“6 Üstü Oyun”
“6 Üstü Oyun” Altıdan
Sonra Yapım’ın yürütücülüğünde ve Yiğit Sertdemir’in Sanat Yönetmenliğinde hazırlanmış bir proje. “Türkiye’nin en üretken yerli oyun yazarlarının bir araya geldiği”(Altıdan
Sonra Yapım’ın tespiti ve tercihi) projede, “2012 Aralık ayından itibaren her ay bir oyunun prömiyeri yapılacağı" belirtilmiş. "Ayşe Bayramoğlu, Civan Canova, Ebru Nihan Celkan, Mirza Metin,
Yeşim Özsoy Gülan ve Yiğit Sertdemir’in, BUGÜN teması altında yazdıkları tek
kişilik oyunlar, duayen oyuncular tarafından sahnelenecek.” Kimsenin
Ölmediği Bir Günün Ertesiydi bu projenin ilk gösterisi, Ebru Nihan Celkan
yazmış Sumru Yavrucuk yönetmiş, oynuyor.
Ebru Nihan Celkan
Ebru Nihan Celkan ismi ile bu üçüncü karşılaşmam. İlk
“buluşmamız” Volt’un ilk oyunu Tilt ile oldu.(Volt kaldı mı?) Tilt’i
seyrettikten sonra Tiyatro 0.2
tarafından sahnelenen 17.31 isimli oyununu seyretmek içimden gelmedi. Mitos – Boyut Yayınları’nın düzenlediği 2008
yılı 3. Oyun Yazma Yarışması’nda ‘Özendirme Ödülü’ne hak kazanan “Tetikçi” isimli
oyununu okudum. Tilt’i yazdım. (http://melihanik.blogspot.com/2011/01/yuksek-volttaj-hattndaki-tilt.html)
O yazıma geri dönüp yeniden okuduğumda şu cümleye rastladım:
“Tiyatro diyalogtur, monologtur ama iki kişinin karşılıklı , tek kişinin
kendi kendine her konuşması da tiyatro
olması için yeterli değildir.”
“Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi”yi
seyrettiğimden beri daha önce yazdığım ama unuttuğum o satırları hem de tam bir
yıl sonra aynen tekrarlıyor olduğumu fark ettim. Aynı yazarın farklı zamanlarda seyredilen iki
oyunu hakkında aynı şeyleri düşünmem benim saplantım mı? Anlamak için, Ebru
Nihan Celkan’ın “ne için kullanacağımı sorgulayarak” bana gönderdiği metni
inceledim.
Oyun Yazarlığı ve Metin
Metin, ışık karartmaları ile bölünmüş 13 “kısım”dan
oluşuyor. Bunlara “sahne” diyemiyorum onun için “kısım” dedim. 1, 12 ve 13’ü
ayrı tutarsam(zira her gösterinin bir girişi ve sonu olmalı. Son’u hazırlayan
12.Kısmı da 13 den ayırmamak lâzım.) geriye kalan 10 kısım oyunun tek kişisi Umut’un
“hatırlamaları” üzerine. 2, 3, 7 ve 12.Kısım’larda “anne” var. 3, 2’ye
bağlanıyor o nedenle geri kalan 9 kısmı istediğiniz gibi sıralamak oyuna bir
şey kaybettirmez. Olayın gelişmesi
çağrışımlarla oluyor. “Annem ne güzel çay demlerdi”den anne ile telefon
konuşması kısmı; ”bir yerin insanı
olmak”tan “mesela şu 3.kat” “doğuyor” ya da oyunun tek kişisi Umut “hatırlıyor”
Tanıtım dokümanı da “anıları paylaşıyor” diyor zaten.
Ben tiyatroda metne çok önem veriyorum. Sözü olmayan oyunlarda bile bir “akış metni”
olması gerekir. Bu “akış”, yapısı sağlam (iyi) oyunlarda “yönetmen tiyatrosuna” inanmış bir yönetmenin
bile kolaylıkla kımıldatamadığı, kımıldatmaya cesaret edemediği bir
şekildedir. Zira iyi bir yazar, sadece
“anlatmaya” değil metni yapılandırmaya da önem verir. Metin içi ilişkiler de
“metne dâhildir” yâni.
Bu noktada, Nâzım Hikmet’in Orhan Kemal’e öğüdünü hatırladım:
“Şiirde olsun, nesirde olsun virgül, noktalı
virgül ve hatta noktanın yardımıyla kurulan cümleler, yâni bu noktalama
işaretleri olmazsa mânâsı karışabilen cümleler sakat cümlelerdir.” Nâzım
Hikmet, düşüncesini aynı mektubunda bir kaç paragraf sonra yineliyor: “Hatta bir cümlenin bittiği ve öteki cümlenin
başladığı noktayla anlaşılıyorsa her iki cümlenin de tam kurulmamış olduğunu
hemen kestir. Bir daha tekrar edeyim, noktalama işaretleri olmadan anlaşılmayan
yahut zor anlaşılan cümleler mutlaka ters, ölü doğmuş, ölü kurulmuş
cümlelerdir.”
Bir cümle kurarken bile belli kurallar varsa(ki var) bir
oyun metni için de belli kurallar olması doğaldır. Bir cümledeki noktalama
işaretlerinin yeri, cümlenin yapısını oluşturur. Tiyatro metninde de sahneler
birbirinden noktalama işaretleri ile ayrılmış bölümlerdir, metnin noktalama
işaretlerini doğru yerlere koymak icap eder. Kısaca, bir metnin sağlamlığını
sahnelerin düzeni gösterir. Ebru Nihan Celkan’ın bu hususa dikkat etmediğini
hissediyorum. Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi’nin, bir “gösteri” haline dönüşmesinin nedenlerinden biri
bu.
Bu eksiklik sadece Ebru Nihan Celkan’a da özgü değil. Bunun, son yıllarda
ortaya çıkan genç oyun yazarlarının oyunlarında rastlanan ortak bir eksiklik
olduğunu söyleyebilirim. “Okullu”
yazarlara mutlaka bu teknik öğretiliyordur ama bizde oyun eleştirisi yazan
“Hoca”lar bile metin zayıflıklarından bahsetmiyor. Yazar, hikâyesinin ya da esas karakterinin çarpıcılığı ile alkış
aldıkça, Türk Tiyatrosu’nda metin sorunu çözülemez. Eleştirmen beğenir, yazar
sevinir, seyirci “metni olmayan” bir “gösteri”ye “tiyatro” der. Bu
gösteriye “gösteri” diyen de Kumbaracı50 zaten. Oysa oyun yazarı “piyes” yazar,
piyesin sahnedeki karşılığı ise “tiyatro oyunu”dur, “gösteri” değil. Ama metin,
“tiyatro metni”ne uzaksa o zaman “gösteri”yi
“tiyatro” yapmak oyuncuya kalır. Tiyatro olmayan metninizi tiyatrocuya emanet ettiğinizde
onun aldığı alkış üzerinden siz de tiyatro yazarı sayılır mısınız? Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi’de Sumru Yavrucuk gibi bir tiyatrocunun
varlığı “tiyatro”yu hatırlatır ama metnin “tiyatro” olmasına yetmez.
Bu konuyla ilgili bir başka görüşümü de paylaşmak isterim.
Keyifle takip ettiğim “Ben Oyun İzledim”
blogunda bir oyun hakkında şöyle bir cümle okudum: "Konu bilindik, hep konuşulduk mevzulardan
birisi. Yine de gündeme getirilip insanlara unutturulmuyor olması güzel
tabii" (http://benoyunizledim.blogspot.com/2013/01/nerde-kalmistik-bulutiyatro.html?m=1)
Hangi oyun için söylenmiş? Nerde Kalmıştık. Yazarı kim? Ebru
Nihan Celkan.
Ben bu ifadenin ilk cümlesini aynen Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi için tekrar
ediyorum. “Konu bilindik, hep konuşulduk mevzulardan birisi.” Oysa sanat
eserinde yazar, bilindik konudan yeni bir bakış açısı yaratabilmelidir(önerebilmelidir).
Bu kendinden önce kimsenin bakmadığı bir açı, eklenmesi gereken YENİ bir düşünce, yorum vb olabilir. “Oyun yazmak”
bir iddia ortaya koymaktır, hayatı tekrar etmek değil. Ben seyrettiğim
oyunları tek cümleyle özetlemek isterim. Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi'yi seyrettikten sonra çıkan seyirci ne diyecek? “Sumru
Yavrucuk… Sumru Yavrucuk…” Sonra?
Zorlanarak “bir travestinin hayatını
seyrettim” Başka? “Toplum
travestilere kötü davranıyor” Yeter mi?
Bence yetmez. Bir tiyatro metnini zenginleştiren en temel özellik, ufkudur. Ufuk, genişliğe değil ayrıntıda derinliğe önem vermelidir. Bu ufuk, yazarın ufkuna bağlıdır. Tecrübe yaşa bağlı değildir, “görme” ile
ilgilidir. Tanıtımda “Bugün’ün dünden
farksız olduğu bir coğrafyada” denilmiş. Tiyatro bu gerçeği bilerek “farkın”
nasıl yaratılacağını, “fasit dairenin” nasıl kırılacağını önerebilir meselâ..
Ben tiyatro metninde üç temel özelliğin olmasını isterim.
Bunlardan birincisi “biçim”dir ki en
kolay öğrenileni budur. Ama bu hususu düşündüğümde pek çok “çalakalem” yazılmış metin hatırlıyorum.
İkinci özellik ise “içerik”tir. İyi
bir içerik için yazarın, din, mitoloji, tarih, felsefe, psikoloji, sosyoloji ile ilgilenmesi şarttır. Bizim genç
yazarlarımızın mitoloji ile ilgilenmediklerini metinlerin “sığ”lığından
anlıyorum. (“İnsanların ortak yanları mitlerle dışavurulur”(J.Campbell)) Bir
yazar tüm kutsal kitapları mutlaka okumalıdır. Zira kutsal kitaplar halkın
vicdanını anlatır, mitoloji ile yakınlığı da okumayı zorunlu kılar. Tarih bizim
ülkemizde çarpıtılmış, felsefe ise mantık ile birlikte müfredattan
kaldırılmıştır. Sosyoloji gazete üçüncü
sayfasına indirgenmiştir, psikoloji ise yazarın kendini dinlemesi
kıvamındadır. Üçüncü özellik ise “biçem”dir ki bu ilk iki özellikle
oluşur, biçimlenir; yazarın kendine özgü söylemidir biz ismi yazmasa da metnin ona ait olduğunu
anlarız.
(Genç yönetmenlerin metin “okuma”ları da bana sığ geliyor
ama bu başka bir yazının konusu.)
Bir başka husus ise yazarın konuya “dalması”dır. Oysa bazı
konularda uzman yardımı alınmalıdır. Travestilik, transseksüellik tanımları
üzerinde bile anlaşamayan bir toplumda konunun hassasiyetine binaen metni
ortaya çıkarırken Ebru Nihan Celkan’ın yardım aldığı bir psikiyatr var
mıdır? Yazar metnin başında “Kesinlikle fizyolojik olarak kadın olan biri
tarafından oynanmalıdır“ notunu neden düşmüştür? Metin, bu notun nedenini
seyirciye anlatıyor mu? Tiyatroda erkek
ya da kadın rolün karşı cins tarafından oynanması hakkında ne bilinmektedir? Shakespeare dönemi sahnelerinde genç
erkeklerin kadın rollerine çıkışından nasıl bir ufuk yaratılabilir, tiyatral
“incelik ve estetik” nasıl oluşturulur? Mitolojideki travestilik ile bağ nasıl
kurulur? Toplumumuzda mahallelerin, apartmanların içindeki travestilerin
sorunları, organı küçümsedi diye Umut’un
öldürülmesinden daha az mı önemlidir?
Yani ele alınan konuda “dokunulacak”
sorun nasıl seçilmelidir?
Reji ve ....
Sumru Yavrucuk ve Onur Coşkun dramaturgi ile oyuna, genel yapıya sadık
kalmakla birlikte kendi tonlarını sindirmişler; Yönetmen Sumru Yavrucuk metni
kendine göre “yoğurmuş”. Seyirci ile
diyaloglarında “epik” dokunuşlar yapmış. Yönetmen Sumru Yavrucuk’la birkaç
ayrıntıda farklı görüşte olduğumu
belirtmek isterim. Birincisi genellikle hayâli kişilerle gelişen oyunda bir bölümde
manken kullanmasını yadırgadım. İkinci husus ise fizyolojik olarak erkek ama
duygu olarak kendini kadın hisseden Umut’un özellikle annesi ile konuşurken
“erkek” sesine ve jestlerine kaymasını; Umut'un annesine seslenirken
“doğduğu ile hissettiği kimlik” arasındaki “git- gel”in daha belirgin ve açık
vurgulu olmasını bekledim. Sumru
Yavrucuk oyunun hemen başında sandalyeye oturma sırasında apış arasını düzeltirken bunu oynadı ama o
kadarla kaldı. Bir başka husus ise gösteride Bülent Ersoy’un varlığı. Bu
metinden geliyor ama ben gereksiz buldum. Zira Bülent Ersoy isminin bu oyunda katkı
yaptığını düşünmüyorum. Bu hali ile oyunun yankısı büyük olsun istenmiş gibi duruyor.
Mekânı, Kumbaracı50’nin kapısında başlatan anlayışı sevdim.
(Mekân Tasarımı :Başak Özdoğan) Ama bu
anlayışın seyirci bölümünü dahil etmediğini, salona girince sadece sahneye odaklandığını
görünce neden sokaktan başlatılmış diye kendime sordum? Bence dekor seyirciyi
kuşatmalı idi. Oyuncu da seyirciyi mekânına dahil ediyor zaten. Öte yandan
renkli “fırfır”ların yerde değil havada dalgalanarak gitmesi ve Umut’un elbisesi ile devam etmesi iyi
olmaz mıydı? (Umut o hayâl âlemini eteğindeki fırfırları yırtarak atar ve sahneye
“gerçek” çıkar.) Metinde var olan fon perdesi üzerine yansıtılacağı
belirtilen görüntülerden vazgeçilmemiş
olsa idi iyi olurdu ama bunun bütünsel olarak faklı bir gösteri dilini zorunlu
kılacağını da kabul ediyorum. Işık tasarımı
ve uygulama( İsmail Sağır) bence daha odaklanmış köşeler yaratmalıydı. Çok az olmakla birlikte zamanlama hataları
yapıldı. Işık şiddeti az geldi. Müzik-Ses Tasarımı( Berrak Artemiz) hem seçilen
müzikler olarak iyi hem de işitsel olarak temizdi. Metinde daha çok olan efekt, uygulamada (
Onur Kiraz) azalmış. Olanlar iyi idi. Sumru Yavrucuk Fotoğrafları( James Hughes) çok
başarılı, merakı kışkırtıyor. Muzaffer Malkoc’a ait olan Afiş Broşür Tasarımı’nı beğendim. Beden dili
kullanımı için İlyas Odman’a ; final müziği ve kaydı için Şirin Vatan ve Ceyda
Pirali’ye teşekkür ediliyor, onları da anayım.
Sumru Yavrucuk
Doğrusunu isterseniz metni okuduktan sonra seyretme arzumu tetikleyen TEK neden Sumru Yavrucuk’tu. O hatırlamaz ama onu tanıdığım ilk andan itibaren onun kendi işinde ne kadar iddialı olacağını hissetmiştim. Türk Tiyatrosu’nun en iyi oyuncuları arasında tartışmasız yerini aldı. Almadığı ödül kalmadı. Yeni oyuncular “doğurdu”. Down sendromlu ve mental (zekâ geriliği) gençler için sosyal sorumluluk projesinde yer aldı. Dizilerle halkın sevdiği bir oyuncu, özellikle Yabancı Damat’taki anne rolü ile “merhamet”in simgesi oldu. İnandırıcı, sahici, doğru, duruşu olan bir sanatçı Sumru Yavrucuk. Bu “gösteri”de seyirci salondan “doymuş” olarak çıkıyorsa bunun nedeni Sumru Yavrucuk’tur. Ama benim üzüntüm, Sumru Yavrucuk gibi oyunculara verdiğimiz olanağın darlığından kaynaklanmaktadır. Neden Sumru Yavrucuk’u “büyük” oyunlarda görmekten mahrumuz?
Bu gösterideki Sumru Yavrucuk’un hak ettiği övgü dolu cümleleri yazabilir
miyim bilmem. Gösteri için yazdığım
‘twit’i tekrar edeyim: “SUMRU YAVRUCUK.. SUMRU YAVRUCUK.. SUMRU YAVRUCUK.. SUMRU YAVRUCUK.. SUMRU
YAVRUCUK.. SUMRU YAVRUCUK.. SUMRU YAVRUCUK.. SUMRU YAVRUCUK..“
Melih Anık
“Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl” (6.11.1949 tarihli mektup)- Tekin
Yayınevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder