Garaj İstanbul'da Histanbul, Kemal Gökhan Gürses'in ayni adlı çizgi romanından yola çıkılarak besteci Evrim Demirel ile kurulan ortaklıkta, farklı disiplinlerden gelen yaratıcılar ile ortaya çıkarılmış bir "Proje". Biliyoruz ki yukardaki giriş , bir gösteri eleştirisinden daha çok İstanbul'daki herhangi bir konut "Proje"sini anlatmaya benzedi.Ama ne yapalım ki "ortaya çıkaranlar" "proje"lerini bu sözlerle anlatmayı seçmişler.Gösteri sanatını ilgilendiren bir çalışmanın o sanatın terminolojisi ile değil de başka bir işin jargonu ile anlatılması sanatı ticaret ile birleştirirken kullanılan yollardan biri. Bu yol, sonunda da ister istemez sahne kenarında durup sahneden gelen müzikle dansederek, coşar gibi yapmaya , alkış başlatmaya ve de kendi yarattığı "proje"yi yine kendi "bravo" çığlıkları ile "taç"landırmaya kadar gidiyor. "Bitse de gitsek" ruh halini çoktan giyinmiş seyirciler , "projeci"nin "ittirmesine" kapılıp ayıp olmasın diye alkışlarını gönderiyorlar, "ağlatıcı"ların havasına kaptırıp kendinden geçenler gibi.Onları görünce Tolstoy'un sözlerini hatırladım: "….hayran olma zorunda hissetmelerine tanık olmaksa,büsbütün katmenlendiriyordu içimdeki acı duyguyu." (Tolstoy-"Sanat Nedir?")"Proje" ,zemin etüdleri yapan jeolog Ali Bora'nın bir sokak arasında karşılaştığı kadının İstanbul mu, yoksa bir tahayyül mü olduğunu anlaması için yedi tepeyi dolaşması üstüne bir çeşitleme.Bu medya bilgilendirme notundan yapılmış bir alıntı. Ama ortaya çıkan "proje", bir post-modern palyaçonun beyazlar giymiş bir kadınla birlikte eğik platformlar üzerinde, "sis"ler içinde çıplak ayakla dolaşması…Proje'nin hemen girişinde "Rakı ile yaşar" diye tanımlanan asırlık bir kentin sahnede içine düşürüldüğü kuyunun , gerçektekinden hiç de farklı olmadığının sinyallerini aldık. Gördük ki asırlar boyunca güzelim kente edilenler 90 dakika boyunca sergilenen "Proje"de de bir başka boyutta yinelendi."Malını dövenlerin kenti İstanbul" tanımındaki sığlık; "İş misin sipariş misin?" ile yapmacıklı sokak ağzı;"Beyoğlu-yarı açık kerhane…" saçmalığına yapılan gönderme ile "sığ"dan alkış alma çabası;"İstanbul çağların görmeye korktuğu düştü"deki "entel" söylem; "Aman canım neyse"de vurdumduymazlığın kolaycı eleştirisi; sempati avcılığı;"Salla bizi İstanbul"daki "tribün" slogancılığı; "Mahalle ayakta ama alışveriş merkezi yıkılmış" daki kulaktan duymalık.. "Teneke tepe" benzetmesinin sıradanlığı.."Kasıklarının arasında hissedilen İstanbul…" ile Histanbul'un kasık arasına düşürülmesi ve duygunun yerle bir edilmesi…."Sahip olunamayan İstanbul'dan kaçış"daki eski Türk filmi ruhu..."Deprem ile korkutulan şehir" sakızının çiğnenmesi.."Bu şehir insana tuzak kuruyor" ile şarkılara sarılma. "Ben gitmem bu şehirden" ile biten melodramatik son…Histanbul,yukardaki örneklerle çok konuşup hiçbir şey söylemeyen bir gevezelik haline dönüşmüş. Sanatçı duyarlı ama bilinçli olacak. "Söylediğini bilecek. Kullandığı sözcüklerin içini dolduracak."(Garaj İstanbul'un Manifesto'sundan) Salt "His" yetmiyor!Asıl sorun , sorunlara ,gündelik yaşam çizgisinde "sokak"tan bakan çizgi roman ruhunun, sanatın kanatları ile uçurulamamış olmasıdır. İçine ne kadar Sait Faik, Tevfik Fikret ,Orhan Veli katarsanız katın özü tatsız olan bir metni tatlandırmanız mümkün değildir. Üstüne üstlük bir de İstanbul gibi asırlık tarihi kucaklamış, tarihin yazılmasına neden olmuş yaşlı ama ulvi bir kent , sanatçı duyarlılığı ile değil "post-modernizmin "sokak" bakışı ile yorumlanırsa ortaya çıkan derinliksiz bir "iş" olur.Seyirciyi "yakalasın" diye aralara kattığınız şarkılar, şiirler yarattıkları anlık güzellikleri şarkıya,şiire borçludur. Ama bütünlüğü sağlayamazlar.Tevfik Fikret'in İstanbul'unu "rap"lamak bugünün "özgürlük" anlayışına göre "Neden olmasın? Putları yıkmak lazım" dan güç alır ve de destekçisi çok olur.Ve sahne kenarında "projeci"yi oynatır. Oldu mu? Olmadı ! Oysa "Histanbul", insanda olumlu çağrışımlar yapan mükemmel bir buluştur. Zaman zaman netliğini yitirse de sahneye düşürülen çizgiler ve çizgilerle oyuncuların iletişimi, özgün olmasa da hoş; oyuncuların sahneden dışarı taşan samimiyetleri ve çabaları da takdire değer. Üzerinde çıplak ayaklarla gezinilen platformlar sahnedeki durağanlığı gidermiş.Arkada, orgu ve ve bilgisayarı kullananlar "proje"nin epik ögeleri...Memet Ali Alabora'nın zıplayarak yürüyen ,omuzları düşük ,kolları ve paçaları kısa giysi içindeki palyaçosu "Depremle yaşamayı öğrenmeliyiz" pelesengini diline dolamış kentin şaşkın jeologunu anlatmak için seçilmiş post-modern bir figür olmuş. Roza Erdem'in güzel yüzü , İstanbul "umud"una yakışmış. Ama gerçek İstanbul tüller içinde ve beyaz değil ve onun kadar güzel gülümsemiyor.Geçmişte çok daha iyi gösterilerini gördüğümüz; seyrettikleri bir oyunu yarıda bıraktıkları anda bile yaptıklarında bir "hikmet" aradığımız Övül ve Mustafa Avkıran'ın bu "proje"si hayallerimizi kırdı. Hele de "Gösteri sanatlarının zamanı geri geldi."; Söylediğini bilen,kullandığı sözcüklerin içini dolduracak..; Sahici ve samimi..; Yeni bir terminolojiye ihtiyaç var.." sözleriyle manifestosunu yayımlamış gurup düşünüldüğünde….Garaj İstanbul bir "proje" olabilir ama içindeki gösteriler değil.Sanat "proje"lendirildikçe "meta" haline gelir. O zaman seyirci de "müşteri" olur. Proje Müdürü olan yönetmen de "malı" nasıl satacağının hesaplarını yapmaya başlar. Bu "Kendini bağımsız yapıtlar üzerinden var etmenin bir yolu" olabilir mi? Sanatçı'nın projesi yoktur gösterisi/oyunu vardır. Proje'nin ise patronu vardır; muhasebesi vardır. Sanatçının muhasebesi ise patronun muhasebesinden farklıdır. Tolstoy "Bir insanın,yaşadığı bir duyguyu,belirli dışsal işaretlerle ve bilinçli olarak başkalarına yansıtması ve o başkalarının da aynı duyguyu yaşamalarından ibaret insani bir etkinliktir sanat" diyor.("Sanat Nedir?")Umarız Övül ve Mustafa Avkıran, Histanbul ile ilgili olarak kendi "muhasebe"lerini "sanatçı" olduklarını hatırlayarak yaparlar.
Melih Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder