Tiyatro kitaplarına bir bakın uzmanı ne diyor? Eleştiri yazmak için eseri okumak gerekirmiş. Ben önce “seçmek” gelir derim. Kim yazmış, çevirmiş, yönetmiş; oynayanlar kim, dekor, kostüm, ışık vb kim tarafından yapılmış? Zaman ayırdığımın, zaman kaybı olmayacağına inanmak isterim. Üstünde emek harcıyorsam o emeğe değmeli oyun. Bazen yanılırım da. Oyunu beğenmem ama seyretmek bir tecrübe olur. Düşüncelerimi yazacağım bir oyunu seyretmeden önce okumak gerektiğini düşünürüm. Sadece oyunu okumakla yetinmem oyun hakkında ve hatırlatan her şeyi okumaya çalışırım. Notlar çıkarırım, dramaturgi çalışmaları yaparım. Farklı tercümeleri okurum, orijinali ile karşılaştırırım. Yazıyı yazdıktan sonra da okumalar devam eder ve yazdığım yazıyı en az bir hafta her gün okur, bazen yeniden yazarım. Yani oyunu seyretmeden önce “ön hazırlık”, oyunu seyrettikten sonra “son hazırlık” var. Tiyatrocu yönetiyor, oynuyor, işini bitiriyor ama benim için yazı yazmak bir süre daha zaman alıyor. Doğrusunu isterseniz benim için yazmanın en keyifli yanı da budur. Bilmediğim çok şey öğrenirim, unuttuklarımı hatırlarım.
“Oyunun son halinin hazır olmamasını” duyduğumda “sahnelenirken yazılmış oyun” diyorum kendi kendime. Mühendis olarak biz de işi bitirir, “as-built” projeleri işin sonuna kadar “sallardık” bu da öyle galiba. Oyun sahnede tamamlanmış, oraya buraya eklenmiş çıkarılmış ama elde sahnelenen halin yazılısı yok. “Tekstte kişisel not olması” bahanesini anlamakta zorlanıyorum. Bu zamanda ben kağıttaki metni istemiyorum ki. Kaldı ki bir tane “temiz” kopya yok mudur? Ayrıca “tiyatronun çevirmeni” ne demek? Tiyatronun çevirmeni emir komuta zinciri içinde ihtiyaca göre mi çeviri yapıyor? Ajansa havale edilme daha anlamlı, o zaman “sağlıklı olacak”! Nasıl bir sağlık”? Belki de düşünülen şu: telif ne olacak, dışarı verilen metnin korsanı basılırsa ne olacak? Araya dost arkadaş koymanız da işe yaramıyor. Bir güvensizlik var temelde. Sana güvenmeyenin oyununu nasıl yazacaksın? Ama anlaşılır ki metni vermeye, niyet yok.
Ajanslar ise suskun. Kitabı basılmamış oyunlara ulaşmak onlar aracılığıyla da kolay değil. Ajansta da “temsil edilen” yazarın oyun metni bulunamayabiliyor. Yazarı “temsil eden” ajans da çeviriye değil komisyona bakıyor herhalde yani çevirinin nasıl olduğuna bakmıyor, öyle bir “temsil” işte. Oyun çevrildi mi çevrildi. Ben ajansta metnin “güvenilir” bir çevirisinin olduğunu, ajansın, bu anlamda bir “garanti” olacağını düşünürdüm, öyle değilmiş. Ajans yazarı bağlamış ama çevirmeni serbest bırakmış. Bana gelen bir cevapta “Tiyatro, çevirisini yaptırtıyor ve bizden yazar için izin aldıktan sonra sahneleyebiliyor” deniyordu. Çevirenin de “temsilci” ajansa bir kopya bırakması âdetten değil herhalde. Galiba onun için “Generallerin Beş Çayı”, “Generaller, Savaş ve Barbekü” oldu ve “yoldan çıktı”. Ajans yazarı “temsil etmeye”(?) devam ediyor HALÂ! Bir diğeri de “Yapılan tüm çeviriler yanlış” diyor “oturuyor ve kendisi çeviriyor”, garsonla birlikte. Kendinden önceki edebiyatçılara kıyasla çeviri tarihinde yeri olmayacak “çevirmen” tiyatrocu, edebiyatımızın çınarlarını yerle bir ediyor, utanmadan! Tiyatro tarihinden başka kimse de onu mahkûm etmiyor, meslektaşları susuyor. Tiyatrocu bu saygısızlık karşısında suskun, kendine göre hesap peşinde, dengeleri koruyor(!). Başkasına, yazarına hakaret eden, saygı göstermeyen kendine saygı bekliyor ve hakarete çok hassas , iyi mi! Saygısıza saygı göstereni ben kaydediyorum, saygısızı da “saymıyorum”.
Bir twit okudum “Eleştirmenler ayrımcılık yapmayın oyunumuzu seyredin” diyordu. Bunu yazan Kürtçe oyunlar oynayan bir tiyatroydu. Ben de onlara yazdım, oyunun Türkçe metni var mı diye? Yokmuş. Oyun sırasında digital yansıtılan Türkçe tercüme de oyun takibine yeterli imiş ama oyun metni değilmiş. Demek ki onlar da oyunun okunması gerektiğini düşünmemişler ama “ayrımcılık” üzerine cümle kurabilmişler. Dediğim şudur ki bu yaygın bir anlayış. Ama metnine hâkim olmadığınız oyunu nasıl seyredeceksiniz, okumadığınız oyunu nasıl eleştireceksiniz? “40 yıllık çevirisi ile çevirmene ödül veren tiyatro seçici kurulları var ama” diyenler olduğunu duyar gibiyim. O seçici kurul aday listesini hazırlarken tüm çeviri oyunların orijinali ile çevirisini okumuş mıudur acaba? Okumamıştır. Çoğu “kulak”tan ödül “dağıtıyor”. “Tiyatro festivaline gelen “yabancı” oyunları seyreder gibi seyretsen olmaz mı?” derseniz “Olur tabii ama yazmak gerekirse ben kitabını okuduklarımı yazıyorum” derim.
Tiyatroların kütüphanesi yok “kafe”si var. (Garson, tercümede işe yarıyor ya!) Tiyatro kitapları kütüphanesi ise gündemde değil. Üniversiteler kendi yayınlarını paylaşmıyor. Şehir kütüphaneleri ise atıl. Kütüphanecilik kalmamış, “Bilgi ve Belge Düzenleme” olmuş galiba.
Öte yandan Türkiye Eleştirmenler Birliği’nin(TEB) bazı üyeleri kendi göbeklerini kesebildiği için genel bir anlayışı kurumsallaştırmayı çok da önemsemiyor herhalde. TEB’in “ tiyatro eleştirisi” diye bir derdi de yok zaten, üyelerine gala, özel seyahat daveti, jüri üyeliği yetiyor olmalı. Eleştiriye değil sahneye ödül vermek de kendi isimlerinin “promosyonu” galiba.. Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (İATC) Türkiye Merkezi’nin internet sayfası hala kapalı, ne gam! “Birliği” böyle olursa tiyatro eleştirisi de bu kadar olur. Ama merak ediyorum üyeleri galalarda nasıl “görünüyor”?
Her ne kadar yüz yüze gelmediğim kişiler “seni davet ettik ama yazman için değil, yüzünü görmek için” yollu bahaneler ileri sürseler de bu âlemde biliyorsunuz ki seni çağıran “gel beni seyret ve yaz” diyor. Bunda da “beğendiğini yaz” iması var. Eleştirmenden ne bekleniyor? Reklâm yapması mı? Tiyatro camiasını buna alıştıran kim? “Galaya davet etmeyeni yazmayacağım”, “Beni prömiyere çağırmadınız karşılığını alacaksınız” diyen mi? “Uçak bileti, otel gecelemesi aldığı oyunları” yazan mı? Festivalde en önden davetiyesi ayrılan mı? “Sayılı” eleştirmen mi? Her şeyi bilen(!) “gevrek kahkahalı” mı? Aynı zamanda jüri üyesi olan eleştirmen mi? Yoksa onlardan “hayır” bekleyen mi, tehditlere boyun eğen mi? Arkasından küfrettiğini galaya davet edip yüze gülen mi? “Tiyatroyu eleştirmen yönünden kısır” bulup eleştirmen karşısında “gülücükler” atan mı?
Tiyatro yazan için önceden okumak, bence “olmazsa olmaz”. Ama tiyatro eğitimi alan gençler bile “oyunu bilirsem zevk alamam ben oyunu keşfetmek isterim” diyor ve önceden okumayı reddediyor. Bir tiyatrocu için oyunu keşfetmek, önceden okumak ile mümkün oysa. Esas sorun tiyatro eğitimimizden başlıyor gibi geliyor bana. Kitaplarda doğrular var “hoca” da öğretiyor ama uygulama yok. (“Hoca” da öğrencisine “torpil” geçiyor yazarken!) Eleştiri “seçmek” ile başlar. Seyrettiğin oyunu “saymak”la olmaz. Önemli olan her yerde “görünmek”, “çok” seyretmekle övünmek ve “uluorta yazmak” değildir, olsa olsa görgüsüzlük olur. Öğretim ve görgü eksikliği ile malûl bir bünyesi olanlar daha dikkatli olmalı. Zira yazdıkları eleştiri değil kendini ifşa etme oluyor. Eleştiride “sürümden kazanılmaz”. “Sığ savlar”la her zaman gündemde kalınmaz.
Oyunu okumak lâzım da “kitapsız” olan ne yapabilir? Zehra İpşiroğlu’nun kitabında örneklediği “eleştiri taslağı”na bakar. Galadan önce oyunu seyretmek zahmetine katlanmayan “galadan önce yazmam abi”ci eleştirmenler gibi galada gördüğün dostunu ve tiyatroyu “kurtarma” yazıları yazarsın, “ballandırırsın”; sevdiğin oyuncu varsa oyun iyi, yoksa kötüdür daha ne olsun! Galadan önce oyunu gören eleştirmen kötü yazmışsa galaya nasıl gidecek, düşünsenize! Galaya gitmek için önceden kötü yazmamak lâzım. Yazarsan “zaten tiyatro zor durumda bir de sen vurma” itirazlarına cevap yetiştirmeye çalışmak var. Ama şunu söylemem lâzım, aklı başında tiyatrocu -ne yazarsan yaz- “adam gibi” duruyor karşında. Anlatıyor, itiraz ediyor. “Adam olmayan ama çağdaş olan” arkandan dedikodu yapıyor hakaret ediyor, bazısı da hakaretleri “organize “ediyor, yazılar yayımlanmasın/ kaldırılsın/ engellensin diye baskı yapıyor. Ama güneş balçıkla sıvanır mı? Hele bu zamanda! Yani bilginin çağlayan gibi düştüğü, köpürerek koştuğu bu bilgi ortamında! Kimin ne olduğunu herkes biliyor.
Peki eleştirmen ne yapsın? Okumadığı oyunu mu yazsın? Ya da galalarda boy gösterip, “parlatsın” mı? ‘Cyrano’ca söyleyeyim:
“İstemem eksik olsun! Bir kibar salonunda
Kucak kucak dolaşıp boy atmak ve sonunda
Marifet şi’re koyup kameri yıldızları,
Aşka getirmek midir evde kalmış kızları?”
“İstemem eksik olsun! Yoksa bir sürü keli
Sırma saçlı diyerek göklere mi çıkarmalı?”
“Kalemine sarılmak ve ancak duya duya
Yazmak sonra da gayet tevazula kendine :
Çocuğum demek bütün bunları hoş gör yine
Hoş gör bu çiçekleri, hatta bu kuru dalı
Bunların yabanın değil kendi bahçenin malı”
Tabii ki “seyredilen” de şunu söyleyebilir:
“Yoksa ödüm mü kopsun bir Allahın aptalı
Gazeteye bir tenkit yazacak diye her gün?
Yahut sayıklamak mı lazım “Adım görünsün
Aman! diye şu meşhur Mercure ceridesinde?
İstemem eksik olsun”
“Eksik olsun istemem” de ne olacak bu tiyatronun hali?
Melih Anık
Not:
“İstemem Eksik Olsun”- Cyrano de Bergerac - Edmond Rostand- Sabri Esat Siyavuşgil
“Eleştirinin Eleştirisi”- Zehra İpşiroğlu- Mitos-Boyut 29
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder