https://www.box.com/files/0/f/0/1/f_3684252491
Ben bu yazıyı Türkçe yazıyorum, başlığa oyunun Türkçe adını
yazdım, Kapan. Ama oyun Kürtçe yazılmış ve
oynanıyor. O zaman adı Daf. Türkiye’de oyun sahneye çıkınca adı
“DafKapan” oluyor.
Madem isme “daldık” şunu da belirtmem gerek. İKSV Tiyatro
Festivali’nde oynanan oyunun ismi “Daf/Kapan” ama o oyun benim seyrettiğim
değil. Zira oyunu sonradan değiştirmişler. Tiyatro Avesta, Daf/Kapan’ı
yenilenmiş bir metin ve rejiyle yeniden sahnelemiş. Bu nedenle oyun hakkında
yazılan önceki eleştiriler oyunun bu hali üzerine yazılmamış. Tiyatro Avesta’ya
düşen görev bunu “belli etmek”. Yani
internet sayfasındaki “Aydın Orak'ın
yazdığı Daf/Kapan oyunu 18. İstanbul Tiyatro Festivali için sahnelendi”
ifadesini değiştirmesi gerek. Ben festival “nüshasını” seyretmedim. Benim için
Daf/Kapan, Ekim 2012’de seyrettiğimdir. Önceki yazılarla oluşabilecek farklardan
biri budur.
Oyun 18. İKSV Tiyatro Festivali(2012)’nde sahnelenmiş.
Festivale kabul edilen ilk Kürtçe oyun olmuş. Festival yetkilileri oyunun
metnini istemişler. Herhalde “sakata gelmek” istemediler. Sanki sahnedekinin
ağzına hükmedebilecek, bir şey yapsa anlayabileceksin gibi. Tiyatro festivali
yapanlar tiyatronun aslında sahnede yapılan bir iş olduğunu bilmiyor mu acaba?
Galiba onlar da İskender Pala gibi metne
bakıp “utanıyor”lar. (Aslında yok birbirimizden farkımız!) Hem bu “oyuncu
milleti” tuhaftır, en zararsız lafı, kelimesini değiştirmeden öyle “replik
yapar” ki şaşar kalırsın. Sanki İKSV, yurda getirdiği İspanyoldan, İngilizden,
Almandan metin istiyormuş gibi, onların söz oyunlarına hâkimmiş gibi. Gücü “bizimkilere”
yetiyor. Hoş, Enobarbus’suz Antonius ile Kleopatra’yı da fark etmedi ya. İş
olsun torba dolsun, dostlar alışverişte görsün.
Oyundan sonra Aydın Orak ve Dilan Göçer ile sohbet ettik.
Oyun öncesi biletimi alırken masada gördüğüm Aydın Orak’ın kitabını da satın
almış ve hızla okumaya başlamıştım. Aklımda kalanları sordum o da cevapladı. Bu
yazı, oyun, kitap ve sohbetin sonucu ortaya çıktı. Pek çok şeyi de yüzüne
söyledim. Onun sahneden bana yaptığı “in-yr-face”e karşılık vermeye
çalıştım.(Şaka) Ama şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, Aydın Orak sahnede,
yazdığı kitaptaki (“Radikal Tiyatro”) kadar radikal(!) değil. Bence iyi ki de
değil. Kürt(çe) tiyatrosunun Türk(çe) tiyatrosuna göre ilâve zorlukları var ama
Aydın Orak’ın kitabında yakındığı pek çok sıkıntıyı kimliğine bağlı olmadan her
tiyatrocu tatmıştır, çekmektedir. Aydın
Orak’ın “Türkiye Kürtlerinin ilk tiyatro metni” dediği Memé Alan(Ebderehim
Rahmi)’dan yani 1918’den beri bu böyle. Aydın Orak’ın Türkiye Kürtleri
açısından ilk Kürtçe oyun olarak andığı Musa Anter’in Birina Reş(Kara Yara)
isimli oyunun tarihi 1959. Aslına bakarsanız bu topraklardaki tiyatro
hikâyeleri birbirine benzer. “Görünen” dertler aynıdır, yazarı yok, salonu yok,
turnesi sıkıntılı vb.(En son Mehmet Esen’in tek kişilik gösterisinde dinledim
çektiklerini.) Temel gerçek şudur ki
Türkiye tiyatrocusu rahat bir “oh” diyememiştir. Tiyatro yapanların içinde
kimin hangi kimlikten geldiğini sorgulamanın yararı var mı? Tiyatromuza “her türlü” kimliğin nasıl
yansıdığı ne kadar önemli? Dönemsel olarak nesnelliği kuşkulu çıkışlar yaparak
tiyatroyu tartışmak, araştırmak değil kendini “konumlandırmak” isteyenlerin
“encam”ı ne? Aydın Orak, “Seyirci politika değil, tiyatro izlemeye
gelir” demiş de Türkiye’de “seyreden” çok ama hangi kimlikte olursa olsun
seyirci çok az. Tiyatronun yaşatılabilmesi için kimliğine bakmadan seyirci,
eleştirmen, yazar, yönetmen, oyuncuyu vb
çoğaltmak lazım. Aydın Orak da yazarsızlıktan, oyuncusuzluktan
yakınıyor. Orak “iyi
bir tiyatro seyircisi olsun” demiş ki buna yürekten âmin demeyecek
tiyatrocu bilmiyorum. Ben de “iyi tiyatro yapılsın” diyorum. Aslına bakarsanız
Türkiye topraklarındaki tiyatronun yönü Batı’dır, kulağı Batı’dadır, teorisyeni
de Batı’dan çıkar. Aydın Orak da Peter Brook’u “tek ustamdır” diye anlatmış.
Galiba sorun Türkiye topraklarından dünya çapında bir tiyatro ustasının
çıkmamış olmasıdır ki bu da “yumurta-tavuk” döngüsüne bağlar bizi. Aydın Orak,
“hayatımızı göremiyoruz” diyor. Sorunu özetlemiş sanki, sadece ona ait değil bu
sorum, “hayatı göremezsek” tiyatroyu nasıl görürüz? Aydın Orak kitabına aldığı yazılarda kitap
baskıya çıkarken düzeltmeler yapmış, “Kürtçe
oyunlara devlet yardımı, festival daveti yapılmıyor” demişken yardım ve
davetin geldiğini not etmiş. Bir şeyler değişiyor demek mümkün mü?
Aydın Orak
Daf/Kapan’da, kitaptaki üslûbundan daha sâkin ve evrensel. Daha önce “bir” olan
köyün ortasından “birileri” bir sınır geçirmiş ve köy ikiye bölünmüş. “Allahın
unuttuğu bu yerde” iki asker sınırın iki yanında karşılıklı durmakta. Askerlerden biri, Apol,
durumu “Bak sınırın iki tarafındakiler aynı dili konuşur, aynı elbiseyi
giyer,aynı şarkıları söylerler” sözleriyle özetler. Sınırın iki yanında
kalanlar, iki ayrı vatan olmanın “gereği” farklı davranmak zorunda kalmış.
Hemen sizin aklınıza “Türkler ve Kürtler” geldiğini hisseder gibiyim ama öyle
değil. Sahnede dünyanın her hangi bir yerinde geçebilecek insanî bir öykü var.
Elbette seyredenin varsayımı, algısı ve bilgisi, aklı, alışılmış algıya
yönlendirecektir ve bir yere kadar da buna hak verilebilecektir ama Daf/Kapan’ın
başarısı evrensel olma çabasındadır. (Ayrıca bugünlerde Suriye’de Lübnan’da
yaşananları düşünün.) Oyunda Apol: “Siz
buraya sonradan geldiniz” deyince Miran “Toprak dün senindi bugün benim, yarın kim bilir kimin olacak”
derken evrensel “oyun”u ve çözümü bir iki replikte göz önüne koyar. Apol’ün
dediğini iyi duymak gerek: “İnsan sahip
olduklarından vazgeçince özgürleşir” Öncelikle vurgulanan sınırın iki yanındaki Apol
ve Miran’ın insan olduklarıdır. Apol önce
“yok” dediği ailesini oyunun ilerleyen bir yerinde anlatır ve sonunda sorar ”Şimdi daha mı güveneceğiz birbirimize?” Bunu hatırlatarak oyun, tanıdık bir sorunu da
aydınlatan ışığı vurgulamaktadır. Belki de birbirimizin yüreğini yumuşatacak
olan birbirimize anlatacağımız hikâyelerimizdir. Siz “babanın düşmanı oğlunun dostu olmaz” diyen rap şarkısını olanı
anlatıyor diye anlayın, olması gerekeni değil.
Sahneyi ikiye bölen
dikenli telin seyirciyi de ikiye bölmesini sevmedim, doğru bulmadım. Tiyatro
toplumun “bir”liğini sağlayabilecek en önemli yoldur bana göre. Tiyatro
seyirciyi “bir araya” getirir, ayırmaz. Ben dikenli telin sahnenin bitiminde yani
seyirciye varmadan bitmesini tercih
ederdim. Zaten sahnedekilerin de aradaki sınıra rağmen bir bütünün iki yarısı
olduğunu anlamıyor muyuz? Oyun, bu gereksiz “parçalanmışlığı” dert edinmiyor
mu? Metaforik olarak bu kez “seyredenlerin” kalplerinden geçen bir araya gelme
arzusu sahnedeki dikenli telleri ortadan kaldıracaktır diye düşünmek fena mı
olur? Bırakın kapan sahnede kurulsun ama biz seyirciler bu kapana göz göre göre
düşmeyelim.
Oyunda duyulan ilk ses
bir radyoda istasyon arayışı efekti. Birileri “karıştırıyor”, “ayar”
veriyor sanki. İstasyonu bulmaya da niyet yok.
Çeşitli dillerde radyo yayını duyuyorsunuz. Bu arada “I have a dream”
geliyor kulağınıza. Bu kapsam itibariyle değil bir ruh olarak anlamlı. Oyun sonunda, kadın, yerdeki radyoda aradığı
istasyonu buluyor ve müzik başlıyor. Bu çok güzel bir kurgu da oyun burada
bitti sanırken ve de alkışa hazırlanırken tiyatroda epey uzun sayılabilecek dakikalarda
karanlıkta bekledikten sonra oyunun ilk başına dönüyoruz. Anlatılmak istenen bu
“oyun” tekerrür ediyor dünyanın her yerinde. Buna bence gerek yok zira gönül
istiyor ki bu sınırdakiler kendi kaderlerinin efendisi olsun başkasına efendi
diyecek yerde ve “oyun” mutlu bir müzikle bitsin. Ama Tiyatro Avesta istiyorsa
oyunun iki karakterinin gölgesi oyun başlangıcındaki yerlerinde dursun, “ONLAR
her zaman fırsat kollar, hazırda asker edilecek birileri vardır” imasını
yaparak.
Oyundaki kadın, oyunda anlatılan söylencedeki yavuklusunu arayan kadın (ya da onun
gibi biri) olabilir. Bu nedenle de sınırda karşısına çıkan iki erkeğin
yüzlerine arayan ifadelerle bakması sevginin birleştirici gücünü hatırlatır,vurgulardı
diye düşünüyorum. Aşk için “sınır” yok yani. Kadının sınırın bir yanından
ötesine geçmesi yerine tam sınırda kalması ile oyunun bitmesini tercih ederim. Bence
kadının sınırın hangi tarafına ait olduğu belli olmamalı. Oyunun kadınla
bitmesi de benim çok sevdiğim bir son olurdu.
Oyun içinde dengbêj(Destan seslendiren, canlandıran) ile Çîrokbêj
(Taklitle masal anlatan.Dinleyeni de olaya katar)’in olması; meddah,gölge ve
kukladan yararlanılmasını çok beğendim. Miran’ın sopasını “komutan” yapması
sahnesinde sopanın sahne arkasından getirilmesi ve işi bittikten sonra sanki
zorunluymuş gibi sahne arkasına götürülmesi iyi durmuyor. Sopanın sahnede bulunması
ve kalması daha iyi.
Fare gölgesinin salonda döndürülmesi güzel bir metafor,
nasıl anlarsan öyle. Gölge üstüne düştüğünde, düşün, sen misin yoksa o FARE?
Dünyayı, “fareleştirenlere” diyeceğin bir şey var mı? Farenin hikâyesini de
unutma!(Oyuna git ve anla ne demek istiyorum.) Miran’ın gölge oyunu ile
anlattığı fare hikâyesinde kullanılan biçime benzer bir yöntemin Apol’ün anlattığı hikâyede de örneğin kukla
kullanılarak yapılması fena olmaz mıydı diye de düşündüm. Görsel olarak gölge
ve kuklanın kullanılması oyun karakterleri ve oyunda anlatılan tüm insanların
durumuna uyardı.
Oyunun başında ve sonunda iki tokalaşma girişimi var.
Birinde Apol elini uzatıyor Miran reddediyor, diğerinde de Miran’ın uzattığı
eli Apol itiyor. Bu “dengeleme”yi sevmedim ve gereksiz buldum.
Oyunun iki erkek oyuncusu, Remzi Pamukçu ve Aydın Orak çok iyi. Remzi Pamukçu’nun oyunculuğu Aydın
Orak’ın yanında daha duygusal. “Orta”da buluşurlarsa daha iyi olacak. Kadın
oyuncu Dilan Göçer ile ilgili benim yorumum doğrultusunda yapılacak değişiklik
kadının işlevini ve oyunculuğunu daha ortaya çıkaracaktır. Şimdiki hâliyle ona
biçilen rol nedeniyle kadın, oyunda edilgen ve çaresiz duruyor.
Teknik masada Sait Kulen’in zamanlaması ve oyuna katkısı çok
iyi.(Nerdeyse yan yana oturduk). Oyuna özel müzikleri Murat Hasan yapmış. Tüm
şarkılar yerinde ve çok hoş.
Daf/Kapan ne yazık ki yaşadığımız bu dünyanın her
coğrafyasında her zaman oynanan “emperyal oyun”ları suratınıza çarpan ve
“kuklalaşmayı” ve de “gölge”yi vurgulayan bir oyun. Seyri çok keyifli bir oyun.
Keyif dediğim tiyatro keyfi, “kapan”ın içindeyken şarkı söyleyecek halim yok!
Melih Anık
Not:
Aydın Orak “Eleştirmen
yalnızca tiyo veren biri değildir; fark etmekten yanadır, tepkisi ne kadar
öfkeliyse o kadar değerlidir, bir yol açıcıdır, içten ve saygıdeğer bir kişidir”
demiş. Eleştirmenlere duyurulur.
Ben oyunu Cihangir’de Firüz Ağa kahve arkası, Ağa Bilardo yanı SAHNE CİHANGİR’de seyrettim.
Kürtçe oynanan oyunun Türkçesi arka duvara yansıtılıyor. Benim seyrettiğim akşam yeri yüksekte idi ve okunmasında sorun vardı. Bence salonun en arkasına göre yerinin ayarlanması gerekiyor.
Not 7 Ocak 2013
Tiyatro Boyalı Kuş'un Genel Sanat Yönetmeni Jale Karabekir, İKSV tarafından düzenlenen 17. Tiyatro Festivali'nde (2010) Tiyatro Boyalı Kuş'un Nora/Nure adlı oyununun Kürtçe olarak sahnelendiğini ve festivalin kabul ettiği ilk Kürtçe oyun olduğunu belirtti. 18.Festivale kabul edilen Daf/Kapan ise özgün metin olarak Kürtçe ilk oyun olmuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder