5 Nisan 2013 Cuma

Öyleyse Neden “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” (Haldun Taner) ?


Oyunun sahneleneceğini duyduğumdan beri  bir soru kafamı meşgul etti: Haldun Taner’den(1915-1986) NEDEN bu oyun seçildi? Oyunu seyretmeden önce de sordum seyrettikten sonra da aynı soruya ikna edici bir cevap bulmaya çalışıyorum. Seyretmeden önce genellikle, “neden” sorusuna aklınıza yatan bir cevap alabilme umuduyla  bir beklentiniz olur ama seyrettikten sonra o beklenti biter bir hayıflanma alır yerini “neden?” diye.

Günün Adamı (1957), Dışardakiler (1957), Ve Değirmen Dönerdi (1958), Fazilet Eczanesi (1960), Timsah (1960), Lütfen Dokunmayın (1961), Huzur Çıkmazı (1962), Keşanlı Ali Destanı (1964), Gözlerimi Kaparım, Vazifemi Yaparım (1964), Zilli Zarife (1966), Vatan Kurtaran Şaban (1967), Bu Şehr-i İstanbul Ki (1968), Sersem Kocanın Kurnaz Karısı (1969), Astronot Niyazi (1970), Ha Bu Diyar (1971), Dün Bugün (1971), Aşk-u Sevda (1973), Dev Aynası (1973), Yâr Bana Bir Eğlence (1974), Ayışığında Şamata (1977), Hayırdır İnşallah (1980), Marko Paşa (1985)

Haldun Taner’in tiyatro eserlerini yukarıda sıraladım. Elbette Keşanlı Ali Destanı ile Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’nın yeri ayrı. Tiyatrocu olsun olmasın Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’ndaki “Zaten aktör dediğin nedir ki..” tiradını bilen pek çok kişi vardır. Keşanlı Ali Destanı da hem teatral hem de yarattığı karakterin dönemini  aşan özellikleri nedeniyle her dönem seyirciyi çekmiş bir oyundur. Ama sevmeyenlerin de olduğunu  öğrendik. En son  iki yıl önce sahnelendi ve “Beyaz Türkler’in yaptıkları” çerçevesi ile Türk kültür hayatının çok önemli bir yazarı zamanın “ham”lığından  nasibini aldı,  yazar ve bazı oyuncular damgalanmaya çalışıldı. Bir yazar da “Bu oyunun bir başyapıt olduğuna kim, hangi gerekçelerle karar vermiş acaba” diyerek  oyunu küçümsemişti.  Ama toz duman  kalktıktan sonra gerçek niyetini anlama şansına kavuşacağımız bu anlayışa rağmen  Haldun Taner’in oyunları Günün Adamı’ndan başlayarak her dönem merakla beklenen oyunlar oldu, seyirci “Ne yazmış?” diye merak etti, otorite “Gene ne yazmış?” diye sıkıntılı bekledi. Millet için Haldun Taner, “âkıl” adamdı, otoritenin aklı ise “âkıl”da kaldı. İyi de neden Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?

Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım denince akla gelen isim, Ulvi Uraz. Türk Tiyatrosu’nun bu büyük oyuncusu tarafından  canlandırılan Vicdani, unutulmazlar arasında oldu her zaman. Geçen yıl  Ali Erdoğan Şakayla Söyler Haldun Taner isimli derlemesine Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım oyunundan son sahneyi  ve Vicdani’yi almış ve de çok büyük bir başarı ile canlandırmış bize Ulvi Uraz’ı yeniden hatırlatmıştı. Seyredilmiş ya da  seyredilmemiş olsun, Ulvi Uraz’ın hatırlanması da ilginç bir not olarak kalacaktır sanırım.

Seyirlik tiyatromuzun özellikleri ile yaratılan oyunun bir diğer karakteri Vicdani’nin karşılığı, Karagöz’ün Hacivat’ı, Efruz’un Vicdani kadar hatırlanmaması,  Vicdani ile kendini özleştirilen seyircinin daha çok ve her zaman var olmasından ileri  geliyor herhalde. Bunda yazarın da rolü var.  Haldun Taner, finalini  Vicdani’ye yaptırdığı oyununda ona karşı daha duygusal . Efruz’un her dönem günün adamı olabilme açık gözlüğü, açlığı ve de her dönemde dört ayak üstüne düşmesi Vicdani’nin hakkının yenmesine, iyi niyetinin suistimal  edilmesine  neden oluyor. Aradan geçen zaman içinde değişen Türkiye’de yeni nesil , “Vicdani de yedirmesin, yemezsen yerler”e daha yakın gibi. O nedenle Vicdani için üzülen seyirci azaldı mı ne?

Zar zor yer bulduğum(“sandalye konulan” bir oyun olmuştu) bu en yeni Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’da, genel profiline bakarak seyircinin oyuna gösterdiği ilginin nedenini  anlamaya çalıştım. Seyircinin  yaş ortalaması orta yaş sayılabilirdi. Muhtemelen daha önce oyunu seyretmişler,  genç olsun yaşlı olsun Haldun Taner’i ismen ve de hiç olmazsa bir eseriyle biliyorlar gibi hissettim.  Ama bence daha da önemlisi hepsi,  “gözlerini kapayıp vazifesini yapanların” hâlâ “geçer akçe” olduğunun farkındaydılar ve kendilerini rahatsız eden bu toplumsal hastalığa karşı duruşlarını oyunu seyrederek ortaya koyacak  ve de bir tavır koymanın huzurunu duyacaklardı.  DVD’ler, internet kayıtları ile Devekuşu Kabare’nin Haldun Taner’in öncüğünde nasıl bir “muhalif” tiyatro örneği verdiğini de bilmeyen kimse kalmadı herhalde. Bu onlara bir özlemin tezahürü  olarak da alınabilir. Oyuna gösterilen ilgi seyircinin canını sıkan hususlara tepki duyduğunu gösterme arzu ve eğiliminin göstergesi idi. Atatürk adı geçer geçmez salondan kopan alkış seyircinin bir başka özlemini de gösteriyordu. Özetle yazarın “âkıl” adam güvenilirliği,  güldürürken batırdığı iğnelerle seyircinin yerine geçmesi  ve oyunun ismi, seyircinin beklentisini yükselten hususlardı.   Ama oyun sonu alkışların sesinde duyduğum “yarımlık” bana bir şansın kaçırılmış olduğunu düşündürttü.        

 Haldun Taner’in kabare tiyatrosunun ilk örneklerinden biri olan Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, II. Meşrutiyet'ten 1960'ların sonuna kadar gerçekleşen toplumsal değişimleri  anlatmaktadır. Haldun Taner, oyunun 1974 yılındaki sahnelenişinde   yeni sahneler ekleyerek oyuna 12 Mart’ı da dahil etmiş. Ancak 1974’de yapılan eklemeler  şekil ve söylem olarak oyunun ilk biçim ve söylemine  uzak kalıyor, oyun “eklektik” bile sayılamayacak bir kurgu gösteriyor.  Dolayısıyla son hâliyle oyun,  yönetmenin ve de dramaturgun hazik ve nazik dokunuşlarını beklemiş ama maalesef böyle bir çaba görülmüyor. Öyleyse neden Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?

Oyunun bence en anlamlı tablosu Savaş Dinçel rejisinden kalan kışla  perdesinin kullanıldığı sahne  idi.  Bu sahne, Usta sanatçı Savaş Dinçel’i hatırlamamıza neden oldu ama maalesef oyun için kötü oldu.  Zira, bu  Savaş Dinçel’in samimiyet, ustalık, zekâ ve  aklına ulaşılamadığını da gösteriyordu. Savaş Dinçel oyunu 1994 yılında yönetmiş. Bugün ister istemez  eski ve yeni Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım arasında bir karşılaştırma yapıyorsunuz. Kısa bir sahne  olsa bile aradaki fark hüzün vermeye yetiyor. Öyleyse neden Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?

Afişte Selim Atakan’ın ismi hemen yazardan sonra yazılmış. Bu değerli müzik adamı Selim Atakan’a verilen değeri olduğu kadar oyunun içindeki müziğin de önemini belirtiyor. Oyunun müziklerini hazırlayan Selim Atakan, oyuna uymak yerine oyun ona uysun istemiş. “Üvertür”ün ilk notalarından itibaren bestecinin “iddiasını” hissediyorsunuz.  İyi ve doğru besteler olabilir ama müzik tasarımı, oyunun söylemi ve dili  ile uyumlu değil. Bence oyuncular için terennümü zor, seyirci için de  “ağır” şarkılar. Bestelenen sözlerin anlaşılması zor.  Besteler,  Deniz Noyan’ın şefliğinde, uzmanı olmadığım için derinine eleştiremeyeceğim ama bana iyi gelen bir şekilde  icra ediliyor.   Ancak bazı sahnelerde ses o kadar yüksek ki sözler anlaşılmıyor.

Ses düzeni(Özgür Yaşar İşler ve Metin Küçükyılmaz) mikrofon kullanılan bir oyunda önemli. Ancak ses net değil ve de zaman zaman sözün işitilmesinde sorun yaratıyor.

Kostümler(Tasarım: Gamze Kuş) için  de besteler için söylediklerimi tekrar edebilirim.  Oyuncuların tülleri, baş süslerini görünce  Haldun Dormen müzikallerinin finali yanlış yerlerde kullanılmış gibi geldi bana. Anlatıcılara giydirilen smokin  ve abiye kostüm,  samimiyeti ortadan kaldırmış. Seyirlik tiyatromuzun nefesi, kabarenin “herkesin her şey olduğu” senli benli samimiyeti yok olmuş, öğretmen edalı  bir oyun çıkmış ortaya. Bu da oyunun eğlencesini azaltıyor. Metinde  değişmeyen iki karakter var, Vicdani ve Efruz. Diğer oyuncular farklı rollere girip çıkıyor. Anlatıcıları da iki sabit rol haline getirmek oyunun kurgusunu da bozuyor. Ben anlatıcıların değişen oyuncularla  oyuna katılmasını tercih ederdim. Haldun Taner’in istihzalı ama sıcacık şefkatli  gülümsemesi yok, ince “iğneleri” kaba birer diken  olmuş.  Oyun “ısınamadan” bitiyor zaten.(o kadar da uzun olmasına rağmen) Öyleyse neden Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?

Eftal Gülbudak’ ait olan koreografiyi beğendim. Gülbudak gurup danslarında sivriliyor tabii ki. Gülbudak’ın Sarhoş’u oynadığı sahne oyunun en başarılı sahnelerinden biri idi.    

Oyunun dekor tasarımı oyunda geçen bir repliği esas almış “Plâk olmayın”. Dönen platform gramofon’un döner tablası gibi tasarlanmış. Ancak oyun karakterlerinin o tabla üstünde döndürülmesinden murat edilen ne anlaşılamıyor. Vicdani’nin gramofonun içine hapsedilerek sesinin kısılması da bence nedeni anlaşılamayan bir yorum.  Gramofon tablasının anlamı ancak oyun sonunda replik ile daha çok ortaya çıkıyor. İki yanda yaldızlı tablo çerçeveleri  içinde eski İstanbul manzaraları, arkada video perdesi, ortada dönen bir platform, tepeden tüm ihtişamı ile sarkan gramofon borusu. Oyun karakterlerinin bazısı  o tabloların içinden çıkıyor, içine girip kayboluyor.  Benzer bir çerçeve, toplu bir dansın olduğu  bir sahnede oyuncuların içinden geçip önünde resim vermesi için kullanılmış. Karakoldaki memurun masası arkasına gizlenmiş darbuka çok iyi bir fikir. Biteviyeleşen konuşmalarda memurun ona vurarak tempo tutması çok akıllı bir çözüm. Bu sahnelerde yakalanan fikirler  oyunun anlatımında bir birlik içinde değil, bir bütünün parçası gibi algılanmıyor,  anlık hoş sahneler olarak kalıyor. Savaş Dinçel rejisinden kalma kışla perdesini yaratan  anlayış içimizi ısıtsa da oyunun bütününde yama gibi duruyor. Ayhan Doğan’ın sahne tasarımı, üzerinde düşünülmüş olduğunu ama metnin yorumu üzerine yönetmen ve tasarımcının verimli ve uyumlu bir beraberlik oluşturamadığı hissini veriyor. Öyleyse neden Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?

Işık tasarımı(Fatih Mehmet Haroğlu) oyunun aydınlatılması işlevini görüyor ama ışık kullanımının rejiye katkısını  ben bulamadım.

Dramaturginin(Özge Ökten) yazarın iyi anlatılmasında rolünün büyük olduğuna inanırım. Yönetmeni belli bir çizgide tutar dramaturg. Metnin düzenlenmesinde dramaturg ağırlığını koyar. Bazı sahnelerin budanmasına ve de oyunun mesajının  tam olarak seçilmemiş olmasına da bakarak dramaturg bu oyunda ağırlığını koyamamış gibi geldi bana. Haldun Taner’in bu oyunu zaman içinde temel meselesi sabit tutularak yeniden  anlamlandırılırsa hedefe varılır.  Oysa ödenekli tiyatro, suya sabuna dokunmama titizliği ile “mış” gibi “kabare” yapmaya kalkışmış. Örneğin sokak isimleri ile yürüyen oyun düzeninde bugünün sokak isimleri nasıl olur söyleyebiliyor mu? Hayır. Vicdani ve Efruz’a  bugünün kıyafetlerini giydirip zamanın kahramanlarını çağrıştırabiliyor mu? Hayır. Amaç “nostaljik” bir Haldun Taner anma töreni midir? Oyun  çok da uzun. Bu nedenle sarkıyor. Öyleyse neden Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?

Efekt (Ersin Aşar) oyunun can alıcı bir öğesi durumunda değil, görevini yapıyor.

Video tasarımı(Funda Köseoğlu) ve illüstrasyon(Eylül Gürcan) bence oyunun en başarılı yanı. Video görüntülerinde oynayan ve seslendirme yapanlar da çok başarılı. Video tasarımının anlatım dili sahnedeki dilden daha samimi. Sahne ona uysaydı keşke.

Vicdani rolünde Uğur Dilbaz Efruz rolünde Can Ertuğrul iyi  oyunculuk sergiliyor. Ama onlar da eski kalıpların tesirinde kalmış gibi geldi bana, rolü öyle yoğurmuşlar. Yılmaz Meydaneri, İrem Erkaya, Pınar Demiral, Elyasa Çağlar Evkaya, Özgür Atkın, Can Alibeyoğlu, Mert Aykul, Şeyda Aslan, Barış Çağatay Çakıroğlu, Yasemin Gezgin’in oyunculukları iyi, keyifle seyrediliyor,  ama alışılmış tiplemeler yaratmışlar. Yani oyuncu, kendi arşivinden rolü çıkarıvermiş gibi. Ümran İnceoğlu, Zeynep Göktay Dilbaz, Neslihan Ayşe Öztürk , Derya Keykubat Yenigün’ün  ise rollerinde yeni bir söylemi  arıyorlar (gibi algıladım). Bu dört oyuncu kısa sahnelerinde farklı ışıklar yakıyor. Anlatıcıların sorunu, oyunun yorumundan kaynaklanıyor. Bu oyunun belirli bir kişi tarafından oynanması gereken  bir anlatıcı rolüne ihtiyacı yok. Vicdani ve Efruz dışındaki tüm oyuncular değişerek “anlatabilir”. Her ikisini de haber spikerleri gibi fazla ciddi bulduğum anlatıcılardan biri olan Ersin Umulu durgun. Bence oyunculuğunu daha renkli bir hale getirebilir, daha sıcak olabilir.  Sahne duruşu alımlı olan İrem Arslan Aydın, oyunun onu konuşlandırdığı(hapsettiği) yerden rolüne kattığı kişisel vurgularla sıyrılmaya çalışıyor. Oyunculuk yeteneğine inandığım ve sesinin  güzelliğini de bu oyunda fark ettiğim Aydın’ın ona biçilen rollerle  kişisel oyunculuk sınırlarının gerisinde bırakıldığını düşünüyorum.

Yönetmen Can Doğan ile birlikte oyunun  yönetmen yardımcılarının( Ümran İnceoğlu ve Arda Aydın) oyunun genel söylemi için sorumlu olduklarını düşünüyorum. Geçmişi görmek yetmez, geçmiş bugüne nasıl yansıyor(kök nasıl dal vermiş) bunu anlatmak gerekir ki Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’da bulamadığım husus bu. Oyunu “Açın gözlerinizi gerekeni yapın” demek için “gereken”in ne olduğunu  neden gerektiğini göstermek, algılatmak gerekir. Yapamıyorsanız neden Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?

İlk kez oynandığı  1964-1965 tiyatro sezonunda oyunun iki baş karakteri Vicdani ve Efruz 50’li yaşlarda idi; artık  100 yaşına geldiler .  Sanırım oyunun açmazlarından biri bu, konu hala güncel olmasına karşın karakterler yaşlandı. Oyunun zamana direncinin arttırılması için yeni bir şeyler bulmak lâzım. Öte yandan yazar tarafından 12 Mart’a getirilen oyun, o tarihten bu yana hareket edememiş ve tarihimizin en canlı kanlı dönemlerine dokunma cesareti gösterememiş; 1908-1970 arasını 1970- 2012 arasına yansıtarak  tarihin “tekerrürünü”  gösterememiş.    İBBŞT,  oyun tanıtım yazısında “31 Mart Olayı ile başlayan ve 1960 yılının ortalarına kadar devam eden süreçte, ülkemizin siyasal ve toplumsal durumu tüm gerçekliğiyle yansıtılıyor” diyerek kenara çekilmeyi tercih etmiş.  Ötesini yapmak ise “ödenekli tiyatronun işi de değil”(?) zaten. “Benim vergilerimle….”(!)  Zaten niyetin  o olmadığı da oyundan belli.  Çok “temiz” bir iş olmuş. (O kadar da söylesin bir şeyler artık! Ama yeter mi?) Oyunun ilk yazıldığı hâlindeki  finali, aradan geçen yaklaşık 40 seneye rağmen  gene kişisel bir yok oluş sahnesi ile tekrar edilmiş.  Seyirci  Efruz’ların ellerini kollarını sallayarak dolaşmalarından Vicdani’lerin ise kendi “küplerini” kırmalarından tatmin olmuyor artık, bir “çıkış” arıyor. Bu hâline yani ağzından bir şey kaçırmama dikkati ile eski ile oyalanmaya,  piyesin içindeki yeninin çıkarılmamış ve de  eskinin bugüne yansıtılmamış oluşuna bakınca  Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’ın neden sahnelendiğine hâlâ cevap bulmuş değilim.  Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım,  kalabalık kadrolu, canlı müzikli, renkli kostümler içinde  şaşaalı gibi duran bir oyun ama içi yeterince dolu değil. O zaman başka şeyler düşünüyorum.  Belki de Haldun Taner’in hangi oyununun sahnelendiğinin de bir önemi de yoktu seçenler için.  Belki de Haldun Taner, Vasıf Öngören oynamak  bir ön hazırlık, “Sizden bir yazar oynandı mı oynandı, hem de ne güçlüğe rağmen, şimdi sıra bizde..” (“Siz kim “biz” kimiz?) Gelecek sezon Necip Fazıl’lara belki de İskender Pala’lara hazırlanın(ki ben karşı değilim ama onları oynamak için gerekçe yaratmaya gerek var mı?) Eskiden önce Nâzım Hikmet ardından Necip Fazıl oynanırdı şimdi Nâzım’ın yerini başka yazarlar aldı(sanki). Benim hiçbir itirazım yok, hatta “gerçekleri” görmeye bile yarar o oyunların oynanması.  Ama  yazarı yazarla dengelemek nasıl bir anlayıştır.    

Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, bu nedenlerle  “Hadi  bir Haldun Taner oynayalım” duygusunu veren bir oyun. Eskiyi anlatan oyunun her dönem yeni kalacak özellikleri üzerinde durulmamış(düşünülmemiş) desem çok mu ağır olur? Ama metnin yeniden düzenlenmesi  gerektiği hususunda kararlıyım.  Oyunu oluşturan oyunculuk, müzik, dekor, kostüm vb disiplinler arasındaki uyum ve anlatı birliği sağlanamamış. 

Seyirci “kulaktan kulağa” bu oyunun hak ettiği karşılığı verir diye düşünüyorum.

Yazımın başlığındaki sorumun cevabını verebilmişimdir umarım.

Melih Anık 

İlgi: 
Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım- Haldun Taner- Cem Yayınevi Tiyatro Dizisi
Haldun Taner Tiyatrosu- Ayşegül Yüksel- Bilgi Yayınevi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder