Başlıktaki “M”yi ben öyle bıraktım. Siz yerine istediğinizi koyun. Benim önerilerim :
Muzır, muhteşem, mahcup, münasebetsiz, musibet, mübalağalı, meymenetsiz, muamma, münafık(iki yüzlü), mekkâr(aldatıcı), muhataralı(korkulu), muhannes(alçak), müdebbir(tedbirli), müzevvere(uydurulmuş söz), müttaki(günahtan kaçınan), münezzeh(çirkinlikten uzak), mubassır(basiretli), mergup(rağbet edilen), müsamahasız, meczup, mugayir(karşıt), muhalif, mugatti(üstü örtülü), mugaşşi(bayıltan), muhaccel(süslü gerdeğe oturtulmuş), muhaccis(utandıran), muhafazakâr, muhacat(karşılıklı bilmece sorularak yarışma) …. Aman dikkat! Ne koyarsanız o sizi ele verecek! Kullandığınız kelimeler sizi ele verir çünkü.
Yeni tanıdığım bir insanı tanımlamak için onu hatırlatan kelimeleri yan yana yazarım, ortaya “kelime-karakter” çıkar. Bu yöntemin oyun karakterlerini deşifre etmek için de yararlı olacağı kanısındayım. Bu oyunun iki rolü Sigmund ile Carlos için aynı tabloyu yaptım. Şanslıyım, oyundaki rollerin kullandıkları kelimeler yanında, bir rolün diğeri hakkında düşündüklerini yansıtan kelimeler de var metinde.
Rollerin kullandığı kelimeler:
Sigmund: Ön yargı, başkasını dinlemek, tecavüz, bekâret, cinsellik, histerik, psikanaliz, serbest çağrışım, feminen, psikanalist.
Carlos: Burjuva, erdem düşkünlüğü, mülkiyet, lümpen, eylem, sosyalleşme, sosyal gelişme, sömürü, sınıf bilinci, sömürü, tarihsel sorumluluk, maskülen, romancı, kapital, işçi birliği.
Rollerin karşısındaki için kullandıkları kelimeler:
Sigmund, (Carlos için): Marksist, Bolşevik, kolektivist, bürokrat, ben merkezci, dialektik materyalist, proleterya, gözetleme, dinleme, provokatör, ensest
Carlos, (Sigmund için) : Korku, sürmenaj, cinsellik, mistisizm, metafizik, bireyci, sosyete doktoru, paranoyak, megaloman, idealist.
Piyes, rollerin kullandıkları kelimelere, kelimeleri kullanış şekline; seyircinin anlaması istenene; seyircinin algıladığı, anlayacağı üstüne kurulmuş. Kelimelerin kullanışındaki özen ile ortaya çıkan bu özellik piyesin nasıl bir ustalıkla yazıldığının da göstergesi. Seyirci, bir kız okulunun yanındaki parkta karşılaşan iki kişinin, pardesülerinin altından görünen çıplak bacaklarına bakarak istediği hayâli kurabilir, hikâyeyi yazabilir. Ama dikkat! Gördüğünüzü anlatırken kendinizi de ele verirsiniz. Yani başkasını tanımlayacağım diye seçtiğiniz kelimeler sizi de deşifre edecektir. Bunu, Freud “serbest çağrışım” ile söylüyor aslında. Günlük Müstehcen Sırlar’ın en başarılı bulduğum özelliği de bu. Oyunu tanımlarken kullandığınız kelimeler ve oyunun isminden çıkarak beklentileriniz; perde açıldıktan sonra geçen iki üç dakikada aklınızdan geçenler ile oyun sonu düşündükleriniz size sizi anlatacak, kendinizi tanıyacaksınız. Günlük M(üstehcen) Sırlar’ın böyle bir tuzak içerdiğini söylemeliyim. Bunu anlamak için de çok beklemenize gerek yok. Yaklaşık 80 dakika içinde yani oyun sonunda kim olduğunuzu anlayacaksınız. Kendi kendinize psikanaliz yani, hem de bir kamu tiyatrosu bileti parasına, yani ödediğiniz vergilerin karşılığı olarak.
Bakın Freud tiyatro için ne diyor: “Bu bağlamda başöğe kesin olarak insanın “istim boşaltarak” kendi duygularından kurtulmasıdır ve bunun sonucundaki keyif bir yandan tam bir boşalımla üretilmiş olan rahatlamaya öte yandan da kuşkusuz buna eşlik eden bir cinsel uyarılmaya denk düşer; çünkü tahmin edebileceğimiz gibi cinsel uyarılma her duygu uyanışında bir yan ürün olarak ortaya çıkar ve insanlara çok arzuladıkları fiziksel durumların gizil gücünün yükseldiği duygusunu verir.”
Yani oyun seyrettiğinizde yanında “cinsel uyarılma” da var, ödediğiniz vergiler boşa gitmemiş olacak. Bu duruma hemen “müstehcenlik” etiketi yapıştırmayın. Siz “müstehcen” misiniz, olabilir misiniz? Oyunun sonunu bekleyin. Belki de tiyatrodan korkunun nedeni budur kim bilir?
Ama neyse ne, iki “baba” var sahnede, biri psikanalizin diğeri komünizmin.. Ve şiddette birleşiyorlar. Şiddet ve seks bir tür “haz” yaratmıyor mu? Şimdi bir de tiyatro var hem de ödediğiniz vergilerin karşılığı olarak. Yazar bu noktadan başlıyor, şiddet, seks ve tiyatroyu “haz”da birleştiriyor. Ben sanatsal “haz” diyorum da siz bunu da nasıl anlarsınız acaba?
Günlük Müstehcen Sırlar 1984’de Pinoche Şili’sinde sahnelenmiş, Latin Amerikan Tiyatrosu’nun en uzun süre oynanan oyunlarından biri olmuş. Yazar Parra(1952) aslında psikiyatr. Belki de bu nedenle oyun, psikolojinin temel kavramları ile öne çıkar ve oyunun iki rolünden biri Sigmund daha öndedir. Ama yazar, Carlos karakteri ile komünizmi de bildiğini gösterir. Piyes de, tiyatroyu bildiğinin kanıtı. İşte bu yüzden Marco Antonio de La Parra büyük bir yazardır. Bunu anlamak için Günlük Müstehcen Sırlar’ı okumak yeter. Oyunun iki oyuncusu Cengiz Tangör(Carlos) ve Erkan Sever(Sigmund) iyi oyuncu olmalarına ve ellerinden gelenin en iyisini vermeye çalışmalarına rağmen onların kabahati yok, çünkü yönetmen “böyle” istemiş. İBBŞT’da Yıldırım Fikret Urağ rejisi ile sahnelenen Günlük M. Sırlar, “Parra gerçeğini” anlamanıza imkân vermiyor. Hatta size nefes alma izni bile vermiyor. Keşke yönetmen buna daha çok izin ve önem verseydi.
Piyesin katmanları pek çoktur. İki rol, önce birbirlerinin, birbirlerini tanıdıktan sonra el ele vererek, seyircinin algısıyla oynamaya başlar. Metindeki “seyirci”, gözetleyen, takip edendir; roller, onun ne yapacağını kendi deneylerine göre var sayar, adlandırır, yorumlar yani bir anlamda onların çevrelerini algılamasıyla ilgili bir durumdur bu. Hatta oyun boyunca böyle bir “tehlike”nin var olup olmadığı da meçhuldür. Belki de iki meczup “uyduruyordur”. Rollerin “oyun”u, durum ve yapacaklarını farklı gösterme çabasına dayanır. Piyes bu anlayışla kurgulanmıştır. Bu, seyircinin algısına teslim etmektir oyunu. Pek tabiidir ki yazar, piyesin tiyatro seyircisine sunulacağını bilir. Piyesin bir katmanı da burada öne çıkar. Yazar kurguyu oluştururken seyirciyi dikkate alır ve tiyatroyu düşünür. Yani sahnede var olan roller arası “iç” iletişimden rol ile tiyatro seyircisi arasındaki “dış” iletişimi yaratır. Bu dış iletişim “doğal”dır, zorlama değildir. İBBŞT versiyonunda ise bilinçli bir seyirci ile/seyirciye oynama gayreti var. Oyuncular, seyirciden gördükleri teşvik, destek ve müsamahanın sınırlarına bağlı olarak doğaçlama ile “renklendirilmeye” çalışılmış bir oyunculuk sergiliyor. Oradan anlıyoruz ki yönetmen oyunun “renge” ihtiyacı olduğuna inanmış. Bu da seyircinin metnin doğal halini yeterince algılayamayacağına dair bir ön yargıdan kaynaklanıyor sanki..(Dramaturg- Özge Ökten) Yönetmen, oyuncuları, özellikle dekoru(Sahne ve Kostüm tasarımı: Taciser Sevinç), müziği(Danışman: Çağrı Hün), ışığı(Tasarım-Özcan Çelik), efekti(Tasarım-Yusuf Tuncer) bu amaca yönelik olarak özgürce “kullanmış”. Y.F.Urağ, dergideki yazısında “Bu buluşma öyle tılsımlı ya da yavan bir buluşmadır ki sonunda ortaya çıkan şey ya seyircinin de katıldığı bir akıp gitme ya da sözün adresine ulaşamadığı bir kuru gürültüdür” demiş. Seçilen kelimelerden rejiye dair ip uçlarını bulabiliriz. “Yavan”lığı gidermek için “tılsım”lı olmaya çalışan bu sahnelemede “seyirciyi de içine katma” çabası ile “sözün adresine ulaşamadığı bir kuru gürültü” çıkmış ortaya. Gene Y.F.Urağ’ın sözleriyle “Oyun kurmak, kurulmuş oyunları bozmak” da ifadesini bulan düşüncenin “oyun” kısmıyla daha çok ilgilenilmiş.
Bu nedenle “oyun”dan yola çıkılarak piyes bir çocuk bahçesine oturtulmuş. Kaydırak, tahterevalli, salıncak ,dekorun temel unsurları olarak alınmış. Parkı “çeviren” tel çit, “koruma”nın, “özel alan” olmanın bir göstergesi. Giyotin olan bank, “masal ağacı”, renkli sular fışkırtan havuz da “tılsımlı” âlemin gereği olarak seçilmiş herhalde. Çocuk bahçesindeki heykel “bilinçaltının” oyunu gibi. Kaydırak, bana sonu suyla biten kaydırakları hatırlattı. Kaymaya başladığınızda ıslanacaksın demektir ya, öyle “kontrolsüz” bir iniş, kayarak bir “tılsım”lı âleme giriliyor(?) sanki, hem de “çıkış”sız. Sahne arkasına giriş ve çıkışın kaydıraklardan olması ve idam sahnesi ile “kapatılma”sından ne beklenmiş anlamadım. Yönetmen öyle tercih etmiş.
Oyun sonundaki sürprizi düşündüğümüzde oyuncuların oyun alanına kaydıraktan kayarak girmesi anlamsız geldi bana. Oyun alanı, tarihe yolculuğun, geleceği hayâl etmenin, bugünü “ima”lara yükleyerek anlatmanın âlemi. “Tiyatral tılsım”ı anlarım ama piyeste anlatılan hikayenin “tılsım” ile nitelendirilmesine karşı çıkarım.
Yönetmen sahnenin ön perdesini kırarak oyuncuları sahnenin dışına çıkarıyor, seyircinin arasında getiriyor. Oysa o alan oyunun başlangıcında “karşı taraf”, “okul”du, yani “gözlenen”di. (Seyirci yeri okul olarak işaretlendi) Okul ile karakterler aslında iki taraf. Sahne dışında yani oyun alanının dışında iki rol seyirci ile “oynamaya” başlıyor. Oyuncular “hoşa gitmeye” çalışıyor. Oyun boyunca sahne ile salon arasında böylesi bir alış veriş yaratılıyor. Bunun piyese ne kattığı doğrusu çok müphem. Bazı anlarda gök gürültüsü şeklinde gelen efekt, her hangi bir şarkı, ışıkla oynayarak yaratılan sahnelerin, oyunu kesintiye uğrattığını seyirciyi de şaşkına çevirdiğini düşünüyorum. Piyesin başlarında “Kız çocukları korkutmaya” diye bir replik var. Bunun “Kızları korkutmaya..” şeklinde değiştirilmesi ve oyun boyunca “Kız çocukları” değil “kızlar” şeklinde söylenmesi bence daha doğru.(Çeviren: Deniz Yüce Başarır)
Freud “İlgili bir izleyici olarak bir gösteri ya da oyunda bulunmak, yetişkinlere, büyüklerin yaptığını yapabilme yolunda kararsız umutları bir biçimde doyurulan çocuklara oyunun verdiğini verir” demiş ama Günlük M. Sırlar “oyun”unu ima etmemiştir sanırım.
“ İzleyici, çok az şey yaşayan kendisini ‘başına önemli bir şey gelemeyecek olan zavallı bir sefil’ olarak duyumsayan, uzun süre önce küllenmeye zorlanmış ya da daha çok dünya işlerinin merkezine kendi kişiliğinin hırsını yerleştirmiş olan insandır; arzularına uygun olarak duyumsamak, davranmak ve işleri buna göre düzenlemek-kısacası bir kahraman olmak- için özlem duyar. Ve oyun yazarı ve oyuncu, onun kahramanla kendini özleştirmesine izin vererek bunu yapmasına olanak verir.” (Freud) Günlük M. Sırlar size bu olanağı sunuyor ama metinde. Sahnedekinde ise içine atıldığınız kuyunun içinden gök yüzüne bakıyorsunuz, kuyunun üstünden bir ay geçse de aydınlansak diye. Öte yandan sahnede yaratılan “gürültü” seyirciyi düşünmeye değil kendini “kaptırmaya” yöneltiyor. Oyuncular da seyirciyi “göz boyamacı” bir atmosfere çekerek onları o “parkın” içine gömüyor.
“(Çünkü) seyirci neredeyse hoşlanmayı yok edecek olan acılar, ıstıraplar ve ani korkular olmaksızın böylesi gerçek bir kahraman tutumunun kendisi için olanaksız olacağını çok iyi bilir. Dahası kendisinin yalnızca bir yaşamı olduğunu ve güçlük karşısında böylesi etkili bir savaşımda bile olasılıkla yok olacağını bilir. Buna uygun olarak hoşlanması bir yanılsamaya dayalıdır; yani acıları, ilk olarak oynayanın ve sahnede acı çekenin kendisinden başka biri olduğu ve ikinci olarak da önünde sonunda bunun yalnızca kişisel güvenliğine hiçbir zarar verme tehdidi olmayan bir oyun olduğu kesinliğiyle azalır.”(Freud)
Zaten seyirci, daha ilk baştan “oyun”a gelmiş olduğunu kabul ederek orada bulunduğu seksen dakika boyunca gördüklerinin kendi hayatına dokunacak olması ile tedirgin oturuyorken onun beynini değil koltuk altlarını “gıdıklayarak” güldürmenin, şaşırtmanın da etkisiyle salona girdiği gibi bir an önce çıkmanın hesaplarını yapmaya zorlanıyor.
“ Bu koşullarda kendisini “büyük adam” olmanın keyfini çıkartmaya hiçbir karamsarlık duymaksızın dini, politik, toplumsal ve cinsel konularda özgürlük arzusu gibi baskılanmış itkilere izin vermeye ve sahnede temsil edilen yaşamın bir kesimini oluşturan çeşitli görkemli manzaralarda her doğrultuda bir “istim boşaltmaya” bırakabilir.”(Freud)
Günlük M(üstehcen) Sırlar bu “istim boşaltma”ya bile yol açmıyor. Piyesin başı iyi hazırlanmadığı için de oyunun sonundaki sürprizin de anlamı kalmıyor.
Rejinin tercihleri nedeniyle piyes metnin içerdiği boyuttan uzaklaştırılmış. Örneğin dumansız sigara(ya sigara içer gibi yap ya da dumanını üfle); ışık kullanılarak bir anı duyguyu hatırlatmak(işkence sahnesi); “hasta siempre” şarkısı üstüne “hastasıyız”, “bu kadar şamata yeter”, “musluk suyu” replikleri; camsız gözlük; “ülkenin içine ettiler”den umulan medet; “ayılırım ha düzgün soru sor”; sessizliğin keman sesi ile “doldurulması(?); Hamlet’ten kafatası; “dedim mi ben öyle bir şey?”(seyirciye); “daha büyük alkış bekliyorum”(seyirciye); “Lâkabını söyle”; “Bardan içeri girmiş” der demez fondan gelen bar müziği; iki erkeği öpüşmeye getirmenin üstüne “ruhu aynı soydan” ile “Love Story” müziği; kuş sesleri; idam sehpası ve kement; enternasyonel müziği; havuzdan akan renkli su; sirk müziği, “mission imposible” müziği; parkın ortasındaki melek heykeli ; “Ağzına edilmiş düz tabandan başka bir şey değiliz” mi, yoksa "Biz sömürülmüşlerin bilinciyiz! Ortaya çıkmak için umutsuzca yol arayan bastırılmış bir gücüz biz..."; "Düşündüklerimizi söylemek için hep sarhoş numarası yapmak zorunda mı kalacağız?"; "Bizi birer karikatür şekline soktular! İğrenç kişilikler yarattılar bizden! İğrenç!... " repliklerini mi hatırlayacak seyirci “oyun”dan çıkınca? " En basit ahlâk kurallarıyla birlikte, insan haklarının yeniden gündeme gelmesini sağlamak!” diyen bir oyundaki bu repliklerin, gitara yapışmış el ile yapılan göndermenin(Viktor Jara) “güme gitmesi”ne üzülmez misiniz!
Günlük Müstehcen Sırlar’ın bu ilk çıkışı değil sahnelerimize. Daha önce 1994 ve 2003’de oynanmış. O zamanlar olay olmamış. Özel tiyatrolar oynadığı için herhalde. Bu kez “+16” gibi gereksiz bir damgalama ve “müstehcen” kelimesinden yola çıkılarak nerdeyse “aforoz” edilmek istenen bir oyun kendini böyle mi “savunur”? (“Savunma”ya takılan varsa bilinçli bir seçimdir ve benim gördüğümün tam karşılığıdır. Zira oyuncular yapılan saldırıdan etkilenmişe benziyor.) Belki de bu nedenle Günlük “M” Sırlar şahane bir metin ama sahnede şahane değil, ( M’nin yerine benim seçtiğim kelime ile) MAALESEF!
Ama gene de verginizi bir türlü ödemişseniz gidin görün derim ben! Vergi boşuna ödenmiş olmasın!
Melih Anık
“Sanat ve Edebiyat”- Freud- Çevirenler: Dr.Emre Kapkın-Ayşen Tekşen Kapkın-Payel Yayınevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder