27 Şubat 2013 Çarşamba

Emek Sahnesi’nde Beyti Engin Rejisi: Kırmızı Yorgunları (Özen Yula)


Özen Yula
“Yeni kuşak”  yazarları arasında Özen Yula’nın ismini  sayarken buluyorum kendimi bazen. Hemen yanıldığımı fark edip onu “onların” arasına koyduğum için kendime kızıyorum.  Bu hâller, onu yüz yüze tanıdıktan sonra oldu sanki. Belki karşımdaki  genç görüntünün ve enerjik  bakışların tesiri altındayım. Belki de eskiden de yazılmış olsa seyrettiğim/okuduğum  eserlerinin bana yeni gibi gelmesinden oluyor.  

Biz yazarları kitapları basıldıktan sonra “saymaya/bilmeye” başlıyoruz. Özen Yula’nın ilk oyun kitabı 1996’da basılmış. Yazarın ilk yayımlanan eseri 1993 yılında yayınlanan ve bir öykü kitabı olan “Öbür Dünya Bilgisi” imiş. Yâni tam yirmi yıldır yazıyor. Aslına bakarsanız o hep yazıyordur ama biz kitabın etiketine bakarak yıla karar veririz. Yıllara ve eserlerinin sayısına  bakarak  artık “genç kuşak yazar”larından sayılmaz  desem  onu sevenin çok olduğunu hatırlayıp “amma ettin Özen Yula’yı yaşlı saymaktan utanmıyor musun?”  diyeceklerden de çekiniyorum doğrusu.  Haklısınız , Özen Yula genç  ve eserleri ile genç kalacak bir yazar.

Onu Gayri Resmi Hürrem ile tanıdım. Dünyanın Ortasında Bir Yer’ini seyrettim. Basılmış diğer  oyunlarını da okudum. Sıralama yapıp Gayri Resmi Hürrem’i öne alsam Kırmızı Yorgunları küsecek diye de tedirgin olurum. Ama Ayşenil Şamlıoğlu’nun şahane rejisiyle hem de birkaç kere seyrettiğim Gayri Resmi Hürrem de küssün  istemem. Bakalım siz bu yazımı okuduktan sonra Kırmızı Yorgunları hakkında ne düşüneceksiniz?

Özen Yula Üçlemesi
Özen Yula 1998 basımı olan kitabındaki üç oyunla (İstanbul Beyaz, Rakı Rengârenk / Kırmızı Yorgunları / Gözü Kara Alaturka) bir renk üçlemesi (beyaz, kırmızı , kara) yapmış. Üç oyun sanki birbirinin devamı gibi ve renklerle beraber duygular da değişmeye başlar. Üç oyuna  birlikte bakınca kırmızı’nın (akla ilk gelen)  şiddetin  rengi olduğunu söylemek  yetersiz kalır. Bu üç oyunda mekân, zaman  hassasiyeti, kaygısı görülür. Özen Yula merâmını şu replikle özetler: “modern olan mekânımız, yeni bizleriz, güncel olansa konuştuklarımız” Bu, süreç, özdeşleşme, ilişki kavramlarına da bir dokunmadır.

Roma Dönemi saatleri üzerinde yazan Latince bir söz varmış “OMNES VULNERANT ULTİMA NECAT- HER GEÇEN DAKİKA YARALAR, SONUNCUSU ÖLDÜRÜR”  Zaman, bu üçlemenin yere kazdığı izin üstünden yürüyerek  “sonuncu saate” doğru yol alır.

Kırmızı Yorgunları’nın Satır Araları
Oyunu seyretmeden, yazıyı yazmadan önce araştırıyorum. Kırmızı Yorgunları hakkında  ağız birliği edilmiş gibi yazılmış aynı şeyleri  okumaktan sıkıldım. Bunda kitap arkası, oyun tanıtım yazılarının da tesiri var tabii. “İnsanın yalnızlığı, kendinden kaçarak saklanması, kendini ifade edemeyen insanlar, ötekileştirme,  kişisel yorgunluklar , topluma, kendine ve şehre yabancılaşma, sanal dünya yorgunluğu,  çizgi roman tadı  vb.”  Bazı akademik çalışmalarda bile bu tekrarlar içimi sıktı. O çalışmalardan birinde ‘kırmızı’nın şiddetin rengi olduğu belirtilmiş. Eskiden kırmızı “orospu” rengiydi. Düşman kuvvetler kırmızı giyer manevralarda.  Yakınlarda okuduğum bir haberde iklim değişikliklerinin renklerinin belirlendiğini; haritalarda, ısısında az değişiklik olan(az ısınan) okyanus gibi yerlerin kırmızı, çok değişiklik olan yerlerin ise mavi ile gösterildiğini yazıyordu. Aslına bakarsanız renk körü olan boğa da kırmızıya değil, gözünün önündeki harekete öfkelenir. Algının da değişir olduğunu hatırlatmak için verdim bu örnekleri. Kırmızı deyince hemen sarılmayalım eski bildiklerimize.

Özen Yula, Kırmızı Yorgunları’nı çalakalem yazmamış.(“Yeni kuşak”lar bu size!) Bir yordamı var, yaptığının bir anlamı var. Ben önceden okuyup gitmeyi seviyorum da başkalarının oyunu merakla beklediğini görünce oyunun konusunu anlatmıyorum. Bu oyunu anlatmak da kolay değil. O nedenle ayrıntılarda gezineyim.  Ben başka bir pencereyi zorlamak istedim.  Neresinden başlasam?

Piyeste adı geçen iki kitap var, önce Tenten tarafından bulunan Tristram Shandy(Laurence Sterne-1713-1768) diğeri ise Fatoş’un bulduğu Prens(Machiavelli - 1469-1527). Yazarın, kitapları Tenten’e ve Fatoş’a buldurması rastlantı değil. Zira daha sonra bu iki karakter (yani Tenten ve Fatoş),  Michelangelo’nun( 1475 – 1564) Adem’in Yaradılışı eserinde birleşirler. Tenten elini Fatoş’a aynen o tablodaki gibi uzatır ve bir an için hareketsiz kalırlar. Fatoş “Gördün mü zamanı kopardık bir yerinden” der Tenten’e. Tenten Fatoş’a sorar: “Kimsin sen?” Fatoş “zamanın nasıl koparılacağını öğrendiğim  noktada sana kendimi gösterdim” der. Bu sanki Adem ile Havva’nın buluşması gibidir. Oyunda içilen elma suyu yaradılışa bir göndermedir.

 Prens’de Makyavel, “mutlak güç sahibi kararlı bir yöneticinin bütün sorunları aşabileceğini düşünür. Prens'de dile getirilen görüşler genellikle bir hükümdarın saltanatını ayakta nasıl tutabileceği ve hükümdarlığını nasıl daha da güçlendirebileceği üzerinedir. Makyavel'e göre ahlâki ilkeler her özel durumun ihtiyaçlarına tamamen teslim olmalıdır. Bu yüzden, Prens gücünü koruyabilmek için gerekirse her şeyi yapmaktan çekinmemelidir. Makyavel, bir hükümdarın asıl gücünü sevilmekten çok korkutmaktan alması gerektiğini söylerken gene de kendinden nefret ettirmemesini öğütler.” (http://tr.wikipedia.org/wiki/Prens_(kitap)

Özen Yula, Prens’i oyuna sokarak aslında toplumsal düzen için bir hatırlatma yapar. “Zamanımızın kahramanı” ile Prens arasındaki uzaklık, zamandaki değişmesinin de bir tür göstergesidir.

Piyeste bahsedilen bir başka kişi Cesare Lombroso (1835-1909)’dur. Lombroso, “Modern kriminoljinin babası” sayılır. Karakter incelemesinden cinayetleri çözme yolları üzerinde çalışmıştır. İklimlerin insan karakterini nasıl belirlediği  üzerine düşünmüştür. Yula, Lombroso’yu anarak, oyun sonunda olacakların haberini ilk yarı sonuna doğru verir. Öte yandan çevresel değişim, küresel ısınma piyesin dolaylı çevreci dokunuşlarıdır.

Beliz Güçbilmez “Mekân, söz konusu bir oyun metni ise oyun kişilerinin ve  seyircinin belleğini canlandırılması ve anımsama eylemi ile ilişkilendirilebilir” diyor. Zira Aslıhan Ünlü’nün ifade ettiği gibi “Mekân, bellek, yönelim ve özdeşleşme ile yaşamın en önemli, kimliğin en belirleyici parçalarından biri olur”. Duvarda afişi göz önünde tutulan Senede Bir Gün filmi ve isminin tekrarı bu anlamda bir ilişkilendirmedir. 1946, 1966 ve 1971 yıllarında üç kez çekilen filmin aradan geçen (en yakın) 40 yıl sonra bile aynı duyguyu yeni kuşaklara taşımasındaki esrarı da çözmek gerekir. Oyunun duygusunu oluşturan Senede Bir Gün filminin sosyolojik açıdan etkisinin önemine dikkat çekmek isterim. 

Fatoş, baştan sona Senede Bir Gün filminin baş erkek oyuncusunun ismini hatırlamaya çalışır. Baş kadın oyuncusunu bilir oysa. Senede Bir Gün,  bağlılık üzerine bir hikâyedir; zamana dayanan, yarım kalmış bir aşkın hikâyesidir. Şimdi oyunda,  “gün gibi yaşanan yılların ya da yıl gibi yaşanan günlerin” “şifresi” olur. Ama şifrenin açtığı kilit, ahlâki açıdan yaşanan değişimi vurgular.  Adem’in Yaradılışı ile yapılan “zaman” göndermesi burada da yapılır. Özen Yula zaman ve mekân göndermelerine film üzerinden bence şiirsel bir son yakıştırır: “Adamın gençliği gökyüzünden  kadının yaşlılığına doğru yaklaşıyor”.  

Özen Yula kadın yazarlara bir saygı geçidi yapar ve “his tarihimizi” yazan bu kadınları anarken yine bir zamansal dokunuş yapar..

Safinaz (Fatoş’a) “ Senin bunlara dahil olman bunların ritmini değiştirmez. Nehirler tersine akmaz kızım” repliği ile kaderi tanımlar.

Betty “Ölümün kıyısında bir insan hayatın bütün sırrını bir anda anlar” derken zamanın göreceli oluşunu hatırlatır.

Özen Yula tüm bu repliklerde yaradılış ile daha önce girdiği kader, zaman, bellek, görecelik konuları ile  oyununun ana akışını belirler, piyesin yan dallarını genişletir ve gölgesini  ‘ulu’laştırır.

Tüm bu göndermeleri yaparken Özen Yula, aslında “Tristram Shandy”den esinlenmiş olduğunu belli eder.  Laurence Sterne, çeşitli kitaplardan yaptığı alıntıları yeni bir form içinde biçimlendirir ve Tristram Shandy’i ortaya çıkarırırken Rabelais hayranlığını da gösterir.  Eserindeki karakterler gerçek değildir. Tristram kendi hayat hikâyesini anlatacağını söyler ama bunu karmaşık bir kurguyla ve renklendirerek sunar. Sterne’nin yarattığı renkli  “hobby horse”lar,  Kırmızı Yorgunları’ndaki çizgi roman kahramanlarıdır. Karakterlerin metaforik çağrışımlarından yola çıkarak Yula, onların hayatlarımızdaki karşılıklarını gözümüze dokundurur(“sokar” demiyorum zira bunu sade bir şey gibi çok alçak gönüllü bir ruh haliyle yapar). Yula, değişik konuları bir araya getirir ama özgün bir sonuç ortaya çıkarır.

Kırmızı Yorgunları için bir toplumun anatomisidir desek fazla olmaz. Özen Yula öyle farklı okunmalara açık bir eser yazmış ki tüm oyunu hayâl ettiğinizde 5 sanal karakter toplumun kan damarlarında dolaşan kırmızı kan hücreleri gibi gelir size.  “Kan hücrelerinin ana görevi, oksijeni akciğerlerden alıp vücudun geri kalan kısmına taşımaktır. Eğer kanınızda yeterli miktarda kırmızı kan hücresine sahip değilseniz, ya da bu hücreler yeteri kadar oksijen taşımıyorlarsa, yorgunluğunuzun nedeni anemi olabilir.” Çizgi kahramanlar çocukluğumuzun en naif hayâl kahramanlarıdır. Onlarsız yâni kan damarları onlarla beslenmeyen , yâni hayâlini yitiren bir toplum giderek yorgunlaşır ve hayâllerle birlikte ölür.  Kırmızı Yorgunları piyesi, bir toplumun bedenini mekân seçer, damarlarında gezinir ve hayâl gücünün övgüsüdür. Ama öte yandan kahramanların ve de hayâllerin ölümünü göstererek oksijenin azaldığını haber verir.

Öte yandan Tao’cu düşünceye göre  dünya beş elementten oluşmuştur. “Bunlara “beş devindirici” denilmektedir. Bunlar daha çok evreni oluşturan toplam enerjinin içindeki beş değişik enerji oluşumu olarak düşünülmelidir.  Birbirini doğuran bu beş enerji bir araya geldiğinde evreni var eden toplam enerjiyi oluştururlar.” Enerjiler mevsimleri sembolize eder. Bedendeki organlar bu beş elemente göre gruplanır. Tao’cu iyileştirme yönetmelerinde bu enerjilerin ilişkisi bilinir; tedavi usulleri onlar arasındaki “döngü”lere  göre seçilir. Beş element içinde iki türlü döngü vardır.  Bir döngüde(Sheng- üretim) göre her element kendinden sonra geleni doğurur, bir önceki bir sonrasının anasıdır. ( su/ ağaç/ ateş/ toprak/ metal/ (tekrar)su.  Diğer döngüye(Ke-denetim) göre ise her bir element kendi torunu olan elementi denetler ya da yok eder. Su ateşi söndürür /ateş metali eritir / metal ağacı keser / ağaç toprağı deler  / toprak  suyu emer /(tekrar) su ateşi söndürür.”

Beş kişi arasında geçen Kırmızı Yorgunları bana Tao  döngülerini hatırlattı ve ben kendime göre her bir karakteri bir elementin yerine geçirdim ve aralarındaki ilişkileri düşündüm.  Suçluların ve adaletsizliğin amansız düşmanı bir kovboy (Red Kit), genç bir gazeteci ve gezgin (Tenten),  sadık bir eş ve sevecen bir arkadaş (Fatoş), seks sembolü(Betty),  Temel Reis’in saf sevgilisi, halk kadını’nın (Safinaz) yerine yeni dünya düzeninin şekillendirdiği  karakterlerle dolu bir gelecek dünyayı/bizi tehdit ediyor.  Çizgi kahramanlar da değişiyor.  Evreni oluşturan enerji şekil ve cins değiştiriyor.  Tedavisi olanaksız bir evrene gidiyoruz. Bu yangın yerinde var olmak  ne kadar mümkün?

Kırmızı Yorgunları zihinsel derinliği çok olan bir oyun. Bu derinliği keyifli bir biçimde sunuyor. Üzerinde uğraşan ve düşünenler için de çözülmeyi bekleyen sırları ile renkli bir macera ormanı.

Oyuncular
 Âdet olmuş, oyuncular için “iyi oynuyor, ekip olmuşlar falan” denir. Bu oyun için de aynı övgülerin cömertçe söylendiğini okuyorum, duyuyorum, ben aynısını tekrar etmek istemedim. Oyuncuların canlandırdıkları roller benim zihnimde dolaşıyor, seyrettiğim günden beri.  Onları aldım gidiyorum da yarın bu oyun nasıl oynanacak diye düşündüm bir an. Anlatabildim mi  Barış Atay, Sezgi Mengi, Pınar Yıldırım, Ayçe Abana ve (gençlerin izniyle) ayrı bir paragraf açmak istediğim  Füsun Erbulak? Oyuncuların üslup birlikteliği genel yorumun iyi anlaşıldığını ve paylaşıldığını gösteriyor.  Kendini oyuna veren oyunculukları ve sahnedeki enerjiyi sevdim. Barış Atay’ın tv oyunculuğundan sahneye dönüşünü  görmekten çok memnunum. Onu en son sahnede seyredişimden bu yana inanılmaz bir yol almış. Çok daha iyi olacağına inanıyorum.  Bence fazla kontrollü.  Sezgi Mengi  gözleri ile oynuyor sanki.  Duruşu sempatik, oynayınca daha da sempatikleşiyor. Pınar Yıldırım’ın çizdiği çocuksu, temiz, kırılgan karakter sanki onun için yazılmış. Yüzünden yansıyan ışık insanın içini ısıtıyor.  Ayçe Abana’nın hafif gülüşler, kıkırdamalar ile süslediği oyunculuğu çok inandırıcı ve başarılı ; gerektiğinde sert olabileceğini de gösteriyor, sanki oynamıyormuş  gibi rahat görünüyor.

Kitaplarından bilirim “dosdoğru” bir kadındır Füsun Erbulak, “ben onu yıllar önce seyretmiştim” dersem kızmaz. Kırmızı Yorgunları’nda, o  bilmiyor ama ben sadece O’nu seyretmedim, Altan Erbulak’ı da seyrettim özlemle, sevgiyle. Aslında bir dönemi seyrettim. Tiyatro dedim mi  içime sevincin, hüzünden, korkudan daha çok aktığı zamanları seyrettim. Füsun Erbulak’ın daha sahnede ilk görünüşünden  ilk repliğinden  itibaren bir Usta’nın rahatlık ve tecrübesinin rolü kolaylaştırıcılığını, rolü “terbiye etmiş” hâlini, seyircinin nefesini tuttuğu ânı  gördüm. Sonra O oynadıkça kelimelere, noktalama ve duygu ifade eden  işaretlere nasıl anlam ve renk katılır, kısacık bir es  havada nasıl tutulur da seyirci “dinlenir”,  onu gördüm.  Bazı oyuncuların sesleri dokunuyor içime mutlaka “o”ndandır , “o”nu gördüm.

Kostüm, Dekor, Işık, Reji Asistanları, Afiş
Kadınları çizgi roman karakterlerine benzetmek için titiz olan  Kostüm Tasarımı (Çağla Yıldırım) erkeklerle neden ilgilenmemiş anlamadım. Kadınların kostümleri fikir olarak iyi ancak soyutlama açısından eksik geldi bana. Belki sokakta “onlardan” çok çok gördüğümüz içindir. Erkeklerinki  ise tam  sokak kıyafeti ve kadınlara göre uyumsuz duruyor.

Beklentime en az cevap veren dekor oldu. (Dekor Tasarım : Ela Aydemir, Dekor Uygulama :Güney Zeki Göker) Kırmızı koltuğun dominantlığı tüm dekorun kargaşası içinde fazla geldi bana. Ama yalnızca kanape “batmıyor”. Metinde belirtilen “dökülen, eski” kelimeleri fazla cesaret vermiş sahne fazla “eski ve dökülmüş”. Dekorun metin ve oyunculuk ile aynı frekansta olmadığını düşünüyorum. Ayrıca ben daha soyut bir dekor bekledim,belki de biraz daha fazla hayâl..

Oyunun reji asistanları Diyar Karadaş, Gamze Bayraktaroğlu, Gülşah Uçar.  İş bölümü yok mu aranızda? Herkes her şeye mi koşuşturuyor? İş bölümünü bilsem  gördüklerimi yazardım hakkınızda. 

Afiş Tasarımı  İlknur Çayırcık Coşkuntuna’ya ait. “Kan” gibi duran  lekelerden  “cinayet”e daha çok vurgu yapıldığı izlenimi doğuyor. Bu da oyunu polisiyeye götürüyor ki bence o değil.

Beyti Engin’in Rejisi
İlk yönetmenliği imiş Beyti Engin’in. Duygu dolu, sevgiyle bir reji yapmış. O sevmiş, onu da sevmişler. Özellikle giriş ve çıkışlarda oyuncu gölgelerinin büyütülmesini çok beğendim. Bazı sahnelerde konuşmalara hareket(dans vs) katılmış, iyi. Özellikle oyun sonunda Safinaz ile Betty arasındaki diyalogda metne yapılan eklemelerle mesajın daha açık olması sağlanmış. Ön cam/ayna fikri, ışığın(Tasarım: Metin Çelebi) mizansene katkısı, zamanlaması  başarılı. Sahnenin(cam/aynanın) bir köşesinin tutarlı bir şekilde  kullanma fikri iyi de cam/aynanın sadece “o” köşesi mi gösteriyor ya da cam/ayna neden tüm cepheyi kapsıyor?  Cam/ayna oyuna iki yönden bakılmasını sağlıyor zira seyirci de aynaya bakıyor, reji seyirciye de rol veriyor. Ancak ön cam/ayna yapım olarak zayıf geldi bana. Bir de görüşe engel. Gene cepheyi kaplayan ama daha kenarlarda bir çerçeve olsa iyi olmaz mı?  Duvar panoları, kapı girişi amaca hizmet ediyor,  anlatıyor ama sanki çaresizlikten ortaya çıkmış(“kluge”) gibi.  Müziğin seçimi ve yer yer oyuna katılımı yerinde. Rejideki sade ama anlatmaya önem veren çaba, amacına ulaşmış.

Beyti Engin’in yaptıklarına bakarak anladım ki eli biraz rahat, imkânlı olsa başka şeyler de yapardı. “Twitter”da prömiyer öncesi son gece paylaştığı bir fotoğrafı hatırladım, salonda sabaha kadar ışık yerleştirdi, ayar yaptı! Eminim ki sevgiyle yaptı. Oyun gecesi de sahne arkasında müdahale için hazır bekliyordu.  Hepsi de aynı fedakârlıkla sürdürüyor bu işi.  Emek Sahnesi de böyle bir fedakârlıktan doğmuş. Tiyatroya VEDA etmemek için FEDÂKARLIKLARLA geçiyor ömürler. Nedir bu tiyatrocunun çektiği!

Oyundan sonra, Kırmızı Yorgunları büyük bir sahnede büyük büyük imkânlarla sahnelense nasıl bir oyun olurdu diye düşündüm. Kendime kendim cevap verdim:  Şimdi  sevgi ve fedakârlıklarla ortaya çıkan iyi bir  oyun nasıl da MUHTEŞEM olurdu kim bilir? Gözlerimi kapadım hayâl ettim. Bu arada da dua ettim (baş koydukları yoldan dönmeyeceklerini görünce “Akıl fikir ver“demekten vazgeçtim)  “Allahım şu gençlere büyük imkânlar  ver” diye. Anlaşılan, başka türlü olmayacak. Sesimi duyan var mı?

Melih Anık

İlgi:
“Özen Yula Toplu Oyunları 2” Mitos Boyut Tiyatro Oyun Dizisi 87
“İstanbul Beyaz, Rakı Rengârenk, Kırmızı Yorgunları, Gözü Kara Alaturka Adlı Oyunlardaki İstanbul” -Dilek Zerenler
“Ötekileştirilen Oyun Kişileri ‘İstanbul Beyaz, Rakı Rengârenk, Kırmızı Yorgunları, Gözü Kara Alaturka’” Fatma Keçeli
 “Merkeze Dönmek, Türk Tiyatrosunda Zaman/Mekân Algısı”  Aslıhan ÜNLÜ,  Mitos- Boyut Yayınları
“Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” Cem Şen-Klan yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder