28 Şubat 2010 Pazar

Çocuk Tiyatrosu - Şahmeran (Gülşah Gülebenzer)- İ.B.B. Şehir Tiyatroları

Kesin hatırlamıyorum ama galiba 20 yıldan sonra bir çocuk tiyatrosu oyununa gittim.
Beni cezbeden oyuna ait gördüğüm fotoğraflardı . Sahne tasarımı , oyuncuların yüzlerinden yansıyan ışık ve özellikle de kostümler ,masklar .
Sahne ve kostüm tasarımının Feyza Zeybek’e ait olduğunu görünce ilgim daha da arttı.
İnternetten bilet aldığım sırada salonun yarıdan fazlası boştu. Üzüldüm. Ama oyun günü salon doluydu. Tabi ki her çocuğun yanında en az bir veli vardı . Çocuklar 5-12 yaş arasında idi. (Tiyatro merakı bu yaşlarda başlıyor ..Ve bitiyor.)
Bizim çocukluğumuzda bu kadar çok çocuk tiyatrosu yoktu .
Kızımızın büyüme çağlarında her hafta bir gösteri planı yapmaya çalıştık. Nerede tiyatro varsa koştuk. Programları izledik . O zamanlar internet de yoktu.
Oyundan önce konuştuğum bir anne,oyunları internetten takip ettiğini ve konusunu okuyarak seçim yaptığını söyledi . Anne oğul ellerindeki programa bakarak kendi programlarını yapıyorlardı.
İ.B.B. Şehir Tiyatroları , oyunların afişinde yaş belirtiyor. Bu bir öneri ve yönlendirme niteliğinde. Ama ben sağlıklı yapıldığına emin değilim. Örneğin Şahmeran oyunu için “7-77” yazılmış. Belki yapılan ima konu yönündendir. Zira oynanış ve yorum salondaki çocukları hedef alıyordu.
Çocuk tiyatrolarındaki çocuğa yönelik oynayış şekli beni rahatsız etmiştir. Oyuncu “agucuk” yapmaya başlayınca ben kaçmak isterim. Bunun metnin eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Çocuk oyunu yazmak ,sahnelemek zordur. Yanlış yapma lüksünüz yoktur. Zira karşınızda yüzlerce “kayıt cihazı” her yaptığınızı kaydetmeye hazır beklemektedir . Yetişkin aldırmaz , unutur ama çocuk unutmaz ve de hayatı boyunca bir iz taşır. O nedenle çocuk oyunu sağlam bir hikayeye sahip olmalı ve çocuklara sunulurken uzmanlardan yardım alınmalıdır.
Türkiye ve dünya edebiyatında klasikleşmiş hikayelerin , roman ve oyunların belli bir değerlendirmeden geçirildikten sonra “kısaltılmış” versiyonlarını sahneye çocuklar için uyarlamak yararlı bir çaba olur kanaatindeyim. Örneğin büyükler için Romeo ve Jüliet sahnelenirken onun çocuk versiyonu neden yapılmasın? Bu tür girişimler çocuğun okuma merakını arttırmaya yönelik olmalıdır, tembellikle “film/oyun olsun da izlesem” gibi bir alışkanlığı körüklemek için değil.
Ama her zaman, dünyaca kabul edilmiş bazı çocuk klasiklerinin bile önce aileler tarafından dikkatle incelenerek çocuğun eline verilmesinden yanayım.
Sponsor
Aslına bakarsanız çocuk tiyatrosu kolaylıkla sponsor bulabilecek bir sektördür. Ama önemli olan sponsoru yönetebilmektir. Bunun için de yönetecek olanın , iyi organize olması ve ne yaptığını bilmesi ve de saygı duyulacak bir ekipten oluşması gerekir. Ülkemizde bunun ne zor bir çaba olduğunu biliyorum ama çocuklarımızın geleceğini aydınlatmak için bu çaba gösterilmek zorundadır.
İyi kullanılırsa sponsor yararlı olur. Bence doğru kullanım ,oyun başına değil çocuk tiyatrosu genelinde olandır. Şekerleme,sakız , bisküit ,süt,mama , kitap , müzik vb konularda kullanılacak sponsorları ilan ederseniz biz tüketiciler de tiyatroya yaptıkları katkı nedeniyle onları tercih ederiz. Belki bu birbirini kışkırtan bir çaba olur ve onlar tiyatroya destek verirken tiyatro da onlara destek verir.
Çocuk Tiyatrosunda Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar
Dans ve müzik çocuk oyunlarının olmazsa olmazıdır.
Şahmeran’ın dansları sıradan. Oyuncular ve koreograf (Özge Midilli Aşar) çok iyi biliyor da yorulmamak mı istiyorlar ?
Müzik(Nurettin Özşuca) ise bana Süper Baba’yı hatırlattı.
Kesin olan bir şey varsa Şahmeran’a (dönem ve içerik olarak) özel değil her ikisi de.
Şahmeran’ın yüz akı olan tarafı sahne ve kostüm tasarımı.(Feyza Zeybek) (Kuyu hoş bir buluş. Yılanın kuyruğunun kullanışlı bir tasarım olduğunu söyleyemem.) Ama sahne ve kostüm , ışığın yetersizliği nedeniyle yeterli şekilde vurgulanamıyor. Özellikle sahne önünde yanlardan gelen ışık, oyuncuların yüzünde karanlık gölgelere neden oluyor. Bazı sahneler ise karanlık. Oysa ışık (Mustafa Türkoğlu) “büyülü” olmak zorunda.
Broşür yetersiz.(İngilizcesi neden yok(?) ) Çocuklar, dağıtılan tek sayfaya bile nasıl sahip çıkıyorlar. İçinde bilgi (söylence,tarih vb) ,bolca resim olan kitapçıklar hazırlanmalı.
Çocuk , gördüğünü sahnede bekler. Eğer broşürde , afişte o kuyruğu gösteriyorsanız o kuyruk sahnede de olmak zorundadır.(Afiş salt çocuk tiyatrosunun sorunu değil. Nerede Mengü Ertel’ler?)
Salonda oturma düzeni çocuklar için uygun değil. Hala sahneyi görememe endişesi var. “Evrensel çözüm” devrede hala. Paltolar kıvrılıp ya da koltuk dik tutulup üstüne oturuluyor. Aslına bakarsanız çocuk tiyatrosu mekansal olarak da özel olmak zorundadır. En kolayı boş mekandır. Ama biletleri numarasız satmak ve salona girenlere , çocukların öndeki sıralara , velilerin ise arka sıralara oturtulacağını söylemek geçici bir çözüm olabilir. (Velisinden ayrılamayan çocuk ise velisinin yanında oturur.)
Çocuklar fotoğraf çektirmek ister. Hiç değilse fuayede oyuncularla , olmazsa önünde ya da başlarını sokarak içinde fotoğraf çektirebilecekleri panolar hazırlanmalıdır.
Promosyon yararlı olabilir. Dağıtılacak karton karakterler , küçük bir aksesuvar, onlar için tiyatroyu bir şenlik haline getirecek ve bir daha gelme isteğini yaratacaktır.
Oyuncuların çocuklar arasında olması ,onlarla yapılacak oyun öncesi sohbetler ve oyun sonunda uğurlamalar yararlıdır.
Her şeye rağmen Şahmeran(Yöneten: Semah Tuğsel) , bana çocuklar için uygun bir masal gibi geldi. Kendi çocuğumu götürürüm.
İ.B.B. Şehir Tiyatroları Çocuk Tiyatrosu
Ülkemizde 13-18 yaş arası hazırlık kursları ve sınavlar ile geçiyor. O sınavlar öncesi çocukları ruhen hazırlayacak ve izi tüm hayata yayılacak bir dönemi etkiler çocuk tiyatrosu. Bence çocuk tiyatrosu , genç tiyatrodan daha önemlidir.
Benim ilk denemem , ilkokulda Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan bir tiyatrocunun yönetiminde sahnelenen bir oyundur. Sahnede yaşadığım deneyimin , hayatıma olan katkısının önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu konu ile ilgili olarak özellikle ödenekli tiyatrolarımızın görevi daha da büyüktür.
İ.B.B.Şehir Tiyatroları’nda alt yapısı ve organizasyonu(kadrosu vb) ile yeterli bir çocuk tiyatrosu birimi olmadığı görülüyor. Ama “oldurmaya çalışıyorlar mı” kuşkudayım.
Her şeyden önce çocuk tiyatrosu kadrosu ayrı olmalıdır. Şahmeran’daki oyuncuların gayretlerini takdir ediyorum ama ayni anda sezon oyunlarında da görev alan oyuncuların yüzlerinden yansıyan “zorunlu ve karşılığı alınamayan fazla mesai” anlayışını okumamak mümkün değil .
İ.B.B. Şehir Tiyatroları’nın Genç Tiyatro’dan önce bir çocuk tiyatrosu organizasyonuna ve binasına ve de özel çabaya ihtiyaç var.
Yöneticiler , dünyada çocukların hayal güçlerine seslenen ne kadar çok tiyatro olduğunu biliyorlardır mutlaka. Onlarla iş birliğini neden denemezler?
İ.B.B. Şehir Tiyatroları’nda görünen, çocuk tiyatrosunun ,"Var mı VAR” anlayışı ile yapıldığıdır.
(Her salon yerinden yönetilmeye başlanabilir örneğin. Özerkliğe de yararı olur)
Ey Büyükler! Siz de ara sıra çocuk oyununa gidin.
Göreceksiniz ki orada giyim kuşam, politika , sınıf , köken vb nin önemi yok. Tüm çocuklar kardeş.
Karanlığın içinden ,sahnedeki oyuncunun “ Duyduk duymadık demeyin!” çağrısına gelen “DUUYYDUUUKKK!” ve “Dostunuzu düşmanınızı iyi seçersiniz değil mi?” sorusuna gelen “Eeeevvvvveeetttt…” deki içtenliğin sımsıcak sesini duyun .. Duyun da hayatınızı cendere içine almış olaylardan kurtularak göz pınarlarınızda süzülmeye hazır göz yaşınızı ve kalbinizden akan sıcaklığı hissedin . Belki o zaman bir şeyleri değiştirmek için gereken potansiyelin ve de gücün sizde olduğunu da hatırlarsınız.
Melih Anık

22 Şubat 2010 Pazartesi

“Salyangoz Tüccarı” Romen’den Bakhalar… İ.B.B. Şehir Tiyatroları.. Ve “Çağlar”..

Oyunu yeni inşa edilen Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde seyrettim.
Oyuna geçmeden Kongre Vadisi hakkında bir öneri yapmak istiyorum.
Cemil Topuzlu, Lütfi Kırdar, Cemal Reşit Rey , Muhsin Ertuğrul… Kongre Vadisi’nin sahipleri.. Bu alanda bir başka yapı daha var. Onun üstünde İstanbul Kongre Merkezi yazıyor. Bence “Ö.Lütfi Akad” yazmalı . Kongre ve Sanat Merkezi de o alanı tanımlayan üst başlık olmalı . Onun da “İstanbul” olmaması daha doğru geliyor bana . Zira İstanbul , bu merkez gibi birkaç merkeze daha ihtiyaç duyacak kadar geniş bir metropol .
“Gene” , “İşhanı müteahhitlerinin” eseri olmuş Muhsin Ertuğrul Sahnesi ! Yazık !
(Not: Kar yağdı. Meydandaki tüm karolar kabardı. Ekipler kazıya başladı yeniden. ( 12 Şubat 2010) Kongre Vadisi “kangren” oldu! Daha dün bir bugün iki. Bir inşaat mühendisi olarak ben utanıyorum . Ama bu “tiyatrosuz”lukta , daha çok bekleyeceğiz anlaşılan.)
Bakhalar ile İlgili Kişisel Tarihim
Kongre Vadisinde yeni yapılan Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde seyrettiğim ilk oyun oldu Bakhalar. 1965 de seyretmişim ilk kez. Sabahattin Eyüboğlu’nun tercümesi(1944) ve Güngör Dilmen’in rejisi ile. Rol dağılımında oyunun isminin altında “Tragedya” yazıyor. Türk Tiyatrosu(364) dergisi’ndeki resim de klasik tragedya anlayışını yansıtıyor. 40 yıl sonraki ile karşılaştırdığınızda, zaman içinde anlayışın, nasıl değiştiğini görüyorsunuz . Daha doğrusu bu kez ,Thebai’deki depremin altından çıkmaya uğraşıyorsunuz.
Yazı yazmak zaten dikkat isteyen iş . Ama “Orada kimse var mı?” çığlıklarına cevap vermenin yarattığı zorlukları da dikkate alırsak bu yazı ayrı bir titizlik gerektiriyor.
Bakhaları beğenmedim derseniz bir kısım “anlamadığını anlamlandırmaya meraklı tiyatro uleması” tarafından çağdaş(?) yorumu anlamamakla ; beğendim derseniz “manevi değerlerimize saygısızlık”la ; oyundaki metaforları ucuz ve sıradan bulsanız “kendini bu kadar övme , ukalalık etme” ile ; saçmalamış derseniz “kendinde bu hakkı nerden buluyorsun”la “ödüllendirileceğinizi”(?) bilmeniz gerek. O nedenle söyleneceklere kafayı takmadan “düşünceler”i yazmalı.
Bakhalar’ın özeti şu:
Tanrılaştırılmış Dionisos, kültünü kabul etmeyen Pentheus ‘u , çılgına çevirdiği annesine parçalatarak cezalandırır.
Sahnedeki Bakhalar- Trajedi Adıyla CİNAYET
Ama sahnedeki, ilkbaharda filizlere su yürüyünce tomurcuklarda olan Dionisos değil , üzüm gibi ezilip damarlarda dolaşan da değil .
Trakya Dionisos’u yaşlı ve sakallı; Helen Dionisos’u ise saçları omuzlarına dökülen güzel bir delikanlı imiş. Salyangoz tüccarınınki karanlık yer altı dünyasının büyük tanrısı Persephon’a daha yakın. Mafya babası gibi..Ama bu kucakta taşınanı… Felçli Marlon Brando… Bu “Altıncı Dionisos…”
Ya yüz yılların “kör kahin”i Teresias?
Salyangoz tüccarının hışmına uğramış Teresias , Hera’ya bile razı olacak durumda.( Memelerini Apollinaire almış)
Harlem sokaklarında müzik setini kulaklarına yakın taşıyarak dans ederek yürüyen bir zenci bu Teresias… (Biz, kendisini izne gelen Alamancıya benzetiriz olsa olsa.)
Özgün olanı kör bir kahin. Salyangoz tüccarınınki “açık-göz” !
Belki müridlerine toz satan çağdaş bir yoldan çıkarıcı..Belki de her toplumda bulunanından , din simsarı..
Metinde Teresias “malumun ilanını” yapar. Oyunda ise “malumun cazgırı” gibi. Oyun sonunda da kucağa alınıp (Dionisos’a) “benzetiliyor”.
Dionisos müridleri Bakhalar , borsalino şapkaları ,uzun siyah paltoları ve “dumanaltı”ları ile bir Hollywood filminin müzikal yıldızları mıdır?
Bakhalar , Dionizos’un çevresinde gezip onun törenlerini kutlayan özgür ve esrik kadınlardır. Mainad’lar ise Bakha’ların en çılgın ve azgın olanlarıdır. Rol dağılımındaki “Rahibeler”, salyangoz tüccarının “kerameti”….
Euripides Mainad’ları anlatır ama salyangoz tüccarı , gösterir ; oyunu onların çılgınlıkları ile doldurur.
Tabi bu arada olan dede Kadmos’a olur. Dionisos’un tanrı kabul edilmesi annesi Semele’yi de tanrı doğuran olarak kutsayacaktır . Ve bu iz , dede Kadmos’a kadar kutsallık zincirinin devamını sağlayacaktı ama Kadmos “kadro dışı”.
Salyangoz tüccarı önce Kadmos’u “yok” etmiş . Torun Pentheus da “yenilmiş”.
Bu Euripides’in değil salyangoz tüccarının post-modern Bakhalar’ı… “YERSEN!”
Rol dağılımındaki “Pentheus’un Adamları ve Dionisos’un Rahipleri” de durumu özetliyor ya!
Ya o önü tellerle seyirciye kapatılmış sahne? Müridler o “azgınlıkla” Allah muhafaza , seyirciye saldırmasınlar diyedir. Tersi olacak değil ya!
Bir an için West Side Story’nin sokak serserileri fırlayıp arka ceplerinden ustura, falçata Allah ne verdiyse çıkarıp birbirlerine dalacaklar demişsem de onların işlerini, dişleriyle gördüklerini anlayınca gerildim biraz.
Kaoday Tapınağının “tek gözü üstünüzde” Tanrısı önünde secde eden renkli apoletlerin toz bulutu içinde yıkanan versiyonu mu bu yoldan çıkmışlar?
Kimi zaman Asya kimi zaman Balkanlarda dolaşan ve bir anda “dünyanın stratejik ortağı” Amerika’da bir caz kulübünün karanlık dehlizlerine düşen ama bir yerden bir yere geçerken asıl uğraması gereken toprakları es geçen müziksel çağrışımların, kulaklardan içeri akarak en el değmemiş damar uçlarınızı tahrik edercesine , dna’nızı tebdil edercesine ve sizi içmeden sersem edercesine yankılanmalarından dolayı sahneden geçen koyunları ,domuz sanmış olabilirsiniz.
Ve belki de o yüzden sahnedeki 8 adet kürtaj masasından birinde Pentheüs’ün beyaz çarşaf altında Dionisos tarafından kanlı kanlı yenmesi de sizin uydurduğunuz bir hayaldir.
8 adet kürtaj masasındaki Menaidlerden doğan aslında onları doğuranın yeni versiyonu mu?
80 dakika süren gösterinin İlk 40 dakikasında , salyangoz tüccarının , kendi bilgeliğine şaşıp şaşıp kalarak , Anadolu’daki deyimiyle “sonradan görmeler” gibi tüm birikimlerini uysa uymasa da sahneye boca etmesini , tv lerdeki bitmez tükenmez “az sonra”larla ayni teraneyi türlü “cinlik”lerle döktürmesinde(!) “boncuk” bulanlar elbette olacaktır. Bu , Amerikanlaşmanın Balkanlardaki esintisinin bir sonucu olarak da alınabilir , neden olmasın!
Eski bir Helen şehri kalıntısını andıran karton kutulardan yapılma duvarlardan sökülen “taş”larla sona erdirilen yaşamlar size pekala kadınların taşlanarak öldürülmesini hatırlatabilir. Taşların kaldırılıp mezarların açılarak ölü yenmesi de Dionisos kültünün bir yansımasıdır (belki).(Karton kutuların kullanılışını beğendim.)
Sabahattin Eyüboğlu tercümesinde “Dionisos dini” nin aradan geçen yıllar içinde “kült”e dönmesi de hangi rüzgarların tesiri altındadır?
Euripides’in trajedi üçlemesinin bir oyunu olan Bakhalar’da , trajedileri birbirine bağlayan annenin kendi oğlunu öldürmesinin trajedisi nerede? Hem de bunu yaparken işi asıl yaptıran Dionisos’ken cazgırı araya sokmak, Hawkins görünümlü bir Dionisos’u kucağında taşıyana, Hz.İsa işareti yaptırmak Bakhalar’ın , Dionisos İncil’i sayılmasından mıdır ?
Ama gerçek şu ki salyangoz tüccarı , metindeki sahne arkasını sahneye , sahnedekini sahne arkasına almış. Ters yüz edilmiş bir metin yani.
Dionisos ritüeline en çok yaklaşılan sahne , çember ile topluluğun kendi kendisini ve içsel uyumunu kutladığı ; “öteki”nin çemberine katılarak kendi kişisel özelliklerinden vazgeçmeyi ve beden enerjisini bulabildiği sahnedir ama o bile Pagan kültürlerden bu yana zararlı hayvanlardan korunmak amacıyla yaşam alanlarını ,dua okunmuş malzemelerle (efsun) çizmek ve çevreye çizilen bu daire ile duvar özdeşleştirmesine “soyunarak” , özgürleşme(?) metaforuna yapılan gönderme gibi karmakarışık.
Ya da Dionisos’un dağıttığı “cookie”lerin ısırılmasındaki derin(?) anlamları bir ayin sonrasının post-modern görüntüsü gibi mi algılamalı yoksa bilgisayarınızdaki cookie’ler gibi mi?
“Bir varlığın hayaline sahip olmak onu elde etmek demektir” cümlesi , post modern sözlükte “yiyerek içselleştirmeye” mi dönüşüyor ? Yoksa yeni çağın satanist paganları mı sahnedekiler?
80 dakikalık curcuna… Basitleştirilmiş , tek boyuta sıkıştırılmış bir salyangoz ! (Salyangoz tüccarı satıyor sadece , pişirmesini bilmiyor!) Trajedi adıyla sunulan CİNAYET !
Seyirciye Tavsiye
Kültürünüzün tüm birikimleri ile bu oyundaki çağrışımları anlamlandırmaya çalışmayın.
İncil’den birkaç hikaye dinlemiş olmak ; bir kaç kilise duvarına içten bakmış olmak ; belki de bir ayin seyretmiş olmak resmi tanımaya yardımcı olabilir . (24 Aralık’da St.Antoine’da mum da mı yakmadınız?) En azından Romanyalı kadar AB yurttaşı olmak da yararlı . AB adayı olmak bir yere kadar.
Tek eksiğimiz salyangoz tüccarından Bakhalar’ı seyretmekti . Onu da yaptık şükürler olsun!
İ.B.B.Şehir Tiyatroları Web Sayfasında ve Afişindeki Bakhalar
Bence kimse ne çıkacağını bilememiş . Bilseler şunu yazarlar mıydı : ( İ.B.B.Şehir Tiyatroları web sayfasındaki oyunla ilgili açıklamadan)
“ Coşku tanrısı Dionisos, Anadolu ile Orta Doğu'da ün kazandıktan sonra doğduğu yere gelir ; kendi âyinlerini benimsetmek ister. Kral Pentheus ona karşı çıkar. Oysa bu noktada fırsat doğduğunu düşünen biri vardır: Teresias. Nitekim kralı iknaya çalışır: Dionisos tanrı olmasa bile öyle tanıtılıp çıkar uğruna kullanılabilir. Ama kral direnir; bunun üzerine, Dionisos'un etkisine giren kadınlar (Bakhalar) tarafından saf dışı bırakılır... Yönetmenin günümüzle bağlantılı yorumunda çıkar uğruna inanç sömürüsü ve kadın gücünün kullanılışı işleniyor.”
Sahnede “Doğum yerime ilk gelişim” diyor Dionisos . Geldiği yer Helen ülkesi .Yoksa değil mi ? Nerede doğmuş ? Bu Dionisos , Anadolu’da doğmamıştır umarım !
Azra Erhat’ı okumayanlar var demek ki İ.B.B.Şehir Tiyatroları’nda. O nedenle Euripides’in , Dionisos’a “Ben Tmolos’danım . Benim vatanım Lydia”dır dedirtmesine de aldırmayıp salyangoz tüccarı öyle dediği için, kendilerine verilen İngilizce cümleyi tercüme edip “Dionisos doğduğu yere gelir” diye yazabiliyorlar . (Tmolos Manisa’daki Bozdağ’dır.) Ama sahnede ne olacağını bilmedikleri için oyunun özetini kendilerine söylendiği kadar yazmışlar .
Oyun dergisinde Çeviren-Tarık Günersel yazıyor. İlk okuyuşta Euripides’ten çevirdi diye düşünürsünüz. Oysa Günersel , salyangoz tüccarının piyesten cümleler(hatta cümle parçaları) seçip bağlantılar kurarak hazırladığı minimalist İngilizce metni çevirmiş. Salyangoz tüccarı , aslında “Düzenleyen”, İngilizcesiyle “Text Recomposed “ . Afişte de “Düzenleyen –Yöneten” (!)
Şimdi itiraz edenler olacaktır elbette. Yönetmen “düzenlemiş, yönetmiş” çağdaş(?) şekilde “yorumlamış” , sana ne?
Klasik edebiyatın yönetmenlerce en çok değiştirilmiş karakteri , Sofokles’in Antigone’udur. Hegel, Anouilh, Cocteau, Brecht vb isimlerle tanınan onlarca Antigone vardır. Artık onlar Sofokles’in değildir. Bilerek gidersiniz.
Bu Bakhalar ise salyangoz tüccarının. Eser kimin diye tanıtılıyor? Euripides’in. Seyirci olarak ben bileti öyle alıyorum. En azından metne yakın bir gösteri beklerim.
Tabi ki herkes her şeyden yola çıkarak kendisinin “bir şeyini” yapabilir, istediği kadar saçmalayabilir. Bir “şehir tiyatrosu” bulur sahneler. Kim ne diyebilir! Adını doğru koymak ve doğru tanıtmak kaydıyla.
İ.B.B. Şehir Tiyatroları en azından afişinde , web sayfasında bunu belirtmek zorundadır. ”Farklı metin düzenlemesi ve rejisi ile oynanıyor” ifadesi sahnedekini anlatmıyor.
Önemli olan, neden böyle bir “yorum” yapıldığı değil , böyle bir yorum yapıldığının neden haber verilmediğidir . Seyirciyi aptal yerine koyan , tek düze , derinliksiz , rahatsız edici bir gösteriyi Euripides’in Bakhalar”ı olarak sunmaktır yanlış olan. Özellikle de gençlere !
Ama söylemesem olmaz : çok mu aradınız? Salyangoz tüccarının daha önceki yaptıklarını aranızdan kaç kişi gördü ?

Merakım şudur : Romanya’yı bu oyundan sonra mı önce mi aldılar AB’ye?
Bu gösteri AB Parlamento’sunun yıllık raporunda yer alır mı ? Salonu doldurursanız belki olumlu yansır rapora (?)
Çağlar Yiğitoğulları
Çağlar Yiğitoğulları olmasa ne yapardınız ? Herhalde o zaman ilanla arardınız. Ama ne diyecektiniz ? Bu “Jüliet” değil ki ! Bu Teresias.. Hem de salyangoz tüccarının Teresias’ı !
Dans edecek , oynayacak… Ve bunları yaparken de sahneye yakışacak . Kaç tane Çağlar’ınız var?
Onun adına sevindim . (İ.B.B. Şehir ) tiyatro (su) adına üzüldüm.
Bu gösteri olsa olsa Nietzsche’yi haklı çıkarmak için yapılmıştır. (“Trajedi öldü”)
Ayşenil Şamlıoğlu da kendini avutabilir. (“Korumacı tavrı bırakıp fişi çektiği” için!)
Dikkat ! Bu oyun herkese göre değil . Ona göre…
Melih Anık

Kaynak:
Kerem Karaboğa- Tragedya ile Sınırları Aşmak / E yayınları
Jan Kot- Antik Tragedyalar ve Çağdaş Yorumları/ Mitos-Boyut
Joachim Latacz- Antik Yunan Tragedyaları/Mitos-Boyut
Euripides-Bakkhalar-Sabahattin Eyüboğlu çevirisi ve önsöz’ü- Mario Meunier’nin Giriş yazısı /Maarif Vekaleti Yayınları
Azra Erhat - Mitoloji Sözlüğü / Remzi Kitapevi
Gist - sayı 3

14 Şubat 2010 Pazar

İ.B.B. Şehir Tiyatrosu - İntiharın Genel Provası - Nurullah Tuncer - “Kurt Neden Ot Yemez?”

Bu oyuna Nurullah Tuncer damgasını basmış. O nedenle önce Nurullah Tuncer’den söz edilmeli.
Nurullah Tuncer
Bunca yılın sahne tasarımcısı Nurullah Tuncer’in İ.B.B.Şehir Tiyatroları'ndaki ilk yönetmenliği imiş .
Tuncer , her şeyden önce oyunun genel havasını özümsemiş. Yazarın söylemini “okumuş”. Bu söylemden başlayarak dekor,kostüm,ışık,müzik,efekt ve oyunculukta “biçim”i belirlemiş . Sanırım bu yorumu ekibi ile paylaşmış ve onları ikna etmiş . Sonunda ortaya “orkestra” uyumunda bir oyun çıkmış ve yazarından daha iyi anlatmış . Budayarak , hareketleri değiştirerek , yeni mizansenler ekleyerek ama metnin ana çizgisini değiştirmeden oyunun ruhuna uygun en estetik sahnelemeyi bulmuş. Dünya çapında bir sahneleme çıkmış ortaya. Eminim ki Kovaçeviç Türkçeyi anlasa daha keyfine varır ama -seyrederse- bu sahnelemeyi dünyaya örnek gösterecektir.
İntiharın Genel Provası ve “Kurt Neden Ot Yemez”
Duşan Kovaçeviç, oyunu 2008 yılında yazmış. Daha önce seyretmiş olduğum Profesyonel’den daha olgun bir oyun. Absürd tiyatro kalıplarına yakın ama anlaşılabilir ve eğlendiren bir soyutluğu var.
İntihar etmesine “izin verilmeyen”(?) bir adam “Keşke intihar etseydim”e getiriliyor. Aslına bakarsanız adamın içine düştüğü kuyuda hala gerçeği görebilmesi bile bir umut sayılabilir. İçinde yaşadığımız dünyada , bireyler olarak çevremizde kopartılan havai fişekler ,şenlik gürültüleri (?) ile şaşkına çevirilip adeta uyuşturulduğumuz rüya aleminden çıktığımızda bir de bakıyoruz ki gözümüz, bacağımız ve böbreğimiz yok .Global dünyada ise ayni formül ülkeler için işletiliyor. Ülkeler de gözsüz , bacaksız ve böbreksiz “kala-kalabilir”.
İşte o zaman tüm yaşananların “İntiharın genel provası” olmasını görmek de uyarıcı ve “tiyatro” , “koyun”ların uyanmasını sağlayarak içine düşülmesi muhtemel karanlıktan bir çıkış yolu gösterebilir.
Koyun , “Kurt neden ot yemez” sorusunu çok geç olmadan sormak ve cevabını bulmak zorundadır.
Metinde özellikle Kadın’ın rolünü kafa karıştırıcı bulduğumu belirtmeliyim. Oyun başında ve sonunda “sevgili” , arada ise Balıkçı’ nın “ortağı” olarak gösterilen “Kadın”ın konumu(en sonda da “yönetmenin kadını” !) ve de Kaptan - Balıkçı ortaklığı ise başka sahneleri beslediği için rejide düzeltilmesi çok da kolay olmayan bir metin zafiyeti .
Oyunda eksik bulduğum bir diğer husus -ki o da metinden kaynaklanıyor- dünya düzeninde kadına verilen yerin ve rolün kapsamı . Yazar, “Kaptan, İşadamı , Psikiyatr ve Avukat” rollerini “kardeş” yaparak dünya düzeninin mini “kozmos”unu erkekler üzerinden yaratırken kadının edilgen konumu (bir dünya gerçeği olsa da) iyi görünmüyor.
Oyunculuk
Bora Seçkin, Serhat Mustafa Kılıç, İbrahim Can ve Bennu Yıldırımlar’ın ekip oyunculuğunu çok beğendim. Popüler tv dizilerinin çok sevilen yüzleri Kılıç (Benim Annem bir Melek) ve Yıldırımlar’ın (Yaprak Dökümü) , bu durumlarını suistimal etmeyen oyunculuklarını saygı ile alkışlıyorum. Kılıç’ın oyunculuk başarısına şaşırdım , Yıldırımlar’ın oyunculuğunda beklentimi bulmanın keyfini yaşadım.
Tasarımlar
Sahne Tasarımı Nurullah Tuncer’e ait. Özellikle açılıştaki gerek kademelendirme ,fondaki ışık yansımaları ve gerekse hareketler çok iyi bir atmosfer yaratmış. Yerdeki pabuçlar ile bonsaiyi ise fazla buldum. Kitap içindeki “ateş” çok zarifti.
Işık(Fatih M.Haroğlu) -projektör ışığının seyirci gözü üstüne ayarlanmamış olması dışında- atmosfer oluşturmakta başarılı idi.
Salona girdiğimizde çalan ve anmaktan çok mutlu olmama rağmen Ruhi Su şarkılarına bir anlam veremedim. Herhalde o , oyun müziğine dahil değildi. Zira oyunda kullanılan müzik (Nedim Yıldız) başka bir “ton”dan geliyordu ve oyuna çok yakışmıştı.
Kostüm(Nihal Kaplangı) oyunun istediği idi.
Sahne tasarımın oyun içinde etkin kullanımını çok yerinde buldum.


Oyun ile ilgili seyirci yorumunu bir başka oyunun öncesinde iki seyirciye kulak misafiri olarak duymuştum. İyi ki onların etkisinde kalmamışım. Ben seyrettiğime çok memnunum. Hatta yılın önemli bir sanat olayı bence.

Dahası var : Kulak verir duyabilirsek , uyarısı kurtaracı(n/m)ız olabilir.

Dikkat edin, hala götürmemişlerse, bacağınızı, gözünüzü, böbreğinizi alıp götürmesinler. Ülkenizin bacağına, gözüne ve böbreğine de sahip çıkın.

Melih Anık

10 Şubat 2010 Çarşamba

100 Yazıda Düşüncelerimi Paylaştım – “Eleştiren” , “Eleştirmen”

Bu herkesle paylaştığım 100.yazı.
www.tiyatrodunyası.com ’a gönderdiğim ilk yazının (“Şeylerin Şekli”) 23 Ocak 2008 de yayımlanmasından bu yana 2 sene geçmiş.
Öncelikle tiyatroyu sevdiğim için yazıyorum.
40 Yıl
Sürekli tiyatro izleyiciliğimin başlangıcı 1965 yılına gider. 40 yılı aşkın bir süre..
Üniversite yıllarında Haldun Taner, Aziz Nesin, Bekir Yıldız, Hilmi Yavuz gibi yazarlarla tanışmam ve onların eserlerinden yaptığım uyarlamalar ve takdirleri benim tiyatro ile ilişkimin sürmesine neden oldu. Tiyatroyu meslek olarak seçme aşamasındayken son anda planlarım değişti . Ama seyirci ve okuyucu olarak tiyatro ile ilgim hep sürdü.
1965 yılından bu yana tiyatro üstüne yazılmış yazıları, eleştirileri, kitapları okumaya çalıştım. Seçimlerimde bana yardımcı oldu bu yazılar. Başlangıçta okuduğum olumlu yazıların etkisi ile oyunlarını izlerdim . Zamanla okuduğum yazılar ile seyrettiklerimi karşılaştırarak bir kriter oluşmaya başladı. “Kötü” denilen bazı oyunları “iyi” bulduğumu fark edince o yazıları da okumaya başladım ! Bu arada tiyatro dünyasını anlamaya başlıyordum.
Bazı yazarların “tiyatroyu kurtarma” ile görevli olduklarını düşündükleri ; bazılarının “dostları”na yardım etme gayreti içinde çabaladıklarını ; bazılarının gala gecelerinde bulunmayı çok önemsediklerini , elini sıktıkları yönetmenin,oyuncunun oyununa kötü de olsa kötü diyemediklerini ; bazı hoca-eleştirmenlerin öğrencilerine destek olma sorumlulukları olduğuna inandıklarını ; ödüllerin doğrunun göstergesi olmadığını ; oyun hakkında “kötü” diyenin en basitinden dışlanacağını vb anlamaya başladım.
Ama en önemlisi , bir seyirci olarak , “hesap kitap”lı yazıların , yanlış yönlendirdiğini farkettim. Bu nedenle düşüncelerimi “hesap kitap”sız paylaşmayı denemek istedim . İlk yazım bu şekilde ortaya çıktı.
www.tiyatrodunyasi.com
Can Törtop yönetimindeki Tiyatro Dünyası -beni hiç tanımadığı halde-ilk yazımı yayımladı. Bir süre sonra ismimi yazarları içine aldı. Yayımlamak için fotoğrafımı istedi . Yazılarıma devam edebileceğimden kuşkuda olduğum için “Hele bir 10 yazı olsun ondan sonra” dedim. Aslında tanınmak da istemiyor/d/um. Ama bir süre sonra (10 yazıyı geçmiştim) “saklanma”nın yanlış anlaşılacağını düşündüğüm için resmimi de gönderdim. (Sokakta , tiyatro kapısında tanısınlar, davetiye versinler diye değil !)
Zamanla yazma hızım , (çok yazara açık olan bir sitede doğal olarak) yazımın yayımlanma hızını geçti. Ayrıca yazılarımın bazı çevrelerde yarattığı huzursuzluktan dolayı “tiyatro dünyası”nı zor durumda bırakmamak için kendi adımla bir adres belirleyerek yazılarımı orada yayımlamaya başladım. “Tiyatro dünyası”nın istediği yazımı yayımlama konusunda serbest kalmasının doğru olacağını düşündüm.
“Biz”
Başlangıçta yazılarımı 1.çoğul şahıs ağzından yazmaktaydım. Bu söylemin bence haklı nedenleri vardı.
Herşeyden önce yıllarca ekip liderliği , üst düzey yöneticilik yapmış biri olarak başarıların mutlaka ekibe bağlı olduğu inancı ile yerleşmiş bir alışkanlıktan kaynaklanıyordu.
Bir oyun seyrettikten sonra toplumumuzda çok da alışılmadık şekilde eşim, kızım , arkadaşlarım ile yaptığımız tartışmalar elbette ki yazımı oluşturmama çok katkı sağlıyor.
Öte yandan kitaplardan, araştırmalardan (yani benden önce emek vermişlerden) yararlanıyorum.
Yıllardır seyretmiş olduğum oyunlar, gösteriler de bir birikim sağladı.
Bu nedenle sonuç olarak ortaya çıkan yazı benim imzamı taşıyor ama arkasında unutmuş olmaktan korktuğum pek çok katkı var. O katkıların somut olanlarını , yazılarımda kaynak olarak vermekle beraber benden önce söylenmiş ve unutmuş olabileceklerime ve de kaynak olarak verilemez ama bende “tortusu” kalmış olanlara bir saygıdan kaynaklanıyordu “BİZ”.
Ayrıca yazıların altına yorumlar yazılıyordu. Benimle ayni görüşü bir kişi daha paylaşmış olsa artık o yazı sadece benim değil “bizim” yazımız olur düşüncesindey/d/im.
Bir yazının başkaları tarafından paylaşılacak olması hayali bile güzel. Ben bir anlamda o insanları da temsil ettiğimi düşünüyorum.
Bu “Biz” söylemi bazılarına “tuhaf” geldi. “Biz” söylemi arkasında - bazı “ham beyinler” tarafından- “teşkilat” aranınca hassasiyetimin kötü niyetlerle yanlış bir noktaya doğru sürüklenmekte olduğunu düşündüğüm için “Biz”den vazgeçtim.
“Düşünceler” / www.melihanik.blogspot.com
Son yıllarda eskisi kadar önem verilmediği için rol dağılım sayfasına inen (bazılarında o da yok) tiyatro dergileri koleksiyonum var. Zaman zaman geriye dönüp bakıyorum. Daha o yıllarda oyun dergilerinde yıldızlar vererek , kısa notlar yazarak düşüncelerimi kaydetmişim. Zamanın beni yanıltmadığını görmekten mutluyum.
Tek amacım “düşüncemi” özgürce ifade etmektir. Bu alışkanlık büo (Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları) yıllarından kaynaklanmakta galiba. Uzun saatler boyunca ve de acımasızca yaptığımız öfkeli ve sınırsız tartışmalardan sonra o arkadaşlarımla birlikte ve omuz omuza olabilmenin mutluluğunu yaşadım. Ama bu ayni zamanda tüm insanları öyle sanma gibi bir algıya da yol açtı. Her ne kadar ayni “saflıkla” inanmak istesem de zaman içinde yanıldığımı kabul etmek zorundayım. Bunu özellikle alışkanlıkları nedeniyle, her şeyin ( yazılarımın da) “kendilerine karşı” olduğunu zanneden pek çok kişinin yorumlarını okudukça anlıyorum.
Oysa en büyük zenginliğimiz , düşüncelerimizdir. Her düşünceyi beğenmesek de.
Hatırlatma Listem
Masamın üstünde bir kağıt duruyor. Üzerinde şunlar yazılı:
Gördüğünü,düşündüğünü söyle
Tepkini dile getir
Samimi ol
Teorilere aldırma , kendi teorini yarat
İyi olanı belirtmeyi unutma
Sorgula
At aklını kullan
Mesleğimin (Mühendislik) duayeni Fevzi Akkaya’nın hiç unutamadığım bir öğüdüdür : “Problemi önce “at aklı”nı kullanarak çöz ” . ”At aklı” kendi birikiminizle , düşünerek , işin patronu kendinizmişsiniz gibi çözüm bulduran bir yöntemdir. (Eksiğinizi de buldurur!)
Her geçen gün bu listeyi yeniden okuyor ve geliştirmeye çalışıyorum. Ayni yazdığım yazılarda olduğu gibi. Düşüncelerimi yazmada yeni yollar öğreniyorum. Kelimeleri “kullanmak” bana keyif veriyor. Özellikle tiyatro yazılarımda , seyrettiğim oyuna özgü söylem taşıyan bir ifadenin peşindeyim.
Yazdığım her yazının arkasında saatler süren bir araştırma ve okuma var. Birlikte seyrettiğimiz oyunları eşimle tartışıyoruz . Yazımı yayımlamadan önce ona okuyorum. Bir kopyası kızıma gidiyor. Her yazı en az bir hafta beklemiş ve kerelerce okunmuş oluyor.
İstiyorum ki yazımı okuyan herkes , benim ulaştığıma daha kolay ulaşsın , gördüğüme baksın , duyduğumu işitsin . Yazım,ilerde de başvurulabilir olsun .
Yazılarımı tabi ki okunsun diye yazıyorum. Ama kaç kişinin okuduğunun önemi yok.
Cinler,Cinlikler
Yaptıklarını beğenmesem de tiyatroda samimi çaba gösterene, araştırana ,yaptığında mantık ve emek olana saygı duyuyorum . Bence beş para etmeyen yönetmenini /patronunu öven tiyatrocu genci bile anlıyorum.
Ama kandırma çabası içinde olan “cin”lere ve “cinliklere” , hesaplı yazı ve oyunlara ve de onları yazan ve yaratanlara çok kızıyorum. Böyle bir oyunu seyrettiğimde kendime hakaret edilmiş sayıyorum. (Hakaret, sadece küfür edilerek yapılmaz)
Özellikle gençlerin “kullanılmasını” kabul edemiyorum. Çocukları yanlış yönlendirenleri sevmiyorum.
“Eleştirmen”,”Eleştiren”,”Yazı Yazan”, “Düşünce Paylaşan”
Ülkemizde genellikle düşüncesini paylaşana “eleştirmen “ deniyor. Sayfalarda öyle yer buluyorlar. Ama her yazı “Eleştiri”, her yazan “Eleştirmen” midir?
“Eleştirmenlik” mesleği başkadır. Ülkemizde eleştirilerini okuduğumuz kişilerin çoğu , başka mesleklerden gelmiştir. Uzun yılların sonunda onlara eleştirmen deniyor. Bazıları mesleğin temel taşlarını dizmiş ve mesleği saygınlaştırmış. Öte yandan eleştirmenlik eğitimi almışların , imzasını “Eleştirmen“ diye atanların çoğunu da “eleştirmen”den saymak olanaklı değildir. “Eleştirmen” olmak kolay değildir. Sonunda okuyucu karar verir. Ama kesin olarak bildiğim ve inandığım tek şey şudur : “Eleştirmen”, “promotör” değildir , olmamalıdır. “Hesap kitaplı” yazılara da “eleştiri” denmez. Kaldı ki “Eleştirmen” , “ölüyü diriltmez” ; “yaşayacak olanı da öldüremez”.
Oyunlarda “dünya, insan ve hayat ” kadar geniş bir ufuk var . Yazar ilgi alanına göre geniş bir okumayla ve kendi açısından oyununu yazar.
Oyunu seyirciye ulaştırmak için salt yazılanı değil konu ile ilgili dünyayı da iyi anlamak,bilmek gerekir. Kimse , (eleştirmen de yönetmen de) her konuyu bilemez. Bu nedenle eleştirmen ve yönetmen her oyun ile ilgili yardım almak zorundadır. Bu yardım alma okumak , danışmak , tartışmak, izlemek, seyahat etmek vb şekillerde olabilir. Bizde çoğunlukla , öncelikle yönetmen yardım almıyor sonra da eleştirmen. Ortaya çıkan da “Ben yaptım oldu” oluyor ve kuzgun “yavrusunu” çok seviyor. Oysa ki her yazı her yorum her oyun kendinden sonrası için bir başlangıçtır. (olmalıdır)
Ben bu düşüncelerle , “yazı” yazıyorum . Bilmediğimde , bulabildiğim "bilen"den yardım alıyorum. Amacım , sürece katkıda bulunmak ve benden sonrakinin işini kolaylaştırmak , yola ,bir çakıl tanesi olsun koyabilmektir. Ben “Eleştirenim”. Daha hoşuma giden ise “Düşünce paylaşan”dır.
Tiyatromuz çok sayıda eleştireni olmadığı için bu haldedir , ”Eleştirmeni” olmadığı için değil.
Hesap kitap içinde olmadan sadece “Düşünce”lerimi yazarak 100’e ulaşmanın mutluluğunu yaşıyorum.


Melih Anık

5 Şubat 2010 Cuma

3.Sayfa Haberinden Çıkmış bir Oyun : Kafes - M.Fratti - İ.B.B. Şehir Tiyatrosu (Genç Tiyatro)

Mario Fratti, 1927 İtalya doğumlu bir yazar. 1963 den beri Amerika Birleşik Devletlerinde yaşıyor. 33 oyunu 19 dilde yayımlanmış ve 600 tiyatroda sahnelenmiş.
Kafes 1963 de yazılmış , 1966 da sahnelenmiş ilk kez.
Rakamlara bakarsanız Fratti dünyanın çok önemli bir yazarıdır. Hatta bazıları onun tiyatro dehası olduğunu söylüyorlarmış.
Kafes , rakamları doğrulamayan bir oyun.
Fettan kadının aşığına, kocasını öldürtmesi yeni bir hikaye değil. Basında bir 3.sayfa haberi. Ama oyunda vurgulanacak ana husus bu değil . İlginç olan “kafes”e yapılan metaforik gönderme. Kafes görünür ya da hissedilir. Herkes bir şekilde kafes içinde. Hatta beyinler kafesli.
Metni sorunlu bir oyun , salt bir metafor, kafes içinde çekilmiş birkaç kare resim için sahnelenmeli mi ? “Oturmamış” karakterleri, zorlama diyalogları ve inandırıcı olmayan bir söylem ile temellendirilmiş bir oyun neden seçilir?
Küreselleşme karşıtı ve anti-emparyalist Fratti’nin ilginç tarafı ünlü isimlerin peşine takılması . Dokuz , Fellini’nin 8,5 Hafta isimli filminden hareketle yazılmış Altı Tutkulu Kadın’ın müzikal uygulaması. Che Guavera isimli bir oyun var. Son eseri Chavez üzerine olacakmış. “Berlusconi üzerine oyun yazacak mısınız” sorusuna “Hayır. Ben hak eden şeyler üzerine yazarım” demiş . Amerika’nın Irak’ı işgali üzerine yazdığı son oyununu telif hakkı almadan dünyaya armağan etmiş. Çehov’u hatırlatan Üç Kız Kardeş isimli bir oyunu daha var.
Kafes de Çehov üzerine kurgulanmış bir oyun. Hatta sanki oyun, önceden çıkarılmış Çehov’a ait bilgi, hikaye, not , diyaloglarla birbirine bağlanarak oluşturulmuş. Bana öyle geldi ki yazar önce Çehov bilgilerini derlemiş sonra lafı ona bağlamak için dolanıp durmuş.
Çehov…Çehov…
İşte bazı örnekler :
“1.Genç- Ve birkaç ay içinde üstat…Senin de Herkül’ünkiler gibi kasların olacaktır.Ha aklıma gelmişken üstat.Ne zaman doğdunuz?
Christiano-1978
1.Genç-Ne rastlantı.Herkül de öyle.Söylesene ona.
2.Genç-Doğru ben de on yedi ocak 1978 de doğmuşum.
Christiano- On yedi Ocak mı? Ne tuhaf.17 Ocak 1860’da kim doğmuş biliyor musun?
2.Genç- Elbette..(doğru dürüst telaffuz edemeyerek) Çeçkov. Düğün,Üç Kız Kardeşin Bahçesi’nin yazarı. O söyledi bana.(Arkadaşını gösterir)”
Sanki oyunun başında sahneye sokulan bu iki genç adam salt bu dialog için var sahnede. Lafı doğum tarihinden Çehov’ bağlamak için.
Devam edelim :
“1.genç- ve onların tümü en az bir kere kesinlikle –ayna onların kötü kederlerini….
Christiano-“Ayna”(ezberden ve kendinden geçmişçesine okur)…..”
Ayna kelimesinden çağrışımla Ayna hikayesine..
Chiara “oysa bir kadın,kendisini çok seven ve onun uğruna öldürmeyi göze alan bir adama asla ihanet etmez”dediğinde , Christiano hemen bir Çehov hikayesi bulur “Seven bir Kadın”..Ve hikayeyi okur.
“Sergio-…elbette her insan kendi hayatını ve mutluluğunu bina eder.
Christiano-Yanlış(ezberden okur)Bu sadece bir diş ağrısı,ya da dırdır ederek bir adamın mutluluğunun içine eden bir kaynana demektir.Mutlu Adam öyküsünden..”
Christiano , uzun bir toplumcu tiradı “En akıllı soruları Çehov’un yazdıklarının Rus devrimini başlatıp başlatmadığıdır” ile bitirir ki bu,yeni bir soru ve dialog yeşertsin. (“Oğlanın aklı fikri Çehov’da onun için” diyenler olacaktır kuşkusuz!)
Christiano “İlanlar beni ilgilendirmiyor” diye başlar ve yerdeki gazetelerden başlıkları okur. Bu başlıklar ahlaksızlık,görev ihmali,doktorların gereksiz ameliyat yapması, LSD kullanımı, açlıktan ölen çocuklar, işgal altındaki Irak’daki çarpışmalar dahil ölüm ve savaş haberleri üzerinedir.Ve Christiano lafı gene “Korku insanı mahveder “diyerek Çehov’a getirir, “Korku” hikayesinden bir bölüm okur.
Fratti’nin “toplumcu eleştirisi” de gazete başlıklarını okumakta kalmış Kafes’de.
Oyun karakterleri -hiç beklemezsiniz ama- birer Çehov uzmanı kesilirler konuştukça.
“Biraz” Çehov okuduğunu söyleyen Sergio “Çehov’un dünyası böyledir.Trajik ve umutsuz” diye ahkam keser ve de Christiano için “Muhtemelen kişiliğini onda buluyordur” şeklinde bir teşhis yapar.
Çehov’u ve tüm kadınlarını ezbere bilen Christiano bir kadın tarafından kandırılır. Christiano, Çehov’un “Hoppa Kadın”ını , “Eczacının Karısı”nı bilmiyor olamaz.
Kafes
Kendi kafesini inşa etmiş ve kendini hapsetmiş olan Christiano’nun ihtiyaçlarını karşılayan annesidir.
Anne oğlunun o kafesten çıkmasını ister, Christiano’nun kafes dışına attığı anahtarı ona verir , çıkması için yalvarır ama oğlunu ikna edemez ama kafesin kilidini de açmaz. (Nedense) Anahtar üzerine konuşmalar yapılır, “Al , sen aç … ” vb gibi. Anahtar Christiano’ya verilir o dışarı atar. Kilitli olmak , nedeni anlaşılmayan bir fiziksel gerçekliktir. Kendini izole etme kararlılığında olan birinin kilide mi ihtiyacı vardır ? Onu zorla çıkarmak gibi bir durum da söz konusu değildir.
Christiano’nun izolasyonu onun ihtiyaçlarını gören aile fertlerine bağlıdır ve aile fertleri onun ihtiyaçlarını karşılamasalar o da izolasyonu sürdüremez. Eğer kendini öldürme niyeti yoksa -ki yok gözüküyor- kendini içine soktuğu izolasyon başkalarının iyiniyetini suistimal etme üzerine kurulmuş şımarık bir ruh halidir. Bunu anlamak da kolay değil.
Kafes içinde olmak iyi bir metafor ama “Fratti’nin kafesi” anlamlı bir temelden yoksundur.
Diğer
3 yıldır kafesten dışarı çıkmamış Christiano televizyonu kırdığı için evde televizyon yoktur. Ayni evi paylaşan anne,erkek ve kız kardeş ve gelin -“duruş”larına bakarak inandırıcı olmasa da- Christiano’nun tercihine uymuşlardır.
Kocasına “annem senin cenazeni görmek için dayanıyor” diyebilen Chiara karşısında “Güçlü, kaba ve otoriter” diye tanımlanmış Pietro, bu sözlere düşmanlık dolu bakış atar sadece.(Bir tokat atacağına…)
Oyun metninin başındaki “Kişiler” bölümünde “Christiano: Kişiliğindeki derin korku ve güvensizlik duygularını , dışa yönelik düşmanca ve aşağılama tavırlarıyla gizleyen,şair ruhlu ve duygusal ,genç bir adam” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımlama bir hikaye içinden alınmış gibidir ve oyun yazmada çok sık rastlanan bir durum değildir. Fratti , sözlerinden anlaşılmayacağını bildiği için bu açıklamayı yapmış diye düşünüyor insan.
Oyun üzerine örnekler çoğaltılabilir. Tiyatro dehası diye adlandırılan Fratti herhalde Kafes ile başlayan yolculuğunda , yaza yaza o mertebeye yükselmiş.(!)
Bu çerçeveden bakınca bu oyunun seçilme nedeni benim için meçhul . Keşke “deha”sını gösteren bir oyunu seçilseymiş.
Genç Tiyatro
Kafes, Genç Tiyatro ürünü . 1975 doğumlu bir tiyatrocunun (Ali Gökmen Altuğ) ,İ.B.B. Şehir Tiyatroları’nda yönettiği ilk oyunmuş. Daha önce 6 oyun yönetmiş.
Şimdi “Gençliği” nerede aramalı ? Yönetmenin İ.B.B. Şehir Tiyatrolarında yönettiği ilk oyunu olmasında mı ? Yönetmenin yaşında mı? Oyuncuların yaşlarında mı? Oyun olarak yığınlarca defosuna rağmen ilk oyunlardan biri olmasında mı ? Yazarın Türkçedeki ilk oyunu olmasında mı ? Nerede?
Eminim ki ilk oyununu Fratti’den daha iyi yazan bir yerli yazar bulunabilirdi. Kafes'in sahnelenmesi kaynakların boşa harcanmasıdır ve de başkasının hakkını yemektedir.
Oyunculuk
Garip gelecek ama seyrederken “tuhaf” gelmeyen bir oyun, Kafes. Kafes’de TV dizilerinin “uyuşturucu” etkisi var. Eminim ki şu ana kadar beğeneni de olmuştur. Ama düşünmeye başlayınca (hele bir de okursanız) tutulacak yeri çok az.
Sahnenin “başarısı” ise oyuncuların eseri.
Kabare’deki performanslarından memnun olmadığım Senan Kara(Chiara) ve Mert Turak (Christiano) oyunculukları ile bu başarıya önemli katkı veriyorlar. Ama benim bu oyunda dikkate sunmak istediğim oyuncu Caner Çandarlı.(Pietro)
Oyundaki müzik ve efekt(Ersin Aşar) çok iyi.
Oyun temposunu bulmakta zorlanıyor. Bulduğu zaman da ilk perde bitiyor. İkinci perde ile yeniden ama daha çabuk toparlanıyor. Bana kalırsa -sahnede kalmaya devam edecekse- oyun kısaltılmalı ve arasız oynanmalı. (Ama kısaltacağız diye 1.Genç’in , ikinci perde başındaki “3.madde”sini budamayın lütfen!)
Yukarda yazılanların önemsiz olduğunu düşünüyorsanız gidin görün. Ne de olsa tiyatrodur!

Melih Anık

2 Şubat 2010 Salı

Tabori - Annemin Cesareti (?) - İstanbul Devlet Tiyatrosu

Annemin Cesareti’ne geçmeden önce bir gözlemimi paylaşmak istiyorum.
“Sanat Yönetmeni, Oyuncu, Rejisör, Yazar, Çevirmen ve Tiyatro Eğitmeni” Nesrin Kazankaya, 2001 yılında kurduğu Tiyatro Pera’da elinin değdiği her oyun ödül kazanan başarılı bir tiyatrocu.
İstanbul Devlet Tiyatrosu kadrosundan Şafak Eruyar, Mehmet Ali Kaptanlar, Levent Öktem, Nihat İleri , Yüksel Aymaz ; İ.B.B. Şehir Tiyatroları’ndan Engin Alkan , Can Başak değişik dönemlerde Tiyatro Pera’nın oyunlarında görev yapmışlar. Nesrin Kazankaya ve oyuncular , çoğu Kazankaya tarafından yazılmış ve yönetilmiş Tiyatro Pera oyunları ile tiyatro ödülleri kazanmışlar.

Tiyatro Pera’nın kurucusu ve İstanbul Devlet Tiyatrosu sanatçısı Nesrin Kazankaya bu sezon İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Annemin Cesareti oyununu çevirmiş ve yönetmiş. Bu oyunun kadrosunda Kazankaya’nın Tiyatro Pera’daki ekibinden dramaturg Şafak Eruyar, oyuncu ve dans eğitmeni Erdinç Anaz, oyuncu Zeynep Özden, müzisyen Ezgi Kasapoğlu, oyuncu Eda Yapanar yer almışlar. Bu bir anlamda iade-i ziyaret gibi bir şey olmuş. Bazıları için de “baba evi”ni ziyaret!

Tiyatro Pera’daki başarıların İstanbul Devlet Tiyatroları bünyesinde gerçekleştirilmemiş olmasına İstanbul Devlet Tiyatroları yönetimi mutlaka üzülüyordur.

Devlet Tiyatroları’nın gerekli olanağı ver/e/memesi midir kendi sanatçılarının kurum dışındaki başarılarının sebebi ? Yoksa “Bu yıl tüm oyuncularımız görev alacak” beyanatının içinde mi gizli sebep?

Devlet Tiyatroları kadrosunda olan sanatçıların görevleri salt sahnelenen oyunlarda görev almak mıdır ? Çoğu kendi alanlarında başka kuruluşlarda eğitim vermekte oldukları halde Devlet Tiyatrosu kendi personeli olan kişilerden bu amaçla neden yararlan/a/maz ? Kadrosundaki sanatçılardan ülke çapında tiyatronun geliştirilmesi için yararlanmak zor mudur ? Bulundukları illerde, okulları sahiplenip gençler ile uğraşarak tiyatronun yaygınlaşmasına katkıda bulunamazlar mı? Armutun dibine düşmemesi, mumun dibine ışık vermemesinden midir ?
60.yılda “60” rakamına takılı kalmış Devlet Tiyatroları kendi eleştirisini yapsa ve kadrolarını lâyıkıyla değerlendirse keşke.

Tabori
Dünya tiyatrosunun “şakacı” bir yazarı Tabori. Yazdıkları kışkırtıcı, kavgacı, ironik.
Babasını ve pek çok yakınını toplama kamplarında kaybeden Tabori , herhalde Yahudilerle ilgili sorunları anlayacak kişilerin başında gelir. Ama ayni zamanda Yahudiler üzerine en acımasız mizahı da yapabilmiş bir aydındır.

Tarihte “Şu Yahudiler ne işe yarar?” sorusu her zaman var olmuştur. Tabori , Yahudi karakterlerin boyalarını silerek soruya verdiği, ironik cevaplar ve çözümler ile ezberi bozmuştur.
Bir Macar Yahudisi olarak Tabori (1914-2007) , Yahudilerin çektiklerinin dünyada tek örnek olmadığını ve “soru”nun , “saçma”nın sınırlarında , ırkçılık ve soykırım üzerine karmaşık yeni soruları içeren bir soru olduğunun da farkındadır. Tabori ,soykırım , Hitler, anti-semitizm, toplu katliamları açıklamaya çalışan çabalar, jenosid, yabancı korkusu ve bugün hala devam eden ırkçılık üzerine adeta takıntı düzeyinde saplantılı bir aydındır.

Ama esas soru/n “Yahudiler ile ne yapılacağı” değil ön yargı ve ırkçılık ile nasıl mücadele edileceğidir.

Çünkü Sartre’ın da söylediği gibi “Yahudiler olmasaydı düşmanları onları yaratırdı”.”Tarihte onlar istememiş bile olsa onlara belli roller verilmiştir.”

Tabori “ İsrail’i saçma bir tiyatro sahnesi , son Yahudi şakası gibi seyrediyorum.Bu kadar yıl sonra “Yahudi kim?” sorusunu tartışıyorlar. Herkes biliyor , Yahudiler dışında” demiş.Ve eklemiş “Almanlar hatırlatmasa Yahudi olmazdım”

Ama şu soru konuyu anlamamıza yardımcı olacaktır : “Son zamanlarda kendi Yahudini yaratmak için ne yaptın?” Bu soruyu anlamak oyunu anlamak ve yorumlamak için çok önemli.
Tabori , Kafka, Brecht and Samuel Beckett ile ayni evi paylaşmış bir yazar. Thomas Mann, Charlie Chaplin ile tanışmış.

“Tiyatro ile beni yoldan çıkardı “demiş Brecht için. “Ona müteşekkirim ama beni bu işe soktuğu için lanet olsun!”

Sürekli olarak yeniden yazan,prova eden,üreten bir tiyatro adamı. Kendi adıyla anılan oyunculuk yöntemini yaratmış bir tiyatrocu. Bir anlamda Brecht tarzı oyunculuğu benimsemiş. Her zaman oyuncularından, kendilerini ve çevrelerinin farkında olmalarını istemiş. Tabori , soruna ve soruya çözüm ve cevap var gibi davranmamış , bir yanıt olabileceği ihtimalini ironik bir dille ortaya atmış.

Çok yaşamış, çok görmüş ve çok çekmiş biri olarak Tabori hayata ve yaşadıklarına bilgece bakabilmenin rahatlığı ve özgüveni ile ironik söylemler ortaya koymuş. Bilgeliği, ona hayattaki “saçma”yı bulup çıkarabilme yeteneği vermiş. Annemin Cesareti (1979), bu nedenle ironiyi bilgelikle sarıp sarmalayan bir metin.

Oyunda katil ile kurtarıcının ayni kişi olması yukardakilerin aydınlığında okunması gereken bir “saçma”.

Annemin Cesareti
Brecht’in Cesaret Ana ve Çocukları’na adeta nazire yaparak Woody Allen’vari bir metin yazmış. (Aslında Woody Allen, Tabori’den esinlenmiş olmalı ama “sokaktaki adam” Woody Allen’i daha çok tanıyor)

Yönetmenin bu dili "okuduğundan" emin değilim. Annenin kurtuluşu öne çıkıyor ,baştaki komik hava giderek melodrama dönüşüyor.

Hitler’in mavi gözlü subayı , tartıştığı “yeşil gömlekli”ye inat “Anne”yi özgürlüğüne kavuşturuyor. Seyircinin oyundan yumruk yemiş gibi şaşkın çıkışının asıl nedeni bu ! Hiç böyle “iyi kalpli” bir kurt görmemişlerdi ! Kazankaya ve ekibinin katkılarını (!) da unutmamak gerek.

Yönetim
Kazankaya düz okunsa 1 saatte bitecek bir metni 2 saate yaymayı başarmış (!) Tabori’nin “duruşu”na yaklaşamamış. Kazankaya hala Venedik Taciri’nin son sahnesinde kalmış herhalde. Onun bu duruşu ,oyundan çıkacak mesajı da yanlış mecralara sokmuş.

Oyunun yapısı katılımcı, dinamik ve bütüncül bir sahneleme istemekte. Bundan kastım tüm oyuncuların her sahnede aktif olarak, bedenen ve ruhen “var” olması ve de içlerinden bazılarının belli karakterleri canlandırmasıdır.

Temel husus, çevrenin tüm kasveti/ciddiyeti içinde annenin naifliğinin verilemeyişindedir. Esas mesele çevrenin komikliği değil annenin içine düştüğü durumdaki dürüstlüğü ve naifliğidir. Oyunda durum , tamamen ters yüz edilmiş bir durumdadır. Yani çevre komikleştirilmiş , ana karakterler ciddileştirilmiştir. Yani komik ve saçma içinde ciddiyet. Naiflik ortadan kalkmış. Yanlış da orada başlamaktadır.

İçine Pera dansları(!) , Tenten’in şaşkın polisleri , Anatevka , Lizst, Brahms , Darvaş , ağaçtan düşme,sürünme , tırmanma , zıplama ,soyunma vb katılarak , takıp takıştırdığı taklit mücevheri ve duvardaki “çakma” “paşa baba” portresi ile “saraylı” görüntülü “varoş güzeli” yaratılmış . Kafasındaki kanlı sargısı “poşu” gibi duran ağaçtan düşen oğlu , boşlukları doldurmak ya da metnin hikaye anlatan durağanlığını süslemek(?) için artık klasik Pera söylemi haline gelmiş yürüyüşleri , çocukların arka arkaya geçip “çuf çuf tren olma”sına benzer tramvayı , bu “çorba”nın görsel zenginliği(?) olarak seyretmek zorunda kaldık.

Alınan ödüllere dayanarak farklı olmanın keyfi ve de güveni ile yapılan sanatsal kolajların bilenlere hiç de “hayran olunası” gelmeyeceğini bilecek kadar bilinçli bir tiyatrocunun elinden çıkmış bu oyunun, zaman , ilgi ve konsantre azlığı nedeniyle böylesine “yarım” kaldığını düşünüyorum.

“Annem”
Çok iyi bir oyuncu olmasına rağmen Serpil Tamur gerek ses tonu ve gerekse oynadığı önceki karakterlerden gelen alışkanlığı ve de algılanması ile bu rol için çok dramatik. Her ne kadar bu yorumla "kotarılmış" oyunu , oyuncu değişikliği ile "kurtarmak" zor da olsa gözlerimin önünden Adile Naşit geçti . Çok iyi bir oyuncu olan Günay Karacaoğlu benim adayım olurdu. Karacaoğlu gençliğinin verdiği enerji ile gurup içine de katılarak bu naif karakterin hakkını verecek oyuncudur.

Oyunun en etkileyici tarafı tren vagonlarını hatırlatan dekoru( Şirin Dağtekin Yenen ) idi.

Annemin Cesareti , bilinmesi yararlı ama bu sahnelenişle seyri zaman kaybı olan bir oyun.

Melih Anık

Not: Tekel Sahnesi , olanaklar yaratan açık sahne olarak iyi düşünülmüş. Bir kusuru var. O da oyunların bu sahneye “çivi”lenerek başka sahnelere taşınamamasının “kullanılma” olasılığı. Tabi o da “kullanana” kalmış.
Kaynak:
http://muse.jhu.edu/journals/theater/v029/29.2zipes.html
http://www.independent.co.uk/news/obituaries/george-tabori-460660.html
http://www.ecibs.org/new/ecibs/38/interview-pirooz-aghssa
Tabori- Brecht Dosyası-Yılmaz Onay- Mitos Boyut
Tabori-Bir Casusa Ağıt-Weisman ile Kızılyüz-Özdemir Nutku-Mitos Boyut