Reginald Rose 12 Öfkeli Adam’ı televizyon oyunu olarak 1954
yılında yazmış. Anılarda iz bırakan 1957 yılına ait sinema filminin
senaryosunu da Reginald Rose yazmış, Sidney Lumet yönetmiş.
8.Jüri üyesini Henry Fonda oynamış. Oyun babasını öldürme suçu ile
yargılanan genç hakkında verilecek ölüm
cezasının 12 jüri üyesi tarafından karara bağlanma sürecinde yaşananları
anlatıyor. Rose, 12 Öfkeli Adam’ın pek çok sahne uyarlamasını yazmış. Ben, Sherman L.Sergel’in yazdığı
uyarlamayı okudum.
‘If there is a reasonble doubt in your minds as to the
guilt of the accused the you must declare him not guilty. If however there is
no reasonable doubts then he must be
found guilty. Whichever way you decide the verdict must be unanimous.’
Dediği şu:
“Zihinlerinizde zanlı ile ilgili makûl bir şüphe varsa
, kararınız ‘not guilty’ olmalıdır. Makûl
şüphe yoksa o zaman zanlı hakkındaki kararınız ‘guilty’ olmalı. Karar‘oy
birliği’ ile alınmalı”
Oyunu, farklı sosyal çevrelerden gelen insanların bir mesele
hakkında ‘consensus’(anlayış
birliği) oluşturması diye ‘okumak’ gerekiyor. Bu bir anlamda ‘toplum sözleşmesi’ diye de
algılanabilir. Bizim toplumumuz açısından bir başka önemi ise ‘makûl şüphe’ kavramını tartışıyor
olması. Amerikan ceza yasası ile bizim ülkemizde tartışılan ‘makûl şüphe’ arasında
çok büyük fark var. Bizde ‘makûl şüphe’, ‘suçlamak’ için Amerika’da ‘beraat’
için kullanılıyor. Arada da 50 yıl var.
Ama bu noktada dikkat edilmesi gereken ifade ‘guilty’ ve ‘not guilty’. Bu ifadelerin metnin çerçevesi içindeki anlamları ‘suçlu’ ve ‘suçsuz’ değil.(Oyun dergiciğinde ‘suçsuz’un karşılığı olarak ‘mâsum’
verilmiş.) Hukukî terimler olarak ‘Guilty’ ‘cezalandırılması
gerekli’, ‘not guilty’ ‘suçlanamaz’ diye alınabilir. Oyunda ‘suçlu’ ya da
‘suçsuz’ dediğinizde, metnin değindiği esas mesele yara alıyor. Zira metnin
esas meselesi, ‘bir mesele üzerinde kuşku duyuyorsanız,
emin değilseniz bir zanlıyı mahkûm edemezsiniz’dir. Oyunun orijinalinde
kullanılan ‘guilty’ ve ‘not guilty’ ifadelerine uygun
karşılıklar bulunması gerekir. ‘Suçlu’ ve ‘suçsuz’ dediğinizde iki farklı hukuk
anlayışı arasında bocalıyorsunuz demektir.
Öte taraftan oyunun hemen başında ortaya çıkan ‘It
takes a great deal of courage to stand alone’ (‘Yalnız başına yürümek bir cesarettir’) ifadesinin oyunun sonunda
farklı bir kişide ilkinden farklı bir durumda tecelli ettiğini görebilmek, gösterebilmek gerekir. Oyunun başında ‘yalnız olan’ 8.Jüri Üyesi
iken oyun sonunda 3.Jüri Üyesi ‘yalnız kalır’. Birincisi inandığı yolda yürür,
ikincisi yürüyemez. ‘Yalnız yürüme cesareti’
bireyselliğin gücünü vurgulayan çok önemli bir öğe. Toplumları ileri götürecek olan
‘bireysel cesaret’tir, yâni bizde olmayan!
Ama o noktada da ince bir ayrıntıya dikkat etmek gerekir. Oyunun
ilk başında ‘yalnız olan’ 8.Jüri Üyesi idi oyunun sonunda ‘yalnız kalan’ 3. Jüri Üyesi oldu.
Ancak yönetmen ve dramaturg bu metnin kendi içindeki dengesine özel bir dikkat göstermemiş. 3.Jüri Üyesi’nin
tiradının sonunu kararına bağlamış ve öyle bitirmiş oyunu. Oysa bu ‘yalnız
kalma’ olayı farklı durumlarda farklı anlamlara gelebilir. ‘Yalnız kalmak’ her
zaman olumlu bir şey olmayabilir.
Filmde, yargılanan
genç gösteriliyor. O gencin tipi Amerikalılar için bir mesaj. Zira o genç,
göçmen, isterseniz ‘öteki’ diyebilirsiniz. Sahne metninde genç gösterilmiyor. Bizim yönetmenlerimiz o genci
gösterebilecek kadar cesaretli olabilirler mi?
Yâni temelde bu oyunun Türk seyirciye sunulmasında dikkate
alınması gereken hususlar bunlar. Diğer bir ifadeyle bu hususlar yeterince
kuvvetli vurgulanamazsa oyunun sahnelenmesinin anlamı kalmaz. Bu yazı, Erhan
Bey’in(İBBŞT) Genel Sanat Yönetmenliği repertuarının oyunlarından biri olan ve
Arif Akkaya’nın yönettiği 12 Öfkeli
Adam’ın durumunu inceliyor.
Salona girdiğinizde boş sahnede ilk gördüğünüz dekor.
Dekorla başlayalım.
Sahnenin ortasında
çerçeve olarak oluşturulmuş dörtte biri görünen bir küre var karşınızda. Bu,
enlem ve boylamları ile dünyayı anımsatıyor.
Bir başka iması da hapishane demirleri. Birazdan içine girecek olan jüri
üyelerini de mahkûm gibi gösteriyor,
‘hayatın mahkûmları’ mı desek? Bir
başkasının mahkûmiyeti hakkında karar verecek olanları mahkûm etmek onların
vereceği kararı nasıl ‘özgür’ kılar? Kubbe şeklini almış odanın kapısı, dünyanın
konturlarına paralel eğri bir kapıya sahip. Eğri bir kapıdan girilen adalet
odası! Kubbenin ana taşıyıcıları ‘İyonik’
başlıkları olan dört beton sütun. Bu
bizi ‘4 Pillars of Democracy’ye
(demokrasinin dört sütunu) götürüyor. Bunlar adalet, eşitlik, özgürlük ve
temsil hakkı. Bu dörtten şunları
çıkarmak da mümkün: yargılarken herkese
söz hakkı ver ve dinle, ayrıntılı
olarak açıkla, insaflı ve adîl
ol, onurlu ol başkasının onurunu
koru. Her ne düşünülmüş ise(eğer bu ayrıntıda düşünülmüş ise) bu sütunlar neden
EĞRİ? Sütunların döşeme ile birleştikleri noktalara dikkat ederseniz aslında sütunların çatıyı taşımadığı, göstermelik
olduğunu görürsünüz. (Sütunların
‘masonik dildeki’ göndermelerine değinmeden geçiyorum.) Yönetmen bu salondan
adalet çıkmaz mı demek istiyor? Ya da ülkede bu dört sütun yoldan çıktı mı
demek istiyor? Benim sorum da şu: O zaman bu oyunu neden yapıyorsun? Oyun
ülkeye gelmemiş ama yazıldığı ülkesinde de değil. İşte benim oyunla ilgili
rahatsızlığım yol açtığı bu yanlış(bilinçsiz) algıdan kaynaklanıyor.
Gelelim bu kubbenin boyutlarına. Kahve köşesi ve yazı
tahtası kubbenin hayâli sınırlarının dışında kalmış. Oyuncular da bu
kubbenin dışına çıkıyor zaman zaman. Denilebilir ki ‘Bu bir oyun, biz de metafor kullandık. O nedenle boyutların gerçekliği
önemli değil, algı önemli.’ (Oysa
oyun içinde bir sahnede adımlanan mesafe gerçekçi) Yukarıda da belirttiğim gibi metafor sorunlu
zaten, içerik ile dekor ortak bir metaforda buluşamıyor. Öte yandan Amerikan toplumunda kahve köşesi sohbetlerin odak noktasıdır.
Oysa oyunda kenarda kalmış.Yorumun 'American' ise kahve köşesi ortada olsun, değilse hiç olmasın. Ayrıca metaforlara yaslanan bir oyunda sahnenin hayâli
bölümleri olur. Her bölüm -hele metaforik bir anlatım varsa- bir düşünceyi,
duyguyu anlatır. Akkaya’nın sahnesi ve sahneyi kullanışı bu açıdan anlamsız. Yönetmen rejide trafik
polisliği yapmış ve karakterlerin birbirine göre durumlarını çözmeye ve de
dialogları sahne önüne çıkarma gayreti göstermiş. Döner sahnesi olan bir salonda
döner sahnenin kullanılmamış olması da
eksiklik bence.(‘Turneyi düşündük!’)
Oyuncuların kostümlerinde de bu metafor kullanma azmi(!) ve
kararlılığı var. Güvenlik Görevlisi dahil herkes siyahlar içinde. Bazıları
ceketli bazıları kazaklı. Oyun içinde oyuncuların çoğu ceketini çıkarıyor.
İçten, gene koyu(siyah ve bordo) rengin hâkim olduğu gömlek, yelek vb çıkıyor. Öncelikle neden siyah? Hadi ceket ve kazakların
siyah olması , oyun başında eşitlik
imgesi açısından izah edilebilir. Ancak ceketler çıktıkça o insanların kendi
kişiliklerini yansıtan renkler neden ortaya çıkmaz? Mâdem metoforlu anlatımı
seçtiniz o zaman bunu oyunun her ânında kullanmanız gerekemez mi? Zira karakterler
olayı sorgularken kendi deneyimlerinden öğrendikleri gibi mantık yürütüyorlar. Yâni aralarındaki farklar
ve her birinin kendi yaşamı ortaya çıkıyor. O farklara rağmen uzlaşıyorlar.
Bunun bizim için mesaj olabilecek bir değeri yok mu? Oyun, farklı renklerin anlaşabileceğini, kendi ülkemizden
karakterlerle gösterse iyi olmaz mı? Bu kadar ‘American’ olmaya gerek var
mı?
Oyun metninde fondan
geldiği belirtilen ve hâkim sesiyle
verilen uyarının vurgulanması gerekiyor. Sahnede
1.Jüri Üyesi’nin bu açıklamayı yapması yeterli değil. Zira ‘dış
ses’in vurgulanması , tüm jüri üyelerinin uyması gereken kuralların ‘dikte’ edildiğini
gösteriyor. ‘Consensus’ ancak herkesi bağlayan kurallarla ortaya çıkar. Yönetmen
bunu önemsememiş.
Oyunun ana karakteri 8.Jüri Üyesi, metinden anlaşıldığına
göre önceden dâva le ilgili tüm
ayrıntıları düşünmüş ve hazırlıklı gelmiş. Tabii ki tartışma ortamından çıkan yeni
ayrıntılar(itiraz ve bakış açıları) da var. Bu iki farklı durum karşısında 8.Jüri Üyesi’ni
oynayan oyununun bu farkı ortaya koyacak
şekilde oynaması lâzım. Ahmet Özarslan
bu farkı ortaya koymuyor, koyamıyor. Her gerekçesini açıklarken aynı heyecan
içinde. Bu kadar heyecanlı olması gerekmiyor. Kabahat onu uyarmayan yönetmenin.
Yönetmen tansiyonu yükseltmek için bazı sahnelere ‘durak’lar
koymuş. (Yerlerini anlatmayayım da seyretmek isteyen seyircinin hevesini
kaçırmayayım) O sahnelerde ışık bir noktaya odaklanıyor, oyuncular yerlerinde sabitleniyor.
Oyunun genelinde ana konuşmanın geçtiği yerin dışına baktığınızda diğer oyuncuların
hiç de oyun içinde olmadıklarını görüyorsunuz. ‘Bitse de gitsek’ havası var yâni. O durakların, ekibi odaklamak için yapıldığını düşündürdü bana, daha fazlasını vermedi.(kıpırdamadım yâni) Oyunun ilk oylama sonucuna grubun verdiği tepki
çok sıradan, enerjisi çok düşük. Öte yandan oyunun başında grubun odaya girişi
de ‘bitse de gitsek’ havasını vermiyor. Yâni
yanlış yerde ve zamanda ‘bitse de gitsek’ olmuş.
Jüri üyelerinin gerçek hayatta yaptıkları işlere oyunda
değiniliyor. Ben o işlerle oyuncuların fiziksel görünüşleri ile bir bağ
kuramadım. Kimisinde yanlış oyuncu
seçimi kimisinde yanlış oyunculuk var.
Filmde 3.Jüri Üyesi’nin cüzdanından çıkardığı oğlunun fotoğrafı, onun durumunu ortaya
koyuyordu. Sahnede nasıl yapılacağını merak etmiştim. 3.Jüri üyesi oyun sonuna
doğru sandalye arkasına asılı ceketinin cebinden bir ‘şey’(uzaktan öyle
algılanıyor, cüzdan?) çıkarıyor ve sallıyor. Bilmeyenler için bunun bir anlamı yok.
Yönetmen, başlangıçtaki eşitlikçi oturma düzenini oyun sonunda 8.Jüri Üyesi’ni masanın ortasına oturtarak hiyerarşik
bir düzene çeviriyor. Oyununda bir ‘kahraman’
yaratıyor yâni. Bu yanlış algıya neden oluyor. Oyun ‘galipler ve mağluplar’
fotoğrafı vermemeli. Sonuçta çıkan karar
herkesindir. Hele ki içinde yaşadığımız toplumsal sorunlar dikkate alındığında.
Güvenlik Görevlisi’nin
duvarda olmayan anahtarla ışıkları açması da komik görünüyor.
Oyundaki saati kim ayarlamışsa iyi yapmış. Saat tiyatral zamanı gösteriyor.
Oyun boyunca fonda akan bulutların oyundaki tansiyon ile
bağlantı kurmak için yapıldığı belli de
keşke oyunun gidişatı da bulutlardan ilham alsaydı.
Aşağıda künyesini verdiğim oyunda, oyunculuğu ile zihnimde iz
bırakan bir oyuncu yok. Hepsinin daha
iyi oyunculuklarını biliyorum. Bu oyunda kendi PR’larını da yapamıyorlar, ekip olmaya değer veriyor birbirlerine saygı gösteriyorlar. Herhalde İBBŞT'da kendi PR’ını yapmak
sadece GSY’nin hakkı. Ama Erhan Bey’in yaptığı iyi bir şey var. Erhan Bey
fuayedeki panolarda asılı fotoğraflar üzerine oyuncuları ve rollerin isimlerini belirtmiş. Bana oyun teksti vermiyor ama dediğimi
yapıyor.
Ben, hiçbir şeyi gerektiği gibi yapamayan 12 Öfkeli Adam’ın neden seçildiğini anlamadım.
Erhan Bey repertuarının ilk oyunu olarak seyrettiğim Kerbela fiyaskoydu, suya
sabuna dokunamayan 12 Öfkeli Adam bu
hâliyle gereksiz. Her iki oyun da çok ses çıkaracak, belki ödül(ler) de alacak
ama toplumun nabzı olamıyor, nabzı hızlandırmıyor. Ödenekli tiyatro, ‘çok ses’ versin diye oyun yapmaz, yapmamalı.
Melih Anık
Not: '12 Öfkeli adam' '12 havari' ise/olsa oyunda Hz.İsa kimdir/nerededir?
Not: '12 Öfkeli adam' '12 havari' ise/olsa oyunda Hz.İsa kimdir/nerededir?
Oyunun Künyesi:
ON İKİ ÖFKELİ ADAM
Yazan :
REGİNALD ROSE
Çeviren :
CEMAL BERK
Yöneten : ARİF AKKAYA
Dramaturgi : HATİCE YURTDURU
Sahne Tasarımı : AYHAN DOĞAN
Kostüm Tasarımı :
NİHAL KAPLANGI
Işık Tasarımı : ÖZCAN ÇELİK
Süre : 2 PERDE 1
SAAT 50 DAKIKA
OYUNCULAR
AHMET ÖZASLAN, ALİ GÖKMEN ALTUĞ, BURTEÇIN ZOGA, ENES MAZAK,
ERKAN AKKOYUNLU, GÜN KOPER, KUTAY KIRŞEHİRLİOĞLU, MEHMET AVDAN, METİN ÇOBAN,
NİHAT ALPTEKİ, RAHMİ ELHAN, SERDAR ORÇİN, YALÇIN AVŞAR
Merhaba Melih Bey
YanıtlaSilSizin yıllardır bu seviyesiz eleştirilerinize yanıt verme gereği duymuyorum.
Saygılarımla
Arif Akkaya
Arif Akkaya
SilBen yazılarımı yanıt bekleyerek yazmıyorum. Daha önce yönettiğiniz bir oyununuz hakkında yazdığım yazıyı yanıtlamaya çalıştığınızı ama beceremediğinizi gördüğüm için sizden HİÇ yanıt beklemiyorum.
Yönetmiş olduğunuz bir oyun hakkındaki düşüncelerimi merak edip okumuş olduğunuzu anlıyorum. Bu bir yanıttır.
Seviye meselesine gelince, kötü söz sahibini gösterir demekle yetineyim.
Size hatırlatmak isterim ki siz şu anda resmi bir kurumun yöneticisi konumundasınız. Bu sorumluluğun gereğine göre davranmanız gereğini size hatırlatırım.
Melih Anık
Ne demişti?
SilDeri, mezbahadan çıkar, fakat kundura orada yapılmaz. Kumaş fabrikada dokunur, fakat elbise orada dikilmez, orman mütehassısı ağacı yetiştirir, fakat mobilya yapmaz, maden amelesi gümüşü topraktan çıkarır, fakat savatçılıktan anlamaz, balıkçı levreği tutar, fakat mayonezi beceremez, hele her kalem tutan, her yazı yazan tiyatrodan, piyesten hiç anlamaz. Bu bir ihtisas işidir.
Bu bir meslektir, bu bir san'at işidir, bu güzel san'atlar içinde en güç şubelerden biridir , derin tetebbu ister. Tiyatro başlı başına bir hayat vakfedilse bile, ciltlerle kitap okunsa bile, diyar diyar tiyatrolar gezilse bile, gene ucu bucağı bulunmayan bir san'at şubesidir. Böyleyken, hiçbir meslekte dikiş tutturamayanlar, bir takım sütün karalamacıları, bu sahayı serbest bulmuşlar, çala kalem yürüyorlar. Onlara höst demek lazım.
Höst diyorum. Artık o çomaksız oynadığınız sahanın etrafını ilmin, sanatın dikenli telile ördük, artık içeriye başıboş girmek yasak. Yalnız san'at bilgisi bilgimizden, san'at görgüsü görgümüzden, san'at sevgisi sevgimizden fazla olanlara kapımız ve kalbimiz ardına kadar açık.
Fakat sakın araya eskisi gibi türediler girmeye kalkmasın. Burası yirmi sekiz senemizi yıprattığımız, her türlü yokluk içinde göz nurumuzu, alın terimizi döktüğümüz, ömrümüzü törpülediğimiz bir meydandır, burada tufeylilerin, yaygaracıların yeri yok! Tiyatromuzun sahnesi, San'atkarların, salonu halkındır, ikisi arasındaki bezirganların, yazı komisyoncularının ipini pazara çıkaracağız!...
...
Biz kendilerini, kanatlarını yıkmaya mahkum eden pervaneler gibi, hayatımızı seve seve san'at sevgisi için sahnenin ateşi, san'atın alevi üstünde kurban vermiş kimseleriz. San'atla sahnenin yükselmesi herkesten evvel bizim isteğimizdir ve biz bunun tahakkuku için yapabildiğimiz kadarını yapıyoruz. Yazılarının arkasında gizli düşünce taşımadan bize yardım etmek isteyenlere bilgisiyle, görgüsüyle, yardıma gelenlere teşekkür eder, ölünceye kadar minnetlerini taşırız.
Fakat dillerinde yalan, yüzlerinde maske arkalarında şahsi menfaat kasasının maymuncuğuyla kapımıza yaklaşmak isteyenlerin vay haline... Öylelerin bileklerinden kıskıvrak yakalamak dillerindeki riyayı, yüzlerindeki maskeyi, ellerindeki her kapıya uydurmak istedikleri anahtarı teşhir etmek borcumuz. Bunu bize, mukaddes kitabımız olan, san'at sevgisi emrediyor, bunu bize yıkıcılıktan ziyade yapıcılığa muhtaç olan toprağımız emrediyor ve biz bunu yapmayı ahdettik. Veyl sahte bilgiçlere, san'at türedilerine! ...
(Perdeci, Darülbedayi, 1 Mart 1930, Sene 1, No: 2)
Arif Akkaya
SilDüşünüp düşünüp geri geliyorsun.
Sen Muhsin Ertuğrul'un dediklerini yapabilir misin?
Zaten sorun da bu.
Muhsin Ertuğrul'un mirası üstüne oturup ama onun dediklerini yapamayan bir nesilsiniz.
Zaten yapamadığınız için İBBŞT böylesine perişan halde.
Gene gel, çekinme.
Melih Anık olmasaydı, tiyatro seviyesi ölçülemezdi! / Bulunmaz
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil