarısını unutmak mümkün mü! Sahnelediği oyunlardaki imzasını tanımamak mümkün değil. Onun imzası yazarın da kurumun da oyuncunun da önüne geçmiştir.
Bu yönden bakınca , tiyatromuz için bir kayıp olduğunu düşünüyoruz. Ama onun bu yönünün yeterince değerlendirilmediğini düşündüğümüzde söylediğimizi de hemen geri alıyoruz. Ancak Ayşe Nil Şamlıoğlu’nun tiyatrodaki “yönetim anlayışı” onun , iş yapma tutumu konusunda da bir ipucu vermiyor mu? Ufku geniş ama “dediği dedik” ,aklına koyduğunu, inandığını yapan bir yönetici ! Yönetmen olarak haklı karşılanacak bu durum, tiyatro yöneticisi profilinde nasıl durur?
Bu çözümlemeden İBB Şehir Tiyatroları’nın stratejisini anlayabilir miyiz ?
Ne olduğunun anlaşılması için -adı ne olursa olsun (atama,kabul etme,gönderme,istifa)- İBB Şehir Tiyatroları, aldığı bu kararın gerekçelerini toplumla paylaşmalıdır. Zira bu karar bir özel şirketin sahibine ait değildir. Kamu kurumlarında -genellikle olmaz ya- göreve gelen hakkında önce kamuoyu hazırlanmalıdır. Kurumun seyircileri ve de öncelikle çalışanları vicdanlarında bu kararı sindirebilmelidir. Bu önerimiz “tuhaf” bulunabilir ama en azından üstünde düşünülmeye değmez mi?
Gerçi bunu yapmamak kurumları yönetenlerin hareket kabiliyetini arttırır. Zira her açıklama ilerde yapılabilecek manevranın önünde engeldir.
Kurumun sanatsal olarak nereye doğru gitmekte olduğunu öğrenmek seyircilerin ve çalışanların haklarıdır. Gereksiz dedikoduları önlemenin yolu en azından yeni görevlendirmenin gerekçelerini açıklamaktan geçer.Bu ayni zamanda birlikte çalışmanın çerçevesini ve kurallarını ortaya koyacağı için her iki tarafa da kolaylık sağlar.Ve geçmiş kararların temize çekilmesi anlamına geleceği için de değerli bir öz eleştiridir.
“Tiyatronun Yönetimi”
Profillerine bakıldığında Ayşe Nil Şamlıoğlu ve Orhan Alkaya farklı öz geçmişleri olan kişiler.Bu farka bakarak kurumsal anlamda yapılacak yorumlar yanlış da olabilir.
Ancak kişilerin “tartılma”sından ziyade kurumsal olarak “tiyatronun yönetimi”ne bakmak daha doğru olacaktır. Ülkemizde tiyatro yönetimi , kurumsal değildir.Sorun yapısaldır. 2318 koltuğa sahip İBB Şehir Tiyatroları “Bağlı Şirket” statüsü ile yönetilemez. Yeni bir yasa ile yeniden yapılanma şarttır.
Ayşe Nil Şamlıoğlu’nun Devlet Tiyatroları’nda Genel Sekreterlik yapmış olduğunu biliyoruz. Bu yeni görevi için olumlu bir özelliktir. Ancak ülkemizde sanatın yönetilmesinde en önemli eksikliğin idari ve sanatsal yönetimin gereken organizasyonel yapıya kavuşturulmamış olmasından ve de kurumların yasal statülerinden kaynaklandığını düşünüyoruz. Bu durum Sanat Yönetmeni’nin üzerinde ağır bir yüktür ve de onun kişiliğinden bağımsız olarak işlerin yolunda gitmesinin önemli engellerinden biridir.
Aslında….
Tiyatro dünyamız, Genel Sanat Yönetmenleri’ni yıpratarak aslında kendi camialarının yıpratıldığını anlamak zorundadır.

Ödenekli tiyatrolarımız yönetim modeli üzerinde daha çok düşünmeli ve ülkemizin tiyatrosu için kişilerle kaim olmayan yeni bir modeli tartışmaya açmalı ve kısa sürede uygulamaya koymalıdır.

Sanat Yönetmen’lerimiz de görevi kabul etme ve bırakmaları gereken zamanı bilmelidir.

Melih Anık