24 Nisan 2016 Pazar

Ay Işığında Şamata'yı(İBBŞT) Niçin Beğenmedim

Merakla beklediğim bir oyundu.  Çandarlı'ya gidişimi  erteledim seyretmek için. Bende güzel anıları var. Ay Işığında Çalışkur hikâyesinden ilk kez ben uyarladım sahneye. Haldun Taner gelip seyretmişti. Cömert övgülerini esirgememişti. Hep gururla hatırlayacağım hikâyemi, yazmıştım daha önce.    (http://melihanik.blogspot.com.tr/2009/05/ay-isgnda-calskur-hikayesinin-hikayesi.html)
O oyun dolayısıyla kendisi ile bir kaç kez bir araya gelme şansım oldu. Ne zaman davet etsek Boğaziçi Üniversitesi'ne geldi oyunlarımızı seyretmek için.  Kendisini sevgi ve saygıyla anıyorum her zaman. Onun gibi insanların sayısı az. Bence  Haldun Taner'in benzeri yok.  Haldun Taner zarif, nazik bir insandı. Oyunlarında, hikâyelerinde, düz yazılarında onu görürsünüz. İnsan sever bir  insan. Esprisi zekâ dolu, eleştirisi derin, gülmecesi seviyeli, kültürlü. Onun çok kullandığı bir kelimeyle kısaca 'gusto'su olan bir insandır Haldun Taner. Zevkleri rafine olmuş bir insandır. Onun için ona 'beyefendi, çelebi' derler . Bu kelimeler ona yakışır.  Haldun Taner'le karşılaşmamış birisi, eserlerini okuyunca  anlar onu.


Onun eserlerinin ona hiç yakışmayan bir üslupla ele alınmasına çok kızıyorum. İBBŞT'da Naşit Özcan rejisi ile sahnelenmiş Ay Işığında Şamata'yı beğenmememin nedeni budur. Haldun Taner'in üslûbu yok olmuş.   

Haldun Taner, İstanbul'da, Çalışkur isimli bir apartman çerçevesinde Türk toplumunun  özetini verir. Farklı sınıftan insanların resmi geçidi gibidir (hikâye)oyun. Amacı o değildir ama oyun belgesel oyun gibi de görülebilir. Zira Türkiye'nin bir dönemi vardır fonda. Haldun Taner, eleştirinin eleştirisini yapar, kendi yazdığı oyuna yine kendisi, seyirci eleştirileri kaleme alır, seyirciye eleştirttiği hususları göz önüne alarak aynı oyunu yeniden yazar.  Oyunun birinci perdesi dönem eleştirisi, ikinci perdesi birinci perdenin abartılı  yeni yorumu ve  seyirci(ve de sansür kurulu)  eleştirisidir.  Gülmece iki perde arasındaki farklardan çıkar.

Naşit Özcan birinci perdeyi karikatürleştirmiş ikinci perdeyi yoldan çıkarmış. Çok çok komik olsun, seyirci çok çok gülsün istemiş olmalı. Evet seyirci gülüyor ama Haldun Taner gülüyor mu? Bence hayır. Seyircinin hoşuna gitmenin de bir seviyesi olmalı. 

Bakın oyunun hemen başında Haldun Taner ortamı anlatırken şunu yazmış:
   'Kenarda bir piyano durmaktadır. Oyunculardan biri bunun yanına yakla­şır, tek parmakla bildiği bir melodiyi, Zühtü'nün melodisini çıkarmaya çalışır, çıkarır da. Bir arkadaşı güler, biraz son­ra, çalan, fosnot yapar, sonra bırakır, ye­rine gider.'

Piyanoda 'tek parmakla Zühtü'yü çıkarmaya çalışan' oyuncuyu ince ince eleştirir Taner. Oyuncu 'fosnot yapar, bırakır'. 'Fosnot'ta eski edebiyatın tadı vardır. Bir kelimede Haldun Taner nostalji yapar gibidir.

 Taner, seyirci Erhan'a şunu söyletir:  
'ERHAN - Sonra Hicabi Bey, sabi sübyan düşma­nı gösterilen o zavallı ihtiyar, onu yazar ni­ye ille öyle göstermiş, olgun yaşlarında kendilerini zühtü tekvaya yahut ilmü irfa­na veren ihtiyarlar az mı cemiyetimizde?' (zühd: dünya sevgisinden sakınma, Takva: Allah'ın buyruklarına riayet emek, haramlardan sakınmak)

İlk perdede Divan Edebiyatı'ndan şiirler okuyan Dr.Epkem ikinci perdede seyirci isteği doğrultusunda şarkılar okur. O arada 'samanlık' repliğine karşılık bulduğu şarkı Zühtü'dür ve  şarkının bir satırını söyler:
'EPKEM - Samanlıktan kaldıramadım samanı da Zühtü.'

Oyuncu seyirciye anladığı dilden cevap vermektedir. Haldun Taner hem Dr.Epkem'i hem seyirciyi eleştirir. Baştaki Zühtü melodisine de tiyatral bir gönderme yapar.Naşit Özcan'ın ekibi  Zühtü şarkısını bağıra çağıra söyleyerek halay çeker. Amaç seyirciyi eğlendirmektir. Ben bu tarzı hoyrat buldum. Aynı şekilde birinci perdedeki Paşa'nın emirleri ile doğum günü pastası yenmesi sahnesi de bence ucuz  bir komikliktir.

Oyunu seyrederken, eski günleri hatırladım ve Haldun Taner'in Üsküdar Müsahipzade Sahnesi fuayesinde oyun okumasını kesip teknik odaya giderek yanında getirdiği Ay Işığı Sonatı plağını pikaba koymasını ve yükselen nağmelerin onda yarattığı ince duyarlılığı bizlerin yüzünde aramasındaki zerafeti hatırladım. Canım Hocamın Ay Işığında Sonatı yerini meyhane kültürüne bırakmıştı. Benim bu duyguyu sevmemin imkânı yok aradan yıllar geçse de. Anlatıcı'nın Hicabi Bey ile aralarında geçen 'kaymak' muhabbeti de seyirciyi güldürmek için eklenmiş herhalde. Acı olan şey, seyircinin, bu kültürün(!) Haldun Taner'e ait olduğunu sanacak olmasıdır.

Haldun Taner'in oyunu 'epilog' ile sona erer. Taner o anda bile eleştiriyi bırakmamaktadır: 'Nuri de kolları sı­vayıp çalışmaya koyuldu. Zaten İmralı'da soyadını değiştirip Calışkur soyadını almış­tı.' Haldun Taner, oyununu seyirciyi memnun eder hâle getirirken bile ince esprisini ve eleştirisini yerleştirir ve   Çalışkur Apartmanı'nın sahibi 'zengin' Çalışkurları hapishaneden çıkmış Nuri'ye bağlar. Espri incedir ama, anlayana. Ancak Naşit Özcan 'epilog'u gereksiz görmüş oyundan çıkarmış.

Birinci perdedeki Melahat ve Nuri ile yaratılmak istenen eski Türk filmlerinden çıkma dublaj havası karakterlerdeki saf ve 'naif'duyguları magazinleştiriyor. Oyuna nasıl yaklaşıldığının açık göstergesi. Saime ile Zülfikâr'ın ikinci perdede dialekt konuşmaması bence daha doğru. Anlatıcı'nın tv ekranı içine girmesi basit kalmış  bir hoşluk. Pasta masasının iki kere yer değiştirmesi, aşağıya inmeleri güzel görünür diye grubun bir üst platformda toplanması anlamsız mizansenler. Oyunun 'acapella'lar ile donatılması ilginçliğin ötesinde oyuna bir şey katmıyor. İkinci perdeye 'Deniz ve Mehtap' ile başlamak seyircinin olumlu tepkisini çekiyor ve yönetmen muradına eriyor ama 'Palavra' ve 'Para Para Para', Ferdi Özbeğen afişi, oyuncuların beyaz kostümleri her şeyin anlık ve 'yamama' olduğunu, yapılanların arkasında 'hoşa gitme'nin ötesinde bir şey olmadığını gösteriyor.     

Yönetmenlerin başka yazarların oyunlarına karşı tutumları, üzerinde sık sık düşündüğüm bir konudur. Bu, 'metni yeniden okumak', 'güncelleştirmek', 'modernleştirmek' gibi çeşitli şekillerde dillendirilir. Bir yönetmen bir oyunu yönetmeye 'soyunuyorsa' o oyunda söylenen bir şeyi beğenmiştir ya da söylemek istediğini yönetmek istediği oyunla söyleyebileceğine ikna olmuştur. Yönetmenin özgürlüğünün sınırları nerede başlar ve biter yoksa sınır yok mudur? Yönetmenin oyunun yazarına -hadi saygısı demiyeyim- karşı bir sorumluluğu yok mudur? Yazarı kâle almayan çok oyun seyrettim, yönetmenler 'yazarın adının arkasına saklanıyordu' bence. Bu oyunda da afişte oyunun yazarı olarak Naşit Özcan yazsaydı seyirci oyuna teveccüh gösterir miydi? Bu Naşit Özcan'a bir sorumluluk yüklemiyor mu? Kendisini silmesi gerektiğini ona hatırlatmıyor mu? Haldun Taner'i bilenlere  Haldun Taner tadını  yeniden vermek, bilmeyenler için ise Haldun Taner sevgisini aşılamak yönetmenin sorumluğu değil mi? Ben bu oyunu yazarken beni tesadüfen okuyacak olanlara karşı afişte yazılana aldanmayın bu oyun Haldun Taner zerafetinde değil demek sorumluluğunu duymayayım mı? Duyuyorum ve işte diyorum.

Melih Anık  


Not: Oyunda iki oyuncu, Tuğçe Açıkgöz ve Ertan Kılıç dikkatimi çekti. Arda Aydın'ı ise bir müzikalde görmek istediğimi düşündüm. Geri kalan her şey klişe..


 



1 yorum: