Can Merdan Doğan’ı
tiyatro camiası “bu”ndan sonra tanımaya başlayacak. “Bu” dediğim “Biz
Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık”(BKBOO) piyesi..
Ben Can Merdan Doğan’ı önce tiyatro yazıları ile fark ettim.
Mart 2011 tarihli yazımda (http://melihanik.blogspot.com/2011/03/tum-tiyatro-odulleri-hastaafife-de.html
) ondan bahsetmiştim. Fark edilmemesi
imkânsız bir birikimi ve bakış açısı
vardı, kalemi düzgündü, iyi ifade ediyordu, akıcı yazıyordu. Merak ettim, kendisi ile tanıştım. Üniversitede bitirme
tezi olarak yazdığı “Pencerelerde Duran Neydi ?” isimli oyununu okudum. Oyunu
konuştuk, onu daha yakından tanıdım. Felsefî bir derinliği vardı. Sağlam
duruyordu. Yapmak istediklerini anlatıyordu, yürüyeceği yolu biliyordu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya
Fakültesi Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı (2006-2010) mezunu
olduğunu öğrendim. Can Merdan Doğan, şu sıralarda Kadir Has Üniversitesi Sinema ve TV Bölümü’nde master öğrencisi, Reha Erdem Sineması üzerine çalışmakta.
BKBOO, “Pencerelerde Duran Neydi ?”den sonra beni şaşırttı.
Zira daha “açık ve düz” bir oyundu. Ama Can Merdan Doğan, gene de gösterdiğinin altına çok
tartışılan bir konuyu oturtarak piyesin derinliğini oluşturmuştu. Baba-oğul anlaşmazlığını gösterip bir ülkenin
tarihine dokunuyordu. Bunu yaparken de çok iyi bildiği tiyatroyu
kullanıyordu. Ama gene de alışkanlığını
terk edemiyor Julio Cortazar’ın bir
sözünü “üste” koyuyordu: “Çok büyük bir uzaklık, çok fazla
olanaksızlıklar vardı sizinle aramızda; aynı oyunu oynamıştık ancak siz hala
canlıydınız.” Özgün halinde hangi
bağlamda söylendiğini bilmediğim bu söz, oyunu okumuş ve seyretmiş; hakkında
yapılmış röportajları okumuş biri olarak ilk anda giydirdiğim elbiseyi de
orasından burasından çekiştirmeye beni zorluyor
ve bedene nasıl uyduracağım açısından bana sorunlar yaratıyor. Ama tuhaf
bir rastlantı olarak kabul ettiğim şey, oyuna Orhan Pamuk’tan bir şeyler katılmış
olması idi. Oyunu okur okumaz benim de aklıma Pamuk geldi. Oyun, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi kadar “giz”li
değildi. Orhan Pamuk, Masumiyet
Müzesi’nde “aşk romanı” yazar gibi yapıp aslında Osmanlı
İmparatorluğu’nu, Cumhuriyet’i, Kemalizm’i, kadroları ve Mustafa Kemal’i anlatıyordu. Ne gariptir
ki roman üstüne yapılan tüm röportajlar, yazılan sempozyum bildirileri
Masumiyet Müzesi’nin esas meselesine dokunmuyordu. Tiyatro Boğaziçi oyunla
ilgili düşüncelerini bir röportajda açıkça söylediği için oyunun “giz”li kalmış
bir yönü yok, her şey hatta fazlasıyla ortada. BKBOO, Pamuk’un roman olarak kurguladığı,
geçmiş suçlarını, yarattıkları masumiyet müzeleri ile aklamaya çalışan bir zihniyet müzesinin
odalarından biri gibi. BKBOO, aynı
tartışmaya giriyor ama ufkunu daha sınırlı tutarak meselenin içerdiği sorunlara
daha somut düzeyde değiniyor ve de kesin bir yargıya varmamaya, suçlamamaya, genel olarak tarafsız kalmaya dikkat ediyor.
Ama temelde dokunulan nokta aynı: “Cumhuriyet ideallerinin artık bugün
işlemediği ya da toplumsal karşılığının olmadığı.” Ancak oyunun derdi daha farklı: “Edebiyattaki baba-oğul hesaplaşmasının bir
parodisi…. Baba iktidarını sürdürdükçe oğlun kendi iktidarını yaratması mümkün
değil. Oğul’un babanın yerine geçmesi ile değil, o tahtın yerine başka bir
paradigmanın geçip geçmeyeceği meselesi tartışılıyor.” Ama ne baba ne oğul
kendi kaplarından dışarı çıkamıyorlar. Bir tür kemikleşme durumu var. Baba içeri/içine kapanmış, oğul kendisini “içeri” mahkûm etmiş. Bu durumda “dışarısı”
ile temas Mürüvvet aracılığıyla
yapılıyor. Mürüvvet, sokağın dili sanki. Oğul, artık sesi çıkmayan babayı otorite
olarak görüyor. Zira öfke de duysa onu şekillendiren o baba. (Yılların birikimi
mi demeliyiz?) Ama bu arada “oğul”un ailesi ile ilgili bazı gerçekleri de
bilmediğini öğreniyoruz. Böyle giderse
yani “yeni bir dil kuramazsa” oğul kendi iktidarını da kuramayacak. Ne yapması
lâzım? Cesaretini toplayıp babaya düşüncelerini bir oyunla anlatmayı deniyor
ama orada da başarısız. Anlıyor ki “dışarı çıkması” lâzım, sokağa yani. Temiz
hava, yeni ufuklar gerek! Zaten baba da onu öneriyor. Ancak “odadan dışarı
çıkılsa” nasıl bir çözüm olacak, o belirsiz.
Yazar piyesin her sahnesi sahnelenmeye çalışılan bir oyunun
aşamaları gibi olsun istemiş. Hazırlık, prova vs gibi. Seyircinin bunu hemen anlaması zor tabii. Ancak oyunun
sonunda biri hatırlatırsa “ya evet öyleydi” diye doğrulayabilir. Sahnede bu
amaç çok da belirgin değil.
Bay Kel’in (Cüneyt Yalaz’ın unutulmayacak oyunculuğundan)
akıldan kolay kolay çıkmayacak tiradı ile başlıyor oyun. O tiradın ilk repliği
“Müsebbibisin daim kararsızlığımın”.
Tam bir “Cumhuriyet sentezi”, oyunun
hemen başında karakteri nerdeyse derisinin altına kadar soyuyor. Bilenler için
bir Hamlet sendromu. Hamlet, Macbeth, Romeo Juliet’ten alıntılarla gelişen oyunda en önemli duygu kararsızlık. Kral
Lear’i(Kral ve soytarısı) hatırlatan ve algısı seyredene kalmış sahneler de var.
Oyun sonuna gelindiğinde hâkim olan duygu, baba değil yaşananların sorumlusu
oğuldur. Bu tiratta babayı çizen ifadelere bir daha bakılmalı derim. Ayrıca “Bir
ülke pekâla babasız kalabilir. Bir oğul da pekâla evdeki babasıyla küs olabilir”
ikilemesindeki mantığa yeniden bir bakmak gerek. Ayrıca “Gözlerimi
kapatıyorum. Öldüğünü sanıyorum babamın” yerine “Gözlerimi kapatıyorum, sanki babam ölmüş” bana daha doğru geliyor.
Can Merdan Doğan, oyunun içine “Shakespeare’yen” replikler
yerleştirmiş “Taht boş kalsın diye
oynanacak oyun”, “Bir siz mi
sığmadınız bu dünyaya?” “Yaşamı oyun
ilan ettin bencilliğine sahneler yazdın” “asıl katil katilin adını soranlardır” “Sokakta biri cinayet diye haykırıyor” “Kalbiyle
zihni ayrı düşmüş dünyada” “annem
babamın ölümünü taklit ediyordu, göçük altında kalmaya çalışıyordu” “kötülüğe
merhem olacağını sanır düşünce”….vb. “Dünyanın
bir başka pencereye açılabileceğini
ummak suç olmamalı” repliğindeki “pencere” metaforu ise Doğan’ın ilk oyununa bir gönderme sanki. “Shakespeare'den
kolaj mı yapsak” diyen Bay Kel piyesin kurgusunu da ortaya koyar açıkça.
Kendi ismini Bay Kel
yapan Kemal’in ‘argümanı’ şu: “Kemâl isminde bir vaat vardı, artık vaatkâr
şeylere tahammülüm yok” Bu noktada yazar ikili bir söylem kuruyor. Kendi
ismini koyanların ondan beklediği umudun boşa çıktığını söylerken aynı zamanda
muhtemelen kendi adının ilham alındığı bir dönem ruhunun da umudunu yitirdiğini
ima ediyor. Aslında bu pekâla
rütbelerinden sıyrılma da sayılabilir. (Doğu inanışında saçların kesilmesi
geçmişten kurtulma anlamına gelir.)
Hamdi Bey Atatürk müdür? Tam da o olduğunu söylemek mümkün
değil. Ancak oyunun tümüne baktığınızda bir Kemalizm eleştirisi var ve bu ister
istemez Hamdi Bey’i Mustafa Kemal ile özdeşleştirmenize neden oluyor. Ancak
piyesin yorumuna bağlı olarak istenirse, Hamdi Bey, Muhsin Ertuğrul da olabilir
ve oyun tiyatronun bir hesaplaşması gibi alınabilir. ”Tiyatro yenilikçi, ilerici, senden benden bağımsız olmalı ” repliğinin
içi doldurulabilir. O takdirde “Devlet
Tiyatroları kapanıyormuş” “annemi
alaturka bulduğu için sevmedi” “geçmişteki
sebepler sahneye düşsün hele bir. Bir takım göndermelerde bulunun doğrudan bana
böyle böyle yaptın demeyin” repliklerinin anlamı da farklı algılamaya göre
değerlendirilebilir. Örneğin “perde indir
perde kaldır ne değişti?” tiyatroya bir göndermedir. Tiyatronun değişimi
sağlayamadığı algısını vurgular. Mürüvvet gerçek hayatta yaşadığı trajedinin
kendi vicdanında açtığı yara ile tiyatrodan soğuduğunu anlatır. Ama Mürüvvet
gene de umutsuz değildir tiyatro hakkında ve
“oyun kendini sorumlu görmeli hayat
karşısında” der. Zaten Bay Kel’e göre de onu en iyi Mürüvvet anlar. “Bizi en iyi sen tanıyorsun..Hem senin
fikirlerin olmadan hiçbir şey yapamam ben” “tiyatroyla bir şeylerin değişebileceğini hissettirip sonra tüm
inançlarını olduğu yerde bırakmak” replikleri ile oyun, tiyatronun yerini
anlatmaya çalışırken Cumhuriyet hesaplaşmasına dönüşüyor. Bu “arada kalmışlık”,
metnin hem zayıf hem kuvvetli yönünün nedeni.
Bu durum yönetmene zor bir görev veriyor Orhan Pamuk gibi yapabilir “bu oyun tiyatroya bir güzelleme”
diyebilirlerdi. Bu noktada Pamuk’tan daha “sert”ler..
Piyesin kurgusu çok zekice çatılmış, Shakespeare’in
tiratları yerinde kullanılmış, içine bence olmasa da olur Orhan Pamuk, Oğuz Atay, Kafka katılmış. Kolaj gibi geliyor ama hiçbiri yama gibi
durmuyor. Esprisi, ironisi kıvamında. Finalin biraz çaresizlikle bulunmuş
olduğunu düşünüyorum. Sanki bağlayalım da bitsin havasında. Bay Kel, bir
fotoğrafa bakarak konuşur: “Redingot
giyen adamlar, tayyörleriyle dört bir yana salınan kadınlar. Tesis edilen hayatlarınız;
mazisiz, eksik, kimsesiz bir hayat. Bir fotoğrafla bir halk yetişir mi. Sanki
ben büyüyünce o fotoğrafın içinde bir yerine sessizce yerleşeceğim. Büyüklük
biraz da balo salonunda olmak gibi. Kafasına şapka takmış bir Shakespeare'i
sevmek.” Bu noktada şapka devrimine gönderme yaparak piyes “âlî” şeylere
dokunuyor. Baba Hamdi bey ilk defa
konuşuyor mektubu ile: “Tepkiden öte bir şey bulamadım.
Shakespeare’a tutundum. Sen büyümüş bir kişi olarak yapman gerekenler
değişmeli. Suçlu babaların ülkesinde herkes öfkeyle iş yapar oğlum. Sorumluluk
al oğlum. Sorumluluk için oğul rolünden vazgeç. Ben de baba rolünden vazgeçeyim
bu sayede. Sokağa çık. Çık bu sahneden..” Başlangıç ve serim bölümlerine bakarak varılan
son beni çok tatmin etmese de tiyatroda konunun bu samimiyetle ele alınmış
olmasını çok önemli buluyorum. Yakaladığı estetik düzeyi de beğendim.
Oyunun ismi ile ilgili itirazım var. Bir kere çok uzun.
İkincisi ise bence yanlış bir ifade. “Ben küçükken babamla oyunlar oynardık”
bana daha doğru geliyor. “Biz küçükken” baba ile oğlun aynı anda küçük
olduklarını ima ediyor. “Biz” baba ile oğlun yerine kullanılmış. “Biz”
metaforik olarak bir nesli ifade ediyorsa o zaman “baba”nın kim olduğunun
sorulması gerekiyor. Örneğin “baba”nın Mustafa Kemal olduğu ima edilmek isteniyorsa
o zaman oğul bir neslin yerine mi geçiyor? Yani tüm o Shakespeare’leri oynayan
baba, Mustafa Kemal mi? Cumhuriyet bir
oyun mu? Bay Kel , Masumiyet Müzesi’nin Kemal’i mi? Hem Masumiyet Müzesi’nde
hem de BKBOO’da baş karakterin isminin Kemal olması bir rastlantı mı?
Oyunda dış sesten gelen mektuplar var . Ben hepsini uzun
buldum. Babanın mektubu fondan(hoparlör) ve kendi sesinden gelmeli. Oyun bu
kurgu üzerine devam ederken Bay Kel’in
sesinin fona alınmasını anlamadım.
Cüneyt Yalaz çok beğendiğim bir oyuncu. İşini ciddiye
alıyor. Gerek ses tonu gerek diksiyonu oyunculuğunun en dikkate değer özellikleri.
Sahnede “ağzına baktırıyor”. Bu oyunda da onun rolün ve repliklerin hakkını
veren oyunculuğunu çok beğendim.
Ayşe Selen yumuşak, sıcacık ve samimi bir oyunculukla
karşılıyor seyircisini. Önceden çizilmiş bir yoruma sâdık kalan/kalacak oyunculuğunu
hissediyorsunuz, yaptıkları rastlantısal değil. Bu özellikleri ile
sağlam ve kararlı duruyor sahnede.
Hamdi Bey rolünde kararsız gördüğüm Metin Göksel’in özrü oyunu da yönetmiş olması. Bence kendi
rolüne çok dikkat etmemiş. Zamanla Hamdi Bey’in duruşu daha da
belirginleşecektir diye düşünüyorum. Oyunda repliği olmayan babanın ifade aracı
mimik ve jestleri. Ancak Metin Göksel henüz bir karar verememiş sanki. Ben yüzünde
bıkkın bir ifade hareketlerinde tedirginlik gördüm. Belki oyunun başında
köşesine çekilmiş hayalleri kırılmış sona doğru şefkatli bir ifade olabilir (mi
?) Kararsız yüz ifadesini -ne olursa ama- kararlı bir tavra oturtmalı derim. Oyunculuğunda
hissedilen kararsızlık yanında
yönetmenliği kararlı ve iyi. Temiz bir oyun çıkarmış. Metni biraz zorlamış ama elinin tersi ile itmemiş, mesajı sloganlaştırmamış.
Anlatımındaki olgun ifadeyi sevdim.
Oyunun etkisinin artmasında Naz Erayda’nın titiz dekor ve
kostüm tasarımının rolü var. Metinden gelen “oyunsuluğu” iyi yansıtmış. Sahneyi
çocuk oyun alanı gibi tasarlamış, “az” ile
kurmuş, gereksiz olanı almamış, basit ama yalın olmuş. Fona yerleştirdiği
pancurdan tarihin hüzmeleri içeri sızıyor gibi hayâl ettim. Elbette üzerinden
toz zerreleri çırpışan bir ışık hüzmesi olsa idi daha iyiydi ama sanırım o da bir
yatırım istiyor. Kostüm renkleri, kumaşı,
modeli ince bir zevkin ürünü.
Oyunun müziklerini Redd gurubundan Berke Hatipoğlu ve İlke
Hatipoğlu yapmış. Prensesin Uykusu, Aşk
Tesadüfleri Sever filmlerinden sonra onları tiyatroda da görmek çok güzel oldu.
Oyunda seçtikleri müzikler, metnin gidişatına bağlı seçilen farklı tempolar, oyunun anlatımına;
Hatipoğlu’ların kendi müzik anlayışları ve de geçmiş deneyimleri oyunun akışına olumlu katkı veriyor. Beğendiğim bir gurup olan Redd’in tiyatro
sahnesine çıkmasına çok memnunum. ( 2.
ve 4. sahnelerde kullanılan müzik eserleri: F. Chopin / Polonez No 1, Op. 40,
La Majör; A. Webern/ Concerto Op. 24, Etwas lebhaft)
Küçük sahnelerde ışık tasarımı (Levent Soy) yapmak da zor
sanırım. Bazen ışıklandırma yapmakta
sıkıntılar yaşanabiliyor. Örneğin noktasal ışıklandırmaların dağılma tehlikesi
var. Özellikle sahne rengi siyah olunca ışığın etkisini küçük sahnede sağlamak
kolay değil. Eldeki olanaklarla ortaya çıkana haksızlık etmek istemem.
Afiş tasarımını(Aydan Çelik) kullanılan espriyi beğendim. Ancak
oyunun çok söylemli anlatımına uygun mu diye sormak isterim.
Tanıtım Filminin (Özge
Azap, Kerem Altın) süresi ve söylemi hoşuma gitti. Ona bakarak bu oyun merak
edilir.
Oyunun gerçekleştirilmesinde görev alan diğer isimler:
Prodüksiyon Sorumlusu: Esra Aşan; Prodüksiyon Asistanı: Burak Akyunak, Erdi
Aydın, Doğa Demirhan; Dekor ve Kostüm Tasarım Asistanı: Helin Mirzaoğlu, Selda
Durna ; Kostüm Uygulama: Semiha Erbaş, Hayri Türkoğlu, Mıgret Özcan; Dekor
Uygulama: Hayati Gülbahar, Erkin Altınkamış; Ses Kayıt: Ferhat Güneş; Fotoğraf:
Ceyda Binyıldız
Oyuna ses verenler: Oyuncu Kadın’ın sesi: Gülriz
Sururi; Münire Hanım’ın sesi: Ayten
Uncuoğlu; Nefise Hanım’ın sesi: Ayşan Sönmez
Bu yazıyı “onlar”ı anmadan bitirmek istemiyorum. Engin
Cezzar ve Gülriz Sururi büo’ya hep yakın olmuşlardır. Benim “Ayışığında
Çalışkur” uyarlamamı Haldun Taner ile birlikte seyretmeye gelen ve biz
“amatör”lere destek veren Türk Tiyatrosu’nun bu büyük çiftini asla unutamam.
Engin Cezzar sonraki yıllarda büo’da Fırtına’yı sahnelemişti. Bu oyunda Gülriz
Sururi, sesiyle oyuna katkı vermiş. Onun sesini yeniden duyma mutluluğunu
yaşadım. Prömiyerde çifti görmüş ve Engin Cezzar’la yeniden kucaklaşmış olmamın anısını içimde
gurur ve mutlulukla taşıyacağım. Oyunun bu açıdan benim için önemi daha başka
ve büyüktür.
Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık, seyretmekle belli bir
tartışmanın içine gireceğiniz ve konu ile ilgili düşüncelerinizi gözden
geçireceğiniz bir oyun. Tiyatro
sahnelerimizde olmasını ve bu üslup ile sunulmasını beğendim. İyi bir metni var, iyi oynanıyor ve estetik
bir kurgu ile sunuluyor. Eğlenerek seyrediyorsunuz.
Can Merdan Doğan'a "hoş geldin" diyorum.
Melih Anık
Tiyatro Boğaziçi ile yapılan röportajı okumak için:
En kısa zamanda seyretmeliyim diyorum...
YanıtlaSil