Bu kez Evaristo penceresinden Canova tiyatrosuna bakma
fırsatını değerlendirmek istiyorum. Evaristo,
Canova’dan okuduğum ilk tek kişilik oyun. Diyaloglu tiyatroda kendine özgü bir tiyatro
dili oluşturmuş olan Canova’nın Evaristo’su, onun “monolog tiyatro”su üzerine düşüncelerimi
paylaşma fırsatı verdi.
“Monolog tiyatro”da da su gibi akıyor Canova’nın dili. Metni
okurken bu geçişleri işaretlemeye çalıştım. 3-4 cümlede yeni bir başlık
açıyor. Sizi bir yerden alıp dere
tepelerden aşırarak bir başka yere getiriyor. Öyle rahatlıkla bir konudan
diğerine geçiyor ki siz tek parça ray üzerindeki bir trendeymiş gibi sessizce
ve âdeta kayarak gidiyorsunuz. Tren örneği verdim. Bilirsiniz tren raylar
üzerinde giderken biteviye bir ses duyarsınız. O ses, rayların birbirine
bağlantı yerlerinden gelir. Canova
treninin, üzerinde gittiği rayların kaynağı öyle maharetle yapılmış ki siz tek
parçadan oluşmuş kaynaksız bir ray üzerinde gidiyormuş gibi hissediyorsunuz. İşte size bir örnek: (arka arkaya gelen replikler şöyle)
“…ihtiyarları kıskandın sen…” “
bazı
insanlar ne güzel yaşlanıyor…” “
suratsız
bir kokana değilim” “
çılgın babaanne diyor o Türk oğlan bana”
“
amcası hapisteymiş” “
mahkemeyi etkilemek için sosyal medyada
seslerini duyuracaklarmış”.
“İhtiyarlık”tan yola çıkıp lafı “mahkeme”ye getirmek büyük bir beceri
bence. Aslında burada da kalmıyor,
“mahkemeden” yola çıkıp replik replik konuyu konuya “zincirleyerek” lafı Führer’e getiriyor. “
Buenos Aires’li grafitti ustası Evaristo”dan Hitler’e
geçebilmek
hayâl
gücü, vizyon ve maharet istiyor. “
Ayağında Bodrum sandaletler olan Evaristo.. Türk
mahallesindeki McDonalds’da paspasçılık yapan Türk oğlan.. Amcası Türkiye’de hapiste..
Yakında dönerci dükkânı açarlar . İyi ki ev Türk Mahallesi’nde. Ter nikotin sarımsak ve ayak kokmalı, vurdu mu ses getirmeli, bıyıklı olmalı. Tangonun kralı Evaristo..”
Tango kralı Evaristo dan Führer’e nasıl geçtiğinizi anlamıyorsunuz. O arada
Türk mahallesinden geçiyorsunuz, sinema afişinde Şarlo’ya bakıyor, paspasçı Türk
oğlanın amcası aracılığıyla Türkiye’deki hapishaneye geliyorsunuz. Zihnin serbest dolaşımları ile algı oradan
oraya geçiyor ve oyun, mesajını oyundan çıkan seyircinin zihnine koyuyor (Belki
seyirci farkında bile değil o anda.) Ayşenil
Şamlıoğlu’nun şahane oyunculuğu, hikâyenin zihinlere kaynaklanmasında en önemli
unsur. Şamlıoğlu’nun hakkını teslim
etmek gerek, öyle oynuyor ki hem o mekânın içinde hem de dışında. İlk izlenim
dramatik bir oyunculuk gibi ama o rolüne çağlarca, kilometrelerce uzaktan
bakabiliyor. O ne söylese inanacaksınız.
Oyunun hemen başında sırtındaki ağır
çuval altında boğulacakmış gibi hırıltılı solumaları ile ezilen ve ansızın yere
yapışan kadın ne söylerse “gerçek”, ne söylerse “öyle”dir. Yönetmen-oyuncu Şamlıoğlu öyle bir uygulamalı oyunculuk dersi veriyor ve unuttuğumuz oyunculuğunu hatırlatıyor ki bundan sonra onun
yöneteceği oyunlardaki oyuncuların işi çok zor. Sadece iyi oyunculuk değil
gösterdiği, oyuncu ile rol arasındaki ilişkiye örnek veriyor. O sokakların çöpçüsü, imparatorlukların
birinci kadını, bir kaçak, bir çevreci, tarihin güçlü çıkan sesi, isyancı, muhalif,
kuşkunun, ölümün sesi. Peron’un Evita’sı da o, Führer’in Eva’sı da.. Ama o Ayşenil Şamlıoğlu da aynı zamanda. Onun
oyunculuğunun bulduğu çizgi önemli zira yazar da benzer dokunuşlar yapıyor. Canova
“dokunurken” hatırlatıyor, hatırlatırken de iz bırakıyor. Dolaylı göndermeleri var Canova’nın . Örneğin
Türk mahallesine yolunu düşürdüğünde bunu laf olsun diye yapmıyor. “İlâhi
adalet”, adaletsizliğe Canova tepkisi . Biber
gazı ile algınızı Almanya’dan alıp Türkiye’ye getiriyor ama bu arada Führer
ruhunun hâlâ canlı olduğu Almanya’daki Türkleri hatırlatıyor bir yandan,
onların mahkemeleri ile Türkiye’ye dokunuyor öte yandan. “Ben Türk değilim”
diyen çocuk ile "ikinci nesil" Türkleri koyuyor önünüze. Faşist generallere kafa
tutan “Mayo anneleri” sizi "Cumartesi Anneleri"ne götürmez mi? Arjantin’den bahsedilmesi bir rastlantı
mı? “
Bizim oturduğumuz bina Amerikan
konsolosluğunun malı ama Türk Bankasına kiralamışlar” öyle sıradan bir cümle
mi? Algı sarhoşu yapıyor seyirciyi âdeta. Sokak
çöpçüsü kadın ile çevre sorunlarına dokunurken, bankalar, borsalar, alanlar,
satanlar ile kapitalist sistemin uçlarına götürüyor sizi.… Dünya düzeninin
hâkimleri.. Katledilen Kızılderililer..
Köle ticareti.. Vietnam, Sırbistan’daki ölümlerden kalan çuvallar dolusu kül; kül
de karbon elmas da, değil mi? Elmasın kül olması imgesi nasıl bir akıl oyunu. Sonra birden açılan bir afişle Hitler çıkıyor
karşınıza. Bu, zamanda da bir atlama. İsrail
Havayolları'ndaki Anna Frank da neyin nesi?
Ama nasıl bir çağrışıma neden oluyor! Ya hippiler ve onları doğuran anneler? Atlama değil, basit bir
çağrışım değil, bu , önüne geleni süpüren “tsunami” dalgası. Civan
Canova zihninizin tozlarını alıyor ve sizi çağlardan çağlara, tüm dünyanın
insanları, zamanları arasında
gezdiriyor. Bu öyle keyifli bir yolculuk değil. Aslında Canova görünmez azgın
dalgaların içine atıyor sizi, acıtsam
diye yapmamış belki ama hatırlattıkları acıtıyor. Mizah ve hüzün iç içe..
“Nazi lideri ve
karısının tarih kitaplarında yazdığı gibi intihar etmediği Arjantin’e kaçıp
burada yıllarca yaşadıkları öne sürüldü” repliğinin gerçeği yansıtıp
yansıtmamasının da hiç önemi yok. Zira Canova
tarih yazarı değil, oyun yazarı. O bir ihtimalden/söylentiden yola
çıkarak acımasız bir dünya resmi çiziyor Evaristo’da. Zenginliklerin üzerinde
oturanlar, kendini bu dünyanın sahibi sayanlar bilin ki tarihte var olmuş ve
gömüldü sanılan hiçbir şey kaybolmaz. “Diri diri gömüldükleri bu mahzende
hortlayacakları günü bekliyorlar”. Tarihin sığınağında “onlar”dan hâlâ çok var, “Türk Mahallesinin dehlizlerinde de..“ Kapitalist bir düzenin temeli onlar, o düzenin
sığınaklarında yaşıyorlar. Ortaya çıkıp çıkıp gözden kayboluyorlar
ama yok olmuyorlar. Yanlarında taşıdıkları “karbon çuvalı” patlayabilir
bir gün ve sığınağın üstündeki “banka” havaya uçabilir. “Bütün dikiş makineleri aynı elbiseyi dikmeli. Bütün kanı temizler, sütü
bozuklar, ak kaşıklar, keskin sirkeler, çöpsüz üzümler, tüyü bitmemişler ,deli
fişekler, serseri kurşunlar, yakan toplar… tapmalı Evaristo’ya” “Twitter’da iki “follower”ı var Evaristo’nun
: Şeytan ve Eva..” Zaten “çağdaş bir
Goebbels” bulmak da zor değil. Saat işliyor. Küller savrulacak havaya…
Evaristo, Canova’nın yazarlığının hem bilgi hem de tiyatro
ile donanmış bir başka örneği. Kendisi ile yapılan röportajda Civan Canova,
Evaristo’yu iki günde yazdığını söylemiş. Hep bilinen bir hikayeyi hatırlatarak
söylemek isterim ki onun dediği “40 yıl artı iki gün”dür. Oyunun süresi klavye başında geçirilen süre ile ölçülmez. Hikâyeyi
uzun süre zihninde taşırsın sonra bir gün dökülür kâğıda her şey.
Oyunu yöneten -kendisinin
de çok iyi bir oyuncu olduğuna tanık olduğum- Nihal Koldaş ile bir başka
iyi oyuncu (ve de yönetmen)Ayşenil Şamlıoğlu
arasında çok iyi bir dialog olduğu belli. Bu dialog başarılı bir monolog
tiyatrosu ortaya çıkarmış. Metnin derinlikleri iyi okunmuş, vurguları iyi
yapılmış. Koldaş, “Evaristo, bu günü
anlatmaya soyunmuş, ancak gözünü geçmişe bugüne ve hatta geleceğe dikmiş bir
oyun” derken bir seyirci olarak benim hissettiklerimi özetlemiş sanki.
Koldaş “Yazar seyirciyi kendini
konumlandırmakta özgür bırakıyor” saptamasına uygun olarak yönetmen olarak
yazar ile seyirci arasında girmemekte de dikkatli. Oyunun
başarısında ışık tasarımı(İsmail Sağır ve Onur Kiraz) ile o ışık altında etkisi
daha çok ortaya çıkan mekân tasarımının( Başak Özdoğan) ve kime ait olduğu
belli olmayan kostüm tasarımının da rolü ve katkısı var. Oyunun teknik alt
yapısı sanki oyunun içinde geçtiği havayı da “yapmış”. Elbette bu oyunla ilgili olarak akılda kalacak
ve hemen hatırlanacak makyaj tasarımının (Derya Ergün’e teşekkür edilmiş) oyuna,
oyunculuğa katkısı çok çok büyük.
Asistan (Sinem Öcalır), ışık uygulama (Utku Arslan),efekt
uygulama (Buğra Alkan-efekt tasarımı için Erhan Yürük’e teşekkür edilmiş) fotoğraf (James Hughes) afiş-broşür tasarımının(Muzaffer
Malkoç) ortaya çıkan başarıdaki katkılarını anmamak olmaz.
Kumbaracı50’nin kucağında doğan ve Altıdan Yapım’ın
yürütücülüğünde oluşturulan 6 Üstü Oyun Projesi’nin bu ikinci
oyununun da yüzleri güldüren bir başarı
olduğunu tarihe kaydetmek; Yiğit Sertdemir’in sanat danışmanlığında ve “Bugün” teması ile oluşturulmuş “6 Üstü Oyun
Projesi”nin tiyatro hayatımıza heyecan getirdiğini belirtmek gerekir.
Evaristo bu heyecanı,
yaşadığımız bugünün dünyasının içinden geçtiği heyecana bağlayan ve onunla besleyen bir oyun.
Kadının şu repliği, hayata atılan bir “hatırlatma düğümü” gibi : “Tuhaf bir kızıllık var gibi. Bahar havası
diyor televizyonlar ama..”
Dikkat ederseniz yazarın çağının tanıklığını yaptığını
göreceksiniz. Evaristo, tiyatronun kızıl ötesi aydınlığında özellikle doğudan yükselen kızıllığın altından ne çıkacağı üzerine size
çağların içinden gelen çığlık gibi bir hatırlatma yapıyor. “Deli
mi ne?”
Melih Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder