Merakla beklediğim bir oyundu. Çandarlı'ya gidişimi erteledim seyretmek için. Bende güzel anıları
var. Ay Işığında Çalışkur hikâyesinden ilk kez ben uyarladım sahneye. Haldun Taner
gelip seyretmişti. Cömert övgülerini esirgememişti. Hep gururla hatırlayacağım
hikâyemi, yazmıştım daha önce. (http://melihanik.blogspot.com.tr/2009/05/ay-isgnda-calskur-hikayesinin-hikayesi.html)
O oyun dolayısıyla kendisi ile bir kaç kez bir araya gelme
şansım oldu. Ne zaman davet etsek Boğaziçi Üniversitesi'ne geldi oyunlarımızı
seyretmek için. Kendisini sevgi ve
saygıyla anıyorum her zaman. Onun gibi insanların sayısı az. Bence Haldun Taner'in benzeri yok. Haldun Taner zarif, nazik bir insandı.
Oyunlarında, hikâyelerinde, düz yazılarında onu görürsünüz. İnsan sever bir insan. Esprisi zekâ dolu, eleştirisi derin,
gülmecesi seviyeli, kültürlü. Onun çok kullandığı bir kelimeyle kısaca 'gusto'su
olan bir insandır Haldun Taner. Zevkleri rafine olmuş bir insandır. Onun için
ona 'beyefendi, çelebi' derler . Bu kelimeler ona yakışır. Haldun Taner'le karşılaşmamış birisi,
eserlerini okuyunca anlar onu.
Onun eserlerinin ona hiç yakışmayan bir üslupla ele alınmasına çok kızıyorum. İBBŞT'da Naşit Özcan rejisi ile sahnelenmiş Ay Işığında Şamata'yı beğenmememin nedeni budur. Haldun Taner'in üslûbu yok olmuş.
Haldun Taner, İstanbul'da, Çalışkur isimli bir apartman
çerçevesinde Türk toplumunun özetini
verir. Farklı sınıftan insanların resmi geçidi gibidir (hikâye)oyun. Amacı o
değildir ama oyun belgesel oyun gibi de görülebilir. Zira Türkiye'nin bir
dönemi vardır fonda. Haldun Taner, eleştirinin eleştirisini yapar, kendi
yazdığı oyuna yine kendisi, seyirci eleştirileri kaleme alır, seyirciye
eleştirttiği hususları göz önüne alarak aynı oyunu yeniden yazar. Oyunun birinci perdesi dönem eleştirisi,
ikinci perdesi birinci perdenin abartılı yeni yorumu ve
seyirci(ve de sansür kurulu) eleştirisidir.
Gülmece iki perde arasındaki farklardan
çıkar.
Naşit Özcan birinci perdeyi karikatürleştirmiş ikinci
perdeyi yoldan çıkarmış. Çok çok komik olsun, seyirci çok çok gülsün istemiş
olmalı. Evet seyirci gülüyor ama Haldun Taner gülüyor mu? Bence hayır. Seyircinin hoşuna gitmenin de bir seviyesi olmalı.
Bakın oyunun hemen başında Haldun Taner ortamı anlatırken
şunu yazmış:
'Kenarda bir piyano durmaktadır.
Oyunculardan biri bunun yanına yaklaşır, tek parmakla bildiği bir melodiyi,
Zühtü'nün melodisini çıkarmaya çalışır, çıkarır da. Bir arkadaşı güler, biraz
sonra, çalan, fosnot yapar, sonra bırakır, yerine gider.'
Piyanoda 'tek parmakla Zühtü'yü çıkarmaya çalışan' oyuncuyu ince
ince eleştirir Taner. Oyuncu 'fosnot yapar, bırakır'. 'Fosnot'ta eski
edebiyatın tadı vardır. Bir kelimede Haldun Taner nostalji yapar gibidir.
Taner, seyirci
Erhan'a şunu söyletir:
'ERHAN - Sonra Hicabi Bey, sabi sübyan düşmanı gösterilen o
zavallı ihtiyar, onu yazar niye ille öyle göstermiş, olgun yaşlarında
kendilerini zühtü tekvaya yahut ilmü irfana veren ihtiyarlar az mı
cemiyetimizde?'
(zühd: dünya sevgisinden sakınma, Takva: Allah'ın
buyruklarına riayet emek, haramlardan sakınmak)
İlk perdede Divan Edebiyatı'ndan
şiirler okuyan Dr.Epkem ikinci perdede seyirci isteği doğrultusunda şarkılar
okur. O arada 'samanlık' repliğine karşılık bulduğu şarkı Zühtü'dür ve şarkının bir satırını söyler:
'EPKEM - Samanlıktan kaldıramadım samanı da Zühtü.'
Oyuncu seyirciye anladığı dilden
cevap vermektedir. Haldun Taner hem Dr.Epkem'i hem seyirciyi eleştirir. Baştaki
Zühtü melodisine de tiyatral bir gönderme yapar.Naşit Özcan'ın ekibi Zühtü şarkısını bağıra çağıra söyleyerek halay
çeker. Amaç seyirciyi eğlendirmektir. Ben bu tarzı hoyrat buldum. Aynı şekilde
birinci perdedeki Paşa'nın emirleri ile doğum günü pastası yenmesi sahnesi de
bence ucuz bir komikliktir.
Oyunu seyrederken, eski günleri hatırladım ve Haldun
Taner'in Üsküdar Müsahipzade Sahnesi fuayesinde oyun okumasını kesip teknik
odaya giderek yanında getirdiği Ay Işığı Sonatı plağını pikaba koymasını ve
yükselen nağmelerin onda yarattığı ince duyarlılığı bizlerin yüzünde
aramasındaki zerafeti hatırladım. Canım Hocamın Ay Işığında Sonatı yerini
meyhane kültürüne bırakmıştı. Benim bu duyguyu sevmemin imkânı yok aradan
yıllar geçse de. Anlatıcı'nın Hicabi Bey ile aralarında geçen 'kaymak'
muhabbeti de seyirciyi güldürmek için eklenmiş herhalde. Acı olan şey,
seyircinin, bu kültürün(!) Haldun Taner'e ait olduğunu sanacak olmasıdır.
Haldun Taner'in oyunu 'epilog' ile sona erer.
Taner o anda bile eleştiriyi bırakmamaktadır: 'Nuri de kolları sıvayıp
çalışmaya koyuldu. Zaten İmralı'da soyadını değiştirip Calışkur soyadını almıştı.'
Haldun Taner, oyununu seyirciyi memnun eder hâle getirirken bile ince esprisini
ve eleştirisini yerleştirir ve Çalışkur Apartmanı'nın sahibi 'zengin' Çalışkurları
hapishaneden çıkmış Nuri'ye bağlar. Espri incedir ama, anlayana. Ancak Naşit
Özcan 'epilog'u gereksiz görmüş oyundan çıkarmış.
Birinci perdedeki Melahat ve Nuri ile yaratılmak
istenen eski Türk filmlerinden çıkma dublaj havası karakterlerdeki saf ve 'naif'duyguları
magazinleştiriyor. Oyuna nasıl yaklaşıldığının açık göstergesi. Saime ile
Zülfikâr'ın ikinci perdede dialekt konuşmaması bence daha doğru.
Anlatıcı'nın tv ekranı içine girmesi basit kalmış bir hoşluk. Pasta masasının iki kere yer
değiştirmesi, aşağıya inmeleri güzel görünür diye grubun bir üst platformda
toplanması anlamsız mizansenler. Oyunun 'acapella'lar ile donatılması
ilginçliğin ötesinde oyuna bir şey katmıyor. İkinci perdeye 'Deniz ve Mehtap'
ile başlamak seyircinin olumlu tepkisini çekiyor ve yönetmen muradına eriyor
ama 'Palavra' ve 'Para Para Para', Ferdi Özbeğen afişi, oyuncuların beyaz
kostümleri her şeyin anlık ve 'yamama' olduğunu, yapılanların arkasında 'hoşa
gitme'nin ötesinde bir şey olmadığını gösteriyor.
Yönetmenlerin başka yazarların oyunlarına karşı
tutumları, üzerinde sık sık düşündüğüm bir konudur. Bu, 'metni yeniden okumak',
'güncelleştirmek', 'modernleştirmek' gibi çeşitli şekillerde dillendirilir. Bir
yönetmen bir oyunu yönetmeye 'soyunuyorsa' o oyunda söylenen bir şeyi
beğenmiştir ya da söylemek istediğini yönetmek istediği oyunla
söyleyebileceğine ikna olmuştur. Yönetmenin özgürlüğünün sınırları nerede başlar
ve biter yoksa sınır yok mudur? Yönetmenin oyunun yazarına -hadi saygısı
demiyeyim- karşı bir sorumluluğu yok mudur? Yazarı kâle almayan çok oyun seyrettim,
yönetmenler 'yazarın adının arkasına saklanıyordu' bence. Bu oyunda da afişte
oyunun yazarı olarak Naşit Özcan yazsaydı seyirci oyuna teveccüh gösterir
miydi? Bu Naşit Özcan'a bir sorumluluk yüklemiyor mu? Kendisini silmesi
gerektiğini ona hatırlatmıyor mu? Haldun Taner'i bilenlere Haldun Taner tadını yeniden vermek, bilmeyenler için ise Haldun
Taner sevgisini aşılamak yönetmenin sorumluğu değil mi? Ben bu oyunu yazarken
beni tesadüfen okuyacak olanlara karşı afişte yazılana aldanmayın bu oyun
Haldun Taner zerafetinde değil demek sorumluluğunu duymayayım mı? Duyuyorum ve
işte diyorum.
Melih Anık
Not: Oyunda iki oyuncu, Tuğçe Açıkgöz ve Ertan
Kılıç dikkatimi çekti. Arda Aydın'ı ise bir müzikalde görmek istediğimi
düşündüm. Geri kalan her şey klişe..
Naşit Özcan beni üzdü!
YanıtlaSil