29 Mart 2010 Pazartesi

Nedim Saban’ın Mesajı ve Tiyatrocunun “Ruh” hali….

Nedim Saban, başka bir konu ile başlayan yazışmamızda gene esastan koptu ve “son darbe”yi aklınca şu cümle ile vurmak(?) istedi :
Yılın tartışmasız en iyi oyunlarından Profesyoneldeki Bülent Emin Yarar'ı utanmadan televizyondaki rolüyle değerlendirerek hepimizin alay konusu olan sevgili Melih Anık, siz en fazla profesyonel bir televizyon izleyicisi olabilirsiniz. Bundan böyle maillerinizi zaplıyorum.”
Nedim Saban ,27 Mart 2010 Dünya Tiyatrolar gününde bir tv’den diğerine koşuştururken mesajlarıma cevap yetiştirmeye çalışıyordu.

25 Mart 2010 Perşembe

“Ben Patronum” Diyen Mehmet Ergen’e Cevap : Köpürmeyin Sayın Ergen!

Sayın Mehmet Ergen,
Cevabınızın yayımlanmasından bu yana 5 gün geçti. Ben de özellikle bekledim. Umudum , özür dilemenizdi. Aşağıdaki cevabı üzülerek yayımlıyorum.
Gruplar
Ne tuhaf bir dünyada yaşıyoruz? Ergün Işıldar haklı olarak genel kanıya tercüman olan soruyu sordu : “Husumet mi var aralarında?” Beğenmediğinizi söylediğinizde akla hemen husumet geliyor. Yani beğenmediğinizi söylediniz mi sizi düşman sanıyorlar. Mehmet Ergen’e(hiç kimseye) düşmanlık hissetmiyorum.
Kendini “tiyatro koruyucusu” sayanlar var. Onlara göre beğenmemek , tiyatroyu sabote etmek anlamına geliyor,beğenmeyen bir anda “tiyatro düşmanı” sayılıyor . Savunma da hazır: ”Zaten seyirci gelmiyor, bir de kötü denirse hiç gelmeyecek…” Aslında seyircinin çoğu kendi başına karar verip yazılanları sonradan okuyor, bilmiyor musunuz ? Belki de eleştirilerin çoğu “reklam” sayıldığı içindir. Seyirci yönlendirilebilir mi Allahaşkına ! Bu nasıl bir vehimdir!

24 Mart 2010 Çarşamba

Ben Patronum - Yorumlara Cevaplar- 27 Mart 2010

Sayın Fuat Yucelen,
Yazımı okumaya değer bulduğunuz ve de düşüncelerinizi paylaştığınız için teşekkür ederim.
Tiyatro eleştirisinde neler olması gerekenleri saymışsınız : Oyunun içeriği, bundan ne çıkarıldığı ve oyun kişileri ve aralarındaki karakterler anlatılmalı ; oyunu izlemeyenler için ön yargısız olmalı ; abes ve gereksiz karşılaştırma yapmamalı ; ilk oyununu yazanı yüreklendirmeli ; oyunu yapana teşekkür edilmeli ; bardağın dolu tarafından bahsedilmeli ; yukardakilerin farkında olan eleştiri yazmalı..

22 Mart 2010 Pazartesi

Sezonun En İddialı Yazısı : “Sezonun En İddialı Oyunu/ Erkan Küçük"

Erkan Küçük’ün Kül Bellek üzerine yazdığı yazının (http://www.tiyatronline.com/yelestri881.htm) ilk ve son paragrafları aşağıda:
“Beliz Güçbilmez'in yazıp Mahir Günşıray'ın yönettiği “Kül Bellek” adlı oyun İstanbul DT’ de sahnelenmeye devam ediyor. “Kül Bellek” aynen adı gibi metaforik derinliği olan ve izleyicisinden zihinsel anlamda katılım bekleyen bir oyun . Zira TV, dizi kültürüyle yoğrulmuş sıradan, sığ anlatılarla aklı yontulmuş apolitik çoğunluk açısından alımlanmasının zor olacağı söylenebilir.”
…………….
“ Beliz Güçbilmez'in zekice kurgulanmış derinliği olan politik sözünü sanatsal ve felsefi noktadan söyleyebilen bu oyunu Mahir Günşıray'ın başarılı rejisiyle mutlaka seyredin. Yaşadığımız gerçekliği birde bu perspektiften izleyin. Popüler kültürün yarattığı düşünce tembelliğimizin aşılmasında böyle sanatsal müdahalelere ihtiyaç var kanımca. “Kül Bellek” Sezonun iyi oyunlarından biri. “
Benim dikkatimi çeken ve yazara sormak istediğim hususlar da bu iki paragrafta :
…………..
Yazının sonunda “mutlaka seyredin” denmiş , başında ise “TV,dizi kültürüyle yoğrulmuş ve sığ anlatılarla aklı yontulmuşlar” için “alımlanması zor olacak”…
“Mutlaka seyretmesi” gereken “ yoğrulmamış ve yontulmamış”lardan olmalı mı deniyor yoksa “zor alımlayacaklar” da seyretsin mi ?
“Zor” da olsa seyretsinler ve de “Popüler kültürün yarattığı düşünce tembelliğini aşsınlar” mı deniyor yoksa?
Hadi seyrettiler diyelim. Bu tembellikle , “Zihinsel anlamda katılım” yapabilecekler mi?
Ya da yazar “zaten onlar beni okumaz ve bu dediğimi duymaz giderler ve alımlayamazlar” ama “sanatsal müdahale” yapılmış olur diye mi düşünüyor ?
O zaman “ ’çoğunluk’ yazarı okumuyor” çıkmaz mı ortaya?
Ama o “zor alımlayanlar” tesadüfen yazıyı okumuş ve de “zaten oyun bana göre değilmiş anlamazmışım gitmeyeyim” dese ve gitmese “Sanatsal müdahale” nasıl gerçekleşecek ?
O zaman “siz size”(ya da “biz bize”) kalınmayacak mı ?
Ayrıca onlar yazarın tarif ettiği gibi , kendilerini “biliyor”lar mı?
“Zihinsel anlamda katılamayacak” oldukları için “Zor alımlayacaklar” , yazarı okuyorlar mıdır acaba?
Yoksa bu tanımda yazarı okuyanlar (ve de yazar ) için bir övgü mü var?
Yoksa yapılan çok zekice bir “kışkırtma “mı ? Kimse kendisini “zor alımlayan” olarak tanımlamayacağına göre , ” Kül Bellek’de görüneyim” de “farkım anlaşılsın” diyecek ve de oyuna gelecek diye mi düşünüldü?
Ya da oyunu yazar gibi alımlamayanlar “TV, dizi kültürüyle yoğrulmuş sıradan, sığ anlatılarla aklı yontulmuş apolitik çoğunluk” kategorisine mi girer?
…………….
Alımlayabildiniz mi?

Melih Anık

Not:
Alımlamanıza yardım için : http://melihanik.blogspot.com/2010/01/ad-agr-gelmis-bir-oyun-kul-bellek.html

14 Mart 2010 Pazar

“Shakespeare Soap Musical” : Şekspir Müzikali 7 - Oyun Atölyesi

Bu yılın çok konuşulan oyunlarından birini , Şekspir Müzikali 7’yi İstinye- Enka Salonu’nda izledim.
Enka’lılara
Her şeyden önce Enka’lılara şunu hatırlatmak isterim ki oyun öncesi, salon kapısında ayakta ve havasız bir ortamda bekletilmek hiç de hoş değil. Eminim ki herkes iyiniyetli ama salondaki hazırlıkların da son ana bırakılmaması en azından seyircilere saygının bir gereğidir. Gerçi salon okul kompleksi içinde ama seyirciler öğrenci değil . Hatırda tutulmasında yarar var.
Ortada dolaşan fısıltı Haluk Bilginer’in salona geç geldiği ve o nedenle de hazırlıkların son ana kaldığı idi . Gecikmenin Bilginer’e bağlanmasını inandırıcı bulmadığımı belirtmek isterim. Birilerinin hatası en olmadık kişiye fatura edilebiliyor. Hiç değilse bir açıklama ile fısıltıları önleyin.
Özet Olarak “7”
Özet olarak şunu söyleyebilirim : William Shakespeare'ın 'Nasıl Hoşunuza Giderse' adlı oyunundaki bir tirattan esinlenen Şekspir Müzikali 7 , yoğun bir emeğin sonucu ortaya çıkarılmış bir gösteri . 8 kişilik canlı orkestrayı da dikkate alırsak hiçbir şeyin eksik kalmamasına fedakârane özen gösterilmiş .
7 Maddede “7”
1 - Sahne Tasarımı(Bengi Günay)
Oyun Atölyesi “sahne tasarımı” teriminin hem dekor ve hem de giysi tasarımı öğelerini içerdiğini belirtmiş.
Gösterinin en etkili ve başarılı yanı Sahne Tasarımı . Orkestra elemanlarının bir örnek ayakkabı ve giysilerinden başlayarak tüm giysiler , mekanın kullanılışı , giysilerle mekanda kullanılan tasarımların birlikteliği , 7 kutu , yansıtma perdesi , aksesuvarlar , renkler ve temizlik o kadar kusursuz bir bütün oluşturuyor ki ilk sahneden itibaren görsellik seyirciyi çarpıyor.
(Testosteron’dan sonra kalite yükselmiş)
(Asker sahnesindeki giysi daha ziyade bir ördek avcısı izlenimi bırakıyor. Baret kullanılması daha iyi olmaz mı diye düşündüm)
2 - Müzik (Tolga Çebi)
Müzikalin olmazı elbette müzik. Gösteri boyunca ara vermeden devamlı var olan müzik, kulaklara hoş gelen melodileri ile her müzik türünü sunuyor. Müzikteki bu çeşitleme , elinizde Haluk Bilginer gibi bir sanatçı varsa denenebilir ancak. Bilginer her tür müziğe can ve yorum katabilecek ülkemizdeki tek örnektir diye düşünüyorum. Onunla hoş anlar yaşanıyor.
3 - Haluk Bilginer
Bu gösteri , Haluk Bilginer için ,onun varlığına güvenilerek oluşturulmuş , sahnelenmiş . Onsuz tadı çok daha az (yok demek de mümkün) olurdu. Haluk Bilginer’in de rolü sevdiği ve kendine uygun düzeyde (“challenging”) bulduğu anlaşılıyor. Seyirci için bu düzeyde bir ustalığı seyretmek hoş ve gurur verici.
4 - Soykarılar(Evrim Alasya , Selen Öztürk , Zeynep Alkaya ,Tuğçe Karaoğlan)
Dört kadın oyuncu , yetenekleri, enerjileri , sempatileri ve de her sahnede belli olan çok emek koymuşlukları ile gösterinin parlayan ışıkları . Aralarındaki uyum birliği ve de seyirci ile iletişimleri mükemmel . Onlarsız bu gösteri tatsız olurdu.
Soytarı’nın bir iç muhalefet , paylaşımcı vb gibi kullanılması ve Soykarı’ya dönüşmesi hoş bir buluş. (Testosteron’un 7 soytarı ile oynanmasını bekliyorum ! )
5 - Hareket Düzenleme (Gizem Erdem) - Maske veTasvir Tasarımı(Özlem Karabay)
Kuşkusuz sahne hareketleri ve 7 çağı belirten tasarımların gösteriye katkısı çok büyük.
Sahne hareketlerinin sahnelerimizde göre göre alıştığımız (bıktığımız) hareketlerden olmayışı , oyuncuların yetenek sınırlarına kadar kullanılışı çok başarılı. Maske ve tasvirlerdeki zarafet ise gösterinin hedeflediği anlaşılan düzeye gelmesine katkı sağlıyor. Ayrıca gerek hareketlerde ve gerekse tasvirlerde geleneksel izlerin var olması çok da güzel.
6- Oyun Dergisi
Oyun dergisi (bir koleksiyoner olarak) örneğine az rastladığım bir doyuruculukta. Kendini anlatma ve seyirciyi bilgilendirme gayreti içinde ; başvurulan kaynaklara saygılı .Sunuşu olgun.. Bunu “Tiyatro Yöneticisi” olarak Kemal Aydoğan’daki değişmenin göstergesi olarak alıyorum.
7 - Kemal Aydoğan
Gösteriyi seyrederken , tüm bunları bir araya getiren Kemal Aydoğan’ın iyi yolda olduğuna dair olumlu bir izlenim edindim. Daha önceki oyunlarda sahneden dışarı “fışkıran” “ben” anlayışında “biz”e doğru bir yumuşama ; kendini topluluğun aklı sayma ve kanıtlama görüntüsünün değişmekte olduğunu hissettim.
Müzikal gibi farklı disiplinlerden ortaya çıkan bir gösteride genel çerçeveyi çizip bütüncül bir yaklaşımla çok fazla zigzaglar çizmeden , elindeki imkanları ve birikimini kullanarak kafasındakileri ve inandıklarını sahneye getirme çabasından anladığım da bu. Yani eldeki olanakları kullanarak değişik tatları birleştirip yeni bir yemeği yenecek kıvamda sofraya getirmek.
Rabelais ile Shakespeare’i sahnede buluşturmak da vurgulanması gereken bir yaratıcılık .
Oyunun metni anlamındaki kolajı da bir araya getiren (muhtemelen gösterinin fikir sahibi de) Kemal Aydoğan .
Shakespeare’in Şekspir yapılmasında korktuğumu yaşamadım .Bu değişikliğin ima ettiği bir “halk dalkavukluğu” sezmedim.
Kemal Aydoğan galiba “Yönetmen” şapkasının anlamını ve de değerini algılamakta.
Tüm bunlar “Genç Yönetmen KA”nın (Kemal Aydoğan’ın) olgunlaşmakta olduğunun göstergeleri.

AMA..
Şekspir Müzikali 7’yi seyrederken hep bir şeyler eksik , olmamış gibi geldi bana . Belki de doyurucu olmayan hikayesi buna sebep.
7 , mitolojik , tarihsel , dinsel anlamları olan bir sayıdır . Gösteriyi hazırlayanların bunu kullanma arzularının olmadığı görülmekte.
Erkeğin 7 çağını bulup çıkarmak Shakespeare’in köpüğü ile idare etmek gibi geliyor bana. Yüzyıllardır çeşitli şekillerde anlatılan ömrün çağları için ‘Shakespeare’ çok büyük gelmiş .(Shakespeare’de bir tirat , Oyun Atölyesi’nde bir oyun!) Şekspir Müzikali 7 , “büyük” bir ismin arkasına saklanmış gibi duran bir çalışma. Ve eldeki oyuncuya göre tasarlandığı için “erkekle” sınırlandırılmış. Onun için de insanın değil erkeğin çağları olmuş. “Oysa ki neler neler bulunmaz anlatacak ! Asıl iş edada”
Sahnede müzik, hareket, atlama, zıplama var ama oyunun “energia”sı yok. Akılda çalkantı yaratmıyor. Işıklı ama aydınlatmıyor. Renkli ama çoşturmuyor.
(Oyun sonu seyircilerden biri “Her şey güzel ama keşke Shakespeare’den bir oyun oynasalardı” dedi.)

Shakespeare’den esinlenilmiş ve toplanmış da olsa , en sondaki “sone” dışında varlığı tasvirlerde kalmış , anlamı ise hissedilmeyen Shakespeare’in , gösterinin odağına konulmasını doğru bulmadım . Shakespeare’i de içeren daha geniş bir tarama ile , yapılan kolaj da rahatlatılmış olurdu. Oysa Şekspir adı, sınırlama, zorlamalara neden olmuş. Sanki ille de Shakespeare’den alıntı yapılma zorunluluğu doğmuş .
Kolaj da bir derleme sayılabilir ama önerdiğim şekilde yapılan derlemede bütünsellik daha ziyade sağlanmış olurdu , anlatı ve anlaşılma kolaylaşırdı.

Hele bir de gösteriye Rabelais giydirmesi var ki o da yarım ! Gerçekte “Rabelais’nin altında ateşler yanmaktadır ha düştü ha düşecek.Oysa o güler de güler. Çünkü ”Gülme insana özgüdür”. Bu adam söylemek istediği yeniyi bir imge ve söz şaklabanlığına boğuyor ki okuyan kırılıyor gülmekten. Rebalais’nin kahkahası gür,renkli ve içi dolu ve anlamlıdır. Çünkü Rebalais’nin öğretisi sizi pek yüce kutsallıklara, şaşırtıcı gizemlere erdirecek hem dinimiz hem de kamusal ve özel yaşantımız bakımından.” (Eyüboğlu,Erhat,Günyol) Yani sıradan bir şaklabanlık değil Rabelais söylemi.
Şekspir Müzikali 7 de ne var ? "Güldürmüyor , erdirmiyor …" Zira içi “Rabelais doluluğu”nda değil .

Müzik fazla gelmiş . (“Müzik referans alınarak çalışılan bir oyun bu” Tolga Çebi) Oysa söz ile müziğin dengesi anlaşılma için önemli. Ayrıca da müzikte son 40 yılın bir özeti var gibi . (Her türden çalıyor! Tanıdık tınılar.) Müzik, 7 çağın belirginleştirilmesini sağlamıyor. Gösteriyi bütünlemiyor. Ses düzeyi sözü zaman zaman anlaşılmaz hale getiriyor, sözün değerini kaybettiriyor.
Müzik gösteriye değil Haluk Bilginer’in yeteneklerini sergilemesine daha çok önem vermiş gibi. Haluk Bilginer olmasa yavan kalırdı.

Shakespeare şiirleri ve sözlerinin müziklendirilmesi de zor bir iş. Besteleri anlamlandıran, Haluk Bilginer’in kişisel yeteneklerinden gelen renkli varyasyonlar .
Hayatta 7 çağın anlatıldığı bir gösteride, baştan sona, benzer müzik çağrışımları , tekrarlanmış motifleri ile müzik , gösterinin parlak tarafı ama yönlendiricisi değil.

Görsellik çok başarılı ama özü (Öz de teslim olmuş zaten!) tehdit ediyor. Bu içeriğin eksikliği nedeniyle, biçim ile içerik dengesinin tutturulamamış olmasından kaynaklanıyor.

Tüm bunlar iletiyi basite indirgemiş , gösteriyi toparlamak da Shakespeare’in son sahnedeki sonesinin(66.sone) etkileyici vuruşuna kalmış . Son sözler akılda kalır ama süreç içindeki önemli anları yok etmemek kaydıyla. Gösteri, “ 2 saat boşa geçti , hiç değilse giderken bir şeyler söyleyeyim de eksik kalmasın” telaşı ile o soneye tutunmuş sanki.

Gösterinin en başarılı sahnesi “Acıkan şehvet” sahnesi . Kendini hemen belli ediyor. Doğrusunu söylemem gerekirse oyunun içinde bu sahneyi destekleyen , tamamlayan bir başka sahne de yok. Nurhan Karadağ damgası çok açık ve “Yönetmen” olmak da öyle bir şey!
Gösteri çok uzun. Yaklaşık 2 saat sürüyor. Arasız ve en fazla 1,5 saate düşürülmesi daha etkili olur diye düşünüyorum.

Gösteri , gözünüze patlatılan bir flaş etkisi yapıyor. Parlak bir ışık görüyorsunuz ama sonrası karanlık . Ne gördünüz net değil. Ne gösterilmek isteniyor? Şekspir Müzikali 7 , bugünün “yangın yeri”nde ne söylüyor ? Ya da söylediği söylemesi gereken mi ?

Sonuç da ister istemez :
“Biri der : insan ömrü /Avare bir yarıştır/ Devrini ölçsek eğer/ Belki de bir karıştır” oluyor.
(Nasıl Hoşunuza Giderse-Halide Edib Adıvar-Vahit Turan tercümesi)


Bu kadar emek keşke başka bir hikaye için harcanmış olsaydı.

Melih Anık

Not :
Shakespeare kolajı yapacaklara öneriyorum : (İnsanın) Kadının özerkliği , egemenlik ve kurban geleneği , iktidarın kaynağı , iktidar karşısında halk , kahraman yaratan “yalakalar” , insanın kaderi ile savaşı , erkek içinde kadın/ kadın içinde erkek, dinin insansı yüzleri , amaca hizmet için cinayet , iktidarın hizmetindeki kahraman, Falstaff …,

"Göz kamaştırıcı aydınlık,derin bir karanlıktır" Peer Gynt-İbsen (Çeviri-Seniha Bedri Göknil-Zehra İpşiroğlu-Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)

11 Mart 2010 Perşembe

Ben Patronum - Aksanat Yeni Kuşak Tiyatro’ya ve Mehmet Ergen’e Yakışmadı…

Mehmet Ergen yönetiminde , Akbank Sanat ve British Council ortaklığı ile gerçekleştirilmiş “Oyun Yaz” projesi kapsamında ortaya çıkan genç oyun yazarlarının oyunları , sahnelenmeye başlandı. ‘Ben Patronum’ bu dizinin sunulan ilk oyunu. Oyunu Barış Toraz yazmış , Mehmet Ergen yönetmiş.
Mehmet Ergen’in yerli oyun yazarlarının ortaya çıkarılması konusunda samimi bir çaba içinde olduğuna inandığım için sezon öncesi bu mevsim üzerine olan yazımda (http://melihanik.blogspot.com/2009/07/2009-2010-tiyatro-dunyas-hayallerim.html) belirttiğim gibi , onun çabalarının sonucunda bir oyunun sahneye çıkarılması beni heyecanlandırmıştı.
Aksanat - Yeni Kuşak Tiyatro’da Harold Pinter , Sam Shepard , Neil LaBute ve Xaver Kroetz gibi yazarların oyunları ile Mehmet Ergen’in öncülüğünde buluştuk.
Aksanat ise yıllarca sanata yaptığı katkı ve geçmişte o salonlarda seyrettiğim Tilbe Saran, Cüneyt Türel ve Köksal Engür’lü prodüksiyonları ile bizi kaliteli olana alıştıran bir kurum.
Bu nedenle heyecanım , Aksanat ve Mehmet Ergen isminin güvenirliliğinden kaynaklanıyordu.
Oyun bittiğinde aldatılmış , kendime hakaret edilmiş gibi hissettim, utandım. Oyunu Aksanat ve Mehmet Ergen’e yakıştıramadım.
Yöneticiliğini yaptığı yazı atölyesinden öne çıkardığı ilk oyun ‘Ben Patronum’ ise diğerlerini hayal bile edemiyorum. Herhalde Aksanat’a ve British Council’ e ayıp olmasın diye ortaya bir şey koymak zorunda hissetti kendini.

Umarım tiyatro camiasından olanlar arasında bu oyunu beğendiğini söyleyenler çıkmaz. Eğer olursa , “uzmanın” ağzından çıkan “eğlendim” ifadesi gibi promosyon amaçlı olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Ama salt bu bile tiyatromuz için hüzünlenmemizin nedenidir.

Aşağıdaki ifade rol dağılım sayfasında yazılı.
“Kendi işini kurmak yolunda mahallede herkesten borç alıp,sonra da işi yüzüne gözüne bulaştıran Ali’nin hikayesinde , toplumumuzun en az emekle en çabuk yoldan para kazanmaya çalışan yeni kuşaklarının durumu komik bir dille sergileniyor”

Adında “Yeni Kuşak’ olan tiyatro , kendi yeni kuşak seyircisi hakkında bu yargıda : “En az emekle en çabuk yoldan para kazanmaya çalışan yeni kuşaklar ”. (“Yeni kuşak içinde en az emekle çabuk yoldan para kazanmaya çalışanlar” denmiyor !)
Yeni kuşağın , bu genelleme çerçevesinde tanımlanması , yanlış pozisyon almadır. Bunu yapanların diğer sözlerine de dikkat etmemiz ,bu “sığ” yaklaşım nedeniyle uyarmamız gerekir.
Eğitim , askerlik, toplumdaki baz ve kriterlerin dağılması , işsizlik ,yoksulluk, köşe dönmecilik, vicdanın yok olması, globalizm, sıkışmışlık vb sorunların ortasında var olmaya çalışan yeni kuşakları “geyik muhabbeti” ile genellemek yanlıştır.

Oyunun yazarı, 1979 doğumlu ve Eleştirmenlik ve Dramaturgluk eğitimi almış Barış Toraz.
Nasıl ki yazarının eleştirmenlik ve dramaturji okumasından yola çıkarak bu eğitimi yapanların tümünü, içinde yaşadıkları ülkenin gerçeklerini es geçip (Ülkenin gerçeğini bu “sığ”lıkta anlatmak da denebilir) “Ali’nin hikayesi” gibi bir geyik muhabbetini , oyun diye yazmasına bakarak bir genelleme yapamazsak , yeni kuşakları da benzer bir genelleme ile bir çırpıda etiketleyemeyiz.

Bir gece önce seyrettiğim Wolfgang Borchert’in oyunu Kapıların Dışında’yı bu dünyada sadece 26 yıl yaşamış savaş mağduru bir Alman, 1947’de yazabilmişken (hem de ilk oyunu değil) biz ne yaptık da 31 yaşında bir genç , ilk oyunu olarak Ben Patronum’u yazdı ?
Dünyadan örnekler çoğaltılabilir. Büchner’i , Boris Vian’ı hatırlayın...
1969 doğumlu Ben Hopkins de telefon satıcılığı ile başlayan bir ticaret masalı-Pazar’ı yazıyor , çekiyor ve ödüller alıyor. “Elin İngiliz”i bu topraklardaki bir hikayeyi anlatıyor, bizim çocuklarımız kendi topraklarına “uzaktan” bakıyor. Sorunun iç ve dış etkenlerini analiz edemiyor , sentez yapamıyor,geyik muhabbetini yazıya döküyorlar. Asıl cevaplanması gereken budur.

Ama asıl sorumlular - daha çok yaşamış olan- bizleriz. Onlara nasıl bir hayat sunduk ki onlar oyun diye 'Ben Patronum'u yazacak konuma geldiler. Asıl sorgulanması gereken de budur.


Kendisini Kültür Bakanı olarak görmek istediğini , İngiltere’de 3 tiyatro açtığını ve 3 tiyatro daha açacağını söyleyen Mehmet Ergen ise Talimhane’de uğraşmak zorunda kaldığı konular ve yazı atölyesinde yaşadıklarından dolayı olmalı , işi “gırgır”a vurmuş , kendisini sarmalamış karamsarlıkla dalgasını geçerek iyileşmeye çalışıyor sanki.

“Elin İngiliz”i bu toprakları yansıtıyor , “bizim” Mehmet’imiz İngilizlere tiyatro satıyor. Buna globalizm deyip geçemezsiniz.

Yazı atölyesindeki gençleri yönlendirecek , hayata bakmalarını sağlayacak,onları yüreklendirecek olan KİM ? Hadi onun da sorumlusu biz olalım. ( Ben Hopkins değil ya!)

Ama Ergen’in yaşına ve de kendisine “hocam” diyen öğrencileri olduğuna bakarak en azından İngiltere’deki seyircilerine layık görmeyeceği oyunlarla bizi karşı karşıya bırakmamasını ondan istemek hakkımızdır diye düşünüyorum.
“Yeni salonları İngiltere’de nasıl açtığı” sorulduğunda koltuk sayısı ile bilet parasını aklından çarpıp hasılatı hesapladığını söyleyen Mehmet Ergen o salonları dolduracak doğru oyunu da seçecek kadar deneyimli bir tiyatrocu. ‘Ben Patronum’u seçerken de hedef seyirci kitlesinden gelecek hasılatı da hesap etmiş olmalı .
Ama geçmişte saygın bir yeri olan bir sponsor tiyatrosu için seçtiği bu oyunda hasılat endişesi taşıması bir yana, bu oyunu seyre değer olur düşüncesi ile sahnelemesi hüzünlü bir durum . Bunu bir tiyatrocunun yaşadığı toplumun düzelebileceğine inancını yitirmiş diye anlarım . Kendisinin tiyatro bilgisine olan inancım nedeniyle de seyirciyi küçümsemiş diye okur ve kendimi hakarete uğramış sayarım.

Oyunu seyrettiğim akşam salonu dolduran “yeni kuşak”lardan ender olarak duyulan bir kağıdın hışırtısı kadar çıkan seslere baktığınızda, “yeni kuşaklar” , onun , kendilerine layık gördüğü bu oyuna gereken cevabı vereceklerdir , gönüllü promotörlerin reklamlarına rağmen.

Bir çift söz de Bartu Küçükçağlayan ve Deniz Celiloğlu’na : ‘Şeylerin Şekli’nden sonra tebrik ettiğimde “Ne yaptık ki ! Bu bizim normal halimiz” şeklindeki davranışlarınızı alçakgönüllülüğünüze vermiştim. Geçen zaman içinde seyrettiğim rolleriniz, maalesef sizi haklı çıkarıyor. Bence bu halden bir an önce sıyrılın. Sahneye çok yakışıyorsunuz ama bir yere kadar ! Geleceğiniz için farklı roller oynayın artık.

Oyunun dekoru Barış Dinçel’e ait. Sahnede dekor olarak düz bir pano önünde 4 beyaz sandalye var. Sahne tasarımının uzmanlık olduğu , “boş sahne”nin bile bir tasarım olarak kabul edilmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak bu oyundaki düz pano ve 4 sandalyenin “Dekor: Barış Dinçel” başlığı ile verilmesini anlayamadım. Mehmet Ergen bunu tasarlamayı akıl edemedi mi ? Barış Dinçel , bu dekor için verdiği fikirsel desteğin “adlandırılmasını” kabul etmeseydi keşke.

Bu oyuna ayırdığım 2 saat , benim için boşa gitmiş bir zamandır.
Ama içimi acıtan şey, utanmamız gereken bir durumda “eğlenebilmektir”.


Melih Anık

7 Mart 2010 Pazar

Borchert - Kapıların Dışında - “Hayır De!” - Altıdan Sonra Tiyatro

Alman yazar Wolfgang Borchert’in Kapıların Dışında isimli oyunu 1947 yılında radyodan yayımlanmış ilk kez. Cepheden dönen bir askerin, uğruna dövüştüğü toplumda dışlanmasını anlatan oyun Borchert’in kendi hikayesi ile benzerlikler taşıyor.
1921-1947 yılları arasındaki kısacık hayatında iz bırakan eserler yazmış olan Borchert, 1941 yılında silah altına alınmış, 1942 de yaralanmış, difteriye yakalandığı için askeri hastaneye yatırılmış, sol elindeki silah yarası yüzünden kasıtlı olarak çürüğe çıkarak askerden kaçmaya niyet ettiği gerekçesi ile tutuklanmış, ölüm cezası istemiyle yargılanmış ama beraat etmiş. Yazışmaları nedeniyle suçlandığı için tutukluluğu devam etmiş , cepheye gönderilme şartıyla 6 hafta hapis cezası almış.
Askerde ayaklarının donması ,sarılık ve tifoya yakalanması nedenleriyle zor günler geçirmiş.1943 de Hamburg’a dönmüş.Cephe tiyatrosunda görevlendirilme umuduyla birliğine geri dönmüş.Goebbels ile ilgili bir parodi nedeniyle yeniden tutuklanmış,yargılanmış ,9 aylık hapis cezası ardından tekrar cepheye gönderilmiş. Birliği Fransızlara teslim olmuş. Esirlerin taşınması sırasında kaçmayı başarmış, 600 km lik yolu yürüyerek 1945 de Hamburg’a geri dönmüş.
Öldüğü 1947 yılı 21 Kasım’ına kadar yazı ve tiyatro ile ilgisini sürdürmüş. Kapıların Dışında ölümünden bir gün sonra oynanmış , öykülerinin toplamı olan Üzgün Sardunyalar ise ölümünden sonra yayımlanmış.
Kapıların Dışında’yı anlamlandırırken yazarın kendi hayat hikayesini bilmenin yararlı olacağını düşündüm.
Borchert , ızdıraplı hayatının sonlarına doğru biraz öfkeli , çokça umutsuz bir dille yazdığı Kapıların Dışında oyununda karamsar bir tonda dışlanmış (ötekileştirilmiş) olduğunu fark eden bir askerin ağzından acılı bir öykü anlatıyor.
Sırtını sıvazlayarak ve kahraman gibi uğurlayanlar cepheden dönüşünde onu başka biri olarak karşılarlar. Daha doğrusu asker, içinden çıktığı ,uğruna savaştırıldığı toplumu tanıyamaz. Oyunda , “kim değişti?” sorusunun cevabı , seyircinin konumuna göre değişir. Ülkemizin bugünkü havasına göre Beckman “uyumsuz”.
Ona dilini unutturmuşlar. Ona başka dilde konuşmasını öğretmişler. Kutsal sayılan ne varsa anlamını yitirmiş. Evinde bir başkası onun gömleğini giyiyor. O da başka bir evde bir başkasının ceketini giyer. “Dönenler dönemeyenlerin ceketini giyiyor” artık.
Madalyalarını söküp atan, protezlerini kıran askerin çaresizliğidir bu. Uğruna kaybettiği ne varsa ona kaybettirenler başka alemlerdedir şimdi. Dünya değişmiş. Düşmanlar el sıkışıp öpüşürken o kaybettikleri ile “kapıların dışında”dır. Uğruna kaybettikleri ile yarım, çaresiz, umutsuz ve yalnız.
“Ölüm tanrıdan güçlüdür.” Kemik zilafon ile çalınan şarkıların kahramanlığı onun bildiği gibi değil artık.
Onun gaz maskesi gözlüğüne inat yeni hayatın kahramanları (?) havalarını yeni gözlükleri ile atmaktadır. Onun gaz maskesi ardından net gördüğü dünya değil bu .
“Yapacağımız tek şey var: Hayır demek!” bir kabare şarkısıdır artık , söylene söylene tüketilen.
Omuzlarınıza ağır bir yük olan sorumluluğu alan bulsanız da verseniz rahatlayacaksınız ama alan bulunmaz.
“Gerçeği bilmek istemiyor kimse. Gerçeği söylemek sizi gözden düşürür . Hem gerçek orta malı bir orospudur geceleri çıkar. Sanatın gerçekle ilgisi yoktur.” Ne çok şey değişmiş siz yokken!
Onlara ne senin kan terlediğinden!
İşte onun için “kapıların dışında”sın!
Posta kutularındaki ismin karalanmış yerine yeni isimler yazılmış.
İşte onun için “kapıların dışında”sın.
Biçare ve azıcık hayatını Elbe bile istemez.
İşte onun için “kapıların dışında”sın.
Tiyatro kötüdür ! Kötüdür , zira Beckman’ın (kahramanın) karşısındakileri maskara eder,rezil eder . Koltuğuna sıkıca yapışmış korkaklardan kahraman çıkmayacağı tarihsel olarak kanıtlanmış olduğu için , en çok onlar rahatsız olur .
Siz pasta isteyen seyirci misiniz ? Ekmek verecekler ! Gıdıklanmak isteyen seyirci iseniz yazık size, çimdikleyecekler! Dahice, üstün, neşeli olmaya çalışmadan sizi koltuğunuza çakacaklar !
Oyunun karanlık içinde geçmesi , vicdanınızla baş başa kalasınız ve sesini duyasınız diyedir. Yüreğinizin daralması bundandır.
Ölmeyi bile özleyenlerin olduğu bir toplumda hatırlamanız için , tanımanız için .
Ama seyrettikten sonra “Bilmiyordum” diyemeyeceksiniz. O kötü!
Çünkü Borchert söylemişti. Altıdan Sonra Tiyatro söylemişti.
“Hayır” diyemediğiniz için oluyor tüm bunlar !
Vicdanınızdan da kaçamazsınız ya!
Kapısının önünden savaş geçenler! Kapıların ya dışındasınız ya da (eli kulağında) kalacaksınız.
Oyunu Yiğit Sertdemir yönetmiş. Dekor(Gamze Kuş) , Işık(Mahmut Özdemir) oyunun ruhunu yansıtıyor . Kumbaracı50'nin mekanını çok akıllıca kullanmışlar . Maske ve Kukla Tasarımı(Candan Seda Balaban) oyun fotoğraflarından yansıyan mesajın kaynağı . Sahnede de çok iyi duruyor. Müzik tasarımı (Onur Kahraman) ve Hareket Düzeni(Özgür Tanık) gereken kadar.
Takım oyunu (Ebru Gözdaşoğlu,Onur Kahraman,Seda Özen Yörük,Y.Ömer Erzurumlu,Yiğit Sertdemir) ise oyunu satırların ötesine taşıyor.
Özellikle, Behçet Necatigil’in şiirsel Türkçesinin hakkını veren Yiğit Serdemir’in ,  adeta bir resital verir gibi sunduğu bir oyun bu!

Görmek gerek.

Melih Anık

Not: Altıdan Sonra Tiyatro , Wolfgang Borchert’in savaşa karşı manifesto olmuş “Hayır De”sini dağıtmalı oyunu seyretmeye gelenlere. Çünkü bu oyun, onunla tamam olur.

4 Mart 2010 Perşembe

Kumbaracı50 , Yangın Merdiveni , “Beyaz” , Tiyatro Yüzleşme

Beyoğlu dünyanın en eşsiz köşelerinden biridir ; sürprizli , heyecanlı , umutlu , umutsuz , sevinçli , hüzünlü , korkutucu …
Sokaklarında şarkılar dolaşır , dünya dolaşır . Haldun Taner’in dediği gibi :
“Arlısı arsızı / Hırlısı hırsızı / Kirlisi,kirsizi /Sırlısı,sırsızı
Huylusu huysuzu/tüylüsü tüysüzü/soylusu soysuzu/boylusu boysuzu
Bitlisi bitsizi/iplisi ipsizi/denlisi densizi/donlusu donsuzu
Ünlüsü ünsüzü/çullusu çulsuzu/pulsuzu pullusu/yollusu yolsuzu
Etlisi sütlüsü/allısı morlusu/sağcısı solcusu/şanlısı şansızı”
Porno yıldızı , kuzey yıldızı , satanı satılanı .. Melek yüzlü şeytanlar dolaşır köşe bucak .
Dinlerin buluştuğu bir mekandır Beyoğlu . Hoşgörünün de.
İçinde , bana vicdanımın sesini duymamda yardımcı olan tiyatronun mekanlarından biri Kumbaracı50 vardır. Şimdi yangın merdiveni de tamam.
Kalabalık bir toplantı ile açıldığı Ekim 2009 dan beri tam 5 aydır 10 a yakın gösteri seyrettiğim Kumbaracı50 de ne büyük bir felaketten kurtulduğumu binanın arkasındaki yangın merdivenini gördüğümde idrak ettim.
Nasıl bir gönül rahatlığı içinde seyrettim “Beyaz” oyununu . Yangın merdiveni de tamam. Ve tam sahnenin arkasından yansıyan “Exit-Kaçış” ışıklı levhası. Yangın çıkarsa nereye gideceğimi de biliyorum. Çünkü yangın merdiveni de tamam.
Kumbaracı50 de yapılan yangın merdiveni , Beyoğlu'ndaki tüm yapılar için de güven verdi bana.
Hayırlara vesile olanları hayırla anmak isterim.

Beyaz(2004)
Tiyatro Yüzleşme ‘nin oyunu “Beyaz” , ölüm döşeğindeki Allah’a yakın bir annenin kapısında melek gibi iki kızın konuşmaları üzerine bir oyun . Kaderin önüne geçilemeyeceğini anlamış bu iki kız kardeş tevekkülle annelerine son görevlerini yapmakta ve geçmişlerini hatırlamaktalar.
Yazar ve Reji
Oyun çok genç yaşta dünyadan göçmüş Emmanuelle Marie’ye(1965-2007) ait. Murat Karasu yönetmiş. Oyunu Türkçeye çeviren Zeynep Utku , “Abla”yı oynuyor. Küçük Kız Kardeş ise Başak Dasman. Metinde “Büyük Kız Kardeş’ten daha genç görünen küçük kız kardeş” denmesine rağmen “küçük kız kardeş” saç şekli , giysileri ile ev kadını havasında ve Abla’dan daha yaşlı görünüyor. (Başak Dasman ve Zeynep Utku rolleri gerçek yaşlarına göre bölüşmüş sanki ) Ben bunu küçük kız kardeşin evlenmiş , çocuklu olmasına ve hasta annesinin sorumluluğunu taşımasına yordum. Evlilik , olgunlaştırmış dedim kendime. Hem ev kadını. Ablanın iş hayatı var.
Oyunu okuduğumda bana çok da özel gelmeyen metin ancak çok iyi bir reji ve oyunculuk ile ilginç olabilir diye düşünmüştüm. Zeynep Utku ve Başak Dasman iyi oyuncular. Oyun , sıkılmadan seyredilse de oyuncuların sahneden yansıyan olumlu elektrikleri , metni “büyütmüyor”. Yer yer seyirciye dönük oynanan tekli sahnelerde ise kararsız bir tutum içindeler . Kendilerine mi seyirciye mi konuşacaklar ,karar verilememiş gibi.
Oyunda iki karakter olmasına rağmen sanki onlar ayni kişiler. Sanki tek bir ağızdan çıkan sözler iki ağza bölünmüş. Metinden gelen bu eksiklik sahnede oyunculukla “ikileşir” diye düşünmüştüm ama Zeynep Utku ve Başak Dasman ayni tonda oynuyorlar . Yaşanmışlıkların farkı yansımıyor sözlere ve duruşa. Ortaya tek düze bir oynanış çıkıyor. Oysa ki farkı yaratabilecek oyunculuk gücüne sahipler.
Babanın sahneye girişinin gerçek mi hayal mi olduğu kesin değil. İki kardeşin ayni anda ayni hayali gördüklerine ve metne de bakarak babanın geldiğini anlıyorum. Ama Abla’nın “Bu sensin, buradasın geldin , bu sensin” dedikten hemen sonra, devamında “Babama sarıldım,ona sarılıyorum her şey yolunda diye düşünüyorum ve bir anda gökyüzü açılıyor” sözleri kararsızlığın nedenlerinden biri. Babanın eve gelişi ile ilgili sayfalarda yeniden bir sıralama yapılabilirdi diye geçirdim içimden.
Hatırlanan bir hayal mi yaşananlar yoksa seyirci ile paylaşılan bir geçmiş mi ? Oyun boyunca bu git-gel ’ler çok yaşanıyor. Oyunun metni neden oluyor buna . Metin düzenlemesi yapılsa iyi olurdu.
Abla’nın havuç yerken konuştuğu sahne başka bir şekilde çözülebilir mi ?
Işık ve dekorda yaşanan teknik sorunlar göçebe tiyatronun sürprizleri. Bir salondan bir salona taşınmak zorunda kalan tiyatroların ortak sorunu.
Örneğin Küçük Kız Kardeş’in sokaktaki yalnızlığı sahnesindeki ışık doğru aydınlatma yapmıyor. Oyuncunun da o sahnede hareket etmesi de işi zorlaştırıyor.
Sahne tasarımını beğendim. Masa üzerindeki oyuncak tren güzel bir buluş. Lavabodan suyu akıtmak için hazırlanan teknik düzen gerekli mi acaba ?
Müzik kullanımına ağırlık verilmesi oyunu renklendirir miydi ?
Beyaz’ın Anlamı
Bir kırınım ağından geçen ışık dalgalarının girişimi, bir renk tayfı meydana getirir. Beyaz , tüm renklerin renk tayfında hızla karışmasıyla ortaya çıkan bir renk. Beyaz bir anlamda toplanış bir anlamda dağılış.
Hayat da öyle değil mi ? Bir ağdan geçerek parçalanan renkler ya da hızla dönen çeşitli renklerden ortaya çıkan “Beyaz” bir son .
Oyunu bunu düşünerek seyrederseniz belki daha anlamlı olabilir.
“Zaten bu ölümlü dünyada hiçbir şeyin önemi yok” , yazarın karamsar ruh halinin yansıması ve oyun sonunda akılda kalan da o .
Beyaz’dan çıkarak yapılacak bir rejiyi tercih ederdim .
“Robert Sözlüğü de bize öğretiyor ki “Beyaz” kelimesinin kökeninin tam olarak ne olduğu karanlık” (Zabou Breitman’dan)
Katılıyorum.

Melih Anık



Kaynak: Beyaz / Mitos-Boyut 368