26 Şubat 2009 Perşembe

Tiyatroda Günlük - 26 Şubat 2009

Muhsin Ertuğrul Ödülleri
Tiyatro Dünyası’nın ileti gurubunda bir ödül haberi verildi : Muhsin Ertuğrul Tiyatro Ödülleri’nin sonucu açıklanmış. Bu listeye Tuncer Cücenoğlu’dan tepki geldi.

“Ödüller eksik ve yanlış..
Örneğin en başarılı yazar ödülü'nü Mustafam Kemalim oyunuyla Tuncer Cucenoglu aldı..
O kadar çok yanlış var ki hangisi yazayım?
Üzücü ...” diyordu.

Tuncer Cücenoğlu 24 Şubat’da listeyi gönderdi.

Tuncer Cücenoğlu’nun yaptığı üç düzeltme vardı. İlk listede “En Başarılı Kadın Oyuncu” olarak gösterilen Tilbe Saran’ın ismi “En başarılı Kadın Oyuncu(dram)” şeklinde düzeltilmiş ; ilk listede unutulan “En Başarılı Yazar” ödülüne layık görülmüş Tuncer Cücenoğlu’nun adı eklenmişti. “En Başarılı Yeni Tiyatro” ise ” Tiyatro Ada “ değil “Tiyatro Adam” dı .Tuncer Cücenoğlu ödül alanların isimleri ile birlikte ait oldukları oyunların isimlerini de vermişti.

Cumhuriyet gazetesinde çıkan 25 Şubat 2009 tarihli habere göre “Yaşam Boyu Başarı Ödülü” verilen Mücap Ofluoğlu; “Tiyatroya Emek Ödülü”ne layık görülen Necla Uygur ve Yılmaz Öğüt; “Tiyatroya Destek Ödülü” verilen Küçükçekmece Belediye Başkanı Aziz Yeniay, Bahçeşehir Belediye Başkanı Kemal Aydın, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül ve Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, Tuncer Cücenoğlu’nun listesinde yoktu.

Şişli Belediyesince düzenlenen Muhsin Ertuğrul Tiyatro Ödülleri ile ilgili belediyenin internet sitesinde yapılan açıklamada ise Mücap Ofluoğlu ve “Tiyatroya Destek Ödülleri” verildiği belirtilen Belediye Başkanlarından bahsedilmiyordu.

Cumhuriyet gazetesinde ayrıca seçici kurul üyelerinin isimleri verilmişti :
“Şişli Belediye Başkan vekili Tayfun Kahyaoğlu,Orhan Alkaya,Osman Wöber,Dilek Türker,Halit Güntay ve Tuncer Cücenoğlu”

Bu ödülle ilgili olarak diğer husus, sadece “En Başarılı Özel Tiyatro” dalında birincilik, ikincilik ve üçüncülük ödüllerinin verilmiş olmasıydı. Bu, bana, liselerarası tiyatro yarışmalarında yapılan derecelendirmeyi hatırlattı.

Tiyatroda Bilet Fiyatları
Tiyatromuzun itici güçlerinden biri üniversite gençliğidir. Ev dışında sosyal yaşantısı olan bu zümre tiyatronun en yakın takipçilerindendir.
Bir başka zümre de ilgili edebiyat öğretmenlerinin yönlendirmesi ile (ödev veya başka nedenle) tiyatroya giden liseli öğrencilerdir.
Tiyatro salonunda seyirci profilinde çoğunluk kadınlardadır.Kadınlar toplumumuzun en aktif ve öğrenmeye meraklı kesimini oluşturmaktadır.
Tiyatromuzda ilgiyi ve ekonomik durumu dikkate alan bilet fiyatı saptanmasında yarar yok mudur?
Bu nedenle bilet fiyatlarının öğrencilere çok özel olarak saptanması (mesela 5TL); “Son dakika bilet” (oyun başlamadan mesela 10 dakika önce satışa sunulan bilet) gibi bir seçeneğin sunulması salonların dolmasına yardım edecektir diye düşünüyorum.
İnternetten ya da doğrudan ortak satış gibi uygulamalar gibi seçenekler de gündeme getirilebilir. Bu husus ile ilgili olarak tüm gösteriler için hizmet veren bilet satım ve dağıtım şirketlerinin katkısı da alınabilir. Öğrenci için bilet satım şirketlerine ödenecek olan hizmet masrafı (1 TL bile olsa) çok geliyor olabilir.
Hem oyuncu hem de seyirci için 2-3 sıraya oynanan oyun yerine dolu salonu hissetmek çok önemli değil midir?
(Bu kapsamda seans ve oyun seçiminin de katkısı da unutulmamalıdır.)

Özel Tiyatrolara Destek
Gazanfer Özcan’ın ölümüyle ayni konu gene gündeme geldi:
”Özel tiyatrolara daha çok destek verilmeli”
Aslına bakılacak olursa konu salt özel tiyatroların değil Türk Tiyatrosu’nun sorunudur.
Dinlediğim,okuduğum haber,yorum ve konuşmalarda somut bir çözüm önerisi yoktu.
Nasıl bir destek bekleniyor?
Bazılarının “Yıllardır söylüyoruz,usandık” dediklerini duyar gibiyim.(Bilet fiyatları üzerinde vergi çok ; salon yok ya da kiralar pahalı ; seyirci gelmiyor ; tv dizileri ; yardımlar yetersiz ve de haksız dağıtılıyor ; sponsor yok ; sanat politikası yok vb.)
Peki bunları kim düzeltecek ? Tiyatromuzun bir “yol haritası” var mı ? Tiyatrocularımız kendi içlerinde yeterince organize olmuş mu ? Kendilerini yeterince eleştiriyorlar mı ? Tiyatromuzun düşünce havuzu, birikimi kadar dolu mu ? Var olan düş gücünü ateşleyebilecek kor nerelerde ?
İşin özü, tiyatrocunun “Tiyatroya destek verilmeli” sözünde düğümlenip kalmıyor mu?
Zira bu sözün altında “Ben muhtacım ve bir şey yapamıyorum” yok mu ?
Tiyatro diğer sanat dalları gibi toplumun gelişmesini sağlayan bir kaynak. İsterseniz buna tedavi yolu da diyebilirsiniz. Bir doktor , acı diye verdiği ilacı yutmayan hastaya “Ne olursan ol” diyebilir mi ? Bu anlamda sanatçı olmanın toplumsal bir görev olduğunu hatırlıyor muyuz ?
Tiyatrocu kendi sorunlarını çözmek için cenaze törenlerini mi beklemelidir ?
Tiyatromuz “Kurtarılmaya muhtaç” görünümünden kurtulmalıdır. Toplumları sanat kurtarır. Sanatı da sanatçının kendisi…

Melih Anık

21 Şubat 2009 Cumartesi

Van Gogh - Tiyatro Gerçek / İkarus’un Uçuşu….Ya da Ateş Denizlerinden Mumdan Gemilerle Geçmek..

Hocam ne der?
Oyunu hocamdan seyretmiş olanlar ne der?
Arkadaşlarım ne der? Öğrencilerim ne der?
Uzun yıllarını tiyatroya vermiş bir oyuncu, artık kendisinin patronu olduğu tiyatronun ilk oyunundan önce yukarıdaki soruları geçirmiş midir aklından ?
Zor bir karar vermiştir !
Hele size “Hocam” diyenler de varsa.
Ama İkarus, güneşe uçmayı denemeli artık.. Düşerse denize düşer. Ama bu sefer ölüm yok…Zira o iyi bir oyuncu…
Hem olmazsa olmaz. Ne çıkar! Hep “o günün” düşü ile yaşayacağına, denersin ve görürsün.
Bu “al-ver” leri kerelerce yapmıştır içinde. Ama artık sahnede ve tek başına.. Çevresi kalabalık olsa da o yalnız.
20 yıllık bir düşü gerçekleştiriyor. Bir zamanlar asistanlık yaptığı oyunu yönetiyor ve oynuyor . Yıllardır ezberinde zaten tüm oyun.
Perde açıldığında , salonun karanlığına alıştırıyor gözlerini. Pek çok kez yaşadı bu anı. Ama şimdi farklı.
İlk replik ile geri dönüşsüz bir akışa kaptıracak kendini. Nehirler akacak, sular düşecek yükseklerden.. Yıldızlar kayacak..
Önceden kerelerce tekrarladığı sözler dudaklarının kuruluğuna yapışmıştır sanki. Nefes almak bile zordur. Korkar insan kendi sesinden bile...Ama gene de oyuncular o anı çok sever.Hiçbir şeyle karşılaştırılamaz zevk anıdır o.
Durup bakıyor salona..O an çok uzun sürebilse keşke..
Nefes, bekliyor derinlerde. Kelime olacak önce ; sonra ses gene nefes ..…
O söz, ses olup dağılınca karanlığa, tuhaf olur insan. Bu ben miyim? Tutup yakalamak ister sesini ama bir başladı mı kesilmez..Kelimeler…Kelimeler…Cümleler…
Ah! Uzasa o an..Salonu dinlese…Uzun uzun…
Bir öksürük, kapatılması unutulmuş bir telefon, bir fısıltı, koltukların çıtırtısı..…
Nabız gibi atıyor salon.. Kendi nabzı ise yok.. Ne zevkli bir heyecan var içinde..Hiç bitmese…
Sahnenin serinliği ile salonun sıcaklığı buluşuyor.
“Sevgi ekledi yüzüne..”
İşte o an, ilk nefes ilk kelimeye can veriyor.… Olgun..Yumuşak bir örtü gibi düşüyor seyircinin üstüne.
Seyircinin tek kulak olduğunu hissetti.
Şimdi arka arkaya koşuyor kelimeler.. Biraz hızlıca galiba.. Durdurulamazlarmış gibi..Yerine oturmayan bir vurgu !! Ah…Böyle planlamamıştı.
Karşıda tepede soluk ışıklı bir odada gölgeler kıpırtısız.
İlk efektin yerinde girişi ile biraz rahatlar insan..İlk ışığın değişmesi ile.. Evet yalnız değilim. Birileri var benimle ayni yürek atışında..
Sahne arkasındaki nefesi hissediyor. Dikkatlice atılsa da adımlar , bedendeki bir kasın ya da döşeme tahtasının “kalleş”(!) , ufacık ,kontrol edilmez çıtırtısı çalınır kulağına ..
Hem salonun yüreğini dinliyor,hem sahne arkasındaki hareketlerin yarattığı rüzgarı duyuyor ve Van Gogh akıyor damarlarında.
Dakikalar geçtikçe daha güveniyor artık kendine..İşler yolunda..Ama tam o anda dilin ağızda ağırlaştığı , nefesin tıkandığı o anda cümle karışır. Farkedildi mi ?
Heyecan insanı esir alır. Ne kadar tecrübeli olsan da..
Fırçalar koyduğu yerde mi ? Ya lamba? Yanacak mı o dokununca..
Perdeye düşecek mi Van Gogh’un resimleri sözlerle ayni anda?
İç sesi, iğne gibi, batmakta ..
Resim sehpasının üstündeki kamera aktaracak mı yüzümü perdeye? Belli bir açıdan bakmalı o kameraya.. Çok yaklaşmamalı, parazit yapıyordu provada..Resim sehpasını dikkatle taşı ki kamera kaymasın yerinden..
Kaç kere kontrol etti sahnedeki her şeyi oyundan önce.
Bir bir düşüyor resimleri Van Gogh’un, perdeye.. O üstüne konuşuyor. Perdeye bakmıyor ama görüyor, perdedeki ışığın sahne döşemesine,salondaki insan yüzlerine yansımasından. Söz ile resim buluşuyor..
İlk yarının sonuna bir koşuda ulaştı. Perde kapanınca kaldı bir süreliğine , öylece..
Elindekini,sırtındakini bıraktı yerlerine. Sahneden çıktı.
Kimse yaklaşmadı yanına.. Kimse bir şey sormadı, bir şey demedi. Göz göze değmedi.
Sıcak bir bardak çay sessizce beklemekteydi onu.
Ama havada sessiz bir mutluluk .. Galiba iyi gidiyor..
Düşünce yok oldu şimdi..Unuttu sanki oyunun geri kalanını..
Haber geldi : Seyirci yerine döndü.Onu bekliyor ..
Tek bir lambanın sarı ışığı ile aydınlanan sahneye girdi. Yerini aldı. Belki hafifçe başını eğdi belki elini kaldırdı “Hazırım” yerine.
Gözleri kapalı ama biliyor sahnenin karardığını. Bir kaç saniyede aklından geçirdi ilk sözleri. Perde oynadı yerinden…Nefesi girdi sahneye seyircinin.. Açtı gözlerini..
Şimdi daha sakin.. Tadına varıyor kelimelerin, akide şekerinin erimesi gibi ağızda.. Çıkan her kelimede daha emin kendinden. Sesi daha oturmuş.
Şapkanın üstündeki mumları yaktı..Şapkayı dikkatlice koydu başına…
Bir an hocanın o halini hatırladı.. En kısa zaman ne kadardır, o kadardan daha da kısa süre içinde.. Ne kadar doğaldı hoca..
Hocayı düşündüğünde, fark etti ki sesi, vurgulaması tıpkı hoca..
Artık sona doğru gidiyor. Son söz bekliyor onu . Onunla buluşacak.
Ve o son söz…
O söze ulaşmamakta direnir sanki beyin.. O da başka bir korku.. Nasıl tonlanacak? Hangi seviyede ve hangi renkte?
İşte! Son söz ! Kasılı duran beden hala çözülmüş değil.. Perde ağır ağır kapanırken alkışlar ve alkışlar ve alkışlar… “Bravo” lar… Perdenin iki ucu tam önünde kavuşana kadar birbirine, ardı ardına fotoğraf çeker gözler telaş içinde. Beyin kaydetmeye çalışır… Kaçırmamalı her bir anı ! Ama beden kaskatı..
Perde kapanır.. Birkaç saniye daha kımıldayamaz insan yerinden. Kalkmalı ayağa.. Seyirci ile buluşma zamanı.
Oyun sonu yorgunluğu, tatminsizlik olarak çöker içine.. Tebrikler yağarken, oyuncu hala sahnede yapamadıkları ile meşgul , bir sonraki gösteriye hazırlanmaya başlamıştır çoktan.
Bir başka yalnızlığa düşer insan.Tek tek takılır aklına sahnede yaşadıkları ..
“ Tempo hızlı mı ? Dekor çok mu ağır oldu? Çok mu geride kaldım ? Ya sofitadan gelen ışık? Dekorun gölgesi düştü perdeye , resimler soluklaştı. Video iyi idi.. Özellikle “Patates Yiyenler” resminde söze koşut düşen parçalar.. İyi ki buldum bunu.. Müzik nasıl da besliyor beni..Efektler yerinde girdi. Rahattım giysilerin içinde. Daha rahat olmalıyım yanan mumların süslediği şapkayı taşırken başımın üstünde. ”
Ferhat misali kendi elleriyle sıvazlıyor sırtını.
Ama bitmedi daha… Her gece yeniden yazılacak oyun..Her gece yeni baştan …
Umutla üretecek oyuncu… “Hiçbir şey harcamıyor,kendinden başka..”
Uykuyu unutur oyuncu, o ilk akşam, sabaha kadar…
Hayalinde dingin bir göl sessizliği…Hareketsiz bir kayık…Kürekler sahipsiz…
Mumdan gemileri ateş denizlerine soktu.. Saldı göklere , gönlündeki İkarus’u ..
Yanacakmış..
Olsun! Sanat böyle bir şey değil mi zaten?
Melih Anık

Not: (Bu yazı Gerçek Tiyatro’nun Hakan Gerçek tarafından oynanan tek kişilik oyunu Van Gogh’un 16 Şubat 2009 tarihindeki ilk gecesi için yazılmıştır. Belki gerçek belki bir düştür.)

17 Şubat 2009 Salı

GAZANFER ÖZCAN’I KAYBETTİK….

Gazetede bir haber: Gazanfer Özcan’ı Kaybettik….
“Tutun ellerimizden tutun da yürüyelim.Geleceğimizden yiyoruz.Yiyeceğimiz gelecek yıllar azalıyor” dedi.. Yalnızdı…
Gazanfer Özcan’ı KaybettiK….… BİZ….
“Tiyatrocu ülkemizde "...bin ton tiyatro aşkı dolu yürek ve buna karşılık yarım avuç mali güçle seyircisinin karşısına çıkar ve iki avucun birbirine çarpıp çıkardığı sesle doyar” dedi…Yanında mıydık?
Gazanfer Özcan’ı KaybettiK….…. BİZ…
Gazanfer Özcan Türk Tiyatrosu'nda Kavuklu’ydu..,Pişekar’dı..Bican Efendi'ydi… Rüstem Bey, Amberi'ydi…Tek başına…

Gazanfer Özcan’ı KaybettiK….…. BİZ…
O hep bizden birisi idi. Halkı bilirdi, tanır ve çizdiği tiplerle onlarca canı sahnede sempatik,sevecen hale getirirdi. Şefkatle kucaklar ve kucağınıza bırakırdı. Emaneti aldınız mı?

Gazanfer Özcan’ı KaybettiK….…BİZ…
Onun tiplerini tanıyınca sokakta, otobüste,trende, vapurda,sinemada yanınızda oturan insana nefret duyamazdınız. Aptallığına , bencilliğine kızamazdınız. Seyirci onu seyrederken birleşir,tek yürek olurdu. Kahkahalarını katardı birbiri üstüne. Duydunuz mu ?
Gazanfer Özcan’ı KaybettiK….… BİZ………
O ,Türk Tiyatrosu'nun zenginliği idi . Türk Tiyatrosu'nun özüydü. Farkında mısınız?
Gazanfer Özcan’ı KaybettiK….… BİZ………
Başka bir ülkede olsa, sırtta taşınır, inanılmaz payelerle onurlandırılır, heykelleri dikilir, sevgiyle kucaklanır ve adeta bir mücevher gibi gözden sakınılırdı.Bildiniz mi değerini?
Gazanfer Özcan’ı KaybettiK….… BİZ………
Ağlayalım şimdi…
BİZ’im olduğunu anladığımız anda gitti. Ya da o giderken anladık BİZ’im olduğunu..
Bu son olsun isterim…
Ama bakınca geçmişe… Korkarım olmayacak…
Ey tiyatrocular ! Ey Seyirciler ! Usta'yı omuzlarınıza alın. Çünkü o tiyatromuzun babasıdır.
Ve ….
BİZ olmak için beklemeyin ölümü!
Melih Anık

13 Şubat 2009 Cuma

Duru Tiyatro- “Bana bir Picasso Gerek”

Duru Tiyatro “Bana bir Picasso Gerek” isimli oyunu oynuyor.
Her şeyden önce Emre Kınay’ın İstanbul’a yeni bir tiyatro mekanı kazandırma gayretini alkışlamak istiyoruz. Umudumuz ve dileğimiz Emre Kınay’ın çıktığı bu yolda pişman olmamasıdır.Daha gerçekçi bir söyleyişle dileriz onu pişman etmeyiz.
Oyun 2008 Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nde En Başarılı Kadın ve Erkek Oyuncu; 2008 Sadri Alışık Tiyatro ödülleri’nde En Başarılı Kadın Oyuncu; 2008 Lions Tiyatro ödülleri’nde En Başarılı Erkek Oyuncu ve En Başarılı Dekor Tasarımı dallarında büyük ödülleri almış.
Yeni bir mekanda, ilk oyunun ödüllere boğulması iyi bir şanstır.Her zaman iyi ve güzelin takdir edilmesi bu kadar denk düşmez. Duru Tiyatro’nun bu şansı yarattığına ve de iyi yönettiğine inanıyoruz.
Oyunu Arif Akkaya yönetmiş. Kınay-Akkaya işbirliğinin başarısına , Amelie Nothomb’un bir romanından sahneye uygulanan “Kara Sohbet” İsimli oyunda daha önce tanık olmuştuk.
Sanıyoruz bu işbirliğinin başarısında her iki tiyatrocunun da disiplinli kişilikleri ve de tiyatroya olan saygıları önemli bir yer tutmaktadır.
Bu vesile ile belirtelim ki “Kara Sohbet” ,tadı damaklarda kalan bir oyundur ve mutlaka yeniden seyirci ile buluşturulması gerekir.
Oyunun Adı
İsmi orijinalinde “A Picasso” , kitap kapağında “Bir Picasso Lütfen” olan oyun Bursa Devlet Tiyatrosu’nda da ayni isimle sahnelenmiş. Oyunun tercümanı Şükran Yücel, Arif Akkaya’nın önerisi üzerine oyunun Duru Tiyatro’da “Bana bir Picasso Gerek” ismiyle oynanmasına izin vermiş. Arif Akkaya’nın önerisinin çok yerinde olduğunu düşünüyoruz.
Zorda kalmış bir insanın karşısındakinden ricası, “Bir Picasso…..Lütfen” , doğru tonlama ile oyunu anlatan bir isim olabilir. Eğer vurguları doğru yerlere koymazsanız , “Bir çay lütfen” deki anlama kaçması çok kolaydır. “Bana Bir Picasso Gerek” ise tek taraflı bir niyetin belirtilmesidir.Bir kafaya takmışlığı ima etmektedir ki oyundaki karakterin ağzına da çok yakışmaktadır. Tablo piyasasındaki koleksiyoncu jargonuna da çok uygun. Öte yandan oyun hakkında ön bilgisi olmayan bir kişi için oyun ilerledikçe anlam kazanan bir ifade olmaktadır.
Arif Akkaya’nın bu değişiklik önerisinin Şükran Yücel tarafından da kabul edilmesi iyi bir işbirliğine örnektir. Her ikisini de kutlarız.
Bu konu üzerinde duruşumuzun nedeni yönetmenin ayrıntı gibi görünen bir konuda gösterdiği titizliği anlatmak içindir.Bu titizlik oyun içinde pek çok noktada kendini göstermektedir.
Yazar
“Jeffrey Hatcher,son yıllarda oyunları en çok sahnelenen Amerika’lı oyun yazarlarından biridir. “Bir Picasso Lütfen” 2003 yılından bu yana Amerika’da en önemli tiyatrolarda en seçkin oyuncular tarafından yüzlerce kez sahnelenmiştir. 2003 Barrymore En iyi yeni Oyun Ödülü’nü kazandı.”( Şükran Yücel’in kitaptaki ön sözü)
“Sahne Güzeli” oyunun da senaristi olan Hatcher’in en dikkat çekici özelliklerinden biri zekice diyaloglarıdır. Sahne Güzeli’nde gerçekten yaşamış olan bir aktörle o yıllarda Londra’da sahneye ilk çıkan kadın olduğu pek çok yazar tarafından kabul edilen Margaret Hughes arasındaki “olası” bir ilişkiyi eğlenceli bir şekilde kurgular. “Bana Bir Picasso Gerek” de tarihsel olarak bilinen bazı olayların üstüne zekice kurgulanan kurmaca bir hikayedir.(a.g.e.)
Hatcher ayni zamanda “Casanova”(Lasse Hallstrom) “Secretary” (Steven Shainberg) “Boys Don’t Cry”(Kim Pierce) ve “Columbo” ve “E!” İsimli TV dizilerinin senaryo yazarıdır.
Oyun
Oyun, Paris’in işgal edilmesinden bir süre sonra 1941 Ekim’inde geçer.Picasso her zaman gittiği kafeden alınarak sorgulanmak üzere , Gestapo’nun mahzenine getirilir.Picasso’yu sorgulayan genç ve güzel bir kadındır.
Kadının amacı , Gestapo’nun elinde tuttuğu Picasso resimlerinden en az birinin “Gerçek Picasso” olduğunun birinci ağızdan kanıtlanmasını sağlamaktır. Kadının sevdiklerinin güvenliği bunun başarılmasına bağlıdır. Picasso için ise durum, işbirliği yapmayacak olursa, hayat memat meselesidir. Picasso resminin Gestapo tarafından yoz sanat örneği olarak yakılacağını anlayınca işbirliğini reddeder. İki kişi arasında oyun boyunca devam eden bir psikolojik savaş başlar. Oyun iki kişi arasındaki incelikli bir tahtıravalli dengesine döner.(a.g.e den özet)
Gestapo ve Picasso hakkında kabul gören anlayış(tarihi gerçekler) bu oyundaki tezin önündeki en büyük engeldir. Zira Gestapo kötü bir iş yapmak için mutlaka birinci ağzın tanıklığına ihtiyaç duyacak , kendini tarihe karşı hesap vermek durumunda sayan bir teşkilat değildir. Picasso da sanatın baş vermez savaşçısı olarak çok da inandırıcı durmamaktadır.
Picasso
Picasso 1 ve 2. Dünya Savaşları ile İspanya İç Savaşlarında bir tarafı tutmayı reddetmiştir.Çağdaşları tarafından bu pasifist tavır onun prensiplerden ziyade korkaklığı ile anlatılmak istenmiştir.The New Yorker onu,arkadaşları ölürken oturan bir korkak olarak tanımlamıştır.
Öte yandan Franco ve Faşistlere karşı eline silah almamış bile olsa onlara olan öfkesini açıkça ifade etmiş; Katalan bağımsızlık mücadelesinde de taraf olanlar ile dostça bir yakınlık içinde olmuştur.
Eşlerinden biri olan Francoise Gilot tanıdığı en despot, en hükmedici, en kaprisli ve en sadakatsiz adamla 10 yıl niye yaşadığını anlayamadığını yazar. "Kadınlar paspas gibidir" diyen ve paspas gibi kullanan Picasso feministlerin gazabına uğramamıştır.
Picasso resimlerine çok bağlıdır, bazen yüzbinlerce dolar ödemeye hazır galeri sahiplerini eli boş yollar. Sevdiği eserleri satınca huzursuz olur, hiç yoktan kendini hırpalar.
Alkollüyken eli açılır, resimlerini masa arkadaşlarına dağıtır. İşte böyle bir karambolde tablo kapan bir uyanık, eseri satmaya kalkınca üzerinde imza olmadığını fark eder ve tekrar Picasso'ya koşar. Usta imza koymak yerine "bu sahte" der, topu taca atar. Adam kıvranmaya başlar, "ama nasıl olur? Filanca gün, filancanın yanında, siz, şahsen, bizzat..."-Ne yani... Bir sürü taklitçi sahte Picasso yapıyor, ben yapamaz mıyım?(“İz Bırakanlar”-Ahmet Sırrı Arvas)
Marina Picasso, yüzyılımızın dahi ressamı Picasso'nun torunudur. Torun Picasso, anılarını "Picasso, mi abuelo / Dedem Picasso" başlığıyla İspanya'da yayımladı. "Onun öldüğüne inanamadım. Sanki sonsuza kadar bir kâbus olarak hayatımda yer alacaktı. Dedeme tapıyorum, ama ondan ölesiye de nefret ediyorum" diyen Marina, dedesinin ne kadar egoist, narsist ve zalim olduğunu da anlatıyor.
Picasso'nun çevresindeki insanlara değer vermediğinin, yalnızca sanatını önemsediğinin, hatta babasını sürekli aşağıladığının altını çizen torun Marina, dedesinin "aşk"la ilişkisi üzerine de şunları yazıyor: "Bir sanatçı olarak âşık olmuş olabilir, ama bir erkek olarak asla! Kadınlara değer vermediği için hep terk edildi. Resme harcadığı zaman, onun için her şeyden daha önemliydi."
Oyundaki Yorum
Oyunun metninde anlatılan Gestapo ve Picasso, inceliği olmayan bir yönetim elinde, gerçek kimlikleri vurgulanarak verilmiş olsaydı taraflar ve de olay onların kimliklerinde kemikleştirilmiş (sıkıştırılmış) gibi olurdu.
Arif Akkaya’nın incelikli yorumu bu tehlikeyi ortadan kaldırmış ve iki iyi oyuncunun da katkıları ile oyunu , seyirciye bu boyutu (Sanat ve düşmanları) ile genişleterek ulaştırmayı başarmış.
Oyun, her iki tarafı da tarihsel tanımlamaları dışında birer ideal figür olarak kullanmayı seçmiştir. Oyun, Gestapo’nun kimliğinde, elindeki gücü sınır tanımayacak şekilde kullanan taraf ile Picasso kimliğinde , onun karşısında ezilmeyecek olan sanat arasındaki mücadele olarak verilmiştir.
Oyunda her iki taraf arasında denge oyunundaki git- gel’ler yaşanmaktadır.
Kadın önce hükmedicidir,sonra rahatlar.. Picasso başta tedirgin sonra hükmedendir.
Oyunun ana dengesi, kadının “Gerçek Picasso”yu araması ile eserinin yakılacağını öğrenen Picasso’nun diretmesi üstüne kurgulanmıştır. Bu mükemmel bir denge ve akıl oyununu oluşturur. Ancak bu denge, kadının Picasso tarafından hemen orada yapılmış ve kimsenin gerçekliğinden şüphe edemeyeceği resmin kadının eline verilmesi noktasında bitirilse amaca daha da ulaşılmış olurdu kanısındayız. Zira o noktadan sonraki diyaloglar oyunu kişiselleştirmeye başlamaktadır ve oyun “climax”ında(doruk) değil tansiyonun düşüşü ile tamamlanmaktadır. Oysa önerdiğimiz noktada bitirilse karar seyirciye bırakılmış , seyirciye üzerinde düşüneceği bir soru verilmiş olurdu.
Bu sonun, oyuncuların yorumlarına başka bir boyut getireceğini düşünüyoruz.
Metnin aslına bağlı kalmayı tercih eden bir yönetmen için tercih yapmak son derece zordur.
Her tiyatro oyunu bir orkestra performansına benzer.Orkestradan farklı olarak tiyatroda sessiz enstrümanlar vardır.Tiyatroda eser yönetmen,oyuncu,kostüm,dekor,müzik vb ögelerin uyum içinde “ses”(?) vermeleri ile bir anlam kazanır.Galiba bu oyun, orkestrasyonda bütünlüğe en çok yaklaşan bir performansı ortaya koyduğu için başarılıdır.
Oyun Mekanı
Mekan, eserde anlatılana çok uygundur.Çevre tasarımı da işlevseldir. Ancak mekan kullanımı üzerine birkaç hususun tartışılması gerekir diye düşünüyoruz.
Seyirci atmosferin içine doğru alınmaktadır. Sanki oyunun bir parçasıdır. Duygusal olarak birazdan başlayacak oyunun ruhu aktarılmak istenmiştir. Bu tür hazırlanmış ortamlar seyirciyi duygusal olarak taraf tutmaya zorlar. Aklın kontrolü bir süreliğine durur. Bu bazı seyirciye “orijinal” gelebilir; bazı seyirci için eğlencelidir, bazıları içinse kaotik olabilir. Zira mekan bizi değiştirir.
İyi ki, Arif Akkaya bu uygulamayı uzun tutmamış,oyun başlar başlamaz fondan verilen müzik bu algılamayı kırmış.
Bu satırların yazarı 1970 lerde Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları tarafından denenen ve cezaevi müdürünün karşısında suçlarını(?) itiraf ederek hapishane koğuşuna konulan seyirciler ile yapılan bir oyunu(“Akşam Erken İner Hapishaneye”) hatırlamaktadır. Belki de Türkiye tiyatrosunda “ilk”lerden biri olan bu denemede, psikolojik olarak sıkıntıya düşen bazı seyirciler oyundan bir an önce çıkmak istemişler; bazıları suçlarından utanmış(?) oyun sonunda “tahliye” edilirlerken “havaya girip” af dilemişlerdir.
“Deneme” adına yapılan uygulamaların sonuçlarının daha iyi irdelenmesi ve de bu oyunda önceden mutlaka düşünülmüş olduğuna inanmış olmakla beraber dikkatle kullanılması (önceden seyirciyi uyarı dahil) gerektiğini düşünüyoruz.
Oyunculuk
Her iki oyuncunun yönetim disiplinine bağlılığı gözden kaçmayacak kadar açıktır. Oyun süresince önceden belirlenmiş anlarda yapacakları bellidir ve oyuncular bunu rastlantıya bırakmamaktadırlar.
Sezai Altekin’in tecrübeden gelen sanki kolaymış gibi gelen oyunculuğu ; Ayça Bingöl’ün masa üzerindeki her şeyi hastalıklı bir titizlikle düzgün tutma takıntısı ile verdiği sahneler unutulacak gibi değil.
Başlangıçtaki kendilerinden emin gibi görünen iki karakterin aslında içlerinde yaşattıkları tedirginliği bu dozda vermeleri kolayca başarılacak bir oyunculuk değil.
Tüm oyun boyunca “Ben bir Picasso’yum” duruşundaki karakterin bir sahnede,kadının elindeki resmin peşinden koşmasını yadırgadık. Bir de zaman zaman kontrolden çıkan seslerini kontrol etseler diye geçirdik içimizden. Oyunun finalindeki karakterlerin davranışlarını ise eserin orijinalinin bir zorlaması olması nedeniyle oyunculara bağlamadık.
Bu arada, seyirciyi karşılayan ve de ara sıra birkaç kelimeyle oyuna dahil olan görevlilerden, sınırlı birkaç kelime “Einen Problem?” ,”Stop” dışında daha uzun cümleler kurabilmeleri beklendiğini belirtmek isteriz. Aksi durum, oyunun gerilimine olumsuz etki yapmaktadır.

Picasso :‘‘Hepimiz biliriz ki sanat gerçeklik değildir. Sanat bize gerçekliği, en azından bize anlamak için verilen gerçekliği kabul ettiren yalandır. Sanatçı başkalarını yalanlarının doğruluğuna inandırmanın yolunu bulmalıdır’ diyor.’ Oyun sanki bu sözleri ana eksenine almıştır.
“Bana Bir Picasso Gerek” iyi ve dürüst bir oyun. Görmelisiniz.
Melih Anık

9 Şubat 2009 Pazartesi

Tiyatro Pera-“Rahat Yaşamaya Övgü”-(Eski bir Brecht’çi ve solcudan rahat yaşamaya övgü…)

“70’li yılların Brecht’i ile yetiştik biz.
Bize çözüm gibi görünmüştü : Epik tiyatro ile kurtulacaktı toplum ; tiyatro salonları, devrimin başladığı yerdi bizim zamanımızda.
Salonlardaki sloganları , ateşi unutmak mümkün değil. ” Ana” oyunundan sonra nasıl da taşmıştık salondan Beyoğlu’na, sloganlarla ...
Resimlerdeki Brecht gülmezdi. Ciddi bir adamdı. Devrim de ciddi bir iştir. Dalgaya gelmez.
Yönetmenler “Epik olacağım” diye , oyuncular “Yabancılaşacağım” diye olmaz şeyler yaptılar. Tiyatronun eğlendirerek bir şeyler yapabileceği unutulmuştu bir ara.
O tiyatroculardan reklamcılar çıktı. Sanat Yönetmenleri , Mehtere caz çaldıranlar çıktı.
Daha ılımlılar şimdi , yine solcular solcu olmasına.. Gene “epik”ten yanalar. Senaryolar yazdılar. İnsani temalar keşfettiler...Kolay mı? Brecht sinmişti ruhlarına !
Nazım Hikmet’in şiiri sahnelenmez diye esip gürleyip altı ay dolmadan kendi tiyatrolarında Nazım Hikmet şiirlerini oyunlaştırdılar. Başkası yapınca “olmayan” onlar yapınca “oldu”(!).
Şimdi Brecht yeniden gündemde… Fena mı?
Oyundan önce yönetmenin yazısını okudum:
“Nasıl oluyor da yarım yüzyıl öncesi bir yazarın kaleminden çıkmış olan yapıtlar,günümüz dünyası sorunlarıyla böylesine güzel ve şaşırtıcı bir biçimde örtüşebiliyor ? Sorunlar mı değişmedi? Yoksa insanlık tarihi kendini yineleyen bir kader dizgesi mi?”
Düşündüm : Belki de konuyu açmak için soruyor? Ya da düşündürtmek için seyirciyi. Dikkat çekmek için yani!
“Tiyatro Pera’da sahnelenen her oyun söylenmesi gerekli “söz”ün önderliğinde yeni bir estetik arayışını da birlikte getirir.Savaş,faşizm ve çarpık ahlak dayatması temaları çerçevesinde Brecht’in oyunlarından ve “Faşizm Üzerine Yazılar” dan yaptığım bir seçki bu kez bizi kabare dünyasının ışıltılı estetiği ile buluşturdu.”
Belli ki biliyor söylenmesi gereken “söz”ü !
Oyunun ilk dakikalarında galiba eski bir alışkanlıkla, oyuna o gözle bakmaya başladım. Söylenmesi gerekli “Söz” ne? Ne söyleniyor nereye bağlanacak ?
Oyun başladı.. “Epik” sandım , salona geç girenleri…
Sahnede ise çoğu tarihi yaşamamış gençler… Bir ustanın çevresinde.
Sözler dudaklara yabancı, gençler tarihe.. “Rol olsun” diye düşüyor havaya söz..Ama henüz “Gerekli söz” çıkmadı ağızlardan!
Bu gece gene Beyoğlu’na taşılacak mı?
Çevreme baktım. Öyle bir telaş yok. Ben de ,salıverdim kendimi.Oyun, ”Rahat Yaşamaya Övgü” ya!
Oh..Ne güzel şarkıları şu Brecht’in..Ne de güzel söylemiş yahu! Hala yeni gibi her söylediği. Ama eskisi kadar neden dokunmuyor bana?
Ne de güzel icra ediyor sahnedeki oyuncular.
Oyuncular “yabancı”laşmış mı? Boşver…! Hepimiz yabancı olmadık mı içinde yaşadığımız topluma?
Güzel kız..Oyunu da iyi…Ne de güzel söyledi şarkıyı..
Şu çocuk.. İyi vurgulamadı ama ne gam !
Bu oyunlar hep böyledir. Önce bir giriş…Genel bir mesaj..Seyirci “hazırlanacak”!
Dokundurdular hafifçe şimdiki zamana… Ne dediler sahi? “Söz” hala yok ortalarda…
Ama müzik iyi. İyi sesler var içlerinde. Bir de iyiniyetliler hepsi..
Sunucu dedi ki: “Gidelim bir eski zamana” .
İşte Schweyk- Kupa meyhanesi’nde.. Bizim de meyhanelerimiz vardı o günlerde.
Oyun Schweyk ile başladı.Tutuklandı Schweyk..
İkinci sahne Sibirya yollarında.
Arkasında bir şeylere sarınmış adamlar..Dağ mı oldular ne?
Eski teknik sahnede.. Bizde sahne tekniği de gelişmedi canım..Plastik de yok,estetik de..
Birden geçtik Arturo Ui’ye… Çete lideri Ui’nin yükselişi.. Hitler de böyle yükselmişti . Neden tarihteki bazı olaylar benziyor birbirine ?
Tarih tekerrür edermiş. İlk seferde trajik olan şeyler tekrarında komediye dönüşür demiş biri.. Kim? Aman kim demişse demiş! Şimdi benim durumum komedi.
İlk yarı sonu geliyor.. Sahne toparlanacak. Bir özet yani…”Format” böyle… Ders alacak seyirci…
“Aramızdan çıktı bu kanlı kasap-onu biz besledik bu nasıl hesap?
Gözünü aç dostum bu böyle gitmez.
Görmek öğretir yalnız bakmak yetmez”
Böyle geçti ilk yarı, 1 saat 15 dakika..
Aklımda kalan: Hitler ve Arturo Ui … Hatırladım ! Ayni adamlar aslında..
Dersimizi de aldık..Şimdi çay içmeye..
İkinci yarı başka bir oyun. Üç Kuruşluk Opera..
Gene bir “hazırlayıcı” giriş…
Üç Kuruşluk Opera’dan bir şarkı…İçimi ısıttı bir anda..
İkinci yarıyı daha önceden de çalışmışlar galiba. İlk yarıdan daha iyi oynanıyor. Daha başarılı herkes. Herkes daha epik,daha Brecht’yen…
Yoksa ben mi alıştım,saldım ya kendimi..
Tüm yarı ayni oyun..Arada bir hatırlatma yapılsa da ilk yarıya.
Hitler, Arturo Ui… Şimdi de Mac ve Peachum... Polis Şefi Brown..
Hepsini benzettim birbirine…
Polly ne renkli yorumlanıyor! Tarihteki tüm Polly’ler gibi..
Şimdi daha renkli ve keyifli..Takmadım aklımı savaşa,kapitalizme falan..Onlar orada söyledi ben baktım buradan..Şarkılar da güzeldi ..Eğlenceli bir akşam oldu ne yalan söyleyeyim.Eski duygularım canlanacak gibi oldu.Ama arkadaşlar yok ki yanımda…Yalnız kaldım zamanla..
Son şarkı ve 1 saat 15 dakika..
30000 TL yardım almış bu oyun..Neye yeter bu zamanda? Görünen, yetmemiş de..
Ben eski solcu, Brecht’çi.. Sevindim gençler adına.
Neydi öyle 3 saat arasız Brecht oyunları bizim gençliğimizde? Damarlarımız fırlardı yerinden.... Şimdi fragmanı veriyorlar. “Best of Brecht” yapmışlar… 3 saatte Brecht..Meraklıysan gider okursun sonradan……..Gerçi bu da yeter ya konuşman için arkadaşlar arasında..
Bir eksik var gene de.. Şöyle bir iki kadeh “sakinleştirici” oyun sırasında.. Kabare ya…
Çok başarılı idi Ezgi Kasapoğlu şarkılarda..
Levent Öktem, adayımızdır her ödüle..Onu, “Müzikal Oyun” dalına koyarlar..Şarkı söylüyor ya..
Linda Çandır da umut veriyor bayağı.. O da yardımcıya aday olur, daha genç ya..
“İnsan ne ile yaşar?” dedi son şarkı..
“Kötülükle” yaşarmış..Oldu mu ya!
Döndük evimize..Düşündük : Neydi “Söylenmesi gerekli söz?”
Kraliçenin habercisi belli ki gelemeyecek! Gerekli söz de …
Nerde kaldı “Rahat Yaşamaya Övgü” ?
Şuna bakarım : Sokak ne kadar gerçek ? Sahne ne kadar “ayna”?
Yoksa daha mı öndedir sokakta akan hayat?
İmza:
Eski bir Brecht'çi ve solcu ”

Nakleden:Melih Anık