13 Mart 2013 Çarşamba

Cumhuriyet'i Shakespeare ile Anlatmak : Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık - Can Merdan Doğan(BGST-Tiyatro Boğaziçi)


Can Merdan Doğan’ı  tiyatro camiası “bu”ndan sonra tanımaya başlayacak. “Bu” dediğim “Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık”(BKBOO) piyesi..

Ben Can Merdan Doğan’ı önce tiyatro yazıları ile fark ettim. Mart 2011 tarihli yazımda (http://melihanik.blogspot.com/2011/03/tum-tiyatro-odulleri-hastaafife-de.html )  ondan bahsetmiştim. Fark edilmemesi imkânsız  bir birikimi ve bakış açısı vardı, kalemi düzgündü, iyi ifade ediyordu, akıcı yazıyordu. Merak ettim,  kendisi ile tanıştım. Üniversitede bitirme tezi olarak yazdığı “Pencerelerde Duran Neydi ?” isimli oyununu okudum. Oyunu konuştuk, onu daha yakından tanıdım. Felsefî bir derinliği vardı. Sağlam duruyordu. Yapmak istediklerini anlatıyordu, yürüyeceği yolu biliyordu.  Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı (2006-2010) mezunu olduğunu öğrendim. Can Merdan Doğan, şu sıralarda  Kadir Has Üniversitesi  Sinema ve TV Bölümü’nde master öğrencisi,  Reha Erdem Sineması üzerine çalışmakta.

 “Pencerelerde Duran Neydi ?” kolay bir oyun değildi. Soyut bir zemin üzerine var/yok bir bina gibiydi. Akla, dokunulmayana dokunuyordu. Oyunun tuhaf ama keyifli bir tadı vardı. İkimiz de o oyunun sahnelenecek ilk oyun olmayacağını biliyorduk sanırım ama birbirimize söylemedik. Şimdi BKBOO’dan sonra birileri onun ilk oyununu merak eder diye düşünüyorum, oynasa diye içimden geçiriyorum. Tiyatro ona kapısını açmazsa o açacak bir başka kapı bulur; kıyısında dolaştığını hissettiğim ve onu içine çekmesi  an meselesi olan sinemanın salonlarına girebilir. Bu da tiyatro için kayıp olur.

BKBOO, “Pencerelerde Duran Neydi ?”den sonra beni şaşırttı. Zira daha “açık ve düz” bir oyundu. Ama Can Merdan Doğan, gene de gösterdiğinin altına çok tartışılan bir konuyu oturtarak piyesin derinliğini oluşturmuştu.  Baba-oğul anlaşmazlığını gösterip bir ülkenin tarihine dokunuyordu. Bunu yaparken de çok iyi bildiği tiyatroyu kullanıyordu.  Ama gene de alışkanlığını terk edemiyor  Julio Cortazar’ın bir sözünü “üste” koyuyordu:  “Çok büyük bir uzaklık, çok fazla olanaksızlıklar vardı sizinle aramızda; aynı oyunu oynamıştık ancak siz hala canlıydınız.”  Özgün halinde hangi bağlamda söylendiğini bilmediğim bu söz, oyunu okumuş ve seyretmiş; hakkında yapılmış röportajları okumuş biri olarak ilk anda giydirdiğim elbiseyi de orasından burasından çekiştirmeye beni zorluyor  ve bedene nasıl uyduracağım açısından bana sorunlar yaratıyor. Ama tuhaf bir rastlantı olarak kabul ettiğim şey, oyuna Orhan Pamuk’tan bir şeyler katılmış olması idi. Oyunu okur okumaz benim de aklıma Pamuk geldi. Oyun,  Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi kadar “giz”li değildi. Orhan Pamuk, Masumiyet  Müzesi’nde “aşk romanı” yazar gibi yapıp aslında Osmanlı İmparatorluğu’nu, Cumhuriyet’i, Kemalizm’i, kadroları  ve Mustafa Kemal’i anlatıyordu. Ne gariptir ki roman üstüne yapılan tüm röportajlar, yazılan sempozyum bildirileri Masumiyet Müzesi’nin esas meselesine dokunmuyordu. Tiyatro Boğaziçi oyunla ilgili düşüncelerini bir röportajda açıkça söylediği için oyunun “giz”li kalmış bir yönü yok, her şey hatta fazlasıyla ortada.  BKBOO, Pamuk’un roman olarak kurguladığı, geçmiş suçlarını, yarattıkları masumiyet müzeleri ile  aklamaya çalışan bir zihniyet müzesinin odalarından biri gibi. BKBOO,  aynı tartışmaya giriyor ama ufkunu daha sınırlı tutarak meselenin içerdiği sorunlara daha somut düzeyde değiniyor ve de kesin bir yargıya varmamaya, suçlamamaya,  genel olarak tarafsız kalmaya dikkat ediyor. Ama temelde dokunulan nokta aynı:  “Cumhuriyet ideallerinin artık bugün işlemediği ya da toplumsal karşılığının olmadığı.”  Ancak oyunun derdi daha farklı: “Edebiyattaki baba-oğul hesaplaşmasının bir parodisi…. Baba iktidarını sürdürdükçe oğlun kendi iktidarını yaratması mümkün değil. Oğul’un babanın yerine geçmesi ile değil, o tahtın yerine başka bir paradigmanın geçip geçmeyeceği meselesi tartışılıyor.” Ama ne baba ne oğul kendi kaplarından dışarı çıkamıyorlar. Bir tür kemikleşme durumu var.  Baba içeri/içine kapanmış, oğul kendisini  “içeri” mahkûm etmiş. Bu durumda “dışarısı” ile temas  Mürüvvet aracılığıyla yapılıyor. Mürüvvet, sokağın dili sanki.  Oğul, artık sesi çıkmayan babayı otorite olarak görüyor. Zira öfke de duysa onu şekillendiren o baba. (Yılların birikimi mi demeliyiz?) Ama bu arada “oğul”un ailesi ile ilgili bazı gerçekleri de bilmediğini öğreniyoruz.   Böyle giderse yani “yeni bir dil kuramazsa” oğul kendi iktidarını da kuramayacak. Ne yapması lâzım? Cesaretini toplayıp babaya düşüncelerini bir oyunla anlatmayı deniyor ama orada da başarısız. Anlıyor ki “dışarı çıkması” lâzım, sokağa yani. Temiz hava, yeni ufuklar gerek! Zaten baba da onu öneriyor. Ancak “odadan dışarı çıkılsa” nasıl bir çözüm olacak, o belirsiz.

Yazar piyesin her sahnesi sahnelenmeye çalışılan bir oyunun aşamaları gibi olsun istemiş. Hazırlık, prova vs gibi. Seyircinin  bunu hemen anlaması zor tabii. Ancak oyunun sonunda biri hatırlatırsa “ya evet öyleydi” diye doğrulayabilir. Sahnede bu amaç çok da belirgin değil.

Bay Kel’in (Cüneyt Yalaz’ın unutulmayacak oyunculuğundan) akıldan kolay kolay çıkmayacak tiradı ile başlıyor oyun. O tiradın ilk repliği “Müsebbibisin daim kararsızlığımın”.  Tam bir “Cumhuriyet sentezi”, oyunun hemen başında karakteri nerdeyse derisinin altına kadar soyuyor. Bilenler için bir Hamlet sendromu. Hamlet, Macbeth, Romeo Juliet’ten alıntılarla gelişen  oyunda en önemli duygu kararsızlık. Kral Lear’i(Kral ve soytarısı) hatırlatan ve algısı seyredene kalmış sahneler de var. Oyun sonuna gelindiğinde hâkim olan duygu, baba değil yaşananların sorumlusu oğuldur. Bu tiratta babayı çizen ifadelere bir daha bakılmalı derim.  Ayrıca “Bir ülke pekâla babasız kalabilir. Bir oğul da pekâla evdeki babasıyla küs olabilir” ikilemesindeki mantığa yeniden bir bakmak gerek. Ayrıca  “Gözlerimi kapatıyorum. Öldüğünü sanıyorum babamın” yerine “Gözlerimi kapatıyorum, sanki babam ölmüş” bana daha doğru geliyor.

Can Merdan Doğan, oyunun içine “Shakespeare’yen” replikler yerleştirmiş “Taht boş kalsın diye oynanacak oyun”, “Bir siz mi sığmadınız bu dünyaya?” “Yaşamı oyun ilan ettin bencilliğine sahneler yazdın” “asıl katil katilin adını soranlardır” “Sokakta biri cinayet diye haykırıyor”  “Kalbiyle zihni ayrı düşmüş dünyada” “annem babamın ölümünü taklit ediyordu, göçük altında kalmaya çalışıyordu”  “kötülüğe merhem olacağını sanır düşünce”….vb.   “Dünyanın bir başka pencereye açılabileceğini ummak suç olmamalı” repliğindeki “pencere” metaforu  ise Doğan’ın ilk oyununa bir gönderme sanki. “Shakespeare'den kolaj mı yapsak” diyen Bay Kel piyesin kurgusunu  da ortaya koyar açıkça.

Kendi ismini Bay Kel yapan Kemal’in ‘argümanı’ şu:  “Kemâl isminde bir vaat vardı, artık vaatkâr şeylere tahammülüm yok” Bu noktada yazar ikili bir söylem kuruyor. Kendi ismini koyanların ondan beklediği umudun boşa çıktığını söylerken aynı zamanda muhtemelen kendi adının ilham alındığı bir dönem ruhunun da umudunu yitirdiğini ima ediyor.  Aslında bu pekâla rütbelerinden sıyrılma da sayılabilir. (Doğu inanışında saçların kesilmesi geçmişten kurtulma anlamına gelir.)

Hamdi Bey Atatürk müdür? Tam da o olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak oyunun tümüne baktığınızda bir Kemalizm eleştirisi var ve bu ister istemez Hamdi Bey’i Mustafa Kemal ile özdeşleştirmenize neden oluyor. Ancak piyesin yorumuna bağlı olarak istenirse, Hamdi Bey, Muhsin Ertuğrul da olabilir ve oyun tiyatronun bir hesaplaşması gibi alınabilir. ”Tiyatro yenilikçi, ilerici, senden benden bağımsız olmalı ” repliğinin içi doldurulabilir. O takdirde “Devlet Tiyatroları kapanıyormuş” “annemi alaturka bulduğu için sevmedi” “geçmişteki sebepler sahneye düşsün hele bir. Bir takım göndermelerde bulunun doğrudan bana böyle böyle yaptın demeyin” repliklerinin anlamı da farklı algılamaya göre değerlendirilebilir. Örneğin “perde indir perde kaldır ne değişti?” tiyatroya bir göndermedir. Tiyatronun değişimi sağlayamadığı algısını vurgular. Mürüvvet gerçek hayatta yaşadığı trajedinin kendi vicdanında açtığı yara ile tiyatrodan soğuduğunu anlatır. Ama Mürüvvet gene de umutsuz değildir tiyatro hakkında ve  “oyun kendini sorumlu görmeli hayat karşısında” der. Zaten Bay Kel’e göre de onu en iyi Mürüvvet anlar. “Bizi en iyi sen tanıyorsun..Hem senin fikirlerin olmadan hiçbir şey yapamam ben” “tiyatroyla bir şeylerin değişebileceğini hissettirip sonra tüm inançlarını olduğu yerde bırakmak” replikleri ile oyun, tiyatronun yerini anlatmaya çalışırken Cumhuriyet hesaplaşmasına dönüşüyor. Bu “arada kalmışlık”, metnin hem zayıf hem kuvvetli yönünün nedeni.  Bu durum yönetmene zor bir görev veriyor Orhan Pamuk gibi yapabilir “bu oyun tiyatroya bir güzelleme” diyebilirlerdi. Bu noktada Pamuk’tan daha “sert”ler..

Piyesin kurgusu çok zekice çatılmış, Shakespeare’in tiratları yerinde kullanılmış, içine bence olmasa da olur  Orhan Pamuk, Oğuz Atay, Kafka katılmış.  Kolaj gibi geliyor ama hiçbiri yama gibi durmuyor. Esprisi, ironisi kıvamında. Finalin biraz çaresizlikle bulunmuş olduğunu düşünüyorum. Sanki bağlayalım da bitsin havasında. Bay Kel, bir fotoğrafa bakarak konuşur: “Redingot giyen adamlar, tayyörleriyle dört bir yana salınan kadınlar. Tesis edilen hayatlarınız; mazisiz, eksik, kimsesiz bir hayat. Bir fotoğrafla bir halk yetişir mi. Sanki ben büyüyünce o fotoğrafın içinde bir yerine sessizce yerleşeceğim. Büyüklük biraz da balo salonunda olmak gibi. Kafasına şapka takmış bir Shakespeare'i sevmek.” Bu noktada şapka devrimine gönderme yaparak piyes “âlî” şeylere dokunuyor.  Baba Hamdi bey ilk defa konuşuyor mektubu ile:   “Tepkiden öte bir şey bulamadım. Shakespeare’a tutundum. Sen büyümüş bir kişi olarak yapman gerekenler değişmeli. Suçlu babaların ülkesinde herkes öfkeyle iş yapar oğlum. Sorumluluk al oğlum. Sorumluluk için oğul rolünden vazgeç. Ben de baba rolünden vazgeçeyim bu sayede. Sokağa çık. Çık bu sahneden..”  Başlangıç ve serim bölümlerine bakarak varılan son beni çok tatmin etmese de tiyatroda konunun bu samimiyetle ele alınmış olmasını çok önemli buluyorum. Yakaladığı estetik düzeyi de beğendim.

Oyunun ismi ile ilgili itirazım var. Bir kere çok uzun. İkincisi ise bence yanlış bir ifade. “Ben küçükken babamla oyunlar oynardık” bana daha doğru geliyor. “Biz küçükken” baba ile oğlun aynı anda küçük olduklarını ima ediyor. “Biz” baba ile oğlun yerine kullanılmış. “Biz” metaforik olarak bir nesli ifade ediyorsa o zaman “baba”nın kim olduğunun sorulması gerekiyor.  Örneğin “baba”nın  Mustafa Kemal olduğu ima edilmek isteniyorsa o zaman oğul bir neslin yerine mi geçiyor? Yani tüm o Shakespeare’leri oynayan baba, Mustafa Kemal mi?  Cumhuriyet bir oyun mu? Bay Kel , Masumiyet Müzesi’nin Kemal’i mi? Hem Masumiyet Müzesi’nde hem de BKBOO’da baş karakterin isminin Kemal olması bir rastlantı mı?

Oyunda dış sesten gelen mektuplar var . Ben hepsini uzun buldum. Babanın mektubu fondan(hoparlör) ve kendi sesinden gelmeli. Oyun bu kurgu üzerine devam ederken  Bay Kel’in sesinin fona alınmasını anlamadım.

Cüneyt Yalaz çok beğendiğim bir oyuncu. İşini ciddiye alıyor. Gerek ses tonu gerek diksiyonu oyunculuğunun en dikkate değer özellikleri.  Sahnede “ağzına baktırıyor”.  Bu oyunda da onun rolün ve repliklerin hakkını veren oyunculuğunu çok beğendim.

Ayşe Selen yumuşak, sıcacık ve samimi bir oyunculukla karşılıyor seyircisini. Önceden çizilmiş bir yoruma sâdık kalan/kalacak  oyunculuğunu  hissediyorsunuz, yaptıkları rastlantısal değil. Bu özellikleri ile sağlam ve kararlı duruyor sahnede.

Hamdi Bey rolünde kararsız gördüğüm Metin Göksel’in  özrü oyunu da yönetmiş olması. Bence kendi rolüne çok dikkat etmemiş. Zamanla Hamdi Bey’in duruşu daha da belirginleşecektir diye düşünüyorum. Oyunda repliği olmayan babanın ifade aracı mimik ve jestleri. Ancak Metin Göksel henüz bir karar verememiş sanki. Ben yüzünde bıkkın bir ifade hareketlerinde tedirginlik gördüm. Belki oyunun başında köşesine çekilmiş hayalleri kırılmış sona doğru şefkatli bir ifade olabilir (mi ?) Kararsız yüz ifadesini -ne olursa ama- kararlı bir tavra oturtmalı derim. Oyunculuğunda hissedilen kararsızlık yanında  yönetmenliği kararlı ve iyi. Temiz bir oyun çıkarmış. Metni  biraz zorlamış ama  elinin tersi ile itmemiş, mesajı sloganlaştırmamış. Anlatımındaki olgun ifadeyi sevdim.

Oyunun etkisinin artmasında Naz Erayda’nın titiz dekor ve kostüm tasarımının rolü var. Metinden gelen “oyunsuluğu” iyi yansıtmış. Sahneyi çocuk oyun alanı gibi tasarlamış, “az” ile  kurmuş, gereksiz olanı almamış, basit ama yalın olmuş. Fona yerleştirdiği pancurdan tarihin hüzmeleri içeri sızıyor gibi hayâl ettim. Elbette üzerinden toz zerreleri çırpışan bir ışık hüzmesi olsa idi daha iyiydi ama sanırım o da bir yatırım istiyor.  Kostüm renkleri, kumaşı, modeli ince bir zevkin ürünü.

Oyunun müziklerini Redd gurubundan Berke Hatipoğlu ve İlke Hatipoğlu yapmış.  Prensesin Uykusu, Aşk Tesadüfleri Sever filmlerinden sonra onları tiyatroda da görmek çok güzel oldu. Oyunda seçtikleri müzikler, metnin gidişatına bağlı seçilen farklı tempolar,  oyunun  anlatımına; Hatipoğlu’ların kendi müzik anlayışları ve de geçmiş deneyimleri  oyunun akışına olumlu katkı veriyor.   Beğendiğim bir gurup olan Redd’in tiyatro sahnesine çıkmasına çok memnunum.   ( 2. ve 4. sahnelerde kullanılan müzik eserleri: F. Chopin / Polonez No 1, Op. 40, La Majör; A. Webern/ Concerto Op. 24, Etwas lebhaft)

Küçük sahnelerde ışık tasarımı (Levent Soy) yapmak da zor sanırım. Bazen  ışıklandırma yapmakta sıkıntılar yaşanabiliyor. Örneğin noktasal ışıklandırmaların dağılma tehlikesi var. Özellikle sahne rengi siyah olunca ışığın etkisini küçük sahnede sağlamak kolay değil. Eldeki olanaklarla ortaya çıkana haksızlık etmek istemem.

Afiş tasarımını(Aydan Çelik) kullanılan espriyi beğendim. Ancak oyunun çok söylemli anlatımına uygun mu diye sormak isterim.

Tanıtım Filminin (Özge Azap, Kerem Altın) süresi ve söylemi hoşuma gitti. Ona bakarak bu oyun merak edilir.

Oyunun gerçekleştirilmesinde görev alan diğer isimler: Prodüksiyon Sorumlusu: Esra Aşan; Prodüksiyon Asistanı: Burak Akyunak, Erdi Aydın, Doğa Demirhan; Dekor ve Kostüm Tasarım Asistanı: Helin Mirzaoğlu, Selda Durna ; Kostüm Uygulama: Semiha Erbaş, Hayri Türkoğlu, Mıgret Özcan; Dekor Uygulama: Hayati Gülbahar, Erkin Altınkamış; Ses Kayıt: Ferhat Güneş; Fotoğraf: Ceyda Binyıldız

Oyuna ses verenler: Oyuncu Kadın’ın sesi: Gülriz Sururi;  Münire Hanım’ın sesi: Ayten Uncuoğlu; Nefise Hanım’ın sesi: Ayşan Sönmez

Bu yazıyı “onlar”ı anmadan bitirmek istemiyorum. Engin Cezzar ve Gülriz Sururi büo’ya hep yakın olmuşlardır. Benim “Ayışığında Çalışkur” uyarlamamı Haldun Taner ile birlikte seyretmeye gelen ve biz “amatör”lere destek veren Türk Tiyatrosu’nun bu büyük çiftini asla unutamam. Engin Cezzar sonraki yıllarda büo’da Fırtına’yı sahnelemişti. Bu oyunda Gülriz Sururi, sesiyle oyuna katkı vermiş. Onun sesini yeniden duyma mutluluğunu yaşadım. Prömiyerde çifti görmüş ve Engin Cezzar’la  yeniden kucaklaşmış olmamın anısını içimde gurur ve mutlulukla taşıyacağım. Oyunun bu açıdan benim için önemi daha başka ve büyüktür.

Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık, seyretmekle belli bir tartışmanın içine gireceğiniz ve konu ile ilgili düşüncelerinizi gözden geçireceğiniz  bir oyun. Tiyatro sahnelerimizde olmasını ve bu üslup ile sunulmasını beğendim.  İyi bir metni var, iyi oynanıyor ve estetik bir kurgu ile sunuluyor. Eğlenerek seyrediyorsunuz.

Can Merdan Doğan'a "hoş geldin" diyorum.  

Melih Anık

Tiyatro Boğaziçi ile yapılan röportajı okumak için:

1 yorum: