“YANETKİ, 2011 yılında
Faruk Barman tarafından gösteri sanatları alanında çalışan, sanat yönetimi ve
prodüktörlük yapan bir kurum olarak kurulmuştur. Sanat yönetmenliğini Serkan
Üstüner‘in üstlendiği ve 2014 yılında proje koordinatörü olarak Ömercan
Güldal‘ın katılımıyla yoluna devam eden YANETKİ, günümüz insanının yaşadığı
güncel ve toplumsal konuların işlendiği çağdaş tiyatronun en iyi oyunlarını
seyircisi ile buluşturmayı kendisine amaç edinmiştir. Temel prensip günümüz
insanının hikâyesini anlatmak, seyircisine düşünme ve sorgulama imkânı
sağlamaktır.
YANETKİ, yoluna
İkincikat‘ta ilk oyunu olan Yalnız Batı ile başlamış, 2012 yılında Beyoğlu
Asmalımescit’te kendi sahnesi olan YanEtki Sahne’yi kurarak devam etmiştir. Bu
tarihten itibaren oyunlarını kendi işlettiği mekânında sergilemekte, mekânını
diğer tiyatro ekipleriyle paylaşmakta, sosyal sorumluluk projelerine ev
sahipliği yapmaktadır.” (http://yanetki.net/?page_id=2)
Ben bu oyunlardan dördünü okudum YANETKİ’den ikisini
seyrettim. Kurabiye Ev ile Sonra’yı seyretme şansım hâlâ var. Diğer oyunları
hakkında da bilgim var. YANETKİ’nin
girişte yaptığım alıntıda yazan “günümüz insanının yaşadığı güncel ve
toplumsal konuların işlendiği çağdaş tiyatronun en iyi oyunlarını seyircisi ile
buluşturmayı kendisine amaç edinmiştir. Temel prensip günümüz insanının
hikâyesini anlatmak, seyircisine düşünme ve sorgulama imkânı sağlamaktır.”
ilkesine tamamen bağlı kaldığına tanıklık edebilirim. YANETKİ hakkındaki gözlem
ve düşüncemi şöyle özetlemem mümkün:
YANETKİ, tiyatroyu ciddiye alan, ilkesinde tutarlı, iyi ve mekânına uyan
metinleri iyi yönetimle ve oyuncularla sahneleyen bir topluluk. Son seyrettiğim
oyunda mekânı kullanışlarını çok beğendim.
Romeo’yu Beklerken’i seyretmeden önce okudum. Metnin derinliği, katmanları, farklı
okumalara açık yapısı, metaforları beni çok etkiledi. Yönetmene ve kadroya
baktım. Seyretmeye karar verdim. İyi bir oyunla karşılaşacağımı biliyordum öyle
de oldu. Romeo’yu Beklerken bu yılın en iyilerinden biri.
Öncelikle yazar ilgimi çekti. Böyle bir oyunu yazan kimdi? Nasıl bir eğitimden geliyordu?
İnternette çok araştırdım. Aşağı yukarı aynı bilgiler tekrar ediliyordu.
Kendisine ulaşmak için çeşitli yolları denedim, sonunda bir eposta adresi
buldum, yazdım. Ancak ofis dışında olduğunu ve 20 Nisan’a kadar cevap
veremeyeceğini bildiren otomatik bir cevap aldım. O güne kadar da bu yazıyı
bekletmek istemedim. Serkan Üstüner’den öğrendiğime göre yazar, bu oyunu
yazdığında otuzlu yaşlardaymış. Oyun ‘Edinburgh Fringe 2006’da seyirci ile
buluşmuş ilk kez. Yaş bence önemli. Zira bizim genç yazarlarımızla bir karşılaştırma yapmak istiyorum. 2006
yılını dikkate alırsanız ‘Otuzlu yaşlar’
’70 kuşağı demek. Bizim ’70 kuşağından böyle bir oyun çıktı mı? Ben
rastlamadım. 1980, 1990, 2000 kuşağından çıktı mı? İyi dediğimiz yazar sayısı
iki elin parmaklarından fazla değil ama onlarda da Romeo’yu Beklerken’de rastladığım
derinliği bulduğumu söyleyemem.
Sarah Grochala, Polonya asıllı İngiliz yazar. Tiyatroya ‘Manchester
Young Theatre’da oyuncu olarak başlamış. Oxford’da İngilizce okumuş, Drama
Center’da oyunculuk eğitimi almış. 2006’ya kadar tv ve tiyatroda oyunculuk, bu
arada 2002-2003 yıllarında Birmingham Üniversitesi’nde
‘Playwriting Studies’ üzerine doktora yapmış. ‘S-27’ isimli oyunu ‘2007 Amnesty
International Protect the Human Playwriting Competition’ ile ‘The King’s Cross Award’u kazanmış ve ‘The Leah Ryan Prize for Emerging Women
Writers’ yarışmasında da ‘kısa liste’ye alınmış. Grochala, Smolensk isimli
oyunu ile ‘the OffWestEnd.com Adopt’dan maddi destek ödülü almış. Dramaturg olarak
çeşitli tiyatrolarda çalışmış, akademik makaleleri var, ders veriyor ve 2016’da
çıkacak bir kitap yazıyor. 20’ye yakın kısa oyun yazmış.
Romeo’yu Beklerken aklınıza dünyanın herhangi bir yerindeki
savaşı akla getiren bir oyun. Yazara esas şöhretini kazandıran ‘S-27‘ isimli
oyun, Kamboçya’da Kızıl Kımer’ler tarafından idama giden insanların fotoğraflarını çekme görevi verilmiş bir
kadın fotoğrafçıyı anlatıyor.
Elbette, oyunlarının dilinin İngilizce olması ve ülke
aidiyeti Sarah Grochala’yı bizim yazarlarımızdan daha avantajlı kılıyor. Ancak
ilgi duyduğu dünya ve kültürler açısından bizim yazarlarımızın ondan geri
kalmasına neden yok. Bu vizyon ile ilgili bir husus ki bizim yazarlarımızda
olmayan da o. Bizim genç yazarlarımız sıkıştıkları şişenin dışına çıkamıyorlar
bir türlü. Sayısı az olmakla beraber, İngilizceye çevrilse dünyanın dikkatini
çekecek oyunlarımız var ama ya yerli pazar onları ‘doyuruyor’ ya da çok
tembeller. Dünya festivallerine –eğer takip ediyorlarsa- Türkiye’ye ne ithal
etsek diye gidiyorlar sanırım.
Romeo’yu Beklerken,
bir piyes-yazım geleneğinden beslenen ve eğitimin disiplini ile yazılmış bir oyun.
Bu açıdan baktığınızda 1949 tarihli Godot’yu Beklerken ile dünya tiyatrosunu
özümsemiş; Jezz Butterworth’un Nehir isimli oyununda da olduğu gibi köklerini İngiliz
edebiyat ve tiyatrosunun zenginliğine
dayamış olduğunu görüyorsunuz.
Oyuna geçmeden Godot’yu Beklerken’e dokunmak gerek. ‘Waiting
For Romeo’, ismiyle ‘Waiting For Godot’yu çağrıştırıyor hemen. İki oyun
arasında neredeyse altmış yıl var. İki oyunu karşılaştırdığınızda dünyanın
nasıl bir değişim içinde olduğunu anlıyorsunuz. Godot’nun iki karakterinde
insanlığı görmüştük, Romeo’yu Beklerken’de bireyselliği görüyoruz ki bu
dünyanın bireyselleşmesinin doğal bir yansıması. Godot’yu Beklerken’in parodisi
gibi yazılmış olan ‘Godot Geldi’ (Miodrag Bulatovic 1966) iki oyun arasında değişimin
bir göstergesi gibi. Romeo'yu Beklerken o oyuna da bir anlamda cevap niteliğinde
ve zamanın değişimindeki ‘acı tablo’yu da gösteriyor.
YANETKİ, oyun tanıtımlarında ‘Savaşın tam ortasında yalnız kalmış iki kız kardeşin çaresiz ama umut
dolu bir bekleyiş hikâyesi’ diye anlatmış bir oyunu. ‘Savaş’ da, nasıl bir
‘savaş’? Ben Romeo’yu Beklerken’in bir savaş oyunu ve
bazı sitelerde sınıflandırıldığı gibi ‘in-yr-face’ olduğunu düşünmüyorum.
Romeo’yu Beklerken’in üç karakteri var, iki kız kardeş ve
bir düşman asker. Evin dışından silah, bomba sesleri geliyor. Pencereler
tahtalarla kapatılmış. Dışarıdaki patlama camları kırmış olmalı. Küçük kardeşin
evi, oyunun tek mekânı. Sokaktaki türlü tehlikeleri atlatarak eve gelen abla, Romeo
(DOĞRU KİŞİ) gelecek diye evinden çıkmayan kız kardeşini o evden dışarı
çıkarmak ve kurtarmak istiyor. Ablaya sokakta kimliğini bilmediği birisi
tarafından tecavüz edilmiş, abla hâmile. Kız kardeşler(ve seyirciler) için şaşırtıcı hikâye eve bir askerin girmesi
ile başlıyor. Bu anlamda oyun sanki iki bölüm. Oyun arasız oynanıyor ama
askerin ortaya çıkışına kadar oyunun ilk bölümü ile askerin ortaya çıkışı ile
başlayan ikinci bölümü arasında söylem farkı var. İlk bölüm dramatik ikinci
bölüm trajikomik.
Yukarıda özetlediğim piyesin ‘görünen’ hikâyesi. Asker zaman
zaman sizi inandırsa da Faruk Barman’ın oyunculuğu seyirciyi kuşkuda bırakıyor.
Oyunun katmanlarında asker’in nasıl yorumlandığı özellikle çok önemli. Asker duydukları
ile ‘oynuyor’ mu? Gerçek ne? Sahte ne? Gerçek inanmaya hazır olduklarımız mı? Ama
o kadarla kalmıyor. Başka olasılıklar da var. Asker, küçük kızın hayâliyse?
Asker iki kızın da hayâliyse? Ama oyun bundan daha fazlasını içeriyor. Küçük
kız ve abla aslında tek kişiyse? Abla küçük kızın korkusu, küçük kız ablanın
olmak istediği ise? Tek gerçek küçük kız ise, abla ve asker hayâlse?
Ben bu oyunun pek çok değişik şekilde ‘okumaya’ olanak
verdiğini düşünüyorum. Yönetmen Serkan Üstüner olasılıklardan birini seçmek
zorundaydı, o da tercihini yapmış, olasılıkları göz ardı etmeden hikâyenin
‘görünen’ yüzünü öne çıkarmış;
duru, açık ve anlaşılır bir dille yorumlamış oyunu. Benim aklımdan geçenler
gibi oyunu karmakarışık yapsaydı kimse anlamazdı. Ama gene de bazı
düşüncelerimi paylaşmak isterim. Örneğin Asker’in giysisi siyah olmak yerine
odanın duvarlarından yansımalar taşısaydı ne olurdu diye düşünüyorum.(Kırmızı
pabuçları kullanmaya koşut bir ayrıntı olurdu.) Asker pencereden atlayarak
girmek yerine odada bir anda görünse? Oyunun sonundaki sahne fotoğrafında abla
ile asker seyirciye görünmese? Oyun başı sonu gibi olsa? Oyunda ‘paralel evren’
göndermesi ile yazarın bazı ipuçları verdiğini düşünüyorum. Bu fikir kullanılmış
olsa? Seyirciler salona alınırken oyunun başlamış olmasını çok sevmedim. Seyirciler
sanki devam eden bir hayatın içine giriyor gibi. Oysa ben bu oyunda seyircinin oyunun
bir parçası olmasını istemedim. Seyirci yerine oturduğunda olaya dışarıdan
bakıyor zaten. Dekor da seyirciyi dışarıdan bakması için kurulmuş. Duvar
kalınlığını gördüğümüz dekorun dışında seyirci. Dekordan söz açmışken mâdem
pencereler derme çatma tahtayla kapatılmış ben camları kıran patlamanın(ya da
her neyse) evin içinde de kalıcı bir hasar(Talya’dan başka) yaratmış olmasını
bekledim.
Mekânın daha loş olmasını tercih ederdim. Bana fazla
aydınlık geldi. Dışarıdan içeri sızan ışık huzmelerindeki değişimler,zamanı
anlatmaya yardımcı olurdu.
Hiç müzik olmasa daha mı iyi olurdu? Bu görüşümün müziğin kötü
olduğu gibi bir algı yaratmamasını dilerim.
Sarah Grochala kısa cümlelerle diyalogları kuruyor,
tiratları bile kısa. Parça parça hikâyenin bütününü algılıyorsunuz. Çok
kolaylıkla duygudan duyguya geçebiliyor. Bunu, yanlış anlamalarla değil
‘alınganlıklar’, karşısındakinin en ince damarına basmak gibi duygusal
dokunuşlarla yapıyor. Bu nedenle oyuncuya çok iş düşüyor.
Faruk Barman’ın(Edhem) doğallığına bayıldım. Rol yapmıyor
gibi oynuyor. Kendinden çok emin. Ama seyirci Edhem’den emin olamıyor(iyi). Komedi
dozunu çok iyi ayarlamış. Komik olmadan güldürüyor. Kötü oynasa komik olurdu.
Akasya Asıltürkmen(Raneen), Talya’nın karşıtı olmayı çok iyi
başarıyor. Donuk, mat gibi görünen oyunculuğunun içinde duygu renklerinin her
tonu var. Raneen ile Talya karşıtlığı her iki karakterin de daha çok ortaya çıkmasına yardımcı oluyor. Ama
görünen, Talya’yı daha çok öne çıkaranın Raneen’in yorumlanması olduğu
Irmak Örnek, duygu geçişleri çok olan zor bir rolü(Talya)
oynuyor. Tekrara düşme olasılığı çok olan rolü her sahnesinde tekrara düşmeden
oynuyor. Samimi, çocuksu, saf, komik halinden trajik olanı yaratmış.
Tüm oyuncular çok ince oynuyor, çok başarılılar. Seyretmesi
büyük keyif.
Yılın en iyi oyunlarından biri olan Romeo’yu Beklerken, jüriler
boncuk dağıtırken, hakkı olan ‘ödülleri’ seyirciden alacak, eminim.
Melih Anık
Not: İKSV’ye
önerimdir. Yazarı Tiyatro Festivali’ne yazarlık atölyesi için davet edin.
Yazarın ajansından aldığım bilgiye göre oyunu yazdığında 33 yaşındaymış.
İlgi:
Merhaba,
YanıtlaSilYine doğru, yine güzel, yine iyi duygular oluşturan bir tiyatro danışmanlığı örneği...
Bulunmaz
İsmini yazmadan yapılan yoruma teşekkür ediyorum. Lütfen isminizi yazın ki bu güzel düşünceleri yayımlayayım.
YanıtlaSil