“Ne garip insanın birini öldüresiye döverken umduğu tepkiyi alamaz ise
karşısındakinden korktuğunu ilk kez o zaman fark ettim”
Hasan Ali Toptaş “Hausa Distosi’nin Büyük Romanı” isimli
denemesinde diyor ki:
“12 Eylül’den on dokuz
yıl sonra kütüphanem ikinci kez ellerimin arasından kayıp gittiğinde , kala kala
geriye yazar arkadaşlarım tarafından imzalanan 45-50 kitap kalmıştı…. Bildiğim
şu ki ertesi sabah (yatağımda) gözlerimi açtığımda içimde kocaman bir çöl
vardı. Öyle ki o günlerde artık her şeye
kaybettiğim kitaplara bakar gibi bakıyordum. Kimi zaman elimi uzatıp hayâlimde
dokunuyordum hatta, raftan alıyor büyük bir hasretle evirip çeviriyor, içlerini
açıp karıştırıyor ve hangi sayfada hangi satırların altını çizmişsem hepsini
bulup tek tek okuyordum. Genellikle
geceleri, başımı yastığa koyup gözlerimi kapadığımda yapıyordum bunları. …
Onlarda kalan eski dokunuşların sıcaklığını bularak derin bir hazzın içinde
kaybolma vaktiydi.”
12 Eylül hakkında çok şey yazıldı, çizildi, yapıldı.
Yalnızlık Konuşur Bazen, 12 Eylül baltasının ormanda bıraktığı tahribatın bir
insan yüreğinde ve zihnindeki izleri üzerine bir piyes. Sıkıyönetim ilânından hemen iki gün sonrası evinden alıp götürülen
ve aylar sonra evine geri dönebilen; “Evren"in mahpushanesinden çıkıp kendi
zihninde oluşan insanın evrensel hapishanesine kapanan bir komünistin hikâyesi Yalnızlık Konuşur
Bazen. Akif’in kapandığı odanın içine düştüğü dehlizlerinde ışık bulma
çabaları; çıkmak istedikçe sürüklenişinin hikâyesi. Birbirine benzer gibi
görünüp aslında hiç benzemeyen yalnızlıklardan biri üzerine bir çeşit “atonal” ve çok gürültülü
bir müzik!
Ersan Katırcıoğlu, yeni bir oyun yazarı… "Yalnızlık
Konuşur Bazen", yazarın kamuoyuna sunduğu
ilk oyunu… Başka eserlerinin de olduğunu
söyledi. Edindiğim izlenim “yaşadıklarından
öğrendiği çok şey var”.
“Al yalnızlığını gel ! Korkma, sıkılmayız. Senin yalnızlığın benim
yalnızlığımla konuşur, biz ikimiz susarız!” demiş Aziz Nesin. Yani
“yalnızlığın kişileştirilmesi ve konuşması” yeni değil ancak Katırcıoğlu’nun
yalnızlığı ele alışı ve kurgulayışı Aziz Nesin’in ifadesindekinden biraz daha farklı. Yalnızlık, piyeste kişi olmuş bir tür
kafa sesi gibi. Ancak ben o sesin inceden bir sızı gibi, zihinde uçuşan
pamuklar gibi sinir uçlarındaki âni titreşimler gibi varlığını hissettirmesini;
konuşurken de kontrolsüz çağrışımlar, ansızın yapılan dalışlar, kayışlar gibi
olmasını hayâl ettim. Piyes tiyatral pek çok biçime olanak verecek bir içeriğe
sahip. Sanırım hem yazar ile hem de
yönetmenle bu noktada ayrılıyoruz. Ben ortaya konulmuş biçime bakarak piyesin verdiği olanakların yeterince
kullanılmadığını düşünüyorum. Yazar metinde yalnızlığı, Akif’e cevap veren
ikinci kişi olarak tasarlamış, Akif ile Yalnızlık iki kişi gibi diyalog içinde.
Oysa ben bu konuşmanın karşılıklı değil hatta Yalnızlık’ın yok sayılarak
yapılmasını tercih ederim. Oyunun
sonunda Akif, Yalnızlık’a sarılırken kendine sarılmıyor mu zaten. Ayrıca oyun sonunda Akif
ile Yalnızlık’ın yer değiştirmesini anlamadım. Yalnızlık kişiye bağımlıdır ama
ondan bağımsız vardır ancak “karşı” olamaz zira insanın yalnızlığı kendi
ürünüdür, aynı bedeni paylaşır, Akif yoksa Yalnızlık da yoktur. Yalnızlık’ın
sorgulaması “öteki”nin sorgulamasına benzemez. Yönetmen Altıner de bazı yerlerde repliklerin
sahiplerini değiştirmiş ama genelde yazarın
tercihine dokunmamış. Değişiklikler genel olarak uzun olan tiratların farklı seslere bölünmesinden ibaret kalmış. Bence dokunulması gereken noktalar var. Bu en
temel olarak “istiyorum” fiilinde dikkat çekiyor. Akif için yazılmış
“istiyorum” replikleri aslında Yalnızlık’a ait olmalı. Zira Akif istemeyi de unutacak kadar inzivada olduğundan ve “istemek” dudaklarından çıkarmaya cesaret
edemeyeceği ancak zihnine onun kontrolü
dışında yapılan “Yalnızlık saldırıları” halinde geleceği için “isteme”yi ben Yalnızlık’a yakıştırıyorum. Ama Yalnızlık da “isteme”yi kullanmadan “ister”.
“Yapmak istiyorum” yerine “yapsam” gibi.. Akif’in hapishanede kaldığı günlerin tanığı Yalnızlık’tır ama Yalnızlık bilinçli bir var
olma durumu değildir. O günler, bilinçaltında nasıl saklanmış ve nasıl infilâk
etmeye hazır beklemektedir kim bilir. Bu
nedenle o günleri Akif’in önüne acımasızca servis eden de Yalnızlık olmalıdır, “hatırlıyorum”
demeden “hatırlamak” gibi.. Bu nedenle Yalnızlık “hatırlıyorum” dememeli. Hatırlayan Akif’tir. Yalnızlık’ın dilinde “Hatırlıyorum
onu mert çocuktu” olsa olsa “Mert bir çocuktu” olur. Ayrıca “Onca işkence
altında neşesini kaybetmeyen bir delikanlıydı” yerine “Onca işkence altında
neşesini hiç kaybetmedi” demesi daha doğru geliyor bana. Yalnızlık bir yerde “Vaktimiz yok Akif” diyor.
Bu “biz” hâli bence fazla. Aslında “biz” yok, Akif “yalnız”. Burada da “vakit yok” bence daha doğru. Kaldı
ki bu “biz” hâlinde oyunun bütününde bir tutarlık yok. Yalnızlık’ın “Yazacak
mısın bugün?”, “Yazacağımızı söylemiştin”
ve “Az önce kitabı bitirdiğimiz zaman” replikleri bu duruma bir örnek olarak
verilebilir. Oyun sonunda Yalnızlık ve Akif kopuyor birbirinden, mümkün mü? Akif “Ayrıca yine üstüne vazife olmayan bir
konuya giriyorsun farkındaysan” diyor. Oysa “Senin üstüne vazife mi?” daha
geniş bir ifade. Kendine söylenmiş gibi ama istenirse Yalnızlık da “alınabilir”.
Oyunun başlarında kısaca dokunulan Hülya
oyun sonunda birden karşımıza çıkıyor ayrıca çok da çok belirgin değil. Hülya’nın
piyes içindeki işlevi yeterince işlenmemiş gibi geldi bana.
Piyesin güzel bulduğum noktalarından biri Akif’in yazarken Yalnızlık’ın
yok olması fikri. Ancak bu fikrin kuvvetle ve açıkça “anlatılması” gerekir diye
düşünüyorum. Oyun sonundaki silah sesi duyulmuyor. Bu nedenle final “açık” ve
olması gerektiği kadar vurucu değil. Oyunun sonunda duyulmayan silah sesi “Akif
ve Yalnızlık denklemi”nin doğru bir şekilde anlaşılmasının önünde engel. Ayrıca son sahne mizanseni bana karışık geldi.
Oyunun son sahnesi düğümü çözüyor ama seyreden
kendisi görsün. Bunda “etkili bir son olsun” isteği de var. Ancak sonda
anlatılan hikâyenin oyunun başından itibaren
“hazırlanması”nın yeterli olmadığını düşünüyorum. Ancak her şeye rağmen oyunun o
sahne ile bitirilmesini; üstüne
gelen sahnenin finali bozduğunu düşünüyorum. “Ben” varsam
Yalnızlık da var! “Yalnızlık” yoksa “ben”
var mıyım?
Metnin(repliklerin) yeniden kurgulanması ihtiyacını
hissettim oyunda. Öte yandan repliklerin yeniden düzenlenmesi durumunda Yalnızlık’ın, bir diyalogun tarafı olmak
yerine dozu ve rengi değişen duyguları anlatması ve farklı tonlarda seslendirmesi
oyunu daha çarpıcı yapacaktır diye düşünüyorum. Bu, aynı zamanda, oyunun tüm yükünü -metnin bu hâli nedeniyle- omuzlarına almış Can Başak’ın yükünü de azaltmış olurdu. Oyunun bu hâlini
seyretmemin bana öğrettiği şey, Can Başak’ın
bugüne kadar bu ölçüdeki oyunculuk zenginliğine tanık olmadığım gerçeği
idi. Son yıllarda seyrettiğim oyunlarda Can Başak’ın oyunculuk kariyerini ortaya çıkaracak
olanakların ona verilmemiş olmasına da üzüldüm. Aslına bakarsanız onu hem
ödenekli hem de özel tiyatroda seyrettim ama her ikisinde de Can Başak’ın
içindeki koru dışarıya atmasına/göstermesine neden olacak bir yönetim/yönetmen becerisi de gösterilememiş demek ki. Ancak kendisine bazı sahnelerde itidal tavsiye
ederim. (Bazı sahneler çok fazla öfkeli.) Ayrıca
Akif seyirciye hitap etmemeli. Zira o
zaman Yalnızlık ortadan kalkıyor. Bu
oyuna neden gideyim diye sorarsanız Can Başak’ı kaçırmayın derim. Onun cüsseli
sesi düşünceleri nasıl duygulara sararak elle tutulur hale getiriyor ve “rikkat”le
sunuyor seyredin.
Yalnızlık Akif’e paralel hareket ediyor sahnede. Buna gerek
var mı kuşkudayım. Zihin bazen bırakıp gitmiyor mu bizi? Kaldı ki metne göre Yalnızlık
Akif’e karşı şeyler söylüyor. İkili(?) arasındaki bu bağı kıracak şekilde
kurgulanacak ilişki, sahnede başka türlü hareketlere de olanak yaratırdı. Bu Yalnızlık’ın
hareket, mimik ve jestlerde düştüğü tekrardan kurtulmasını da sağlar. Metinde yapılacak düzenlemelerle piyesin diğer
oyuncusu Sertaç Ekici’nin –metnin bu hâliyle bile iyi olduğu işaretlerini
gördüğüm- oyunculuğunun daha çok ortaya çıkacağına inanıyorum.
Dekorda (Tasarım: Özlem Aleçakır) kullanılan beyaz tüle
benzeyen elyafın doğru seçim olduğunu düşünüyorum. Ancak sahnede Akif ile Yalnızlık’ın kesin olarak ayrılmasını
sevmediğimi ve Yalnızlık’ın üstünde dolaştığı platformun kısa kaldığını
söylemek zorundayım. Madem Yalnızlık arkada sahne boyunca dolaşıyor platform da
sürekli olmalıdır. Ayrıca soyut ve somut ayrımının bilinçli olarak yapıldığını
anlamakla birlikte koltuk, sehpa takımının somut olarak da fazla “cılız” kaldığını,
“tül”lerle yaratılan genel atmosfer kadar özenli olmadığını düşünüyorum. Akif’in kullandığı tiyatro dürbünü, evinden
iskeleyi gözleyen Akif’in eline uygun
değil. Bir fikrimi paylaşmadan geçemeyeceğim. Ben olsam sahneye Akif’in
yüzlerini yerleştirirdim. Yeri geldikçe sırası gelen yüzü aydınlatır Yalnızlık’ı
sahne yanından (hatta seyirci arasından) mikrofona konuştururdum. Sanıyorum ben biraz daha soyut “takılıyorum”. Özdemir
Asaf’ı tekrarlayarak derim ki “Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşılsa yalnızlık
olmaz”.
Bu tür(söze dayalı) oyunlarda ışık ve müziğin “özel” katkısı
oyunun algısını tamamen değiştirir. Oyunda
ışık (Celâl Hikmet) kullanımının yeterli olduğunu söyleyebilirim ama “özel”
bulmadım.
Kullanılan müziklerin
toplama gibi durduğunu söylemek zorundayım. (Kim tasarlamış belli değil.) Zamanı hatırlatan müziklerin somutlaması
oyunun soyut dilini bozuyor, ayrıca içerikle de uyumlu olduğunu düşünmüyorum. Bu oyuna daha soyut müzik seçilseydi diye içimden
geçirdim. Hatta oyun boyunca alttan alta devam eden bir müzik(bir bütün senfoni)
daha iyi olurdu.
Yönetmen Hakan Altıner’in yapacağı ilâve dokunuşların, bu
oyunun seyredilme keyfini çok daha arttıracağını düşünüyorum.
Piyeste takıldığım şu ifadeye dokunmadan edemeyeceğim:: “Gerçekten işkence görenler onları yazamazlar. Yazmak bir yana o konuyu
düşünemezler bile. Gerçek işkence mağdurlarının çoğu o yılların ardından öldü
ya da inlerine çekildi yaralarını yalıyorlar hala iyileşmek için. Ortalıkta
dolaşanlar ise soytarı sürüsü o kadar.” Bu, ancak işkence çekenin öfke ile
söyleyebileceği, çok acımasız bir söylem, bunu anlayabiliyorum. Ancak tarihte farklı örnekleri unutmamak
gerek. Oyunu seyretmeden önce Rosencof’un
konuşmacı olduğu bir belgesel çıktı
önüme tesadüfen. Oyunu seyrettikten sonra M.Rosencof/ F. Huidobro’nun “Duvardaki
Sarmaşık Gibi - Diktatörlük Hücrelerinden Anılar” ve Louis Althusser’in “Tutsaklık Güncesi”
isimli kitaplarını okudum. M.Rosencof, F. Huidobro ve Althusser bence birer soytarı değil.
Hayatları allak bullak eden acılar, dünyada olduğu gibi ülkemizde
de az değil. Tiyatronun bunları
hatırlatması da böyle olur. İnsanın içini biraz daraltsa ve sıksa da uzaktan
duyulan çığlıkların sesini ruhlara ancak tiyatro çakar ve zihinsel değişim
ancak, çakan şimşeklerin ruhları sarsmasıyla mümkün olur. Yalnızlık Konuşur Bazen’in karanlık ve hatta daha
da kuvvetli bir şamar olmasında bence bir sakınca yok. Bazı oyunlar zordur. Yüreğiniz
yetiyor, yaşananlar karşısında,
insanlığın geldiği nokta karşısında aklınıza “mukayyed” olabiliyorsanız , dayanabiliyorsanız
gider seyredesiniz. Tiyatro size “Gülistan”
vaat etmiyor, hele de tarihin size reva gördüğü gülistan değilse… Türkiye’nin içinden geçtiği bir dönemin artçı
sarsıntıları toplumda hâlâ devam ediyor. İçimizde pek çok Akif var
Yalnızlık’ları ile. Üstümüze üstümüze gelen yeni darbeleri önlemek ve yaşananları tedavi edebilmek için
tiyatroya ihtiyacımız var.
Yalnızlık Konuşur Bazen, duymak için seyretmek gerek.
Yalnızlık Konuşur Bazen, duymak için durup dinlemek gerek.
Melih Anık
İlgi:
Hasan Ali Toptaş – “Harfler ve Notalar” - İletişim
Louis Althusser- “Tutsaklık Güncesi” - Türkçesi: Esra
Özdoğan- Can Yayınları
Rosencof/ Huidobro – “Duvardaki Sarmaşık Gibi- Diktatörlük
Hücrelerinden Anılar” –Çeviren: Saliha Nazlı Kaya ve Süheyla Kaya - Belge
Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder