20 Nisan 2012 Cuma

Bindik Bir Otobüs’e (İBBŞT) ….

11.yy da Bizans egemenliği altında yaşayan, 15 yy da Osmanlı egemenliğinde “uyanan” Bulgaristan 1878 de prenslik 1908’de “tam bağımsız çarlık” olmuş. Bağımsız ama çar altında, ya da Çar bağımsız, ülke Çar’a bağımlı. İlk serbest seçimler 1990 da yapılmış, 2000’lere kadar da ekonomik olarak komünist bir ülkenin alt standardında yaşamış. 27 bölgesel yönetimden oluşuyor.

1990'a değin devlet yönetiminde sosyalist ekonominin hâkim olduğu ülke, Doğu Bloğu'nun çözülmesi sonucu Sovyet pazarını kaybetmesi ve kapitalist ekonomiye eklemlenme sorunları nedeniyle 90'lı yıllar boyunca milli gelirin % 70'e yakın küçüldüğü çok ağır bir ekonomik bunalım yaşamış.

2004 itibari ile NATO üyesi olan Bulgaristan 01 Ocak 2007' de AB'nin tam üyesi olmuş.

2011 genel nüfus sayımına göre Bulgaristan'ın nüfusu 7,364,570'dir. Nüfusun etnik dağılımı ise şu şekildedir: Bulgarlar: 6.655.210 (%83,9), Türkler: 747 000 (%9,4), Romanlar: 370.908 (%4,7), Ruslar: 15.595, Ermeniler: 10.832, Ulahlar: 10.566, Makedonlar: 5.071, Yunanlılar: 3.408, Ukraynalılar: 2.489, Yahudiler: 1.363, Rumenler: 1.088, Diğerleri: 18.792 olarak kaydedilmiş.

Bulgaristan ile “ortak” olduğumuz hususlar arasında yoğurt, musakka, baklava, rakı, güveç, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlılarla aynı cephede yenilgi var. (Bizim gibi uzak duramamış,  II. Dünya Savaşı'na  Almanya saflarında katılarak o savaştan da yenilgiyle çıkmış.)

Bulgaristan’dan bahsedince unutmamamız gereken bir “Çılgın” proje(Turgut Özal sunar) “Cep Herkül”ü Naim Süleymanoğlu! Süleymanoğlu 1986 Sydney’de Türk vatandaşı yapılmış, 1988 de ödenen 1 milyon dolar ile Bulgar Federasyonunun “ağzı” kapatılarak Seul Olimpiyatları’nda yarışmış ve (yeni) “ülkesine” büyük onur getirmiş. Zamanla eski başarılar yaşanmayınca forsu kalmamış, “yeni” ülkesinde unutulmuşken  İngilizler onu hatırlamış ve 2012’de Süleymanoğlu’nun ismi Londra’da bir metro istasyonuna verilmiş.

Futbolu bilenler Dimitar Berbatov and Hristo Stoichkov’u mutlaka tanır.  Söylentilere bakılacak olursa Berbatov emekliliğini “paşalar” gibi yaşamak için ülkemizin “büyük”lerinden birine transfer olmaya hazırlanmakta imiş.

Tüm bunları Otobüs’ü konuşlandırasınız diye anlattım. Yazarın ülkesinin(Bulgaristan) iklimini, bizi ve benzerliklerimizi düşünesiniz istedim.

Otobüs’ün yazarı Stanislav Stratiev’in Roma Banyosu(1974) ve Deri Ceket(1976) isimli oyunları daha önce ülkemizde sahnelenmişti ve yanılmıyorsam beğenilmişti.

Otobüs, Stanislav Stratiev’in çok bilindik bir konuyu anlatan bir piyesi. Hani birlik beraberlikten bahsettiğimiz zaman deriz ya, “aynı “gemi”nin içindeyiz”,  oyunda  “gemi”nin yerini “otobüs” almış. Aynı otobüsün içinde farklı sınıfları temsil eden dokuz kişi, belli bir “tarîk”e(yol) gidecek diye bindikleri otobüsün, şoförün keyfine göre “bir yerlere” doğru gittiğini fark edince akıllarını, zekâlarını, güçlerini, kurnazlıklarını kullanarak(birleştirerek demiyorum) ama bu arada kendilerini kurtarmayı daha iyi bildiklerinden kişisel çözümlerini tüm otobüs için geçerli kılmaya, otobüsün yönetimine(şoföre) müdahale etmeye çalışıyorlar. Belli ki şoför onların seçimi değil, onu oraya atayan birileri var ya da o gelip “oturmuş”. Yazarın Bulgar ve oyunun 1979 tarihli olduğunu düşünürsek bu da “gerçek”.

Yönetmen Arif Akkaya çok özenmiş bezenmiş, oyunu ince ince okumuş, nerdeyse her repliğe bir hareket, her harekete bir slayt, her slayda bir çağrışım eklemek için çok çalışmış; titiz bir reji yapmış; iyi belirlenmiş mizansen, müzik,  dekor, kostüm seçmiş; oyunu bu toplumun kendi dertlerini anlamasına yardım etmek için “çözerek”, metaforu bu kadar açık ve tekrarlanmış bir oyunu tekrara düşmeden, seyirciyi sıkmadan anlatmak ve bir anlamda oyunu  “büyütmek” için elinden geleni yapmış, bilerek metinde var olan “absurd”ü  “büyütmüş” . Ama galiba bütün sorun da bu noktada başlıyor.  Oyun, üzerinde uğraştıkça daha da soyutlaşmaya, metaforlar sadelikten uzaklaşarak karmaşaya neden oluyor; sade anlatılsa  anlaşılır olacak mesaj, oyunun düzeyinin çok üstünde bir algıyla yorumlanınca içerik olarak taşıyamayacağı kadar “dolmuş”. Yönetmen oyunu “oydukça” içinden başka kökler çıkarmaya başlamış. Bu gayret, seyircide, gördüğü her şeyi anlamlandırma çabası göstermeye, yapamazsa “eksiklik bende” duygusu vermeye yol açıyor ki bunun sonunda seyirci “vazgeçiyor”.  (Ben ilk perde sonunda önümden geçen seyircilerin konuşmalarından duydum.)  Arif Akkaya oyunu göstermeye çalışırken kendini göstermeye doğru kaymış.

Fon perdesi üzerine düşürülen resimlerin (genellikle çoğu karikatür) çokluğu, nereye baksam derken insanı sahneden koparıyor. Ama bu perdeden dünya ve Türkiye tarihinin geçtiğini söyleyebilirim. Hızını yüksek bulduğum slaytların geçişi sırasında gözünüze takılan bazı resimlerden yönetmenin içinde yaşadığımız topluma yaptığı göndermeler, imalar çok zekice, akıllıca ama onları oyun ile nasıl bağlarım telâşı insanı geriyor. Ben bir ara sadece fona bakayım oyunu dinleyeyim dedim ama olmadı. Sahneye baktığımda ise fonu kaçırdığımı gördüm. Şunu açıklamam gerek, zaman zaman kendimi, yemek yemesi için tv karşısına oturtulmuş bir çocuk gibi hissettim, seyrederken “beynimi açtım” ama beyinsel olarak doydum mu hayır!

Birinci perdenin eller yukarda bitmesini destekleyen bir replik yakalayamadım. Ama ikinci perdede, ilk perdede “bütün” olan otobüsün “dağılmasını” çok beğendim. Neler olduğunu hisseden(özellikle anlayan demiyorum) bir toplumun fertleri toplum için çözüm önerileri sunarken aslında bireyselleşmeye başlıyor. İçine düşürülmekte oldukları karanlığı hissediyor ve herkes kendini kurtarma telaşına düşüyor. Bu hiç değilse ileri gidememiş toplumlarda böyle. Ortak çözüm üretememe hastalığı da denebilir mi, denebilir.  Önerilen çözümler “hepimizin iyiliği için” gibi görünse de  “herkes kendisi için iyi olanın toplum için iyi olacağına” inanıyor esasında. Herkes sırayla kendi hünerini “konuşturarak” şoförü ikna etmeye çalışıyor. Demokrasi geleneği ve alışkanlığı olmayan toplumların içine düştükleri kuyu bu!  Zaten şoförün gücü de burada. Parçala, birbirine düşür, toplanmaya izin verme, yönet! Herkes konuşsun ama direksiyondaki bildiğini okusun! Stratiev bunu çok iyi biliyor. Herkes çabalıyor ama iş gene olacağına varıyor zira işi kontrol edip “atı(otobüsü) dizginleyecek” güç ortaya çıkmıyor. Otobüs’te de “iş”, şoförün keyfine göre sonlanıyor ve herkes mutlu oluyor. Geçen sürede de insanlar birbirlerine yaptıklarını, birbiri hakkında düşünceleri unutuyorlar, kurtulduk diye nerdeyse “halay” çekiyor. Tam bir Çarlık geleneği!

Arif Akkaya, oyuna onuncu rolü eklemiş, bu yazar. Yazar,sahne kenarında oturuyor ve sahne hareketlerini okuyor ve zaman zaman da hatırlatmalar yaparak sahneye “dokunuyor”. Bence çok yerinde bir uygulama. Zira yazar, metinde sahne hareketlerini verdiği parantez içlerinde duygu, hareketin nedenini de veriyor ki bunların seyirciye anlatılması  gerek. İlk perdede daktiloda yazarken ikinci perdede “bilgisayarlanıyor”. Bu da ince bir metafor. Teknoloji, insanları bireyselleştiriyor mu?  Zira sahnede de bireysellik hâkim.  Oyun metninde olmayan onbirinci rol ise şoför. Metinde şoför mahalli perde ile kapatılmış bu nedenle içi görünmüyor, Arif Akkaya açık bırakmış. Ben kapalı olmasını ve seyircinin “kendi şoförünü” kendisinin hayâl etmesini tercih ederdim.

Şoförün “darbe” sözcüğü ile asker şapkası, “politika” ile silindir şapka, “işçi” deyince kep takması,  olmasaydı keşke. Şoförün buna ihtiyacı yok, neyse ya da herkes nasıl anlıyorsa o! Zaten istediğinde direksiyonu da alıp gitmiyor mu? Kız’ın şoförün yanından çıkmasından sonraki sahnenin mizansenini çok başarılı buldum. Bu sahnelerdeki duygunun diğer sahnelere de geçmesini dilerim.

Bu oyunda hemen öne çıkan oyuncu Mert Turak “Virtüöz” rolünde “virtüöz”leşme çabalarını sergiliyor.  Viyolonsel çalma çabası da çok hoş ama keşke daha iyi çalabilseydi. Viyolonselde ne yapar bilmem ama oyunculukta giderek çok daha iyi olacağını düşünüyorum. Zira sanırım artık “kendini bilme”ye daha çok zaman ayırıyor. Replikleri daha içselleştiriyor. Genç Kız’da İrem Erkaya, Akıllı’da Ahmet Özarslan, Köylü’de Ergun Üğlü rollerin verdiği imkânın da yardımı ile öne çıkan ve bu imkânı oyunculukları ile iyi kullanan oyuncular. Kadın’da Berrin Çağatay Çakıroğlu, Uyuz’da Burak Davutoğlu, Erkek’de Can Ertuğrul, Delikanlı’da Elyasa Çağlar Evkaya, Yazar’da Fahri Kıncır, Huysuz’da Mert Aykul iyi oyuncular olarak çok içten bir katılım ile takım oyununun oluşmasına önemli bir katkı veriyorlar ama tüm oyuncuların canlandırdıkları karakterler için bizden somut ve tanınan tipleri seçmesi iyi olurdu. Bu, oyunu seyirciye daha çok aktarırdı ve kahkahayı çoğaltırdı sanırım.

Sahne Tasarımı(Barış Dinçel) “boş alan”ı dolduruyor. Otobüs’ün hareketi için kurulan düzenek akıllıca ama galiba bazen oyuncuları zorluyor. Belki bunda Koreografi’nin(Mikel N. Vihdi) rolü var. Koltuklar dağılınca ortaya çıkan yeni düzende zaman zaman karışıklıklar var gibi. Kostüm Tasarımı(Ayşen Aktengiz Bayraşlı) karakterlerin sosyal ve ekonomik  kişiliklerini vermede başarılı. Belki biraz daha “yerel” olabilirdi diye düşünüyorum ama yönetmen öyle istemiş. Işık Tasarımı(Kemal Yiğitcan) ve  Efekt Tasarımı(Metin Taşkıran, Ersin Aşar) amaca uygun. Karikatür Tasarımı(Homur Mizah Grubu) VideoTasarımı(Cem Ulu, Ayça Sonkaya, Arif Akkaya) hızdan dolayı yeterince etkili değil ama yakalayabildiklerimde çok mesaj vardı. Ama şu soru geldi aklıma, rejinin dili ile uyum içinde miydi? Reji, görüntüler yanında ağır başlı kalıyor. Müzik vardı ama “sahibini” göremedim. Oysa müzik orta oyunu tarzında kullanılmış gibi hissettiğim anlar oldu, devamını getiremedim. Oyuna dramaturg(Hatice Yurtduru) eli değmiş gibi hissetmedim.

Arif Akkaya emeği, titizliği, bilgisi, rejisi ile bence “yüz altını” hak etti ama seyircinin oyun arasında ve sonundaki şaşkınlığını görünce,  keşke bu sabrı, çalışmayı, başka bir metne harcasaydı ya da metni düpedüz sahneleseydi diye geçirdim içimden.  Meselâ tüm salonu otobüs haline getirmek fena olmazdı hani. Metinden gelen ortalama düzey, avangart bir mizansenle “yenilir-yutulur” olabilirdi. 

Seyirciye "geçmeyen" bir oyun, anlaşılmayan hikâye, hak ettiği ilgi ve alkışı alamayan bir çabaya harcanan zaman ve emeğe  çok üzülüyorum. Öte yandan “otobüsün içindeki seyirci” körleşiyor mu diye de telâş ediyorum. En iyisi onların  bindikleri otobüsü istedikleri hedefe götürmek için birleşmelerini hayâl etmek. Ben de hayâl ediyorum.

Melih Anık
    
Otobüs- Türkçesi: Gülbeyan Altınok- Tuncer Cücenoğlu- Mitos Boyut Tiyatro/Oyun Dizisi: 50
(İBBŞT Cahangir Novruzov'un çevirisini kullanmış)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder