İntiharın Genel Provası, ülkemiz seyircisine Duşan Kovaçeviç’i tanıtan ilk
piyesti. Bu nedenle oyunu bizle buluşturan, çok başarılı şekilde yöneten
Nurullah Tuncer’e teşekkür borçluyuz. O oyunun ardından Nurullah Tuncer Buluşma
Yeri’ni yönetti. Dar Ayakkabıyla Yaşamak, Nurullah Tuncer’in yönettiği üçüncü
Duşan Kovaçeviç oyunu. Ona göre “üçlemenin”
üçüncü oyunu. “Üçleme” Nurullah Tuncer’in seçtiği bir üst başlık. Ben TRTTürk
tv’de üçlemeyi anlatan ifadesinden “üçleme” çıktığı hususunda hemfikir değilim.
Nurullah Tuncer şunu söyledi (mealen): “İntiharın
Genel Provası, bir mimarın intiharını anlatıyordu. Buluşma Yeri idealleri
uğruna ölen insanlar, Dar Ayakkabı ile Yaşamak ise direniş, açlık ve medya
eleştirisi üzerine idi.” Öyle bakarsak bir yazarın herhangi üç oyunu
“üçleme” olur. O programda yer alan
İbrahim Can(İsa) “sanatçı, entelektüellik”; Nihat Alpteki( Veseli) ise “kot
taşlama, meslek hastalığı” ile kendi rollerini anlatıyordu. Yönetmen üç oyunu
önceden tasarlayıp bir üçleme halinde sunacağının hazırlığını önceden yapmış
mı? Daha önce yani ilk oyunda(İntiharın Genel Provası) duyurmuş olduğunu
hatırlamıyorum. Bunu anlamak için üç oyuna bakmak gerek. Bence yapmamış. Zira
“üçleme”, üç oyunda da boş sahneyi kullanmak, aynı oyuncuları oynatmak değil; üçünde
de “ölüm” temasının olması da değil. Kaldı ki Nurullah Tuncer İntiharın Genel
Provası’nda kullandığı yalınlığı, Buluşma Yeri’nde görsel oyunlarla karmaşaya
çevirdi, Dar Ayakkabıyla Yaşamak’da ise
sahneyi “kararttı”. Üçü de Duşan
Kovacevic oyunu olmasına rağmen söylemeseniz sahneye bakarak kimse o kitapları
aynı rafa yan yana koymaz. Zira üçü de farklı “söylüyor”. Dar Ayakkabıyla
Yaşamak, metni okuduğumda hayâlimde
canlanan hızlı, tempolu, aydınlık bir oyun olmamıştı. Oysa metin, bugün
seyirciyi ekrana “kilitleyen”(!) medya dünyasına teslim olmuş dünyanın şahane bir eleştirisiydi.
Özelleştirilen bir fabrikada haklarını arayan işçiler iki
yıldır fabrikayı işgal etmiş; dışardan yapılacak müdahaleleri önlemek için de
fabrikayı bir dokunuşta patlayacak bombalarla yaklaşılması tehlikeli bir alan
haline getirmiş; ama istedikleri sonucu alamayınca başladıkları açlık grevinin
yedinci gününe gelmiş. Medya durumdan
bir vazife çıkararak olayı kamuya duyurma bahanesiyle işçilere yanaşıyor ve
onların hassas noktalarını kaşıyıp olayı bir tv yarışması(eğlencesi) haline
getiriyor. “Benim Numaram Kazanacak?”(bana göre ” En Son Kim Ölecek?”) “Ekranları başındaki seyircilerin” de
‘sms’leri ile katılacakları bu yarışma” tam bir medya parodisi” oluyor. Aslında
amaç “grevi kırmak”. Kazanan medya kaybeden “seyirci”ler..
Oyunun ilk perdesi “fabrika”da ikinci perdesi “stüdyo haline
getirilen aynı fabrika”da geçiyor. Bu değişimin “gösterilmesi” zaten başlı
başına bir “oyun”. Aynı mekân size başka türlü “gösterilebilir”. Hayatımızın
odağında bu algı yanılmaları var. Bu nedenle iki perde arasında farklar çok
önemli. Seyirci, “algısıyla” oynandığını algılamalı. Kameralar aktif olmalı,
ara sıra seyirciyi de yansıtmalı ekrana. Yapılabilirse bir iki seyirci görüşü
alınmalı. Bir kenarda seyircinin ne yapması gerektiğini gösteren emirleri
gösteren bir görevli olmalı.(“Alkış”,”Ooooo” gibi) Yarışma coşkusu salona yansımalı. İkinci perdede tv ekranı öne çıkmalı, ekranda görünen ile sahnede görünen arasındaki farklar vurgulanmalı. Bu çerçevede
elbiselerinde “barkod”lar olan
yarışmacı-işçilerin “görünen taraflarında bu görünmemeli, barkodlar sırtlarında
olmalı, en sonda görülmeli.
Oyun bir video gösterisi ile başlıyor. Metinde yazarın
tanımladığı , YETER diye bağıran dünya insanlarıdır. Nurullah Tuncer, içine Hrant Dink’in ayakkabılarını gösteren fotoğrafı da içeren
acı çeken insan yüzlerini gösteriyor. Bu anlayış oyunun nasıl ele alındığının
da habercisi gibi sanki. Ve ortaya “kaderimin oyunu” da diyebileceğiniz
“acıların oyunu” çıkıyor.
Nurullah Tuncer oyunda budama yapmış. Aslında buna “budama”
değil temizlik yapmış demek daha doğru, “oto sansür” yapmış. Oyunda sözü edilen
bir demokrasi heykeli var, oyunda da adı geçiyor ama nasıl olduğu bilinmiyor.
Çünkü yok. Nurullah Tuncer’in bu “fısıltı”lı söylemi, oyunun sonundaki 23 Nisan
rondu ile doruğa ulaşır.
Buluşma Yeri’nde orkestra ile şenlikli bir giriş yapan
Nurullah Tuncer’in Dar Ayakkabıyla Yaşamak’da bu kadar ağır, karanlık bir oyun
yapmasını anlayamadım doğrusu. “Direnen işçi” bu kadar zayıf ve karamsar olur
mu? Oyunun ilk perdesi karanlık buna karşı ikinci perdesi olağanüstü aydınlık
ise bu zıtlığın bilinçli yapılmış olduğunu düşünürüm ama ikinci perde de
karanlık. Önemli olan “dünya düzeni”nin işçilerin kararlılığını kırıp, onları
“oyuncak etmesi”, birbirlerine düşürmesinin
gösterilmesi ve seyirciye direnme gücü verilmesidir. Seyirci de salondan “oyun
zaten kaybedilmiş” duygusuyla ayrılmamalıdır.
“Böyle gelmiş böyle gitmez” demelidir yani. “Gün gelir, gün gelir….” Ama
Nurullah Tuncer 1 Mayıs Marşı yerine 23 Nisan rondu koymuş ve anlamsız bir
“kefen toplama” sahnesine dönüştürmüş oyun sonunu. Dar Ayakkabıyla Yaşamak,
biraz Küçük Emrah, biraz Ferdi Tayfur şarkısı gibi. “Bize rahatlık mezarlıkta”
sözü nasıl bir iğne olup batarsa oyun sonunun da öyle bir müstehzi bakış olmalı. Oysa sahnede sanki “ölmekten mutlu” işçiler var. Metindeki “satirik”
söylem yok. Oyunun son sahnesinde
oyuncular metne göre gökte… Yani yer çekiminden kurtulmuş bir bulut üstünden
yere bakıyor, ayaklarını sallıyor. Nurullah Tuncer’in bu sahneye çözüm
bulamamış olması “nakitsizlikten” mi?
Beş numara küçük ayakkabı verilen insanlar bana Sermet
Çağan’ın Ayak Bacak Fabrikası(1963) isimli oyununu hatırlattı. 1964 Erlangen
Uluslararası Tiyatro Şenliği'nde dördüncülük ödülü kazanan yapıtta “kara tohum-fink ekmeği” yemek zorunda
kaldıkları için ayak adaleleri büzülen, belden aşağısı tutmayan ve hayat boyu
kötürüm kalacak insanlara “ayak bacak fabrikası” vâdedilir. Derebeylerini
tanıyamayan o insanlar gibi Dar Ayakkabıyla Yaşamak’da da fabrikanın insanları kendilerine el uzatanların gerçek yüzünü göremezler. Oyun aynı “oyun”dur ne
toplum ne zaman fark eder.
Kovaçeviç oyunlarının tecrübeli tercümanı Bilge Emin bu
oyunun da çevirmeni. Ben metinde altını çizdiğim bir terslik okumadım. Bu tabii
ki bir tercüme kontrolü değil metnin Türkçesinin sahne dili. Bilge Emin kısa
notunda adaletten bahsediyor. Ben tercüme edenlerden oyunun dili ile ilgili bir
şeyler de söylemelerini bekliyorum.
Program dergisinde
dramaturgların da “konuşması”nı beğeniyorum. Keşke daha çok konuşabilseler. Hatice Yurtduru açlık
grevi üzerinde durmuş ama yazısının bence en önemli vurgusu “yaşadıklarımız ne
kadar gerçek ne kadar kurgu” olduğu üzerine ki bu konuda sanırım yönetmeni ikna
edememiş.
Nurullah Tuncer yönettiği oyunların sahne tasarımını da
yapıyor. Bu bir yönetmen için kolaylık. Hayâlindekini başka birine
anlatacağı yerde kendi düşünüyor kendi yapıyor. Sonuç
her zaman İntiharın Genel Provası’ndaki gibi başarılı olmayabiliyor. Buluşma
Yeri’nde olduğu gibi Dar Ayakkabıyla Yaşamak’da bu sorun yaratmış. Keşke
dışarıdan bir göze bıraksaydı işi.
Gamze Kuş’un daha iyi tasarımlarını hatırlıyorum. Işığı bu
kadar karanlık olan bir oyunda “siyah”lar ışığı daha da yutmuş. Kadın
şapkalarındaki ayakkabılar fazla abartılı, oyunda onun karşılığı yok. Sunucu
Maldiv’in kostümü daha da parlak
olmalıydı. Özellikle ikinci perdede cenaze evi gibi olmuş sahne.
Müzik(Oliver Josifovski) toplama imiş. Benim en beğendiğim
şarkı bir filmden(“Before The Rain”) alınmış. Ben Çağrı Hün’ün yorumunu tercih
ederim. Müzik ekibi şahane. Çağrı Hün, Uskan Çelebi ve Volkan Ayhan gibi tiyatro bilen müzisyenlerin sahnede
varlığı önemli. Çağrı Hün’ün yorumları
çok etkileyici. Ama müziğin yarışma sahnesinde(ikinci perde) etkiyle
kullanılmış olduğunu düşünmüyorum. Galiba Nurullah Tuncer’in tv tecrübesi yok. Bence birkaç program seyretsin ve de orkestra nasıl kullanılıyor görsün.
Işık tasarımı(Fatih Mehmet Haroğlu) bu yazıda en çok geçen
kelimenin nedeni… Asıl sorumlu yönetmen mi ışık mı? Gölgelerin dansı metafor
olarak oyuna uygun değil.Gölge ortaya çıksın diye yapılan oyunlar sahneyi daha da karartıyor.
Aklımda yer eden bir Efekt tasarımı(Ersin Aşar) yok.
Canlandırma-video(Aksel Zeydan Göz): Köpeğin videodan verilmesi iyi düşünce ama
ben bu köpeği daha önce görmüş gibiyim. Ön film ise bence oyuna uygun değil. Metinde
sahneye aksettirilen bir tahta bacaklar animasyonu var ama sahnede yok.
Beğenime göre oyuncu sıralaması yaparsam Yeliz Gerçek(Rada),
İbrahim Can(İsa), Nihat Alpteki(Veseli), Müge Akyamaç(Zlata), Bennu Yıldırımlar(Sunucu),
Bennu Yıldırımlar(Menajer), Bora Seçkin(Steva) ve Tankut Yıldız(Maldiv Bey-Sunucu)
ve de sahne çalışanları. Tüm oyuncuların ortak yönü oyuna çıkmadan önce Ferdi
Tayfur dinlemeleri(galiba).
Bana oyunculukları en gerçekçi gelen oyuncular Yeliz Gerçek ve
İbrahim Can oldu. Nihat Alpteki, bu kadar “ezilmiş”likten sıyrılırsa daha doğru
oynamış olacak. Beğendiğim bir oyuncu olan Müge Akyamaç etkisiz kalmış. Bennu
Yıldırımlar, “Sunucu”da bir yarışma değil bir haber programının sarkastik ve
kışkırtan modaratörü gibi. Biraz daha
yarışma formatına girmeli, şarkı söylemeli, oynamalı. Bora Seçkin’i ise Necip
Fazıl oyunlarının “kıdemli” oyuncusu olma ruh hali içinde gibi gördüm. Bu hâli
ile grev sözcüsü olarak fazla “mütedeyyin”.
Maldiv Bey’in elindeki mendili sevmedim. Zira o
hafızalarımızda mendille bütünleşen Orhan Boran’ı hatırlatıyor ve bu oyundaki
Maldiv Bey, Orhan Boran değil. Bence
Tankut Yıldız tam bir Maldiv Bey ama “sunucu” değil. Maldiv Bey sunucu olacaksa sunucu başkası olmalı. Ama metne göre Maldiv
Bey sunucu olduğuna göre Maldiv Bey’i sunucuya da uyabilecek başka biri
oynamalı. Mümkünse program sunucusu,
ekrandan tanınan bir yüz olmalı. Şehir Tiyatrosu sanatçılarına “borçlu olan” oyuncu Okan Bayülgen meselâ. Borcunu böyle öderdi Şehir
Tiyatrosu oyuncularına. Bu aynı zamanda ŞT’nın şu sıralardaki durumunu ve
sesini medyaya aktarmak için de çok yararlı olurdu (da “KİM UĞRAŞACAK hocam!”? Peki!!) Okan Bayülgen İBB Kültür ve
Sanat Sezonu Açılışı’nda Kadir Topbaş Başkan’a
“medyûn-u şükran” pozu vermiş! (Tamburu da Coşkun Sabah çalsın!)
Bence dünya tiyatrosunun en önemli yazarlarından biri olan
Duşan Kovaçeviç, oyunun prömiyerine gelmiş. Gittikten sonra onunla yapılan
söyleşiden 2-3 dakika kalmış yadigâr. Böyle mi olmalı? Sokakları “inleten” İŞTİSAN,
tiyatrosu dünyada duyulan bir yazarın sesini kendi sesine katmayı neden düşünmüyor?
Onun oyununun Şehir Tiyatroları’nda oynanmış olması önemli mi değil yoksa
“Nurullah Tuncer’in adamı” diye mi bakılıyor? “Adamı büyütürsek Nurullah Tuncer
de büyür mü?”dür kaygı? Kovaçeviç gibi baskılardan gelmiş bir ülkenin yazarının
Şehir Tiyatroları ile ilgili Türkiye’de ve dünyada söyleyeceği iki üç cümlenin
önemini kavramak çok mu zor? Onun, ülkesinin çeşitli dönemlerinde sanatını “bir
türlü” sürdürmesinden alınacak dersler yok mu? Aynı anda dört oyununu misafir ettiğimiz bir
yazarın yeri göğü inletmesi gerekmez miydi? Geçen yıl en beğenilen oyunlardan
biri Profesyonel’in sahnesi, ey Devlet Tiyatroları sen nerdesin? Kendi haykırışınızın duyulması için başka
haykırışların duyulmasına aracılık etmeniz gerekir. Etmezseniz sizinkini de
duyan çıkmaz.
“İçine sürüklendiğimiz
kaos çukurunda yaşama tutunabilmek için gülümsemeye ve umut etmeye ihtiyacımız
var. Acılarımızdan, endişe ve korkularımızdan uzaklaşmak için. Dilerim, oyun
azıcık da olsa umutlu bir geleceğin kapısını aralar ve böylesi trajediler bir daha
asla yaşanmaz.” Bu, Nurullah Tuncer’in İntiharın Genel Provası oyununa
yazdığı yazının son paragrafı. Neredeyse her oyun için söylenebilecek bir ifade.
Keşke Tuncer yazdıklarını bu oyunda
yapabilseydi.
Melih Anık
Hatırlamak için benim yazılarımda Duşan Kovacevic:
İntiharın Genel Provası: http://melihanik.blogspot.com/2010/02/ibb-sehir-tiyatrosu-intiharn-genel.html
Dar Ayakkabıyla Yaşamak- Çeviren: Bilge Emin- Mitos-Boyut
Tiyatro Oyun Dizisi 418
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder