Yeşim
Özsoy Gülan, “Karnaval”, “Mağdur” ve Türkiye
Oyunun yazarı Yeşim Özsoy Gülan, 1972 yılı doğumlu genç
bir kadın; Türk Tiyatrosu’nda benzeri az olan “girişimci”
tiyatrocularımızdan biri. Bir süredir yaptıklarını takip ediyordum, bazısını
internetten bazısını yerinde seyrettim, yazdıklarını okudum. En son birlikte
kahve içme fırsatım oldu. Onun iyi eğitim almış, hızlı düşünen, kelimelerini
seçen, ülke sorunlarını dert edinen ve devamlı “proje” düşünen biri olduğu
izlenimi edindim. Zaten hemen aklıma gelen Ve Diğer Şeyler Topluluğu,
Görünürlük Projesi, Galata Perform, Çağdaş Gösteri Sanatları Derneği onun
kendini “paraladığı” satır başları. Eminim paylaşmadığı daha nice “proje”si
var. Tiyatroyu ve “business”i bir araya getiren bir kişilik gördüm onda. Neyi
niçin yaptığını bilen bir genç kadın. Ama ben, oyunlarında ona “proje”yi değil
“hayâl”i daha çok yakıştırıyorum. Öte yandan çizdiği Türkiye tablosunun
karamsarlığına bakınca ve de onun gibi gençlerin hiç de az olmadığını düşündüğümde
içim acıdı.
Yola Çıktığım Gün Sakin Serin Bir Sabahtı gösterisi bence
“tipik” bir Yeşim Özsoy Gülan “proje”si. Kendi ifadesi ile “tartışmak, ortaya
dökmek, ifade etmek, yüzleşmek için yazılmış ve sahnelenmiştir” Tartışılacağını sanmıyorum zira
“hipostazlaştırma”(Adorno’dan) nedeniyle toplum olarak hastayız; (belki de tartışamadığımızdan) yüzleşmek en
iyi yaptığımız şey ama bir türlü hatalarından öğrenerek düzelen bir toplum
değiliz; ortaya dökülmüş olduğu doğru ama kim sahiplenecek; geriye bu yazının
meselesi olan “nasıl ifade edildiği” kalıyor.
Yola Çıktığım Gün Sakin Serin Bir Sabahtı, belli ki uzun
süre üstünde düşünülmüş, tartılmış, biçilmiş belki zamanı hesaplanmış bir
gösteri. İçinde “Türkiye” var. Ermeni, Kürt, Alevi, ordu, din ve dindarlık,
medya, tecavüz ve kadın vb günümüzün gündemini oluşturan nerdeyse her şey. Ama
bizim gündemimizin maddeleri çok, yeni anayasa, başkanlık sistemi, adalet,
şike, kürtaj, sezaryan, sivil vesayet, ordu, “yetmez ama evet” vs vs. Bu nedenle bazı konu yeni olduğu(bizde
gündem çok çabuk değişiyor) bazı konu ise eski ama belki de yazarın tercihleri
nedeniyle gösteriye girmemiş. Ama mağdur edilmiş, ötekileştirilmiş üzerine bir
gösteri bu. Yanlış bilmiyorsam bu konuların ülkemizde bu kadar açık bir şekilde
tiyatroya girdiği ilk deneme(lerden biri?) bu gösteri. İçerikte ele alınanlar
üzerine uzun süredir konuşulmakta.
Taraflar belirlenmiş, söylenenlerde belki de artık “tekrar”lar yaşanmakta. Ama bu konular bir de gösterinin çerçevesi ile tartışılsa keşke.
Gösterinin iyi yanlarından biri özgün olması. Yani bir başka oyun alınıp bu
düşünceler içine yedirilmeye çalışılmamış. Bu gösteri tiyatronun devamlı
seyircileri dışına taşabilir, yeni tiyatro seyircisi getirebilir.
Oyunun
başlamasını beklerken oyun kadrosunun verildiği iki sayfalık programda “özgürlük ihlâllerinin
gün geçtikçe yoğunlaştığı 'hayali' bir ülkede” denmesine rağmen aynı paragrafın
sonuna “Düşünce özgürlüklerinin
ihlâlindan Ermeni sorununa, Maraş katliamından Kürt kimliğine,
çocuk yaştaki genç kızların istismarına kadar her türlü konuyu işlerken
anlamları ve şifreleri çözmek seyirciye kalır” notunun eklenmesi ile "hayâli ülke" gerçeğe
bağlanıyor. Oyunu önceden de okumuş biri olarak bu kadar somut olması gerekir
miydi diye düşündüm. Zira bu ifade, oyunda isimleri açık edilmemiş olan
kişileri bir anlama “açıklıyor”. Ama acaba herkes kendine göre bir şeyler
anlasa daha iyi olmaz mıydı? Ayrıca “somutlaştırma” hem kolay değil hem de çok
kolaylıkla yanlış yapma riski taşıyan bir tercih. Öte yandan soyut bir dekor
içine somut sorunları koyduğunuzda başka sorunlar çıkıyor.
Y.Ö.Gülan, içinde yaşadığımız ortamı karnavala benzetiyor, “yani dünyanın alt üst olduğu bir durum. Tüm
hiyerarşik durumlar da bu yolla alt üst olur.” Dekorda “alt üst” olma durumu
alt üst olmuş Luna Park ile verilmiş. Ona göre “Luna Parkı seçmesi durumun
eğlenceli olması gerektiğindendir” ki ben katılamıyorum. Y.Ö.Gülan’a göre rengi kaçmış bir ortam bana göre tadı
kaçmaya başlayan bir hayat. Gelenlerin hepsi “öteki” başka bir deyişle “mağdur”.
Mağdurların mitingi var sanki.(İlgi 3)
Ama şimdi biz öyle bir durumdayız ki “mağdurun kendi
mağdur edilmişliğinde başkalarını mağdur
etmesini meşrulaştıracak ideolojik içerikler bulduğunu anlamamız imkânsızdır”
Şimdi “mazlumlar baştan muzaffer, gerçek
perdelenmiş ve mazlum bu nedenle zalime borçlu” Adorno ne diyor: “Şahane
mazlumların yüceltilmesi, sonuçta onları mazlumlaştıran şahane bir sistemin
yüceltilmesinden başka bir şey değildir.” (İlgi 1)
Mağdur dahil herkesin bir mazereti var. Kutlu Ataman’ın
kelimeleriyle, "Zaten sadece Kürtler
mağdur değil ki! Bakınız eşcinseller, Aleviler, dayak mağduru kadınlar, bu
dönemde bile, başörtülü kadınlar." Bu denklemin içine Hrant Dink'i ve onun
nezdinde tüm azınlıkları, gayri müslim toplumumuzu da eklemek mümkündür. Bu
yolla ilerlersek kadınlar, Aleviler, Kürtler, Ermeniler ve son olarak da
sanatçılar ve entellektüeller misal gazeteciler, tiyatrocular da bu denklemde
ötekileştirilmiş mağdur olan kesimdir.”(İlgi 3) Baudelaire’in albatrosu çok
iyi uçacak da “dev kanatlar yürümeye engel oluyor” Ama ben denemeyenin
yapamayacağına inanırım, kanatları olmak bir şeyin garantisi değil, uçmaya
çabalamak gerek. “Osmanlı mağlup, İslam susturulmuş, doğu yağmalanmış, taşra
mağdur, acılar istismar edilmiş …”(İlgi 1) Seçtiğiniz kelimeler, ifadeler,
arkasına geçtiğiniz “taraf”lar ne olursa olsun, herkes güneşin SADECE kendisi
için doğmasını bekliyor. Bu ülke geçmişin izlerini ve de ağırlığını taşıyor. Geçmiş
hesaplaşması geleceğin inşasını zorlaştırıyor, herkes “hesap peşinde”.
Bence Y.Ö.Gülan'ın yaptığı tesbit (“Oysa tam birlikteliklerini acılarının paylaşımı yoluyla kanıtladıkları
anda resmin içine yine "derdi olan" bir başka kişilik girer ki belki
de cephe aldıkları karşı kutuptan bir kimliktir bu yani dîni bütün, Müslüman,
Türk ve erkek. Oyunun ortasına kadar birlikteliklerini tamamıyla bu kesimin
mağduru olma yoluyla faşist bir rejime baş kaldırma olarak algıladığımız 5
karakter bir anda bu 6. karakterin girişiyle alt üst olurlar. Başkaldırmanın
kodlarını şaşırırlar” ) yerinde değil. Zira
6 karakterin temsil ettiği şey her neyse zaten diğerlerinin “içinde” var.
Ayrıca da “alt üst” olmadan önce bir düzenin varlığı ima ediliyor ki Türkiye’yi
bilenler için bunun doğru olmadığı da ortada, her şey herkes iç içe ve vaziyet hep
“alt üst”.
Zira durum “Hipostazlaştırma”ya(Adorno) yol açmış.(Tersi de doğru olabilir.) “Göreli ya da ilişkisel olan bir şeyin mutlaklaştırılması, süreç içinde bir
şeyin süreçten koparılarak hareketsizleştirilmesi” durumu yani. Böyle bir ortamda tartışma nereye gider? Bir
yere gidemediği için insanlar gitmeye kalkışıyor. Kim bu insanlar? Hepsi aynı
tondan ve üsluptan konuşmak zorunda kalan, hepsi kendini anlatan insan
topluluğu.
Toplumların farklı kesimlerin bir araya getirildiği ve
aralarında hesaplaştıkları oyunlar dünyada yeni değil ama bizde çok yeni, hele
bu şekilde. Ama “aman dikkat ağzımdan yanlış kaçmasın” tedirginliği de
zorlayıcı. Çözüm önerisi yok. Olursa “bir araya gelelim, tartışalım”dan öteye
gitmiyor. Gidebilir miydi? Hayır. Zira
bu konular öylesine kemikleşmiş ve
“derin” ki büyük büyük adamlar yapamıyor tiyatrocu nasıl yapsın! Bunu ondan beklemek
de haksızlık.
“Karnaval” özgürleşme, renklilik, çılgınlık demek. Karnavalda kral ve soytarı aynı
seviyede, “her soytarı bir kral!”(İlgi 2) değil mi? Ayrıca koşullar ve durum
karnavala çok uygun, çünkü herkes “ikili” hayatlar yaşıyor. Ama "sahnede" karnaval yok.
Yola
Çıktığım Gün Sakin ve Serin Bir Sabahtı
Oyun metni şöyle başlıyor: “… gazetede gördükleri bir ilân üzerine bir Luna Park’ta buluşan 6 kişinin
tek amacı vardır o da buralardan “kendi rızalarıyla gidebilmek”… İnsanların gün
be gün kaybolduğu, katliamlar, zulüm, paranoya ve acı içinde yaşamalarına
rağmen hiçbir şeyi tam olarak hatırlayıp adını koyamadıkları bu dünyada
yaşamaktan bıkmıştır hepsi.”
Bu ifadeden anlaşılan şudur ki bu 6 kişi ecelleriyle
ölmek istemektedir. Kalırlarsa “kim vurdu”ya gideceklerini düşünmektedirler.
Zira “katliam, zulüm, paranoya ve acı
içinde yaşamaktan bıkmışlardır.” ve “hiçbir şey tam olarak
hatırlanamamakta”dır. (Bir tür yüzleşme iması(mı?))
Oyunda 6 karakter var. Karakterlerin bildiğimiz gibi
isimleri yok, çağrışıma açık tanımlar, isimleri olmuş:
Derdi Olan Adam (DOA) - 30larında (bir kadın tarafından da oynanabilir; yine de adı DOA kalmalıdır) Gazeteci (Ali Rıza Kubilay)
Her şeyini Kaybetmiş Adam (HKA) askerden yeni
dönmüş, ileri 20lerinde(Hakan Atalay)
Gencecik Kız (GK) – 16 yaşında, genç kız
(Begüm Akkaya)
Gencecik Çocuk (GÇ) – 16 yaşında, genç erkek (Musab
Ekici)
Adını Saklayan Adam (ASA) – 40larında ermeni
kökenli(Oğuzhan Ayaz)
Sürekli Ağlayan Adam (SAA) – yaşını almış
inançlı(imanlı) bir adam(Emin Maltepe)
Bir de oyun sonunda görünen ve tek cümlelik
bir repliği olan bir Bekçi(B)(Rıfat Doğu) var. Olayların geçtiği, buluşma yeri
olan Luna Park’ın bekçisi.
Oyun ilerledikçe onları “birilerine”
benzetiyorsunuz. Yardımcı olmak için “tüm
karakterler temsil
ettikleri âletlere binmekte ya da hareketle ifade etmekte olduğu belirtilmiş metinde: DOA (çarpışan arabalar), GK (atlıkarınca), GÇ
(korku tüneli), ASA (dönme dolap), HKA (dönen salıncak), SAA (çarpıtan aynalar)”
Âletler
de aslında yazarın onları nasıl konumlandırdığı üzerine ip uçları veriyor. DOA “çarpışan”
biri meselâ; GK hayâller(atlı karıncadaki) içindeki bir çocuk; GÇ, “korkular”
içinde, ASA “dönme” dolapta, HKA dönen salıncağın kucağında, SAA ise “çarpıtan
aynalar” ile temsil edilmiş. Bu özelliklerin sahnede ortaya çıktığını
söyleyemem. Öte yandan kişilerin sembollere sığamayacak kadar karışık olduğunu düşündüğüm için bu
kategorizasyon bana ters geldi ama
tiyatral söylem açısından hak verdim yazara.
Bu
kişiler gazetedeki ilâna bakıp geldikleri için SAA’nın da gelmesi doğal ama DOA
ile çatışmasına bakılınca onun diğer beş kişinin arasında işi ne diye
düşünüyorsunuz.
Oyun gizemli bir havada başlamışken oyun sonunun DOA ile SAA arasına “sıkışması” ise anlaşılması güç bir durum. Sanki ikisinden birisi “kazansa” işler yoluna girecekmiş ve Türkiye’deki tüm çekişmeler bu iki zıt kutup arasındaki anlaşmazlıktan çıkıyormuş gibi bir hava oluşuyor. SAA “gelin benimle” DOA “benimle kalın” derken diğerleri de bu savaşta birer “figüran” durumuna düşüyor. Hiçbir konu akla kara gibi kolay anlaşılacak gibi değildir oysa, hiçbir karakter de. Oyunda gösterildiği gibi bir karşıtlık inandırıcı değil. Oyun sonu SAA ile DOA’nın çekişmesine geliyor ve diğerleri onların piyonu durumuna düşüyor. Etkileri ve yaygınlıkları itibariyle birbiri kadar denk olmayan bir karşılaşma var oyunda. Kaldı ki SAA’ın tezi belli ama DOA’nın derdi ne? Üstelik bir de gazeteci.
Hele
DOA’nın gazeteci olduğunu bildiğinizde “Ben gelecekten ve geçmişten gelen ve bu
dünyanın aslıyım.ben soruyum.aynı zamanda cevabım.ben sorgulayanım ve dünyayı
yaratanım.ben olmasam hiçbir şey olmazdı çünkü ben derdi olan adamım”
replikleri aynı SAA’nın (hele de çarpıtan aynalar ile sembolize edildiği
düşünülünce) “Yalan söyleyen kişinin içi
bozuktur. Luna Park’taki aynalar gibi seni farklı gösterir” replikleri gibi
içerikten yoksun “havada” kalıyor.
DOA’nın “Afyon gibi sizden başkasını dinlememek ne
zamandan beri erdem oldu” repliği ise onun mesleğini dikkate aldığımızda ve de
medyanın günümüzün bir başka “afyon”u olmasını da dikkate alınca insanı ortada bırakıyor.
DOA’nın gazeteci olması Yeşim Özsoy Gülan’ın bir hayâli
herhalde. Öyle DOA gazeteci modeli çok az. Karakterler ya ak ya kara bu nedenle
gerçekçi değil. Kaldı ki çözüm aranıyorsa bu çözüm “ortada” bulunacak uçlarda
değil. Bu kadar uçlara kaçmış tarafların bir araya gelmeleri tarihi bir zorlama
(onları tarih mi çağırıyor?) gibi
görünüyor. Bence hiçbir taraf haklı değil. Ama kitlelerin bir fasit daire
etrafında saat yönünde veya tersi döndürülmesi durumu anlatmıyor ve bir çözüm
değil. Belki de göstermek istediği bu!
Çözümsüzlük sizin davranışınızdan kaynaklanıyor demek istiyor belki Y.Özsoy
Gülan.
Gitmek
üzere bir araya gelenler( DOA mı çağırdı onları açık değil) DOA: “gidecek bir
yer yok, kaçacak korkmanızı gerektiren kimse de yok” ve hemen arkasından gelen “halâ nasıl gideceğimizi konuşmadık bile” replikleri
ile şaşırmışlar herhalde.
Metinde
hoş bir trük var. Aynen saatin sıyıran dişlisinde olduğu gibi belli yerlerde
zaman geriye dönüyor ve geçmişteki üç dört replik tekrar ediliyor. Sahnede ben
bunu kaçırmış da olabilirim ama görmedim.
Oyunun Luna Park’da geçmesine bir şey demem ama oyun
sonunda Bekçi’nin gelip “Bu kadar erken
kimler gelmiş lunaparkta eğlenmeye?” repliği durumu küçümsemeye
dönüştürüyor. Belki de yazarın niyeti “oyun oynamayın” demek olabilir. Ama bu
yapılanların Luna Park eğlencesi olduğu imasına yol açmamalı. Bence Bekçi’nin
repliğini fondan “kuvvetli ve güçlü” bir sese söyletmek daha doğru olurdu.(Hatırlayın:
Hasan Mutlucan)
Oyuncular
Gösterinin en güzel yanı oyunculukları. Ben baş sıraya
Begüm Akkaya’yı koydum. Kesin karar vermek için bir başka rolde daha seyretmek
gerek ama bu gösterideki oyunculuğu
unutulmaz. Şansını çok iyi kullandı. Musab Ekici’nin oyunculuğunu
başarılı ama çizdiği rolü fazla “saf” buldum. Emin Maltepe, “örnek” almış,
benzemeye çalışmış, başarılı da ama tek bir düşünce ve tarafa mahkûm etmiş
rolü. Ali Rıza Kubilay, Hakan Atalay her kadroda bulunması istenecek iyi oyunculardan.
Her ikisi de rolünü samimi bir inandırıcılıkta oynuyor, belli ki inanmışlar o
karakterlere. Bence biraz uzaklaşıp baksalar iyi olur. Oğuzhan Ayaz’ın
çağrıştırdığı karakterin gücü, oyunculuğunda yansımıyor. Bence replikler de ona
bu imkânı vermiyor. Rıfat Doğu’yu da tek repliği ile değerlendirmek doğru değil.
SahneTasarımı,
Işık Tasarımı,Müzik, Ses
Mekân düzenlemesi(Sahne Tasarımı: Barış Dinçel) göz
alıcı. Beyazın hâkim olduğu bir atmosfer. Cennet mi burası? Bu insanlar “öte
taraf”a mı gidiyor, “âraf”talar mı? Beyaz neyin temsili? İnançlı olmanın mı,
temiz olmanın mı? Soyut mu somut mu? Atlıkarınca üstünde gerçeklerden kaçarak
hayâller âlemine mi bu gidiş? Yoksa bir
dervişin eteklerinde ulvi bir alemde miyiz? Çılgın bir uçuşla göklerde
mi savruluyoruz uçan salıncakta? Oyunda anlatılan hangi durumun hangi repliğin
hangi duygunun karşılığıdır bunlar? Yoksa top yekün mü bakmalı luna parka?
Günlük hayatın bizi kovduğu, süpürdüğü bir geçmiş arayışı mıdır luna park?
Neyin metaforu? Yoksa yaşananlar bir çocukluktan ibaret mi? Ciddi olamadığımız
için mi luna parktayız yoksa luna parktaymışız
gibi yaşadığımız için mi ciddi olamıyoruz?
Gösterinin Işık Tasarımı Kemal Yiğitcan tarafından yapılmış.
Titiz olduğu görülen bir çalışma. Luna Park havasını veren bir tasarım ama
zaman zaman bir kelimeden beslenen ama o kelimeye sıkışmış izlenimi veriyor.
Bazı sahnelerde madem renkli ışığımız var kullanalım havasında.
Ses ve Müzik
Tasarım’ı Korhan Erel’ e ait. Ben yüksek volümden haz etmem ama bu gösterideki
volüm ve luna park şenliği bana bile az geldi.
Kostüm sorumlusunu bulamadım. Herkes kendisi mi giyindi
acaba yoksa yönetmen mi tasarladı? Kostümlerin bu kadar “fantastik bir dünya”
içinde geçen oyuna uymadığını söyleyebilirim.
Son
Bu yazının sonunda Yeşim Özsoy Gülan’ın ifadelerini
hatırlatmak isterim: “Oyun özgürlük ihlâllerinin
ve saflaşmanın doruk noktasının yaşandığı günümüz Türkiye’sine dair her şeyi
söylerken hiçbir şeyden bahsetmez.”
Yaşadıklarımıza bakınca belki de haklı. “Çok lâf” var “çok
renkli ve hızlı bir gündem” içinde yuvarlanıyoruz ama bir de bakmışız ki “arpa
boyu yol” gitmişiz ve “hiçbir şeyden bahsedilmiyor”.
Bence oyunu seyretmek ve tartışmaya oyundan çıkar çıkmaz başlamak gerek.
Melih Anık
İlgi:
1-Mağdurun Dili - Nurdan Gürbilek(NG)- Metis Yayınları
2-Rabelais ve Dünyası - Mihail Bahtin(MB)- Çeviren: Çiçek
Öztek - Ayrıntı Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder