Özen Yula
“Yeni kuşak” yazarları arasında Özen Yula’nın ismini sayarken buluyorum kendimi bazen. Hemen
yanıldığımı fark edip onu “onların” arasına koyduğum için kendime
kızıyorum. Bu hâller, onu yüz yüze
tanıdıktan sonra oldu sanki. Belki karşımdaki
genç görüntünün ve enerjik bakışların
tesiri altındayım. Belki de eskiden de yazılmış olsa seyrettiğim/okuduğum eserlerinin bana yeni gibi gelmesinden oluyor.
Onu Gayri Resmi Hürrem ile tanıdım. Dünyanın Ortasında Bir
Yer’ini seyrettim. Basılmış diğer
oyunlarını da okudum. Sıralama yapıp Gayri Resmi Hürrem’i öne alsam
Kırmızı Yorgunları küsecek diye de tedirgin olurum. Ama Ayşenil Şamlıoğlu’nun
şahane rejisiyle hem de birkaç kere seyrettiğim Gayri Resmi Hürrem de küssün istemem. Bakalım siz bu yazımı okuduktan
sonra Kırmızı Yorgunları hakkında ne düşüneceksiniz?
Özen Yula Üçlemesi
Özen Yula 1998 basımı olan kitabındaki üç oyunla (İstanbul
Beyaz, Rakı Rengârenk / Kırmızı Yorgunları / Gözü Kara Alaturka) bir renk üçlemesi
(beyaz, kırmızı , kara) yapmış. Üç oyun sanki birbirinin devamı gibi ve
renklerle beraber duygular da değişmeye başlar. Üç oyuna birlikte bakınca kırmızı’nın (akla ilk gelen)
şiddetin
rengi olduğunu söylemek yetersiz
kalır. Bu üç oyunda mekân, zaman
hassasiyeti, kaygısı görülür. Özen Yula merâmını şu replikle özetler: “modern olan mekânımız, yeni bizleriz,
güncel olansa konuştuklarımız” Bu, süreç, özdeşleşme, ilişki kavramlarına
da bir dokunmadır.
Roma Dönemi saatleri üzerinde yazan Latince bir söz varmış
“OMNES VULNERANT ULTİMA NECAT- HER GEÇEN DAKİKA YARALAR, SONUNCUSU ÖLDÜRÜR” Zaman, bu üçlemenin yere kazdığı izin üstünden
yürüyerek “sonuncu saate” doğru yol
alır.
Kırmızı
Yorgunları’nın Satır Araları
Oyunu seyretmeden, yazıyı yazmadan önce araştırıyorum.
Kırmızı Yorgunları hakkında ağız birliği
edilmiş gibi yazılmış aynı şeyleri
okumaktan sıkıldım. Bunda kitap arkası, oyun tanıtım yazılarının da
tesiri var tabii. “İnsanın yalnızlığı,
kendinden kaçarak saklanması, kendini ifade edemeyen insanlar,
ötekileştirme, kişisel yorgunluklar ,
topluma, kendine ve şehre yabancılaşma, sanal dünya yorgunluğu, çizgi roman tadı vb.”
Bazı akademik çalışmalarda bile bu tekrarlar içimi sıktı. O
çalışmalardan birinde ‘kırmızı’nın şiddetin rengi olduğu belirtilmiş. Eskiden
kırmızı “orospu” rengiydi. Düşman kuvvetler kırmızı giyer manevralarda. Yakınlarda okuduğum bir haberde iklim
değişikliklerinin renklerinin belirlendiğini; haritalarda, ısısında az
değişiklik olan(az ısınan) okyanus gibi yerlerin kırmızı, çok değişiklik olan yerlerin
ise mavi ile gösterildiğini yazıyordu. Aslına bakarsanız renk körü olan boğa da
kırmızıya değil, gözünün önündeki harekete öfkelenir. Algının da değişir
olduğunu hatırlatmak için verdim bu örnekleri. Kırmızı deyince hemen
sarılmayalım eski bildiklerimize.
Özen Yula, Kırmızı Yorgunları’nı çalakalem yazmamış.(“Yeni
kuşak”lar bu size!) Bir yordamı var, yaptığının bir anlamı var. Ben önceden
okuyup gitmeyi seviyorum da başkalarının oyunu merakla beklediğini görünce oyunun
konusunu anlatmıyorum. Bu oyunu anlatmak da kolay değil. O nedenle ayrıntılarda
gezineyim. Ben başka bir pencereyi
zorlamak istedim. Neresinden başlasam?
Piyeste adı geçen iki kitap var, önce Tenten tarafından
bulunan Tristram Shandy(Laurence Sterne-1713-1768) diğeri ise Fatoş’un bulduğu
Prens(Machiavelli - 1469-1527). Yazarın, kitapları Tenten’e ve Fatoş’a buldurması
rastlantı değil. Zira daha sonra bu iki karakter (yani Tenten ve Fatoş), Michelangelo’nun( 1475 – 1564) Adem’in Yaradılışı
eserinde birleşirler. Tenten elini Fatoş’a aynen o tablodaki gibi uzatır ve bir
an için hareketsiz kalırlar. Fatoş “Gördün mü zamanı kopardık bir yerinden” der
Tenten’e. Tenten Fatoş’a sorar: “Kimsin sen?” Fatoş “zamanın nasıl
koparılacağını öğrendiğim noktada sana
kendimi gösterdim” der. Bu sanki Adem ile Havva’nın buluşması gibidir. Oyunda içilen elma suyu yaradılışa bir göndermedir.
Prens’de Makyavel, “mutlak güç sahibi kararlı bir yöneticinin
bütün sorunları aşabileceğini düşünür. Prens'de dile getirilen görüşler
genellikle bir hükümdarın saltanatını ayakta nasıl tutabileceği ve
hükümdarlığını nasıl daha da güçlendirebileceği üzerinedir. Makyavel'e göre
ahlâki ilkeler her özel durumun ihtiyaçlarına tamamen teslim olmalıdır. Bu
yüzden, Prens gücünü koruyabilmek için gerekirse her şeyi yapmaktan
çekinmemelidir. Makyavel, bir hükümdarın asıl gücünü sevilmekten çok
korkutmaktan alması gerektiğini söylerken gene de kendinden nefret
ettirmemesini öğütler.” (http://tr.wikipedia.org/wiki/Prens_(kitap)
Özen Yula, Prens’i oyuna sokarak aslında toplumsal düzen
için bir hatırlatma yapar. “Zamanımızın kahramanı” ile Prens arasındaki uzaklık, zamandaki değişmesinin de bir tür göstergesidir.
Piyeste bahsedilen bir başka kişi Cesare Lombroso (1835-1909)’dur.
Lombroso, “Modern kriminoljinin babası” sayılır. Karakter incelemesinden
cinayetleri çözme yolları üzerinde çalışmıştır. İklimlerin insan karakterini
nasıl belirlediği üzerine düşünmüştür.
Yula, Lombroso’yu anarak, oyun sonunda olacakların haberini ilk yarı sonuna
doğru verir. Öte yandan çevresel değişim, küresel ısınma piyesin dolaylı
çevreci dokunuşlarıdır.
Beliz Güçbilmez “Mekân,
söz konusu bir oyun metni ise oyun kişilerinin ve seyircinin belleğini canlandırılması ve
anımsama eylemi ile ilişkilendirilebilir” diyor. Zira Aslıhan Ünlü’nün
ifade ettiği gibi “Mekân, bellek, yönelim
ve özdeşleşme ile yaşamın en önemli, kimliğin en belirleyici parçalarından biri
olur”. Duvarda afişi göz önünde tutulan Senede Bir Gün filmi ve isminin tekrarı bu anlamda bir
ilişkilendirmedir. 1946, 1966 ve 1971 yıllarında üç kez çekilen filmin aradan geçen
(en yakın) 40 yıl sonra bile aynı duyguyu yeni kuşaklara taşımasındaki esrarı
da çözmek gerekir. Oyunun duygusunu oluşturan Senede Bir Gün filminin
sosyolojik açıdan etkisinin önemine dikkat çekmek isterim.
Fatoş, baştan sona Senede Bir Gün filminin baş erkek oyuncusunun
ismini hatırlamaya çalışır. Baş kadın oyuncusunu bilir oysa. Senede Bir
Gün, bağlılık üzerine bir hikâyedir; zamana
dayanan, yarım kalmış bir aşkın hikâyesidir. Şimdi oyunda, “gün
gibi yaşanan yılların ya da yıl gibi yaşanan günlerin” “şifresi” olur. Ama
şifrenin açtığı kilit, ahlâki açıdan yaşanan değişimi vurgular. Adem’in Yaradılışı ile yapılan “zaman”
göndermesi burada da yapılır. Özen Yula zaman ve mekân göndermelerine film
üzerinden bence şiirsel bir son yakıştırır: “Adamın gençliği gökyüzünden kadının yaşlılığına doğru yaklaşıyor”.
Özen Yula kadın yazarlara bir saygı geçidi yapar ve “his
tarihimizi” yazan bu kadınları anarken yine bir zamansal dokunuş yapar..
Safinaz (Fatoş’a) “ Senin
bunlara dahil olman bunların ritmini değiştirmez. Nehirler tersine akmaz kızım”
repliği ile kaderi tanımlar.
Betty “Ölümün
kıyısında bir insan hayatın bütün sırrını bir anda anlar” derken zamanın
göreceli oluşunu hatırlatır.
Özen Yula tüm bu repliklerde yaradılış ile daha önce girdiği
kader, zaman, bellek, görecelik konuları ile oyununun ana akışını belirler, piyesin yan
dallarını genişletir ve gölgesini ‘ulu’laştırır.
Tüm bu göndermeleri yaparken Özen Yula, aslında “Tristram
Shandy”den esinlenmiş olduğunu belli eder.
Laurence Sterne, çeşitli kitaplardan yaptığı alıntıları yeni bir form
içinde biçimlendirir ve Tristram Shandy’i ortaya çıkarırırken Rabelais
hayranlığını da gösterir. Eserindeki karakterler
gerçek değildir. Tristram kendi hayat hikâyesini anlatacağını söyler ama bunu
karmaşık bir kurguyla ve renklendirerek sunar. Sterne’nin yarattığı renkli “hobby horse”lar, Kırmızı Yorgunları’ndaki çizgi roman
kahramanlarıdır. Karakterlerin metaforik çağrışımlarından yola çıkarak Yula, onların
hayatlarımızdaki karşılıklarını gözümüze dokundurur(“sokar” demiyorum zira bunu
sade bir şey gibi çok alçak gönüllü bir ruh haliyle yapar). Yula, değişik
konuları bir araya getirir ama özgün bir sonuç ortaya çıkarır.
Kırmızı Yorgunları için bir toplumun anatomisidir desek
fazla olmaz. Özen Yula öyle farklı okunmalara açık bir eser yazmış ki tüm oyunu
hayâl ettiğinizde 5 sanal karakter toplumun kan damarlarında dolaşan kırmızı
kan hücreleri gibi gelir size. “Kan hücrelerinin ana görevi, oksijeni
akciğerlerden alıp vücudun geri kalan kısmına taşımaktır. Eğer kanınızda
yeterli miktarda kırmızı kan hücresine sahip değilseniz, ya da bu hücreler
yeteri kadar oksijen taşımıyorlarsa, yorgunluğunuzun nedeni anemi olabilir.” Çizgi
kahramanlar çocukluğumuzun en naif hayâl kahramanlarıdır. Onlarsız yâni kan damarları
onlarla beslenmeyen , yâni hayâlini yitiren bir toplum giderek yorgunlaşır ve
hayâllerle birlikte ölür. Kırmızı
Yorgunları piyesi, bir toplumun bedenini mekân seçer, damarlarında gezinir ve
hayâl gücünün övgüsüdür. Ama öte yandan kahramanların ve de hayâllerin ölümünü
göstererek oksijenin azaldığını haber verir.
Öte yandan Tao’cu düşünceye göre dünya beş elementten oluşmuştur. “Bunlara
“beş devindirici” denilmektedir. Bunlar daha çok evreni oluşturan toplam
enerjinin içindeki beş değişik enerji oluşumu olarak düşünülmelidir. Birbirini doğuran bu beş enerji bir araya
geldiğinde evreni var eden toplam enerjiyi oluştururlar.” Enerjiler mevsimleri
sembolize eder. Bedendeki organlar bu beş elemente göre gruplanır. Tao’cu
iyileştirme yönetmelerinde bu enerjilerin ilişkisi bilinir; tedavi usulleri onlar
arasındaki “döngü”lere göre seçilir. Beş
element içinde iki türlü döngü vardır.
Bir döngüde(Sheng- üretim) göre her element kendinden sonra geleni
doğurur, bir önceki bir sonrasının anasıdır. ( su/ ağaç/ ateş/ toprak/ metal/
(tekrar)su. Diğer döngüye(Ke-denetim)
göre ise her bir element kendi torunu olan elementi denetler ya da yok eder. Su
ateşi söndürür /ateş metali eritir / metal ağacı keser / ağaç toprağı
deler / toprak suyu emer /(tekrar) su ateşi söndürür.”
Beş kişi arasında geçen Kırmızı Yorgunları bana Tao döngülerini hatırlattı ve ben kendime göre
her bir karakteri bir elementin yerine geçirdim ve aralarındaki ilişkileri
düşündüm. Suçluların ve adaletsizliğin
amansız düşmanı bir kovboy (Red Kit), genç bir gazeteci ve gezgin (Tenten), sadık bir eş ve sevecen bir arkadaş (Fatoş),
seks sembolü(Betty), Temel Reis’in saf
sevgilisi, halk kadını’nın (Safinaz) yerine yeni dünya düzeninin
şekillendirdiği karakterlerle dolu bir
gelecek dünyayı/bizi tehdit ediyor. Çizgi
kahramanlar da değişiyor. Evreni
oluşturan enerji şekil ve cins değiştiriyor.
Tedavisi olanaksız bir evrene gidiyoruz. Bu yangın yerinde var olmak ne kadar mümkün?
Kırmızı Yorgunları zihinsel derinliği çok olan bir oyun. Bu
derinliği keyifli bir biçimde sunuyor. Üzerinde uğraşan ve düşünenler için de çözülmeyi
bekleyen sırları ile renkli bir macera ormanı.
Oyuncular
Âdet olmuş, oyuncular
için “iyi oynuyor, ekip olmuşlar falan” denir. Bu oyun için de aynı övgülerin
cömertçe söylendiğini okuyorum, duyuyorum, ben aynısını tekrar etmek istemedim.
Oyuncuların canlandırdıkları roller benim zihnimde dolaşıyor, seyrettiğim
günden beri. Onları aldım gidiyorum da
yarın bu oyun nasıl oynanacak diye düşündüm bir an. Anlatabildim mi Barış Atay, Sezgi Mengi, Pınar Yıldırım, Ayçe
Abana ve (gençlerin izniyle) ayrı bir paragraf açmak istediğim Füsun Erbulak? Oyuncuların üslup birlikteliği
genel yorumun iyi anlaşıldığını ve paylaşıldığını gösteriyor. Kendini oyuna veren oyunculukları ve sahnedeki
enerjiyi sevdim. Barış Atay’ın tv oyunculuğundan sahneye dönüşünü görmekten çok memnunum. Onu en son sahnede
seyredişimden bu yana inanılmaz bir yol almış. Çok daha iyi olacağına
inanıyorum. Bence fazla kontrollü. Sezgi Mengi
gözleri ile oynuyor sanki. Duruşu
sempatik, oynayınca daha da
sempatikleşiyor. Pınar Yıldırım’ın çizdiği çocuksu, temiz, kırılgan karakter
sanki onun için yazılmış. Yüzünden yansıyan ışık insanın içini ısıtıyor. Ayçe Abana’nın hafif gülüşler, kıkırdamalar
ile süslediği oyunculuğu çok inandırıcı ve başarılı ; gerektiğinde sert
olabileceğini de gösteriyor, sanki oynamıyormuş gibi rahat görünüyor.
Kitaplarından bilirim “dosdoğru” bir kadındır Füsun Erbulak,
“ben onu yıllar önce seyretmiştim” dersem kızmaz. Kırmızı Yorgunları’nda, o bilmiyor ama ben sadece O’nu seyretmedim,
Altan Erbulak’ı da seyrettim özlemle, sevgiyle. Aslında bir dönemi seyrettim.
Tiyatro dedim mi içime sevincin, hüzünden,
korkudan daha çok aktığı zamanları seyrettim. Füsun Erbulak’ın daha sahnede ilk
görünüşünden ilk repliğinden itibaren bir Usta’nın rahatlık ve tecrübesinin
rolü kolaylaştırıcılığını, rolü “terbiye etmiş” hâlini, seyircinin nefesini
tuttuğu ânı gördüm. Sonra O oynadıkça
kelimelere, noktalama ve duygu ifade eden işaretlere nasıl anlam ve renk katılır, kısacık bir es havada nasıl tutulur da seyirci
“dinlenir”, onu gördüm. Bazı oyuncuların sesleri dokunuyor içime
mutlaka “o”ndandır , “o”nu gördüm.
Kostüm, Dekor, Işık,
Reji Asistanları, Afiş
Kadınları çizgi roman karakterlerine benzetmek için titiz
olan Kostüm Tasarımı (Çağla Yıldırım)
erkeklerle neden ilgilenmemiş anlamadım. Kadınların kostümleri fikir olarak iyi
ancak soyutlama açısından eksik geldi bana. Belki sokakta “onlardan” çok çok
gördüğümüz içindir. Erkeklerinki ise tam
sokak kıyafeti ve kadınlara göre uyumsuz
duruyor.
Beklentime en az cevap veren dekor oldu. (Dekor Tasarım :
Ela Aydemir, Dekor Uygulama :Güney Zeki Göker) Kırmızı koltuğun dominantlığı
tüm dekorun kargaşası içinde fazla geldi bana. Ama yalnızca kanape “batmıyor”.
Metinde belirtilen “dökülen, eski” kelimeleri fazla cesaret vermiş sahne fazla
“eski ve dökülmüş”. Dekorun metin ve oyunculuk ile aynı frekansta olmadığını
düşünüyorum. Ayrıca ben daha soyut bir dekor bekledim,belki de biraz daha fazla
hayâl..
Oyunun reji asistanları Diyar Karadaş, Gamze Bayraktaroğlu,
Gülşah Uçar. İş bölümü yok mu aranızda?
Herkes her şeye mi koşuşturuyor? İş bölümünü bilsem gördüklerimi yazardım hakkınızda.
Afiş
Tasarımı İlknur Çayırcık Coşkuntuna’ya
ait. “Kan” gibi duran lekelerden “cinayet”e daha çok vurgu yapıldığı izlenimi
doğuyor. Bu da oyunu polisiyeye götürüyor ki bence o değil.
Beyti Engin’in Rejisi
İlk yönetmenliği imiş Beyti Engin’in. Duygu dolu, sevgiyle
bir reji yapmış. O sevmiş, onu da sevmişler. Özellikle giriş ve çıkışlarda oyuncu
gölgelerinin büyütülmesini çok beğendim. Bazı sahnelerde konuşmalara
hareket(dans vs) katılmış, iyi. Özellikle oyun sonunda Safinaz ile Betty
arasındaki diyalogda metne yapılan eklemelerle mesajın daha açık olması
sağlanmış. Ön cam/ayna fikri, ışığın(Tasarım: Metin Çelebi) mizansene katkısı,
zamanlaması başarılı. Sahnenin(cam/aynanın)
bir köşesinin tutarlı bir şekilde
kullanma fikri iyi de cam/aynanın sadece “o” köşesi mi gösteriyor ya da cam/ayna
neden tüm cepheyi kapsıyor? Cam/ayna
oyuna iki yönden bakılmasını sağlıyor zira seyirci de aynaya bakıyor, reji
seyirciye de rol veriyor. Ancak ön cam/ayna yapım olarak zayıf geldi bana. Bir
de görüşe engel. Gene cepheyi kaplayan ama daha kenarlarda bir çerçeve olsa iyi
olmaz mı? Duvar panoları, kapı girişi
amaca hizmet ediyor, anlatıyor ama sanki
çaresizlikten ortaya çıkmış(“kluge”) gibi.
Müziğin seçimi ve yer yer oyuna katılımı yerinde. Rejideki sade ama anlatmaya önem
veren çaba, amacına ulaşmış.
Beyti Engin’in yaptıklarına bakarak anladım ki eli biraz
rahat, imkânlı olsa başka şeyler de yapardı. “Twitter”da prömiyer öncesi son
gece paylaştığı bir fotoğrafı hatırladım, salonda sabaha kadar ışık
yerleştirdi, ayar yaptı! Eminim ki sevgiyle yaptı. Oyun gecesi de sahne
arkasında müdahale için hazır bekliyordu. Hepsi de aynı fedakârlıkla sürdürüyor bu işi. Emek Sahnesi de böyle bir fedakârlıktan
doğmuş. Tiyatroya VEDA etmemek için FEDÂKARLIKLARLA geçiyor ömürler. Nedir bu
tiyatrocunun çektiği!
Oyundan sonra, Kırmızı Yorgunları büyük bir sahnede büyük
büyük imkânlarla sahnelense nasıl bir oyun olurdu diye düşündüm. Kendime kendim
cevap verdim: Şimdi sevgi ve fedakârlıklarla ortaya çıkan iyi bir oyun nasıl da MUHTEŞEM olurdu kim bilir?
Gözlerimi kapadım hayâl ettim. Bu arada da dua ettim (baş koydukları yoldan
dönmeyeceklerini görünce “Akıl fikir ver“demekten vazgeçtim) “Allahım şu gençlere büyük imkânlar ver” diye. Anlaşılan, başka türlü olmayacak. Sesimi
duyan var mı?
Melih Anık
İlgi:
“Özen Yula Toplu Oyunları 2” Mitos Boyut Tiyatro Oyun Dizisi
87
“İstanbul Beyaz, Rakı Rengârenk, Kırmızı Yorgunları, Gözü
Kara Alaturka Adlı Oyunlardaki İstanbul” -Dilek Zerenler
“Ötekileştirilen Oyun Kişileri ‘İstanbul Beyaz, Rakı
Rengârenk, Kırmızı Yorgunları, Gözü Kara Alaturka’” Fatma Keçeli
“Merkeze Dönmek, Türk
Tiyatrosunda Zaman/Mekân Algısı” Aslıhan
ÜNLÜ, Mitos- Boyut Yayınları
“Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” Cem Şen-Klan
yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder