1 Mart 2012 Perşembe

Kent Oyuncuları’ndan Ölümüne : “Düşünceyle Sömürmek”

Daha önce bir yazımda belirtmiştim “eleştiri seçmekle başlar”. (http://melihanik.blogspot.com/2011/12/tiyatroda-elestiri-secmekle-baslar.html)
Kent Oyuncuları’nın Ölümüne isimli oyunu da o yazımda bahsettiğim bir ön inceleme sonucu “seyredilmesi gerekli oyunlar” listeme girdi.  Elbette oyun üzerine yazılan diğer eleştirileri de okudum ama doğrusunu isterseniz benim oyunda “gördüğüm” ile ilgili bir yazı okumadım.  

Üstün Akmen’in  oyunun “üzümün mayalanıp şaraba dönüşmesi ya da hamurun kabarması gibi” sahnelenmesi ve “ölerek geride kalanlara yararlı olabilmek” alt başlığı ile verdiği çerçevenin  açtığı “geniş ufka” hayran  kaldığımı açıkça ifade etsem de bu ifadenin “çok dinsel” bir çerçeve çizdiğine  inandığım  için oyunu seyretme nedenim o değil. Yazılarında övgüyü “yağ-bal” olarak kullanarak yazdıkları ile bana hangi oyunu seyretmeyeceğim hususunda “tersten kriter olan”  yazarlar ile “yazar yasaklayanlar” da benim seyretme arzumu kabartmıyor. Ben, oyunu tarihi bir çizgi içinde okudum, heyecanlandım , Ölümüne’yi seyretmek ve düşüncelerimi  paylaşmak istedim.   

Önce bir sıralama yapayım. Yazarlar ve eserleri:
Gogol(1809-1852) Ölü Canlar(1841); Çerniçevski(1828-1889) Nasıl Yapmalı(1862-1863); Alexander Sukhovo Kobylin(1817-1903) Tarelkin’in Ölümü(1869); Tolstoy(1828-1910) Yaşayan Ölü(1900); Nikolai Erdman(1900-1970) İntihar(1928)

Bu eserlerin hepsinde “yaşayan ölü” fikri işleniyor. Tolstoy’un Yaşayan Ölü’sünde, Çerniçevski’nin Nasıl Yapmalı’sına, Erdman’ın İntihar’ında Tolstoy’a , malûm hepsinde Gogol’a gönderme var . Fikir olarak “yaşayan ölü”, 1841 ile 1928 yılları arasında Rusya’da gündemde. Elbette hepsinin konuyu ele alışları ve konudan çıkardıkları felsefî ve toplumsal mesajlar farklı ama temelde “ölümler”den umut ve çözüm çıkarmak bir tür “çıkış” gibi görülmekte. Bu çizginin uzantısı bugünün dünyasında kendine yer ve seyirci buluyor. Ölümüne, bu konuyu  işleyen iyi bir oyun.

“İşin yoksa amacın olsun, hayat güzel” ile yoksula öğretilen burjuva avuntusu; tubaya karşılık satılan “emek”;  tuba çalma hayallerini yıkan piano;  ”Federal Sosyalist Caz Beşlisi”;  fakirin ekmeği umut(tuba); mezardan bile insanları etkileme (ruh çağırmaya gönderme); “ölerek sağların geçimini sağlama”; “ölünce sembolleşen kahraman”;  “gerçekler yüzünden ölmek”; “yüreğinin sesini dinlemek için özgür olmak gerek”; “yalnızca bir kuzu” olan  peder;  “önemini” ölüme beş kala fark eden yoksul;  “gerçeği inşa etmekle  meşgul olduğu için kendinden başkasını duymayanlar”; “canlıların ne düşündüğünü ancak ölüler dile getirebilir”;  “düzeni suçlarken sakın beni unutma” ; “konuşmanın kahramanlık olduğu ülke”;  “ideolojik bir ceset”; “Tolstoy olmak isteyen” şair; ev sahibi “komünist”; sıradan bir insandan yaratılan sembol… Bunlar her dönem ve toplumda karşılığını bulacak, repliklere yansımış hususlar. Bu nedenle Ölümüne, her zaman “taze” kalabilecek bir oyun.

Moira Buffini(ki o Tiyatro Stüdyosu’ndan beğenerek seyrettiğim Şölen’in yazarıdır) “özgürce uyarlayarak” Nikolai Erdman’ın ‘İntihar’ını, ‘Ölümüne’ haline getirmiş. Bu “özgürlüğün” sınırlarını saptamam olanaklı değil zira Erdman’ın İntihar’ını okuma şansım olmadı ama Erdman’ın çizgisinden uzaklaşılmadığını kabul ediyorum.

Buffini(Erdman) komik dialoglarla oyunu eğlenceli bir hale getirmiş. Bana bazı sahneler orta oyunu atışmalarını hatırlattı. Bu esprilerin çok “ince” olduğunu söylemeliyim. Oyun içinde çizilen dönem resmi ile pek çok sosyal ve toplumsal soruna ve kişiye gönderme var. Bir anlamda resmi geçit gibi.

1928 tarihini taşıyan oyunun, içinde bulunulan toplumsal ve politik ortamda oldukça cüretkâr olduğunu düşünüyorum. İdeoloji, fahişelik, din, sanat kendini ifade etme olanak ve şansını yaratmaya çalışıyor. Buffini(Erdman) toplumun “yaşayan” kurumlarına (aile, kilise, parti, hükümet) ve konularına(din, felsefe, seks, politika, ideal, kahramanlık) “ölüm” çerçevesinden bakıyor. Hatta reddederek, saldırarak, umursamayarak, umarsızca,  hayatı, bir evin sınırları içindeki kişisel rahatlığa getiriyor, bir tür içe kapanış, bir inziva gibi, “başka türlü ölüm” sanki. Bu toplumun içine düştüğü kuyunun derinliği ve karanlığı ile açıklanabilir ya/ve de Kierkegaard(1813-1855) ile ilk fikri ortaya atılan, Turgenyev’in (1818-1883) Babalar ve Oğullar(1862) ile popüler olan, Dostoyevski(1821-1881)’nin  Karamazov Kardeşler’i ile(1878) akıllara gelen  “nihilizm”in etkisini de gösterebilir. Bugünün post-modern anlayışında,  toplumsal temel değerler ve “kaide”lere indirilen  darbelerin ve reddin kökleri nihilizmdedir gibi geliyor bana. Buffini(Erdman), oyunun ana karakteri  Semyon’un ölümüyle dönemin baskısına parmağını kuvvetle basıyor ve “canlıların ne düşündüğünü ancak ölüler dile getirebilir” çığlığını koyuyor;  Semyon’un karşısına çıkan karakterler ve onların davranışları ile düzeni kendine göre yontmaya çalışan “Madem onlar öyle ben neden çabalayayım? Madem ki fırsattır yararlanayım” düşüncesini önünüze bırakarak “kendinden yana olanların”, “gemisini kurtaran, kaptan”ların oluşturduğu toplumun 19 yy versiyonunu yüzlere çarpıyor.  Öte yandan tüm dünyada insanın bir türlü (kredi kartları, cep telefonları vb ile)  takip edildiği(Surveillance), gözaltında tutulduğu dikkate alınacak olursa tek çıkış noktası izini kaybettirmektir. Ancak o şekilde insan bu takipten, ‘mükellef, sicil numarası’  olmaktan kurtulabilir. Ölümüne bu kayboluş özlemini de aklınıza getirebilir.

Ölümüne’de kendi geleceğini Semyon’un ölümü üzerine  inşa etmeye çalışanlar ortaya çıkıyor. Bunların ait oldukları toplumsal kurumları birebir temsil ettiği söylenemez belki ama Tolstoy’da rastladığım şu diyalog Semyon’un içinde bulunduğu atmosferi anlamamıza yardım eder diye düşünüyorum.

Tolstoy Anna Karenina’da(1875-77) bir sahne çizer.(Türkiye İş Bankası Yayını-sayfa 458-459)
“..  Nikolay, planlarını anlaması için kardeşini(Levin) yanına çağırdı ve onu sadece yermekle kalmadı, kasıtlı olarak bu planı komünizme benzetti.
Nikolay: Tek yaptığın başkasına ait bir düşünceyi almak, ama onu bozmak olmuş. Bu düşünceyi uygulanamayacak yerlere uygulamak istiyorsun.
Levin : Ama bunun ortak bir yönü olmadığını söylüyorum sana. Onlar mülkiyetin, sermayenin, mirasın haklılığını reddediyorlar, bense bu en önemli stimule edici etkeni reddetmeksizin … sadece emeği düzene sokmak istiyorum.
Nikolay : Zaten mesele bu ya, sen başkasına ait bir düşünceyi alıp bu düşüncenin gücünü oluşturan her şeyi ondan ayırmışsın ve bunun yeni bir şey olduğuna inanmak istiyorsun” dedi. “Mülkiyet yok, aile yok o zaman emek de düzene girer.  Bense bunu erken ama akıllıca ve ilk dönemlerdeki Hıristiyanlık gibi geleceğe sahip bir öğreti olarak görüyorum. Sen hayatın boyunca yaptığın gibi ayrıksı davranmak istiyorsun köylüleri öyle basit bir şekilde değil de bir düşünceyle sömürmek istiyorsun.”

Ben “düşünceyle sömürme”nin  benzerini Ölümüne’de gördüm. Semyon’un çevresi onu, gücünü oluşturan her şeyden ayrılmış içi boşaltılmış “düşüncelerle sömürmeye” çalışıyorlar. Ölümüne’de anlatılan toplum düzeninde “düşünceyle sömürenler” ön planda. Böyle bakınca “intihar” Semyon’un bulabildiği ve yapabileceği bir “direnme biçimi” oluyor. Semyon sonunda mutluluğu keşfediyor. O sırada başka biri, “Semyon haklı. Niye yaşıyoruz ki” diye not bırakıyor. Semyon’dan beklendiği gibi, bir başkasının(Semyon’un) mesajını kalıcı kılmaya aday oluyor. Bence “Niye yaşıyoruz ki” cevabı bilinmeyen bir soru değil bir tespit:  “Mutlu olmak için!” “Mutluluk mümkün!” Bu sona itiraz edilebileceğini hissediyorum ama neyleyim benim okuyuşum bu!  Ölümüne’yi  ilginç kılan olayların gelişimindeki çok ince bir nüans var ki düşündüğünüzde olasılıkları çoğaltıyor oyunu çoklu okumaya götürüyor. Oyunun sürprizini bozmadan anlatmaya çalışayım.

Komünist’in eylemini çeşitli açılardan anlamak olanaklı.  Komünistin aklına gelmeyen şekilde intihar ile sıradan bir yurttaşın, sembol olabileceği akla geliyor. Semyon’un intiharından beklenen yararı komünist, benzer bir eylemle kalıcı bir mesaja dönüştürmek istiyor, verdiği mesaj da “Semyon haklı “. Zira, Semyon, “onun düşünmeye bile cesaret edemeyeceği en gizli düşünceleri kelimelere döktü. Kremlindekiler onun söylediklerini duysaydı eminim bağırlarını parçalarlardı” şeklinde anlayan  komüniste göre “eylem” gerek. Komünist ev sahipliğinden de vaz geçerek yeni bir yola çıkıyor. Nasıl anlaşılacağı seyredene bağlı. Bir bakışa göre “ancak bir komünist yapabilir bunu” ya da komünizm bir gün kendini yok edecek mesajına açık bir son.  Belki de “komünizm” gereksiz de deniyor olabilir. Oyunun böyle dallanmasını ve çok farklı yerlere doğru açılma olasılığını çok beğendim. Umarım seyredenler de bunu dikkate değer bulur, düşünür ve tartışır.

Oyuncular
Bu oyunda ilk sıraya koyacağım oyuncu Güneş Sayın(Masha), diğer oyuncu da Çağrı Şensoy(Skubik). İkisi de yakaladıkları şansı çok iyi kullanıyor ve rollerini doğru yorumluyor. Güneş’in sahneden salona ulaşan bir ışığı ve sıcak bir oyunculuğu var, rahat oynuyor, geleceği parlak.  Çağrı ise yanlış yapmamak için kendini kontrol ediyor sanki, biraz daha rahat olması yerinde olur. “Şarlo” benzerliği umarım sadece benim hissettiğim bir husus değildir. Sükan Kahraman’ı(Yelpidy) yeniden sahnede görmekten çok memnunum. Rahip’te çok iyi bir karakter çıkarmış;  Kadriye Kenter(Serafima),  Engin Hepileri(Semyon), Bülent Şakrak(Kalabushkin) ile birlikte “ders veriyorlar”, duruş, susuş, vurguları ile oyunun akışını, temposunu belirliyor, rolü ayrıntılı “işliyor”lar. Tecrübe bu olsa gerek. Hare Sürel’e (Margarita) alışmak bir süre alıyor.  Rol mü yapıyor yanlış mı oynuyor sorusunun cevabı ona alıştıktan sonra anlaşılıyor: iyi “rol yapıyor”.  Ferdi Alver(Yegor) “pastel” bir renk gibi. Paletinde var olduğunu düşündüğüm  canlı renkleri katması rolünü daha canlandırır. Sanki kaderini biliyor gibi oynuyor. Oyunda en büyük değişim onda olmalı, o bu değişimi hazırlamalı. Ebru Soyuerden(Kleopatra) ele avuca sığmaz bir canlılıkta, yetenekli bir oyuncu. Çığlıkları fazla kaçıyor, biraz sükûnet tavsiye ederim. O zaman oyunculuğun hakkı daha iyi verilmiş yeteneği daha çok ortaya çıkmış olacak. Hüseyin Sevimli(Viktor) çizdiği tip ve sessiz sahnelerdeki oyunculuğu ile  başarılı ama söyledikleri zor anlaşılıyor. Edip Tepeli(Stepan) ve Tanju Girişken(Oleg) rol olarak Hamlet’in mezarcısını hatırlattı, hani işini kanıksamış, işi yapsak da gitsek havasındaki “bilge” mezarcı. Bu oyundaki rolde “bilge” olmak şart değil, ama “geri kalanı”  aktarırken sahici olmaya dikkat etmelerini öneririm. Klarnet(Alican Yılmaz) ve dansçılar(Gülşah Süerdem ve Zeynep Anacan) “Semyon’un öte dünya partisi”ni şenlendiriyor.

Işık, Müzik, Dekor, Kostüm
Cem Yılmazer(Işık Tasarımı) doğal ışık yaratımı peşinde sanki. Ama bu, bazı sahnelerde karanlığa neden oluyor. Sahnedeki loşluk oyuna uygun ama bir mumluk ışık sahnede az geliyor. Belki de dekor ve kostüm renkleri de buna neden oluyor, sahne ışığı yutuyor.  Bana oyunun ışığı, “çalışılmış karanlık” geldi. Bazen daha fazla ışık istedim doğrusu. (Ben salonun arkasından seyrettim)

Çiğdem Erken(Müzik Tasarımı) daha perde kapalıyken ilk notalarla gönlümü fethetti. Oyunun ana müziği olarak seçilen Çaykovski’nin keman konçertosu beni yakaladı, sürükledi. Oyunu okurken içimdeki ses de tam buydu sanki. Müziğin, bu oyunun duygusu ile buluştuğuna ve Semyon’un ruh haline de uyduğunu düşünüyorum. Erken, oyunun dış kabuğunu klâsik bir eserle oluşturmuş tarihin derinliğine uzaktan bakmış ve burada görecekleriniz “her zaman olacak” demiş; oyun içindeki klarnet ile de zamanımıza gelmiş ve “benzerini yaşamıyor musunuz” demekte. Bazı tiratlara fon olarak yerleştirdiği klâsik müzik de onların tarih içindeki kalıcı tekrarlarına yapılan bir vurgu sanki.  Oyun içindeki danslı sahnelerdeki müzikler, rejiyle uyum içinde. “İç iç iç” şarkısı çok hoş. Klarnetin seçilmesi ve canlı icra edilmesi de güzel. Bir uyarı olarak ikinci perde başladığında müzisyen ve dansçıların sesi o kadar yüksek ki sahnenin diğer tarafında olanların anlaşılmadığını bunun da  dikkat dağıttığını belirtmek isterim.

Barış Dinçel(Sahne Tasarımı) sahne trafiğine göre bırakılan boşlukları, yükseltisi ile oyuna çok yardımcı bir mekân yaratmış. Eski bir burjuva evine yerleşmiş yoksulluk iyi yansıtılmış. Ayırma perdesinin tavana iple bağlanmasını pek sevmedim. Sarkan ip merdivenin tepesindeki  yüzleri maskeliyor. (Semyon önemli tiradını merdiven başında veriyor.)  Seyirciye göre sağ taraftaki yatak yanı biraz sıkışık gibi. Sol çıkış ise perde aksına dik kesilmiş biraz sahneye doğru açılı olsaymış keşke dedim. Merdivenin boşluğu  ve döşemenin tahta olarak bırakılması fazla gürültü yapıyor.(Özellikle dans sahnelerinde)

Başak Özdoğan(Kostüm Tasarımı) hem renk hem model olarak çok iyi seçilmiş. Metni anlatmaya odaklanmış bir tasarım olarak beğendim. Kendi içindeki uyum da güzel.  Skubik’in kostümü  çok mu “beyaz”?

Cihan Yöntem(Koreograf) kısa bir sahneye yerleştirdiği danslar ile oyunun istediğini vermiş. 

Tercüme
Orijinalini okumadığım için oyunun tercümesi(Ceren Yalçın) ile ilgili söyleyebileceğim tek husus okurken de seyrederken de tercümenin kulağıma “batmadığıdır”.

Yönetim
Mehmet Birkiye,  Kent Oyuncuları ekolünden gelen bir yönetmen, iyi bir tiyatrocu. Metni titizlikle “okumuş”, paralel sahneler yaratmış, fars özellikleri ortaya çıkarmış, hareketli, canlı bir oyun oluşturmuş.  En önemlisi de oyunun içerdiği açılımı birine yaslanarak teke indirgememiş, her türlü olasılığı seyircinin önüne koymuş. Oyunun sonunda Serafima’nın giydiği şapkanın tüyünü alegorik buldum, çok beğendim.  Oyunun yapısı orta oyununu hatırlatıyor. Birkiye, karikatürize edilmiş, abartılı karakterler ve durumlarla olayı sessiz sinema dönemine tarihlemiş gibi. Sesi duymasanız sahnedeki olayı anlarsınız, o kadar yani. Ben oyunda Şarlo, Laurel- Hardy çağrışımları ve sessiz sinema trükleri hissettim ki bence çok yerinde. Oyun başındaki 3-5 dakika da radyo tiyatrosu gibi. Bu da olayın tarihin karanlık derinliğinden yavaş yavaş aydınlanmasını hatırlatıyor. Oyun sonunun tarihin karanlığına doğru gidilmesi de iyi olur. Mehmet Birkiye, dramaturjiyi de yapmış. Benim bu konudaki fikrim belli: Yönetmen dramaturg olmamalı. Yetiştirdiği dramaturglar, Mehmet Birkiye “hoca”ya ne der acaba?

Ölümüne, sezonun önemli oyunlarından biri.  Eğlenceli ve zamanımıza ait dokunuşları ile “tiyatro gibi tiyatro”. Çoklu “okuma”ya açık olması da çok keyifli. Ben olsam kaçırmam seyrederim.

Melih Anık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder