30 Aralık 2009 Çarşamba

MEFİSTO - İstanbul B.Belediyesi Şehir Tiyatroları

Bu yıla(2010) damgasını vuracak bir oyundan bahsedeceğim.
Bu sezon her dalda ödüle aday gösterilecek ve muhtemelen pek çoğunu alacak bir oyun hakkında düşüncelerimi paylaşacağım .
Mefisto ile ilk izlenimim şu :
Üzerinde çalışılmış , amacı saptanmış , uğraşılmış..
Çok iyi bir oyuncu kadrosu tarafından ciddiyetle oynanıyor.
Dekor ,kostüm ve ışık tasarımları iyi.
Tarihi bir gerçek üzerine yazılmış bir romana ve bu romandan usta bir yazar tarafından yapılmış uyarlamaya sahip.
İyi bir yönetmeni var.
Süzgeçler
Mefisto 1936 da yayımlanmış(Klaus Mann). 1979 yılında oyunlaştırılmış.(Ariane Mnouchkine)2010 yılında İstanbul'da sahneleniyor(Ragıp Yavuz)
T.S.Eliot demiş ki : “ Shakespeare eleştirileri , yazıldığı dönem ve yer bilgisinden soyutlanarak anlaşılamaz. Farklı kişiler tarafından farklı yerler ve farklı zamanlarda ortaya atılan görüşler son 300 yıllık Avrupa uygarlığındaki gelişme ve değişimlerin ayrılmaz bir parçasıdır.”
Bu görüşün roman ve romandan yapılan uyarlamalar için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle yukarıdaki tarihlere dikkat etmek gerekiyor.
Bir anı-roman yürekteki izlerin tazeliği ile yakından ilgilidir. Anı-roman yazan, anlattıkları yanında dışarıda bıraktıkları ile de bir tercih yapmış olur.
Uyarlayan da anı-romandan yaptığı sahne seçimleri ile içinde yaşadığı dönemin tarihe bakışı ve kendi duruşu ile bir tercihler sıralaması yapar.
Yönetmen de yıllar sonra, içinde yaşadığı zamanın tarih bilinci ve sanatçı duyarlılığı ile olayı kendi süzgecinden geçirir.
İşte bu yüzden sahnedeki Mefisto ard arda üç öznel süzgeçten geçirilmiş.
Tarihin Sarmalı ve Mefisto’nun Yarası
Amin Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”da “Bütün tarih kuramları kendi zamanının ürünüdür.Şimdiyi anlamak için son derece öğreticidir.Geçmişe uyarlandığında tahmini ve yanlı bir hal alır.Geleceğe yöneltildiğindeyse tehlikeli hatta kimi zaman yıkıcı sonuçlar doğurur” diyor.
Mefisto’da ,tarih kuramı , geçmişe uyarlanmakta ve geleceğe yöneltilerek çözüm üretmeye çalışılıyor. Tarihin tekerrür edeceği izlenimi yaratıyor. Uyarısını bu “tekrar”a endekslemiş.
Hitler’i iktidar yapan düzen ele alınarak geçmişte yaşananlara benzetme yapılmakta ve bundan yola çıkarak gelecek üretilmekte.
Oysa tarih tekerrür ederse ilkinde trajedi olan tekrarında komedi olur.
Mefisto , bu yüzden yaralı (!)
Yapılması Gereken
Yapılması gereken romandan başlayarak yeni bir uyarlama yapmak olmalıydı.
Belki o zaman oyunun içinde ağırlığını hissettiğimiz duvar , oyuna paralel giden kabare , komünizm , eş cinsellik , sanatçının toplumsal sorumluluğu , demokrasi vb kavram ve durumlara içinde yaşadığımız toplum gerçekleri ışığında daha anlaşılabilir anlamlar yüklememiz kolay olurdu.
Belki de o zaman neyi dışarıda bırakmamız gerektiğine kendimiz karar vererek oyunda görülen ve hikaye örgüsünü yaralayan uzunluğu törpüleyerek ,atmaya kıyamadığımız her şeyden kurtulabilirdik.
Sondan Başa Doğru
Oyunun en son repliği “Sıradan bir oyuncuyum ben”
Böyle bakılınca oyunun bir oyuncunun savunması/hayatı/eleştirisi gibi anlaşılması olanaklı.
Ama Yönetmen’in (Ragıp Yavuz) söylediği “Sosyal ve siyasal ilişkilerin sonuçları değil nedenleri daha çok ilgimi çekti” sözü nerdeyse oyuna damga vuran bu finalle, doğrulanmıyor. Kaldı ki bugünün “sonuç”ları, bilinen nedenlerin formülleştirilebilecek sonuçları da değil.
Bugünün dünyasını anlatabilecek bir “formül” yok.Maalouf ‘un dediği gibi “Tarih genellemelere uymaz pek” , ”Tarihi açacak bir maymuncuk yok”.
Tiyatro , bunun bilincinde olarak zor olanı seçmek zorunda, çözümü bulmuş gibi davranmak yerine. Tiyatro Höfgen’i de anlamak zorundadır mahkum etmek yerine.
“Bir tarikat yapılanması olan “Thule” örgütünün arkasına bir finans desteği alarak partileşmesi ve aşırı enflasyona yanıt vermesi sonucu “sandık”tan gelmiştir”de ifadesini bulan görüş ; ya da 1929 ekonomik krizinden sonra Avrupa’da radikal söylemini bulan akım ile 2001 krizinden sonra Avrupa’daki radikalleşme arasındaki benzerliğin yorumu da yukarda anlatılan bilinçle ele alınmalıydı.
Bilindiği gibi 1930’ların sosyal demokratları da tarihsel sürece bakarak Hitler’in gelişini ıskalamışlardı.
Mefisto’nun Dikkat Çeken Noktaları
Oyun yaklaşık 3 saat.
Oyun bir “geri dönüş” ile başlıyor. Ama başta açılan parantez sonda kapanmıyor. Bu da ucu açık bir kurguya neden oluyor.
Genel olarak oyun, enerjisini gittikçe yitiriyor. Sona doğru Höfgen’in(Yiğit Sertdemir) feryatlarına rağmen silik ve soluk bitiyor. Güzel anlar , sahneler var. Ama “sahne dili” yok. Roman dili de yok. Okuma tiyatrosu olarak da ilginç değil. Önemli şeyleri bir öğretmen edası ile vermeye kalkmış.
Birinci saatin sonunda birinci perde , Çehov’un Vişne Bahçesi’nden okunan pasajlar ile bitiyor. O ana kadar “Komünist” Höfgen’in kişisel gelişmesini görüyoruz.
İkinci perdede giderek düzen ağırlığını hissettiriyor ve Höfgen’in birden “nasyonel sosyalistleşmesi”ni başkasının ağzından bir cümlede duyuyoruz. Hatta Höfgen ,final dışında son üçte birlik bölümde sahnede “yok”.
O zaman birinci perde finalini yapan ve Höfgen’in bir anlamda aileye kabulünü ve de Mann ailesinin ortamını gösteren Vişne Bahçesi’nin, oyunun genelindeki yerini sorguluyoruz.
Benzer şekilde Höfgen ile Miklas(Murat Coşkuner) arasında geçen prova sahnesinin oyunun hangi çizgisi için oyunda tutulduğunu anlamak da güçleşiyor.
Roman söyleminde karakterlerin yaşam hikayelerini sonuna kadar görmek gerekli olabilir. Ama sahne dilinde bir tercih yapmak ve sınırları çizerek bütünün hatırı için bazı ayıklamalara katlanmak ve yalın bir anlatımı seçerek pek çok karakterin yaşamlarını anlatmak yerine yan karakterleri ana karakterin ve de oyunun ana çizgisinin ihtiyacı kadar işlemek gerekir.
Oyunun genelinde Höfgen’in feryatları ile sonlanan oyunda sahneye sokulan her karakteri atlamadan anlatma gayreti var.Bu nedenle oyunun ana çizgisi slalom yapıyor.
Genel olarak sahnelerin her birinin tek cümlelik mesajının özetlendiğini ve yönetmen(ve de dramaturg- Sibel Aslan Yeşilay) tarafından birbirine bağlandığını düşünmekle birlikte bu sıralama ve ilişkilendirmenin bir bütünlük yaratmadığını belirtmek istiyorum. Bu, tek tek güzel ve anlamlı gelenleri budayacak kadar acımasız olamamaktan kaynaklandı herhalde.
Kabare sahnelerinin araya konulması oyuna renk ve hareket katıyor. Ama Höfgen’in ve de düzenin çizgisi ile ilgisi çok açık değil.Kabare oyun içinde bir “iç ayna” görevini de yapamıyor.Kabaredeki tiplerin hatırlattıkları ise daha geniş, doğrudan ve güncel olabilirdi.
Sahnenin ön duvarı iki kez açılıyor .O sahnelerde seyirciye broşürler atılıyor.Bu iki sahne dışında oyun içine kapalı ve geride kurulmuş.Ve mizansen olarak sahne gerisine doğru kaçma eğiliminde.
Höfgen’in Elizabet ile veda buluşmasında oyun içi sahnenin seyirciye dönüklüğü mizansen gereği ama oyun içindeki sahne hep seyirciye ters yönde açılıyor. Veda sahnesinin ,sahne arkasında geçmesi gerekmiyor. Ama illa sahne arkası diyor ve de sahnenin yönünü değiştirecekseniz bunun oyun içinde bir anlamı olması gerek. Ayrıca aynalar ve üzerindeki yansımalar yeterince kullanılamamış diye düşünüyorum.
Belki de Mnouchkine’nin metnini esas alıp romandan yeni sahnelerin ilave edilmesi,bazılarının çıkarılması ile söylemi daha “yerel” ve “doğrudan” olan bir uyarlama yapılabilirdi.
Dekor Tasarımı
Önemli oyunların güvenilir Sahne Tasarımcı’sı Barış Dinçel’in eserine ayrıca bakmak gerekiyor.Zira sahne tasarımı kendi başına var olmuş sahnede. Oyunun “görkem”ini veren de o,sahne gerisine doğru yönlendiren de. Kendi başına çok özenli , mantığı olan bir tasarım ortaya koymuş Dinçel . Göz alıcı.. Ama ağır ve tek başına ! Duvar metaforu ise tartışmalı. Bu “yıkılan” duvar mı ? Bir toplumun halkları arasındaki “duvar” mı ? Bir “labirent” mi ? Bir tabut mu? Bir mezar mı ? Bir idam mangasının karşısındaki “duvar” mı? Devamlı açıp kapanması ile tarihin “körüğü” mü?
Yönetmen de bu “güzelliğe” kıyamamış olmalı ki uzun sahne değişimlerinde düzenin baskısını hissettiren siyah paltolu subayları çıkarmış sahneye.
Bu çerçevede zaten ağır diyalogların geçtiği sahneleri hafifletmek yerine ağırlaştıran bir kurguya neden oluyor dekor.
Oyunculuk
Mefisto’daki oyunculukta birlik yok. Kimi oyuncular dramatik kimisi epik oyunculuğu seçmiş.Bu belki kabare sahneleri ile diğer sahneler arasında bilinçli bir ayrım olsaydı o da kabulümdü. Böyle bir ayrım söz konusu değil. Hatta tarzlar arasındaki değişim ve geçiş de bir anlatım biçimi olarak kullanılabilirdi. Belki de iyi de olurdu.
Oyunun genel havası dramatik ama içinde yer yer epik var.Bu da bütünlüğün önünde bir engel.
Oyunun Yakamozları
Çağlar Yiğitoğulları ve Selim Can Yalçın. Bu iki isme dikkat etmek yetmez bu iki isme destek vermek lazım. Çağlar Yiğitoğulları’nı bir performanstan, Selim Can Yalçın’ı Öfke’den hatırlıyorum. Bu iki tiyatrocunun enerjisini ve de yeteneklerini göz ardı etmemeliyiz , yüreklerindeki ateşi söndürmemeliyiz diye düşünüyorum.(Onlara sözüm ise şudur : Ufkunuzu geniş tutun!)
Bir başka ışıltı ise Buket Yanmaz Kubilay’dan geliyor. Zor sayılabilecek sahnelerde rahatlığı ve sempatisi ile parlıyor. Mert Tanık da ışık verenlerden. Gerek fiziği gerekse oyunculuğu dikkat çekici.
Söz Etmesem Olmazlar
Kostüm(Tomris Kuzu), müzik(Selim Can Yalçın-Çağrı Ö.Hun), ışık(Murat Özdemir) ve kareografi (Yasemin Gezgin) çok başarılı.
Son Söz
Mefisto sezonun “hit”lerinden biri.
Seyretmezseniz “kaçırmış” seyrederseniz “sıkılmış” olabilirsiniz.

Melih Anık

Not : Oyun sonunda henüz yerimde defterimi ve kalemimi toplarken önümden geçen biri “Siz uyumamış olsaydınız ben de uyumayacaktım “ dedi. Herhalde çok derin uyumuş ki dünyası ve görüş alanı buğulanmış . Ben “herhalde yanlış görmüşsünüz” demekle yetindim. Oyun boyunca tuttuğum notlar için başımı önüme eğmiş görünce uyuyorum sanmış olmalı . Ama bana güvenerek(?) uyumasına ne demeli ! Onun ne dediği önemli değil ama uyuyanlar olacak bu oyunda, benden söylemesi.
Bir ipucu : Ben uyuyacak gibi olunca salondan çıkıyorum.

27 Aralık 2009 Pazar

5 TL’ye Tiyatro ! Devlet Tiyatrosu ve "Vahşet Tanrısı"

Devlet Tiyatrosu 60.yılını , Türk yazarlarının kaleminden çıkan 60 eserin dünya prömiyeri ile “kutluyor”.
Genel Müdür Lemi Bilgin’in ifadesiyle “ Tiyatro sanatını ülkemizin en uzak köşesine ulaştırmak,Türk tiyatrosunun hak ettiği yerlere gelmesini sağlamak ve kültürümüzü yüceltmek adına” “Büyüyor”lar!
“Açtıkları yeni sahnelerle , sahneledikleri yeni oyunlarla,katıldıkları ve düzenledikleri ulusal ve uluslararası festivallerle,kadroya dahil olan genç sanatçılarla ,her geçen gün artan izleyici sayısıyla..”
Genel Müdür , önce hedef sonra strateji belirtmiş.
Ama her şeyden önce şunu düzeltmek lazım: “Türk tiyatrosunun” değil “Türk Tiyatrosu’nun”.
Aradaki farkı önemsiz bulmayın. Bu bir “Türkçe” yazım kuralı. “Türk” Tiyatrosu’nun en önemli mevkiinde bulunan ve “Türk” Tiyatrosu’nun hak ettiği yere gelmesini hedefleyen bir Genel Müdür ve kurumu bu “Türkçe” yazım kuralına da dikkat etmeli.
Sanatçı da olsa bürokratik gelenek içindeki yetkililerin söylemlerine alışkınız. Ama soralım bakalım ayni cümle içinde yapılan “ülkemizin en uzak köşesi” , “hak edilen yer”, “kültürün yüceltilmesi” gibi 3 vurgu ne demeye geliyor ?
Ülkemizin “en uzak köşesi” neresi ? Neye uzak? Genel Müdür’ün oturduğu merkeze mi ? Yoksa “tiyatroya en uzak seyirci”ye ulaşmak mı önemli ?
Türk Tiyatrosu’nun “hak ettiği yer” neresi ? Ben 60 yıllık Devlet Tiyatrosu’nun 40 yılında varım. Hak edilen yer için daha ne kadar zaman geçmesi lazım ? Geçilen zaman umut veriyor mu?
“Kültürün yüceltilmesi” ne demek ? Tiyatro kültür taşıyıcısıdır , kültür “boyacısı” değil ! ( “Somut Olmayan Kültürel Miras Taşıyıcılarının Tespit ve Kayıt İşlemleri Hakkında Yönerge”- http://www.rizekulturturizm.gov.tr/Genel/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF92C077108DECE19DA35405BFDD9C147A okumanızı öneririm.)
3 vurgu da “statik” bir algının sonucudur. Devlet Tiyatroları’nın en tepesindeki yetkiliden duymaktan da üzüntü duydum.
Genel Müdür stratejisini de sayısal “büyüme” üzerine kurmuş. Ancak tiyatro sanatı nicelik ile değil nitelikle “büyür”. Bu anlamda Devlet Tiyatrosu’nun sunduğu niteliğin düzeyine bakmak lazım. Benim görüşüm maalesef olumsuzdur.
Devlet Tiyatrosu özel tiyatroların yapamadığını yapmak zorundadır. DT, gelmeyeni getirmek, seyretme alışkanlığı olmayanda seyir zevki ve isteği yaratmak zorundadır. En önemlisi nitelik olarak çıtayı yukarı çekerek “tiyatronun kutbu” olmak zorundadır. Bu konuda konulacak kriterler de seyirci sayısı, yerli yazara bağlı prömiyer sayısı kadar ölçülebilirliği kolay olan değerler değildir. 5 TL’lik bilet fiyatı ile toplam seyirci sayısı sabit kalan(hatta azalan) piyasada seyirci sayınızın artması bir “yer değiştirme”dir olsa olsa,o kadar.
DT, 5 TL’ye bilet satarsa özel tiyatronun 20 TL si pahalı gelir. Zira yapılan işin değeri düşürülmüş, rekabet şartları bozulmuştur. Kamu eliyle sanata yön verenler “Ufku” açmak, genişletmek ile yükümlüdür. Onlar ise “Pazar” ile ilgileniyorlar!
DT, bulundukları illerde çevreye nasıl ulaşıyor acaba? Okullara nasıl giriyor? Bunun için bir stratejisi var mı? Geçen sene ne yaptı ? Ülkemiz tiyatrosu için nasıl bir strateji belirledi ? Farklı kültürler nasıl “sahnelendi” ? Gelenekselden nasıl yararlanıldı? vb. yığınlarca soru…
Vahşet Tanrısı ile ilgili bir yazıdaki yukarıdaki giriş oyuna haksızlık oldu galiba.
Vahşet Tanrısı
Vahşet Tanrısı iyi yazılmış, iyi oynanan bir oyun, rejisi “sit-kom” koksa da. Yönetmen Celal Kadri Kınoğlu’nun televizyondaki “sit-kom” deneyimini sahneye taşınmış gibime geldi . En azından oyunculukta bu tarz gözüküyor. Oyunun metni de bu olanağı veriyor.
Oyun yazarını(Yasmina Reza) başarılı buldum. İki çocuğun kavgasından çıkan bir konunun sürükleyici diyaloglarla açılımı ve kimi zaman eğlendirmek ama çoğunlukla “iğnelemek” üzerine oturtulmuş bir söylemin başarısında tercüme edenin(Zeynep Avcı) rolü, yazar kadar önemli. Tercümede “Mal bulmuş mağribi gibi” ve “Akım derken b… demek” dışında kulağıma takılan olmadı.
“Taammüden” gibi ,bir avukatın içindeki “kod”ları tetikleyebilecek ,bir avukatın yüzüne söylenmemesi gereken “kışkırtıcı” bir söz ile diyalogun yönünü değiştirmek hem yazarın hem çevirmenin başarısı.
Darfur uzmanı , yatırım danışmanı,avukat ve satıcı kimlikleri ile iddiasız gibi görünen ama kendini toplumun etik koyucusu ve entelektüelliğin son temsilcisi sayanların , kontrollerini kaybettikleri anda nasıl birer şiddet nesnesine dönüştüklerini görmeyi yadırgamamanız gerek. Onlar hemen yanı başınızda. Belki de aynada, karşınızda duruyor.
Düşünce inceliklerini(?) gösterirken nasıl da nazik(?)ve “müşfik”ler(?). Ama kendilerini tehlikede hissettiklerinde baş gösteren saldırganlıkları ve çocuklarına biraktıkları miras , ortaya dökülen kirli çamaşırların kokusu gibi “dumansız hava sahası”nı kirletmekte.
Zorlama ve taktiksel “alt perde”den konuşmalar giderek günlük ve toplumsal hayatın bize öğrettiği klişe cümlelere dönüştükçe sırça köşklerin nasıl dağıldığını , bastırılmış ses tonları içindeki uygar(?) söyleşilerin yoldan çıkarak nasıl vahşileştiğini görmek öğretici ve eğlendirici. Kimi zaman alttan(kapalı) kimi zaman üstten(açıkça) “faullü” el-enselerle kişilerin birbirlerini tartmasını , gidişatı dengelemek için yapılan ustalıklı çalımları ve giderek fiskelerin yumruğa dönüşmesini görmek şaşırtıcı değil. Diyalog bu anlamda karşılıklı bir alış veriş, çözüm yolu değil haklı çıkmanın aracı olarak kullanılıyor.
“Konuşmanın tonu,seviyesizlik,ispiyonculuk, savunmasız kalmak ,ölüme terk etmek,vicdan azabı,uygarlık için savaşmak,dengeli olmak,yalnız olmak,hafife almamak,ayıp etmek, ,Afrika’nın acılarını bilmek,barış sağlama , dünya vatandaşlığı, kurbanlar ve cellatları” gibi konuşmanın yolunu değiştiren söylemler ile “iyiniyet yaramıyor”,”dürüstlük insanı zayıflatıyor”, ”her şey yorucu” , ”ahlaki değerler olmadan insan olmanın ne değeri var” ,“dünyanın bekçileri gibi davranan kadın yerine sezgileri ile kullanan kadınlar olmalı”, “güç kimdeyse haklı odur” gibi kendi haklılığını doğrulamak ve de son sözü söyleyerek karşısındakini köşeye sıkıştırma hedefli klişeler, aslında insanın kendisinden yana olan doğasının gereği olarak oyunda yerli yerince ve başarıyla kullanılmış.
Oyunda özellikle Zerrin Tekindor’u çok başarılı bulduğumu belirteyim. Eminim ki bu yılın “En İyi Komedi Kadın Oyuncu” ödüllerinin en kuvvetli adayı olacaktır. (Bence alacaktır)
Zafer Algöz ise “En İyi Komedi Erkek Oyuncu” adayı olursa şaşırmam.
Ülkü Duru ve İşdar Gökseven’in çok başarılı oyunculukları , Tekindor ve Algöz’ün yorumlarını parlatmalarını ve karakterlerin metinden gelen renkliliğinin öne çıkmasını sağlıyor.
Dekor ve giysi tasarımı(Serpil Tezcan) oyunun yorumuna destek oluyor ve başarılı.
Dolu bir salonda dolu dolu yankılanan alkışlardan daha büyük ödül ne olabilir!
Sahnedeki sanatçıları kıskananlar çok olur eminim.
Seyredin! Hem de 5 TL ! Evde oturduğunuz kabahat.

Melih Anık

Not: Ocak 2010 dan itibaren bilet fiyatı 10 TL olacakmış, öğrenci bileti de 4 TL. Öğrencilerin taşıdıkları telefonlara bir bakın. En iddiasızı 500 TL. İçtikleri sigaralar kaç TL ?
Ben gene de İstanbul için 10 ve 4 TL’nin haksız rekabeti önlemeyeceği düşüncesindeyim.
DT, haksız rekabeti önleyecek ve meslek değerini koruyacak şekilde şehre göre tarife belirlemeli. Bakarsınız bu şekilde bütçenin gelir kaleminde sağladığı artış özel tiyatrolara yapılan komik yardımların artmasını ; tiyatroya “çok uzak” şehirlerimize ve yurttaşlarımıza tiyatronun daha çok ulaşmasına neden olur.

13 Aralık 2009 Pazar

İstanbul BB Şehir Tiyatroları - Genç Tiyatro - Liselere Tiyatro Kursu

İstanbul BB Şehir Tiyatroları’nı bu yazının konusu yapan , “Bugün TV”deki Arif Akkaya ve Engin Alkan ile yapılan 20 dakikalık sohbet oldu.
- Engin Alkan twitter’da yazmış da- oradan haberim oldu.

Ekranda “…kursta oyunculuk, diksiyon, dans, fonetik dersleri verilecek” diye yazıyor. Oyunculuk, diksiyon, dans ve fonetik içermiyormuş gibi . Kaldı ki açıklanan hedef oyuncu yetiştirmek de değil !
Yani ilk algı yanlış ! Ama sohbet bu yolda yürüyor.

Akkaya ve Alkan Genç Tiyatro bünyesinde başlatılacak “Liselilere Tiyatro Kursları” ile ilgili olarak çağrılı idiler. Bu arada Genç Günler/Tiyatro konuşuldu ve laf döndü dolaştı “Ne Olacak bu Tiyatromuzun Hali”ne geldi.
Bazı konular kulağa hoş geliyor. Peşine takılıp sürükleniyoruz. Durup düşündüğümüzde ise yeni sorular ortaya çıkıyor. Ben soruları kendime sordum. Düşüncelerimi de paylaşıyorum.

GENÇ GÜNLER
25 yıl olmuş Genç Günler başlayalı . Doğrusunu isterseniz ben geçen sezon, alıcı gözüyle baktım.
Bu biraz da etkinliklerin sezon sonuna kalmasından , gençlik ile ilgili “sıradanlaşan” Mayıs ayı etkinliklerine mesafeli olmamdan kaynaklandı herhalde.
Genç Günler kapsamında sahnelenen Mehmet Avdan’ın İnek oyununu biraz gecikerek sezon içinde seyrettim . Sonra da ondan aldığım şevk ve heyecan ile Mayıs ayında Öfke’yi seyrettim. Birincisinde nasıl “gençleştim” ise ikincisinde o kadar “yaşlandım” , “Genç” ile ilgili genel algıya katıldım.

Ayşenil Şamlıoğlu göreve geldikten sonra “etkinlik”ten “birimleşme”ye geçmekten; Türk Tiyatrosu’nun yeni yönetmenlerinin, yazarlarının, tasarımcılarının ve oyuncularının yetişmesi ve ürünlerinin kalıcı hale gelmesi için köklü adımlar atmanın şart olduğundan bahsediyordu.
“Tiyatrolarımızı emanet edip” gideceğimiz kuşakların önünü açıp destek olmak ; tiyatronun bütün olanaklarının gençlere seferber edilmesi ; bizim gençlerimizin onlardan hiçbir eksiğinin olmadığı gibi bir söylem beni tedirgin etti biraz ama “bu birimde yeni bir dil aranması , üslup geliştirilmesi , yurtdışına açılım” ; yurt içi ve yurt dışından gelecek tiyatro topluluklarını konuk etmek ; modern dans çalışmalarını, üniversite buluşmalarını, konser, dinleti, panel, atölye çalışmaları vb. etkinlikleri gerçekleştirmek gibi hedeflere de “Hadi hayırlısı bakalım” dedim.

Bu sezon afişinde “Genç Tiyatro” yazan 4 oyun var : İnek, Hizmetçiler, Kafes, Bekleme Salonu..İlk üçünün yazarı asırlık çınar.. Bekleme Salonu ise “genç” Yiğit Sertdemir’e ait. Oyunlar Şehir Tiyatroları’nda ilk kez sahneye çıkmıyor. Daha önce defalarca seyirci ile buluşmuş.

Bu repertuvara bakıp varılacak sonuç şu : Şehir Tiyatroları’nın “Genç”ten anladığı, yaşı genç olanlarca yapılan etkinlik.Bu beraberinde "mazeret"i de getiriyor."Genç yapa yapa öğrenecek!" Ama seyirci zorlukla bilet satın alıyor.

Yenilenen İBB Şehir Tiyatroları web sitesinde :
“Genç Tiyatro’nun hedeflerinin başında yeni yazar, yönetmen ve tasarımcıların yetişmesini sağlamak ve onları genç izleyiciyle buluşturmak yer alıyor. Genç Tiyatro’da üretimde bulunan ekipler, Şehir Tiyatroları repertuarındaki oyunların yanı sıra, gönüllülük esasına göre çalışıyor ve tiyatrodaki mevcut malzemeleri kullanarak prodüksiyonlarını gerçekleştiriyor”
Kilit sözcüklere dikkat isterim: repertuvardaki oyunlar(“Yeni oyun getirme!”); gönüllülük(“İlave para isteme!”); mevcut malzemeleri kullanmak (“Masraf çıkarma!”)..
Böyle bir “çerçeve “ ile nasıl “Genç” olunacak?
Bu ifadeden anlaşılan bir hedef daha var , o da “Genç izleyici ile buluşma”. Yaşlısı ile buluşmadaki sorunlarını henüz çözememiş tiyatromuz, genç olan ile “yeniden başlamak”(!) istiyor herhalde. Biz her yeni gelen ile “yeniden başladığımızı” sanan bir neslin saf çocuklarıyız ya..

Geçen sezon sadece mayıs ayında 17000 kişiye ulaşılmasını övgü ile yazanlar “çok yol aldıklarından” emin ! İstanbul’da kaç genç var ?

Tiyatro Kursu düzenleyen Genç Tiyatro’nun yöneticisi, konservatuvar eğitimini yarıda bırakan Arif Akkaya kaç yaşında ? 44..
Neden 25 yaşında biri yönetmez o birimi ? GENÇ olduğu için mi ?

Tiyatromuz bu nedenlerle kafaca YAŞLI !

Tiyatro zaten “Genç”tir. “Genç olmak” zorundadır. “Genç olmak” devrimciliktir , denemeciliktir, yeni ve güncel olandır. Hızlıdır,öndedir,toplumun sorunlarına hemen reaksiyon verendir. Keşke tüm tiyatrocular bunun farkına varsa.
Ülkede bu kadar olay var. Sahnede ne var ?!!!

Şehir Tiyatroları “Genç olma”yı yaşı genç olanların yaptığı tiyatro tanımına sıkıştırıyor. İşi “hafif”letiyor. (Hatta bir yönetmen GENC’in yanına "yaşlı" danışman koyuyor.)

“Genc”i böyle tanımlarsanız diğer yapılanlar “yaşlı” mı olacak ? “Yaşlı” tiyatro ne?

TİYATRO KURSU
İ.B.B. Şehir Tiyatroları “Genç Tiyatro” bünyesinde liseli gençlere ücretsiz tiyatro kursu verecekmiş. Çeşitli uygulama ve kuram dersleriyle zenginleştirilmiş kurs programlarıyla, 14-19 yaş arasındaki gençlerin tiyatro ve oyunculuk sanatı yolu ile kendilerini ifade edebilme becerilerini geliştirmek, birlikte gerçekleştirecekleri grup aktiviteleri ile de kişisel yaratıcılıklarının ve güven duygularının gelişmesine katkı sağlamak amaçlanıyormuş.

Başvuranlar arasından seçerek aldığınız gençler 4 ay eğitimden sonra kendilerini “oyuncu” sanacak . Oysa hiç de öyle olmayacaklar. Aileler “Bizim çocuk tiyatrocu oldu” diyecek. Halbuki olmayacak! Yanlış bir algılama doğacak. Onlardan seyirci de çıkmayacak. Çıkarsa kaç kişi çıkar ? Kapasite ne kadar zaten? Şehir Tiyatrolarının kapatması gereken oyuncu açığı mı var? Yoksa “dershane” olmaya mı özendi?

Müşteri çeken tüccar gibi “Tiyatronun sıkıcı tarafını değil eğlenceli tarafını ortaya çıkaran kurs…” söylemi kullandığınızda o “büyük “ amaç hafiflemiyor mu?
Ya da “Tiyatro eğitimi para tuzağı haline geldi” demek sizin yaptığınız işi mi “yüceltiyor” yoksa kendi içinizde buna “öz eleştiri” demeyi mi tercih ediyorsunuz?

“Genel Sanat Yönetmeni’ne yazdığım açık mektupta bu konuya değinmiştim.Şehir Tiyatroları’nın her bir salonu kendi çevresinde aktif olmak zorundadır. Yani marifet, kurslarla,tiyatroya zaten heves etmiş olanı getirmek değil , tiyatroya en uzak olanda tiyatro merakı yaratmaktır. Seyirci yaratmaktır. Ödenekli bir tiyatronun görevi de budur. Eksik olan budur, tiyatro kursu vermek değil. Meraklısı, kursu bulur.

Tiyatro kursu açan , gelsinler diye "bekler". Oysa tiyatro onlara "gitme"lidir.
Şehir Tiyatroları okullara giderek yerinde eğitim yapmalıdır. (Tiyatrocu sohbet eder,oyundan parçalar oynar ,tecrübesini paylaşır vb.) Kamu kuruluşu olduğu için okullara daha rahat girebilir. Bunun için Milli Eğitim Müdürlükleri ile işbirliği yapabilir. Kamu kurumu olduğu için bu onun görevidir de ayrıca.

Sokaklarda gören gözlerle bakın! İddaa bayileri önünde 14-19 yaşlarındaki “Gençler, harçlıkları ile bahis oynuyor. Onlar için en önemlisi “bahiste kazanmak!” Onlar için tiyatro da kursu da önemsiz. Kursa kayıt yaptırmayacak ve gelmeyecekler. Ama asıl onlardan tiyatro seyircisi yaratmak önemli.

“NE OLACAK BU TİYATRONUN HALİ?”
Tiyatrocu hep “ağladığı” için bir takım “kurtarıcılar”(?) çıkıyor ortaya.

“Taleplerin bu şekilde olduğu bir ülkede…” diyorlar . Ne şekilde ? Cahil ve sıradan..TV dizileri ile kandırılmış. Dünyada nasıl?
Tiyatro neye yarar? Bu sıradanlığa kafa tutmaya ! Cahilliği yok etmeye ! Tiyatronun fasit dairesi de bu değil mi zaten ! Salona gelmeyenden, cahilden "seyirci" yaratılacak . Yeni seyirci ile tiyatro yaygınlaştırılacak!

“İnsanlar televizyon başından kalkmıyor!”muş.
Evet! "Cahil"(?) halk kalkmıyor tv başından ! Tiyatroyu ihtiyaç olarak görmüyor. Soruyu tersten soralım: Neden evden çıksın da tiyatroya gelsin? Onu oraya getirecek ne sunuluyor da gelmiyor? Heyecanı yaratacak olan, tiyatrocu ! Tiyatrocu oturduğu “sırça köşk”ünde seyirci bekliyor! Uzmanlaşma yolunda yaptığı "Deneme"lerine seyirci ,alkış bekliyor!

Halk emin olun, kendisi için seyredilir, değerli bulduğuna gelir. Kuyruğa girer.

İstanbul gece çıkılması , bir yerden bir yere gidilmesi nerdeyse olanaksız bir şehir. Gerçekleri bilerek oyun saatleri yaratacaksınız. Parklara,garlara, alışveriş merkezlerine gireceksiniz. GENÇ Tiyatro o işte !
Kamu olarak önce siz gireceksiniz ki , güvenlik güçleri alışsın ve özel tiyatrocular Taksim'de , Tünel'de dayak yemesin!

Diyelim bir çocuğunuz var. Hastalandı. İlacı acı diye içmek istemiyor. İçmesin mi dersiniz? Yoksa ilacı şekere sarıp mı verirsiniz? Anne olsanız vazgeçer misiniz ?
Tiyatrocular çocuğuna acı ilacı vermek zorunda olan annenin sorumluluğunu hissetsin içinde.
Ama tiyatrocu neyi, nasıl bir şeker içine saracağını da bilecek kadar eğitimli,donanımlı ve akıllı olsun.
Tiyatrocu öyle mi anlaşılıyor?

“Tiyatro yasası , yönetmeliği yok”muş.Kim hazırlayacak? Tiyatrocu hazırlayacak ve peşine düşüp çıkartmaya çalışacak. Tiyatrocunun “tasarı” yasası , yönetmeliği var mı ? İşin sahibi var mı? Muhtemelen YOK!

Sunucu “Tiyatronun sorunlarını konuşmak günler alır “ diyor. Böyle bir algılama var toplumda. Şu tiyatrocular zavallı, kurtarılmaya muhtaç. Özür dilerim “dilenci” gibi! Sorunlar da dağ gibi! Konuş konuş bitmez ! Yıllardır konuşuluyor durum ayni !

Tiyatrocular! Bir defa da şikayet etmeyin. İyiyiz deyin! Bu iş böyledir deyin! Sorunlarımız var ama biz çözeriz deyin! Hiç değilse ayakta ölün be canım ayakta ölün!

Ama aranızda nasıl kavgalar var ! Ben utanıyorum !

Kimse tiyatromuza, tiyatrocularımıza “zavallı” muamelesi yapmasın. Tanımı icabı tiyatro ve tiyatrocu “zavallı” değildir .
Elinde “değiştirme” gücünü tutan zavallı olur mu hiç!

Tiyatrocular ! Umarım farkına varırsınız !

Benim içim acıyor sizinki acımıyor mu?

Melih Anık

6 Aralık 2009 Pazar

Yıldız Kenter... Tiyatronun,Seyircinin Hocası - "Kraliçe Lear"



Yıldız Kenter...

Tiyatromuzun Hocası...

Seyircinin Hocası...

"Yıl"ın sanatçısı...

Kraliçe Lear ile sahnede...

Onu izlemeyi kaçırmayın...

Onu sahnede seyrederken içinizdeki gururu hissedin.

Dünya çapındaki bu büyük sanatçıya alkışlarınızla teşekkür edin ; ondan alkışlarınızla özür dileyin!


Melih Anık

Müzelerimizin Hali - ............... Müzesi Müdürüne Mektup (İsim farketmez)

Sayın Müze Müdürü,

Müzenize gelişimin her defasında kendimi sanat merkezine değil hapishaneye giriyormuş gibi hissediyorum.

Bunun nedeni kapıdan girişten itibaren komutan edası ile ortalıkta dolaşan ; verdikleri “komut”larla birazdan ellerimi ve gözlerimi bağlayacakları baskısını kurmaya çalışan ; kendi ellerindeki telefonların sesleri susmadığı halde ziyaretçilerden telefonları sessize almasını isteyen ; ellerindeki telsizlerden birbirlerinin hatırını sorma gibi "önemli" iletişimler ve "mavili herifi uyar" gibi "anlamlı" uyarılar yapan ya da yemek siparişi toplayan ; müzeniz salonlarının serin loşluğunda nerdeyse uyudu uyuyacak gibi ayakta salınan ; size nasıl izlemeniz gerektiği hususunda "akıl"(?) veren ; sanki bir terör eylemi yapacakmışsınız gibi kuşku ile çevrenizde dolanan ama olay olursa zamanında ve layıkıyla müdahale edebileceklerinden kuşku duyduğum güvenlik görevlileriniz.

Herhalde müze yönetimini güvenlik teşkilatına devretmiş olmanızdan dolayı müze ile ilgili “sivil” bir yöneticiyi aradığınızda , ismini sorduğunuzda ya da o an için bir konu hakkında fikrinizi iletmek için ulaşmak istediğinizde o “teşkilata” , konuyu “rapor” etmeniz ,nerdeyse savcılıktan “iyi hal kağıdı” getirmeniz ve bazı konular onların sınırlarını , ufuklarını aşar durumda olsa da onlar uygun görürse (fetva verirse) ulaşabilme şansınız var.

Kitap satış bölümünüzün 20 m2lik alanı kendisine dar gelen ; yaptığı işi kendisine yakıştırmayan ; ana dilini kullanmaktaki kusurlarına rağmen beden dilini mükemmelen kullandığı için muhtemelen ödenmeyen borçların takip ve tahsilatında kullanılması daha münasip olacak görevlinizi , zaten yapamayacağı da belli olan “iş olsun diye” yaptığı “iş”ten kurtarın ki içinde bulunduğu sıkışıklıktan “Zebercet” gibi kurtulma yoluna gitmesin.

Ama illaki kadronuzda tutmak istiyorsanız, kurum bütçesinden demirbaşa kaydedilmek üzere bir balık olta takımı satın alıp personelinizin ara sıra açık havada zaman geçirmesini temin ederek akıl sağlığını koruması için gereken özeni gösterin.

Her tarafta “ücretsizdir” yazmasına rağmen eğer yerinde ve “gözlerini dinlendirmiyorsa” vestiyer görevlinizin, verirseniz size yapılmış en büyük “lutuf” edasında “bahşiş” kabul edeceği ; vermezseniz paltonuzu keseceği duruşunu görmezden gelemiyor insan.

Sanki “babasının” evini işgale gelmişsiniz gibi yüzünüze bakarak biletinizi kesen ; tuvaletleri kirletirsiniz diye tuvalet önünde/içinde tedirgin dolaşan görevlilerinizi de düşündükçe ayaklarım geri geri gidiyor.

Cazibesi sadece isimlerinde olan sergilerinizdeki “alelaceleciliği” ve “göz boyamacı” tavrı müzenizin ismine yakıştırmadığımı da belirtmek isterim.

Saygılarımla.

Melih Anık

4 Aralık 2009 Cuma

“Vakit Tamam Beyler” Üzerine Şule Ateş’e Yanıt

Vakit Tamam Beyler için bir yazı yazdım. Yönetmeni Şule Ateş’den “zehir zemberek” bir mesaj aldım.
Ateş “eleştirinin” uzmanlık gerektiren ciddi bir iş olduğunu ve “ehil olmayan” kişilerce yapılması nedeniyle “zaten kararsız ve karışık durumdaki zihinlerin iyice karışmasından duyduğu üzüntüyü” belirterek “Son on yılın sanat felsefesi ve sanat sosyolojisinden, estetik bilgisinden, son 20 yılın 'güncel sanat' akımlarından haberdar olmayan, bu gelişmeleri takip etmeyen 'tiyatrocuların', kendini bu akımlar üzerinden tanımlayan bir gösteriyi, hangi referanslarla 'okumaya' çalıştıklarını anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Bu performansları, gerçekçi tiyatro ya da epik tiyatro ya da daha genel bir tanımlamayla, metin tiyatrosu referansları ile izlerseniz, hiç bir şeyi doğru anlamamanız son derece beklenebilir bir durumdur. Fakat bir de bu referanslarla açıklamaya çalışınca, buna hak görünce korkunç sonuçlar ortaya çıkıyor” diyor. (Bu anlatımdaki , çok da iyi tanımadığınız “öteki”ne gönderme yaparken kendini tanımlama becerisine hayran kaldım!)
Ateş ,yazımda vurguladığım bazı hususlarla ilgili olarak yargılayıcı sorular soruyor ve “Referanslarınız ve kriterleriniz nedir? Milat sizde başlayıp, siz de mi bitiyor? 'Eleştiri' sahiden çok ama çok ciddi bir iştir. Bir oyun sahnelemekten çok daha ciddi bir iştir. Eleştiri yazmaya soyunanların bu gerçeğin idrakında olması gerekir. Size 'Vakit Tamam Beyler! üzerine yazılmış, 'hakiki' bir eleştiri yazısı yollamak isterim, e mailinizi verme inceliğini gösterirseniz” diye mesajını bitiriyor. (Eleştirinin, oyun sahnelenmesinin önüne konulmasına da şaşırdım !)
Rica ettim . “Hakiki bir eleştiri yazısını” , “Gist in son sayısı için yazıldı. Şu anda baskıda” notuyla gönderdi. Eleştiri Türel Ezici’ye aitti ve tuhaf bir rastlantı olarak benim yazımda vurguladığım hususlara “dokunuyordu” :

Ben “Belki de asıl sorun, bu soruları sorarak başlamaktan kaynaklanıyor” demişim ; Ezici “Seyircide kimi zaman performansın savrulduğu, kararsız bir yol izlediği duygusu yaratan strateji, en etkileyici biçimde tam da bu noktada kuruluyor sanki. Bu arayış stratejisi’nde” demiş.

Ben : “Şairin bir çok eserinden alıntı yapıldığında bunların bir bütün içinde harmanlanması, kendi arasındaki farklılıkların ve de sahnede yapılan eklemelerin belirginleştirilerek ayrılması gerekli, hatta zorunlu” demişim; Ezici “Okuyucunun (seyircinin y.n.) mesajı alımlayabilmesi için kendini bilinç akışına bırakması, şiirin gizlediği ironiyi keşfetmesi gerekiyor.Sanırım performansı seyredenlerin kavramsallıktaki yoğunluk, bölümler arasındaki geçişlerin belirsizliği ya da güncel bağlantıların zayıflığı vb. değerlendirmeleri, tam da Langbaum’un tespit ettiği bu bağlamla ilişkilendirmek gerekiyor. Aksi, konvansiyonel tiyatroda hep şikayet ettiğimiz, seyircinin düş gücüne, algısına müdahale olmaz mıydı?” demiş.(“Seyir rehberi” veren yazıların sınırları zorladığını düşünüyorum ! “Sanat” kendini anlatır.)

Ben “Oysa tek tek buluşlar çok yerinde. Örneğin kovalar,leğenler… Ama bu malzeme kullanılamamış. Renk, gölge, ışık, müzik, yansımadan,seslerin oynaşmasından yararlanılamamış. Başlangıçtaki pencereden dışarı bakan iki kadın figürü imgemizi yakalıyor ama o kadar. Bir yere götürmüyor” demişim; Ezici “Performansta bedensel devinimin, sözün, müziğin, dış sesin, ışığın birlikte oluşturduğu görsel evrene gösterge değeri yüksek, minimal düzeyde kullanılan sahne eşyası önemli katkı sağlıyor. Dünyasal ve kutsal olana ilişkin ikonik göstergeler dışında, yün, kova, leğen, gazete gibi çok amaçlı kullanılabilen sahne eşyasının yanısıra, mercimek ve lahana gibi organik malzemenin kullanımı dikkat çekiyor” demiş.

Ben “En önemlisi Eliot şiirinin tınısı duyulmuyor sahnede” demişim; Ezici “Hiç kuşkusuz hareket odaklı olsa da, asal olarak tiyatro disiplini üzerine kurulu, bir şairin dizelerinden hareket etmeyi seçen böyle bir performansta asla yok sayamayacağımız, şairin nefesi” demiş.

Ben “Gösteri , nereye/nasıl “konuşacağına” karar verememiş . Sahne içine mi , oyuncuların içine mi , arasında mı , seyirciye mi yoksa uzaktaki müphem bir hayale mi ? Tiresias’ı yok sahnedeki gösterinin” demişim; Ezici “Şule Ateş, Eliot’un Çorak Ülke, Oyuk Adamlar, Marina şiirleri ve dramatik metni Katedralde Cinayet’in koro bölümlerinden seçtiği pasajları oyun kişilerine dağıtarak ya da koro pasajları halinde seslendirirken, yine şairin şiirde geliştirdiği dramatik monolog yöntemini, birbiri ardına kurguladığı sanat değeri yüksek görsel sahnelerde kullanıyor” demiş.

Benimkiler nasılsa Ezici’ninkiler de öyle tesbitler ama tam benimkilere zıt . Biri “YOK” diğeri “VAR”. Felsefi olarak benzer “duruşlar”. Ezici, oyundaki kurgunun bilinçli bir seçim olduğunu anlatmaya çalışmış ; “son on yılın sanat felsefesi ve sanat sosyolojisi, estetik bilgisi, son 20 yılın 'güncel sanat' akımların”ın bir gereği imiş gibi yapmış.(Herhalde)

Eleştirmenin “basılmamış” yazısına ulaşabilmek her tiyatrocuya nasip olmaz. Şule Ateş bu açıdan şanslı. Yazıdan haberi var ve sanırım yazanı da tanıyor. Bu nedenle oyunu anlama , anlatma imkanları , paylaşımlar oluşmuş .

Hem “CD kaydından sonra 13. Ankara Uluslararası Tiyatro Festivali’nde canlı seyretme olanağı bulduğum performans, sanatsal tercihler bakımından Ateş’in 2006’da dikkatle izlenen Uzun Yol projesinden hayli farklı” dediğine göre Ezici , Ateş’in kariyerinin çok yakın bir takipçisi.

“Ülkemizde fiziksel tiyatro ile ilgili kurumsal anlamda araştırma açığının söz konusu oluşu”(Ezgi Coşkun - Yüksek Lisans Tezi – “Fiziksel Tiyatro Çalışmalarının Kapsamı ve DV8 Grubunun Fiziksel Tiyatro Yaklaşımı”) gerçeğini hatırda tutarak uzunca bir süredir sahnedeki gösterilerin “araştırma , deneme” adı altında önümüze çıktığını vurgulamamız gerekiyor. Bu yüzden karşısındakinin “ ehil olmasını” bekleyenlerin de aslında “sınama/yanılma” ile “ehil” olmaya çabaladıkları sonucunu çıkarsamamız da olanaklı.

“Düşünceler”i paylaşan yazıların “ehliyeti” yerine, karşısındakinin ehliyetini sorgularken / tanımlarken aslında kendisini yakıştırdığı yeri “ima eden”, “ehil olmaya çalışan” birinin kendini sorgulaması gerekir diye düşünüyorum. “Son on yılın sanat felsefesi ve sanat sosyolojisi, estetik bilgisi, son 20 yılın 'güncel sanat' akımları” “kendini sorgulama” ile yakından ilgili de ondan!

Şu küresel dünyada çeşitli mecralardan “parlatılarak” önümüze konulan “iş”lerin “anlatılmasında” dikkatli olunması gerektiğini düşünüyorum. Hatta sanatın “kendi kendini” anlatmasından(“self-explanatory”) yanayım. Kaldı ki “kültürler arası mitsel evren”;”eski sözün çağrışımlarıyla güncel çağrışımların kesişim alanı”; “boş bir uzamda, seçilmiş sözün imlediği durumlarla kimi zaman buluşan kimi zaman çelişen ya da uzaklara düşen bir zaman akışının birlikte kurgulanması”; ”bilinçlerin birlikte akışı” ; “ geçmiş’in hal’e içkinliğinde buluşturması” ; ”modern kargaşanın mit kalıpları içinde ifadesi”; “çağrışımsal uzamın seyircinin imgeleminde oluşması” ; “kanırtılmamış imge ve çağrışımlar ” gibi tartışılması yıllar alan hususların bir performansın “süslemesinde” kullanılmasını anlamakta zorlanıyorum .

Sevdiğimiz bir şairin sevdiğimiz dizeleri sahneye , seyirciye taşınırken, en azından Eliot tarafından ifade edilen “Şiir, haz verme amacının dışında, kimi yeni deneyleri yeni bir biçimde ileterek , başımızdan geçip de söylemeyi beceremediğimiz şeyleri anlatarak, bilincimizi genişletir,duygularımızı inceltir” fikriyle özetlediği duyguya ait “Sahne Dili”nin “Seyir Rehberi”ne gereksinim olmadan yaratılmasını bekliyor insan.

Öte yandan “Homeros’tan Dante’ye, Kierkegaard’dan Sanskrit edebiyatına, Batı ve Doğu edebiyatında yansıyan insan düşüncesini, durumlarını, mitleri, liturjik gelenekleri, heroik kişilerin mesellerini, Langbaum’un tespit ettiği bağlamla ilişkilendirerek, Chirico’nun tabloları kadar enigmatik ve melankolik olarak verilmesinde”(Türel Ezici’den derleme) yaşanan “akademik/ entellektüel” tartışmaların yarattığı hazza( tatmine) ne diyebiliriz…De… Seyirci ile var olan bir sanat olan tiyatroyu kendi aramızda salt “felsefi derinliklerimizi” yarıştırdığımız bir alan haline getirme özgürlüğümüzü kullandığımızda seyircinin de “salona gelmeme özgürlüğünü” kullanacağını da unutmamak gerekir.

“Şamanizm’in, Anadolu-Dionysos kültünün, eski Pers-Zerdüşt dininin, Budizm’in ve İslam dininin etkileri bir sentez oluşturur”(Türel Ezici-“Türk ÜniversiteTiyatrosundaGeleneksel Kültür Araştırmalarının İşlevi”) oluşturmasına da tüm bunlar tarihe belli bir uzaklıktan bakınca anlaşılır. Yani insan önce yaşar tarih ismini sonradan koyar. Aynen Vakit Tamam Beyler’i de yerleştireceği gibi.

“Son yıllarda neoliberal politikalar ve kitle iletişim araçları belli değerleri piyasanın ihtiyaçlarına göre değiştirdi. Bu uygulama kültürler arası çeşitlilikleri de tek bir ulusun barındırdığı çeşitlilikleri de erozyona uğratarak hem homojen hem de piyasa açısından optimize edilmiş bir dünya kültürünü üretti. Pek çok sosyal, kültürel ve politik sorunla uğraşan modern çok kültürlü Türkiye’de de durum budur.Böylece eski tiyatronun, en azından birlikte yaşama kültürünü kendiliğinden yansıtarak, icra ettiği toplumsal işlevi dolaylı olarak sona ermiş olur. Batı karşısında eleştiri hakkını saklı tutan, ulusal ve yerel özgünlükleri, kültürel değerleri koruyan, farklı dinsel ve ırksal kimliklere eşit mesafede duran modern sosyal devletin Batılılaşma projesidir bu.”(Türel Ezici-a.g.e )

“Okumalarınızı” bu bilinçle yapmazsanız tarih ,sanatçı kişiliğinizi kaydetmeden geçecektir.

Ne demiştim :
“Eliot şiiri kendi kültürel bağlamı dışına taşınabilir ama taşınamamış. Yabancı bir metin farklı kültürel kodlar ve imgelerle yeniden kurgulanabilir ama kurgulanamamış. Eliot 2009 Türkiye’si için zamandaş ve yerel olabilir ; doğuya özgü bedenlerle yeniden kurgulanan bir şiir batı için de okunur olabilir ; doğuya ait imgeler ve bedensel kodlar İngiliz asıllı bir metinle örtüşebilir ama bu yapı ve kurguda değil”

Aslında “böyle giderse”, “ritüel”in vatanı bu zengin topraklardan, artık masanızın başında bile ulaşabileceğiniz bir Pina Bausch , Jiri Kyhan , Sasha Waltz, Carlos Saura , Maurice Bejart , Silvie Guillem çıkmayacağı umutsuzluğu ve korkusunu yaşıyorum. Ama hiç değilse “sorular sorarken” Maurice Bejart’ın Mevlana’ya nasıl seslendiğini de bilin:
““Rumi, kardeşim, ustam: Her gün senin düşüncelerinde dolaşarak düşüncelerime hoş kokular yayan çiçeği arıyorum…Rumi, kardeşim, ustam: Mevlana, izin ver bana senin için “döneyim”…Bu ritim ve bu dinamik duayla kaynaşan, hareketsizlikle bütünleşmeyi arayan bedeni ve ruhu kendinde toplayan bu iç dengeden nasıl kopabiliriz ki…” (Türel Ezici-a.g.e )

“Çoğalan aidiyetler/kimlikler” başlığı altında standartlaştırma”dan (Fredric Jameson) kurtularak “Yerel/ulusal kültürlerin hegemon küresel kültüre karşı kendini fark etmenin ; farklı olana önem verme bilincini doğurmanın ve çevrenin eylemsel olarak hegemon merkez karşısında kendini yeniden üretmenin”(Roland Robertson) yolu , “sistematik bir biçimde Anadolu uygarlıklarının çok kültürlü yapısının estetik kodlarından türetilmiş kolektif sembol, imge,dilsel ve görsel ifadelerin” (Türel Ezici-a.g.e ) yaratılması ile olanaklı olacağı bilincinde olan sanatçılardan geçer.

Ancak “Bugün kültürel planda küreselleşmenin etkilerini bu yüzden daha çok hissediyoruz. Tiyatro alanında görünen çeşitlilikte, renklilikte, bir bocalamanın , şaşkınlığın da yansıması var gibi” (Türel Ezici-a.g.e )

Melih Anık