Ateşli Sabır, Skármeta’nın Neruda(1904-1973) ile röportaj yapmak için Kara Ada’ya gidişi ile doğar. Skármeta hayranı olduğu Neruda’nın hayatından, konuşmalarından, şiirlerinden, anılarından yararlanarak bir roman yazar. Yazdığı romanı sinemaya uyarlar(1984 Biarritz ve Hvelva Film Şenliği Ödülü) Daha sonra eseri bir piyes olarak sahneye taşır.
Ateşli Sabır’ı belgesel bir piyes olarak saymak mümkün, Neruda’nın 1969 ile 1973 yılları arasındaki hayatının son 4 yılına dair bir piyestir. 1969 yılında Neruda, Şili Cumhurbaşkanlığı için aday gösterilir, Allendé(1908-1973) lehine adaylıktan çekilir. Allendé, Latin Amerika’da seçimle iktidara gelen ilk Marksist Başkan’dır. 40 yıllık politik mücadelenin sonunda 1970’de Başkan olmuş 1973’de kendine bağlı kuvvetler ile Başkanlık Sarayı’nı saran diktatör Pinochet’nin askerî darbesi sırasında ölmüştür. Allendé’nin Fidel Castro’nun hediye ettiği silahla intihar ettiği söylenmiştir.
Neruda, 1970 yılında kendi isteği üzerine (uzaklaşmak ve Paris’e gitmek istediğini söylemiş) Allendé tarafından Paris Büyükelçisi olarak atanır. 1970 ve 1972 yılları arasında görevinde kalır. 1971 yılında Nobel Ödülü’nü, 1972’de Struga Şiir Akşamları’nda “Golden Wreath(Altın Çelenk)” Ödülü’nü alır. Neruda, 1972’de sağlık sorunları nedeniyle Şili’ye döner. 1973 yılının Eylül ayında yani Pinochet’nin idareye el koymasından sonra Neruda’nın evi basılır. Neruda’nın "Sizin için burada tek tehlike var: Şiir!” demesi hatırlardadır. Allendé’nin gidişi de onun son umutlarının yıkılışı olur. Allendé’nin ölümünden 12 gün sonra(23 Eylül 1973’de) zaten bir süredir hasta olan Neruda, kaldırıldığı hastanede ölür. Pinochet, Neruda için yapılacak cenaze törenini yasaklamış ama Şili halkı karşı çıkarak sıkı yönetime isyan ederek tüm sokakları doldurmuş. “Şiir isyandır” diyen şaire yakışan bir uğurlamadır bu. Çok sıkı polis gözetiminde yapılan cenaze töreni, yeni rejimin protestosuna dönüşür. Çıkan olaylar sırasında yaşanan kaosta Neruda’nın evi tarumar, kitapları yok edilir.
Neye üzülüyorum biliyor musunuz? Neruda’danın hayat hikâyesi içine Pinochet(1915-2006) isminin “bulaşması”na. Öte yandan cuntacının da şanslısı olurmuş diyorum kendi kendime. Sen faşist bir cuntacı ol ve dünyanın en büyük şairi ile birlikte hatırlan! Ama bunun “öte tarafı” da var. Neruda’nın her hatırlanışında bu diktatör lânetlenecek, cehennemde bile rahatı olmayacak ve “keşke dokunmasaydım şuna” diyecektir mutlaka. Lâneti bol olsun! Tiranların, cuntacıların, faşistlerin kulağına küpe olsun! Oh olsun! Ama emin olun Neruda onun sesini önceden duymuştur: “Cehennemden gelen bir ses duydum/ Üzerimde/ Tozla, terle, kanla yoğrulmuş/ Bir yaratıktı bu/ Ve bana diyordu ki bu yüz/ ‘Gittiğin her yerde/ Bu işkencelerden söz et/ Bu cehennemde yaşayan/ Kardeşlerinden ilet/ Öylece!’ ” Nereden mi biliyorum? “Hangi işi yaparken Hitler/ Kan ve ter döker cehennemde?” diye soran Neruda, Pinochet’nin sesini duymaz mı!
Neruda “Nehirler gibi/ ağlamak istiyorum/ Garip bir başıma ben/ Kaygılar almalı beni” derken oğulları ölen anaların, işkence edilenlerin, yalancı tanıklıkların, suskun kalıntıların, gökle konuşan ağacın, açan bir gülün sesidir. “Ne zaman verilir güle/ topraktan çıkma emri?” ya da “Neler öğrendi ağaç topraktan/ ki konuşur şimdi gökle?”
Öte yandan Neruda dediniz mi koskoca bir dağ gelir aklınıza; Lorca, Vallejo, Aleixandre, Hernandez, Alberti, Plaja, Salas Viu, Maria Teresa Leon, Eduardo Carranza, Carlo Levi, Paul Eluard, Venturelli, Mayakovsky, Alberto Sanchez, Miguel Otero Silva, Zoilo Escobar, Shakespeare, Nâzım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Hasan Hüseyin, Can Yücel’i duyarsınız .. (İsmini yazamadığım o kadar çok ki! Ne mutlu ülkeme! Ne mutlu dünyaya!) Onlar, Neruda’nın sözleriyle “Yüreğini ülkesinin ortasına ekenler”dir. Onlar hepimize ait. Mario’nun dediği gibi “Şiir yazana değil ihtiyacı olana aittir” Ne mutlu ki onların yaşadığı bir dünyadansınız. Onlar ateşli sabrı besler.
Kara Ada’daki evinde “marangozluğun şairi” Rafita “rauli” ağacından kalaslar üzerine şairin arkadaşlarının adını, Neruda’nın yazısını yansılayarak kazımış. Evde barın çatısına destek olan kalaslardan birinde İspanyol heykeltıraş Alberto Sanchez’in adının yanında Nâzım Hikmet’in adı varmış. (“Nasıl tanımlanır / Senin her yerden derlediğin çiçekler olmaksızın bu dünya” Neruda’nın Nâzım Hikmet için yazdığı şiirden) Neruda’nun Kara Ada’daki evi “dünya”dır yani. Neruda “Neler daha ağırdır sırtımızda/ acılarımız ya da anılarımız mı?” diyor. Kara Ada’daki ev “acıların ve anıların” anıtıdır. Neruda’nın umudun rengi olarak kabul ettiği yeşil mürekkeple yazdığı şiirler bu acı ve anılardan doğar.
Neruda için “taş” önemlidir. Taşları “dinler” fırsat buldukça. 20 yıl öncesinden Şili’nin Taşları isminde bir yapıt yazacağını kafasına koymuş. “… yabani soğuk ve derin ülkeyi çevreleyen yalıyarlarla beş bin kilometrelik Güney Amerika kıyısının taşlarının şiirini yazacaktı. Öndeyiş yazısında ’1939 yılında Kara Ada’ya yaşamaya geldim ve kıyıda taşların olağanüstü varlığını gördüm. Onlar benimle katı ve ıslak, denizci çığlıklarının ve uyarılarının birbirine karıştığı bir sesle söyleştiler’ diyordu.” “Taşlar toprağın kemiğidir” ve “çakıl taşlarının yaşı yoktur”. Çakıl taşları Neruda’ya demiryolcu olan babasını ve onun trenini hatırlatırmış. Babasıyla birlikte çakıl taşı(balast) treninde yaptığı yolculuklarda çiçekler, böcekler, ağaçların yaşamını keşfederek ormanda geçirdiği günler en büyük sevinç kaynağı olmuş. O yolculuklarda “şiir biriktiriyormuş” meğerse. Tren tekerleklerinin iki ray arasında çıkardığı seslerde duyduğu “Eliecer Ricardo, Eliecer Ricardo..” çağrısını severmiş. “Neruda’nın simgeleştirdiği anne ise çocukları için ekmek olan kadındır. Zaten çocukluğunda giydiği donları da un torbasından yapmıştır.”
Roman ve 1985 yılında çekilen film Şili’de, Kara Ada’da geçer. Daha çok hatırlanan 1994 yapımı “İl Postino” filmi ise mekân olarak İtalya’yı(Sicilya’nın kuzeyindeki Salina adası) zaman olarak da 1950 yılını seçmiştir. Piyes, Kara Ada’da geçmektedir. Postacı, saf bir halk adamının Neruda’yı tanıdıktan sonraki değişimini ve aydınlanmasını anlatır. Skârmeta’nın ‘Postacı’ olduğu söylenir. Piyes bir metin olarak sinemadaki anlatıma ulaşamamıştır.
Piyesi oluşturan 12 sahnenin ilk sekizinde diyaloglu sahneler Pablo’nun monologları ile birbirine bağlanır. 9.Sahnede Mario(Postacı) ve sevgilisi Beatriz’in sessiz yumurta oyunu ve düğün sahnesinden sonra Pablo’nun monologları biter. O sahneden sonra Neruda “uzak”tadır, düşlerdedir. Yönetmen Ragıp Yavuz rejisinde, Mario ile iki polis arasındaki son sahnede polislerin seslerini hoparlörden vermiş. Mario hoparlördeki sese cevap veriyor. Madem yönetmen, son sahneye soyut yaklaşmış, Neruda’nın ölümüne de soyut yaklaşsaydı, beyazlar giymiş Neruda yatakta değil, köprü üstünden konuşsaydı Mario ile keşke. Zira Mario-polis sahnesi Neruda’nın köprü üstünde Nobel konuşmasını yapmasından sonra geliyor, onu da “hazırlamış” olurdu. Öte yandan ne yazık ki sessiz “yumurta oyunu” sahnesi çıkarılmıştı. Herhalde İBBŞT yönetimi biri kulaktan duyar biri kulaktan duyduğunu yazar da daha fazla “müstehcen”lik olur diye bu sahneyi çıkarmış olmalı.
Sahne düzeni sahnenin iki yanında iki evin içi, sahne gerisindeki fon perdesinin önünde bir köprü ve yerde çakıl taşlarından oluşturulmuş. Yerdeki çakıllar Neruda’nın Kara Ada’sını, babasının balast trenini çağrıştırıyor, ev içlerinde kullanılan jüt bezi kaplı mobilyalar ve arkadaki denize uzanan köprü sahil kenarı havasını veriyor. Barış Dinçel sadelikten “büyük” bir dünya yaratmış ama üstünde Nâzım Hikmet’in adı kazılı kalası aradı gözlerim. “Onun(Nâzım Hikmet'in)yanında biz şair bile olamayız” diyen Neruda’nın hayatına bizim sahnemizde bu dokunuş güzel olmaz mıydı?
Fon üzerine yansıtılan resimler, videolar(Ses ve Görsel Efekt Tasarımı: Ersin Aşar) Neruda’nın âlemini hatırlatırken Skármeta’nın vurgusunu da getiriyor sahneye. Keşke çakıl(balast) trenini de duysaydım. (Oyundaki tüm kaydedilmiş seslerin salonu doldurması ne güzel olurdu!)
Neruda’nın şiiri müzikle iç içedir. ‘Bir İşçiye Dua’sıyla Victor Jara, ‘Son Saat’ şarkısı ile Patricio Manns Neruda’nın yanı başındadır. Vicente Bianchi tarafından bestelenen “Romans de Los Carrera” ve “Canto a Bernardo O’Higgins” şiirleri de tarihe düşülmüş birer nottur. Neruda’nın pek çok şiiri bestelenmiştir. Postacı filminin müzikleri Oscar ve Bafta Ödülü almıştır. Ben sahnede biraz daha Latin sesleri duymak isterdim, hele de Neruda’nın müzik ile içiçeliğinin verdiği olanakların genişliğini düşününce. Ama müziğin(Müzik Danışmanı: Çağrı Ö.Hun) bu kullanılışını da yeterli buldum.
Kostüm Tasarımı(Canan Göknil) genel reji anlayışına uygun ve kişileri doğru yansıtıyor.
Fon perdesine yansıtma olan oyunlarda ışık tasarımının(Kemal Yiğitcan) daha da özenli yapılması gerekiyor. Oyunda özenli bir ışık kullanımı var. Sahne gerisi karanlık bırakılmış, böylelikle hem izdüşümler hem de fon perdesi doğru ışıkla yansıyor.
Köprüde iki kadın iki erkek sahnenin anlamına göre dans ediyor. Koreografi( Yasemin Gezgin) zamanın dili sanki, tekrara düşmüyor ve metni okumada başarılı. Oyun dergisinde onlar için “izdüşümler” denilmiş. (Derya Keykubat, Derya Yıldırım, Cihan Kurtaran, Hamit Erentürk) Kimin iz düşümü? Tarihin, zamanın, incinmenin, haykırmanın, ölümün, isyanın… Değilse bile ben öyle olsun istedim. Tarihe ağ atıyor, tek yumruk olup göğe uzanıyorlar. Köprüyü onlar dışında sadece Pablo’nun kullanmasını tercih ederdim. Keşke Rosa o köprüden geçmese.
Skármeta “en başta vermek istediğim yaşama sevincidir, yaşam duygusudur” demiş. “Bir yandan yaşamın anlamını ve güzelliğini vurgulamaya diğer yandan yüreğimizde taşıdığımız acıların melankolisini iletmeye çalışırım” Ben oyundan Skármeta’nın vurguladığı o duyguyu aldım. Onun için de oyunu başarılı buldum. Bu duygunun yaratılışında oyuncuların da rolü çok büyük. Pablo’da Levend Öktem, duygulu sesi ve deneyimli oyunculuğu ile seyirciyi ele geçiriyor. Mert Turak’ın oyunculuğunda çok olumlu gelişmeler gördüm. Geçmiş yazılarımda çokça uyardığım Mert Turak’ın Mario tiplemesi çok başarılı. Oyunculuğu (ve kendini)abartmayan sade ama ayrıntılara dikkat ederek, sesini ve bedenini sözüne uydurarak çok iyi bir oyunculuk çıkarıyor. Mert Turak’ı bir hafta sonra Otobüs’de de seyrettim, düşüncelerimin sağlamasını o oyundaki başarılı kompozisyonu ile yaptım. Ayşegül İşsever, Rosa’yı yumuşak-sert dengesini kurarak canlandırmış ki bence piyesin aradığı “anne” o. Derya Çetinel, annesinin değil gönlünün sesi dinleyen biraz havai biraz duygusal ve çokça çekici Beatriz’i başarılı bir oyunculukla yaratmış.
Parçaları özenle hazırlanmış bir çalışmanın tamamından sorumlu olan yönetmen Ragıp Yavuz bence başarılı bir sahneleme yapmış. Ragıp Yavuz, dramaturjide kendinden başka bir sesi “dinleseydi” eminim ki piyes çok daha başarılı olurdu. Oyunun duygusallığı ağır basan atmosferinde Neruda’nın “şiirsel isyanının” eksik kaldığını düşünüyorum.
Skármeta “ Halkın ateşli sabırıyla Pinochet dönemi kapandı” diyor. Oyunu çeviren Aziz Çalışlar’ın önsözde yazdığı gibi “insanî bir dirençle yaşatan, yaşamsal kötülüklerin üstesinden getiren de bu değil mi?”.
Neruda “Çünkü iyiyi de kötüyü de yazmaya hakkım var/ acı lambalar gibiyim/ Şişe kırıklarını aydınlatan” demiş. Siz şişe kırıklarını aydınlatabilir misiniz?
Sorun kendinize Neruda gibi: “Nedir benim ederim/ tarihin yargısı önünde?”
Hepinize Ateşli Sabır’ı öneriyorum.
Melih Anık
İlgi:
Ateşli Sabır- Antonio Skármeta - Can Yayınları
Yürekte İspanya- Pablo Neruda - Çeviren: Enver Gökçe - Evrensel Basım Yayın
Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak - P.Neruda - De Yayınevi
Sorular Kitabı - P.Neruda - Türkçesi: Acem özler, Jörg Spötter, Şahap Eraslan - Broy Yayınları
20 Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı - P.Neruda - Türkçesi: Said Maden- Cem Yayınevi
Pablo Neruda- Volodia Teitelboim- Çeviren: Aytekin Karaçoban- Kavram Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder