Yiğit Sertdemir tiyatro dünyasına adım attığı günden beri
her yıl “Sezonda ilk kez
sahnelenen en başarılı yerli oyun yazarı” seçilebilirdi.
Zira Sertdemir, her yıl karşımıza ödül adayı olabilecek yeni bir oyun ile
çıktı. Yaratılması ve yaşatılması için yapılanlar başlı başına ödüllük olan
Kumbaracı50, yarattığı projelerle tiyatro dünyasının heyecanla beklenen merkezi
oldu. Türk Tiyatrosu’nu yurt dışında sürekli olarak temsil eden “vizyon” da Yiğit
Sertdemir ve arkadaşlarından çıktı. Yiğit Sertdemir, bu yıl Türkiye’nin
prestijli ödüllerinden sayılan Afife ile
Sadri Alışık Tiyatro Ödülleri’nde En Başarılı Erkek Oyuncu adaylıklarının yanına
bir de En Başarılı Sahne Tasarımcısı adaylığını
koydu. Sertdemir, bence. bu
yıl yönettiği oyunlarla En Başarılı Yönetmen’e de aday olmalıydı. Tiyatronun
mekân yaratmaktan başlayarak her dalında
“ödüllük işler” yapan Yiğit Sertdemir’in
2013 Afife Tiyatro
Ödülleri’nde “Sezonda ilk kez sahnelenen en
başarılı yerli oyunun yazarlığını” onaylayan Cevat Fehmi Başkut
Özel Ödülü ile
ödüllendirilmesini, “görüldü”ğünün bir kanıtı olarak alıyor ama bu
durumun ödül kategorilerindeki sıkışıklıktan kaynaklandığını sanıyorum. Eminim
ki yaşlandıktan sonra şimdilik benim gönlümde duran ödülü de verecekler.
Yiğit Sertdemir’in yazıp yönettiği oyunun ismi Katilcilik. İsmi doğru anlarsak oyunu
da doğru anlarız diye düşünüyorum. “Katl”, öldürme demek. “Katletmek” ondan
geliyor. “Katil”, hem “öldüren” hem “öldürme”
için kullanılıyor. Öldüren için kullandığımızda “ka”yı biraz uzatarak
söylüyoruz. “Ka”yı kısa söylerseniz öldürme eyleminin adı oluyor. “Tîl”i
uzatarak söylediğinizde “Katîl” öldürülmüş demek. Yiğit Sertdemir daha oyunun
ismi ile bizi bir kördüğümle baş başa bırakıyor. Eminim ki pek çok kişi oyunun
ismini “ka”yı uzatarak okuyor. Bence doğrusu kısa okumaktır. Buna göre nasıl
“sucu”, su satansa “katilci” de “cinayet
pazarlayan” anlamındadır, cinayete teşvik eden, azmettiren, niyet ettiren
anlamında yâni. Yaşadığımız ölümlere,
savaşlara ekrandan bakan bu dünya, “katilci”lerle doludur. Birbirine yabancı da olsa,
aynı aileden olup birbiri ile “sanal” konuşup yabancılaşsa da “Katilci”ler,
“örtü”ler altından birbirlerinin içlerindeki kâtilleri uyandırmakta, bir
araya gelince de “katilcilik” oynayarak hayatı bir “cinayet oyunu”na
dönüştürmektedir. İnternet odalarının karanlığında saklanmalarımız, arkasında oturduğumuz masaların
arkasına gizlenmelerimizi kışkırtıyor. Hayatı,
tuşlarla yöneteceğimizi sandığımız bir
oyuna çevirmedik mi? Öldürdüklerimizle yeni “can”lar kazanıyoruz. “Delete” ettiğimizi çöp kutusunda saklayıp
geri getirmiyor muyuz? “Çöp kutusu”nu boşaltmak için bir şansımız daha yok mu? Cinayet “delete etmek” değil mi artık?
Piyeste bir cinayet var ama kimin katledildiği çok
da önemli değil. Herkes kâtil herkes maktul değil mi zaten? Kâtil, bir insanın
hayatına son veren anlamında kullanılıyor. Dolaylı yönden birinin ölümüne sebep
olanlara kâtil denir mi? Onların
cezasını kim keser? Onlar? Hitler! Saddam! ……
Yazar oyununun karakterlerine ad verirken de bir
şeylerin peşinde. (Sahnede bunun anlaşıldığını sanmıyorum. Metni okumak lâzım.)
Piyesin üç ana karakterinin (Agatha, Lou ve Jeanne) çağrıştırdıkları, oyunun
zeminini hazırlıyor.
Piyeste bir kütüphanede gördüğümüz Agatha, cinayet
romanı yazarlarının en ünlüsünü, Agatha Christie’yi çağrıştırıyor. Christie’nin
“Dersimiz Cinayet” isimli bir romanı vardı. Yiğit Sertdemir “zamanımızın
dersi”ni yazmış sanki. Ancak Agatha Christie örgülü cinayetlerin modasının
geçmekte olduğunu da gösteriyor Katilcilik. Herkes Poirot, herkes kendi
kendisinin katili artık.
“Telefonda seks hattının ofisindeki” Lou, “Nietzsche’nin dengesini
bozan kadın” Lou Salome’yi akla getiriyor.
Gerek Lou gerekse Salome tarihin en acımasız kadınları(“femme fatal”) arasında sayılıyor.
Salome, güzel(ve de seksi) dansı karşılığında o öyle “dilediği” için, kesilerek
bir tas içinde kendisine getirilen “John the Baptist”in soğuk ve kanlı başını
öpebilecek kadar soğukkanlı bir kadın. Lou
Salome’den yola çıkarsak Nietzsche’nin “Beni öldürmeyen
şey, beni güçlendirir” sözünü hatırlamamak ne mümkün. Nietzsche’yi
görebilirsiniz bu oyunda, Vaftizci Yahya’yı da..
“Otopsi odasındaki” Jeanne ise benim aklıma Kumkapı
Cinayetini getiriyor. Olayın katili olan kadın, o dönemde medyanın en popüler
yüzlerinden biri olmuş hatta Jeanne
d’Arc olarak kahramanlaştırılmıştı. Zamanımız böyle kahramanlar yaratıyor işte.
Yiğit Sertdemir bu üç karakteri bir araya getirerek
cinayet zemininde yükselen ve pek çok çağrışımla beslenen bir oyun yaratmış.
Böylelikle yaşadığı bir olaydan yola çıkarak tarihin karanlıklarında
dolaşıp, yeni algılar yaratan, sanal
gerçeklikle beslenen zamanın değişimi üzerine zihinsel bir “oyun oynamış”.
Bu oyun 7 sahneden oluşuyor. 7’nin de özel olarak seçilmiş olduğunu
düşünüyorum. İnsan bedeninde 7 çakra, dünyanın 7 safhada yaratılışı, 7 kollu kutsal
şamdan, 7 ruhlu güneş tanrısı, 7 element, 7 kat gökyüzü vb. Tanrı’nın dünyayı
altı günde yaratıp yedinci günde dinlenmiş olduğuna inanılır. “Tamamlanmış
olma”nın sayısı yedidir ki oyunun üç kişisi 7 sahnede kendilerini “tamamlamaya”
mı çalışmaktalar diye sorar oyunu seyreden. Doğrusu bazı inanışlarda ölümlerden hayat
çıkarmak da vardır. Belki de yaşadığımız bir ölümdür ve ölmek “uyanmak”
demektir.(Hamlet’in dediğinin tersine) Ölüm de doğumdur yani. Piyes ölümden farklı
bir “doğum” çıkarıyor. Yiğit Sertdemir, piyesin zamansal akışını da bozarak zihnin
labirentini taklit ediyor ve içinde yaşadığımız kaosun bilinmezliğine de vurgu
yapıyor.
Oyunda seçilen mekânlar bilinçli bir tercihi
gösteriyor. Kütüphane , otopsi odası ve
seks hattının ofisi, iç dünyada (Lou’nun odası) birleşen hayatların dışa doğru
açılımı. Bu mekânları herkes farklı okur.
“Okuduklarımdan anlamamışım” “otopsi yapılanların beyni olmaz” ve çığlık,
o mekânların ruhları ifşa eden “ses
hâli”, aynı zamanda oyunun “ruh-özeti”.
“Cesaret ve
doğruluk” oyun içindeki oyunun adı, paradoks gibi. Sanal bir dünya içinde
yaşayanlar “cesaret” ve “doğruluk”
peşinde. Buna bakarak “vicdanca”, “Tüm
hayatlar yalan!” “Herkes korkak!” demek istiyor insan. Ama vicdan nerede ki
“dili” duyulsun! “Kendi cümlesi olmayan insanlar”,
“yazınca kurgu olan hayat”ların
içine kendi arzuları ile girmeye can atmakta. Neden sonra, insan “olduğunu
kanıtlamak için bir cümleye ihtiyacı olmadığını” anlıyor. Yolu “başkası olmaya” çıkıyor, belki de “başkası olma merakı”ndan hep bu
yaşananlar. İnsan bir “beyhude yolcu”
bu “yalan/şehir”de. Ama o eski “ölmeye heveslendiren mevsimler” yok artık.
Ne kadar uzaklaşıyorum kendimden gitgide..
"İhtiyaç duyulmayan o cümle" belki de bir ses: Filifu! Yiğit Sertdemir oyunlarının vazgeçilmezi “Filifu”yu ilk kez bu kadar “çaresiz” gördüm, ilk kez bu kadar dokundu
içime. Gitgide yükselen bir ses olarak ağızdan çıkan “Filifu”, hepimizin çaresizliği aslında. Dolaştı dolaştı
sonunda geldi dudaklarımıza kondu sanki.
Oyunun en dikkate değer özelliklerinden biri de
Yiğit Sertdemir’in “kolonlu salon”da tasarladığı dekor. Küçük (“hem de kolonlu!”)
bir mekânda o dekorun yaratılması usta işi. Kendi içinde bir matematiği var ve bu,
metindeki matematiğe benziyor. Mekânların, derinlerden âdeta sisler içinden
geçerek gelmesi ve yok olmasıyla yaratılan düzen, labirentleri içinde
kaybolduğumuz sanal dünya gerçekliğinin “micro cosmos”u sanki. Tepede kullanılan
ekran da oyunun ana ögesine yâni sanal dünyaya bir gönderme.
Seyrettiğim akşam oyunculuk düzeyi umduğum seviyenin
altında idi. Tüm oyunculardan biraz daha canlılık bekledim. Bazı replikler “eridi”
ağızlarda. Oyunun genel enerjisi düşüktü
o akşam. Sebebini sonradan öğrendim. Seyrettiğim akşam Aslı Can Kortan hasta
imiş. Sanırım bu durum tüm kadroyu etkiledi.
Aslı Can Kortan’ın oyunculuğunu diğer oyunlarından biliyorum. Birkaç gece önce
seyrettiğim bir başka oyundaki başarısına tanığım. Ben onun Agatha’sını o hâliyle de beğendim. Gülhan Kadim’i biraz
çekingen gördüm. Muhtemelen Kortan’ın hastalığı tedirginlik olarak yansıdı oyununa.
Daha önceki oyunlarındaki başarısını bilmez miyim. Şirin Keskin’in o rol için doğru bir seçim
olduğunu düşünüyorum. Rolü de onun enerjisini ortaya çıkarmasına çok uygun. Yaman Ömer Erzurumlu’nun (Erkan Kortan ile
aynı rolü değişerek oynuyor) sahne üstündeki soğuk kanlı halini beğeniyorum.
Her oyunda sanki evinin odasında oynuyormuş gibi rahat. Ebru Gözdaşoğlu(Seda
Özen Yörük ile aynı rolü değişerek oynuyor) , Onur Tuna(İhsan Dehmen ile aynı
rolü değişerek oynuyor) ve Seyfi Erol, metnin çizdiği rollerini doğru ve başarıyla
oynuyorlar.
Kostüm tasarımını (Candan Seda Balaban) özel
bulmadım. Kostüm, yorumu belirleyici bir rol oynamıyor. Kanımca oyuna
olumlu-olumsuz bir tesiri de yok, “görevini yapıyor”.
Özgün müzik(Onur Kahraman) oyuna kuşku, soru
işaretleri katıyor, atmosferin oluşturulmasında yardımcı oluyor. Ama Onur
Kahraman daha iyilerini yaptı.
Genel olarak ışık tasarımının (İsmail Sağır)
başarılı olduğunu düşünüyorum. Lou’nun odasının biraz daha aydınlık olmasını
isterdim.
Oyuna katkı veren diğer kişiler: Asistanlar Onur
Sarıgül (aynı zamanda efekt uygulama) ve Hakan Yeni; ışık uygulama Buğra Alkan;
afiş, broşür tasarlama Alper San.
Katilcilik, Yiğit Sertdemir’in zekâsını, yazma
hünerini, yönetim becerisini ve de sahne tasarımcılığını gösteren bir oyun, bir “bulmaca”, bir labirent. Piyes sadece anlattığı olay ile değil
karakterlerin çağrıştırdıkları ve de tiyatral kurgusuyla da çok özel.
Katilcilik “Bir
Yiğit Sertdemir Oyunu”. Sanırım bu ifade, yazımın ilk paragrafı ile birlikte okunduğunda
düşüncemi özetliyor.
Melih Anık
İlgi:
Oscar Wilde - “Reading Zindanı Baladı” Türkçesi:
Özdemir Âsaf - Altıkırkbeş Yayınları
Attila İlhan “Yanlış Yaşamak” şiiri- “Ben Sana Mecburum” isimli kitaptan-Bilgi
Yayınevi
Attila İlhan – “Yalan/Şehir” şiiri- “Kimi Sevsem
Sensin” İsimli kitaptan- Bilgi Yayınevi
Attila İlhan - “Mevsimidir” şiiri – “Kimi Sevsem Sensin” isimli
kitaptan - Bilgi Yayınevi
Yahya Kemal Beyatlı - “Düşünce” şiiri- “Kendi Gök Kubbemiz” isimli kitaptan- Yahya
Kemal Enstitüsü yayını
Mustafa Nihat Özön - “Osmanlıca Türkçe Sözlük” -
İnkilâp ve Aka Kitapevleri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder