Reha Özcan’ın Bir Garip Orhan Veli’yi çalışmaya başladığını
duyduğumda çekincelerim vardı. Hocasının(Müşfik Kenter) oynadığı oyundu. Hakan
Gerçek, hocasının oynadığı Van Gogh’u
oynarken hissetmiştim o duyguyu. Bizim neslimiz de oyunu hocadan seyretmişti.
Bizim için bir karşılaştırma olacaktı ister istemez.
Orhan Veli şiirlerini defalarca okuduğum(uz) bir şair. Hakkında
çok konuşulmuş, topluma malolmuş denir ya öyle biri. Şiirlerinden dizeler
halkın zihninde, yapılmış şarkılar dilinde. Hakkında toplum hafızasına
yerleşmiş bir imaj var. Şairin imajı
kendi şiirinden çıkıyor biraz da.
“İstanbul'da Boğaziçi'nde,
Bir fakir Orhan Veli'yim;
Veli'nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde”
Bir fakir Orhan Veli'yim;
Veli'nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde”
Bir ‘fakir’ şair. Garipliğini,
mahzunluğunu anasından saklayan bir şair. ‘Tarifsiz kederler içinde’.
Oyuna ismini veren ‘Bir Garip Orhan Veli’ onun şiirinden bir
dize. Aynı zamanda Garip Akımı’na da bir
gönderme.
Orhan Veli akımın ve grubun öncüsü. Garipler ölçüyü uyağı atmış halk dilini
kullanmış doğal hayatı ve sokağı getirmiş edebiyata. Toplumsal sorunları
eleştirmişler. Zamanına göre naif, duygusal bir söylem. Şimdi ise ruhları
tedavi eden terapi.
Benim zihnimde kalan iz şöyle: Küçük yakalı gömleğinin iki
yakasını ince bir kravatla bir arayagetirmiş memur kılıklı mütevazı bir adam. Fötr şapka
başının arkasına kaymış. Bir elinde eski bir evrak çantası. Uzaklara bakıyor.
Bulunduğu yerde sesi çıkmadan oturan, kalabalıklar içinde yalnız bir adam. Hep
bir tasası var. Biri bitiyor biri
başlıyor. Ama içi başka. İçinde saklı bahçede rengarenk kır çiçekleri açmış.
Engin düşlerinde uçsuz bucaksız seyahatler yapıyor. Göğsünü yırtsa martılar
fışkıracak. Kadınlar için yazdığı
şiirler için bakın ne demiş:
‘Bütün
güzel kadınlar zannettiler ki
Aşk
üstüne yazdığım her şiir
Kendileri
için yazılmıştır.
Bense
daima üzüntüsünün çektim
Onları
iş olsun diye yazdığımı
Bilmenin’
‘İş olsun diye şiir yazan’ bir şair. ‘Herkesin sesi dili olmak’
isteyen bir şair..
Reha Özcan sahneye adımını attığında tüm hayâllerim yerle
bir oldu. Başında küçük bir tüysüz ‘alamancı’ şapka, üstünde beyaz gömlek
üzerinde yelek. Sıkı bir kot pantolon ve ayaklar çıplak. Bu benim Orhan Veli’m
değil. Bu bir ‘apaş’ büyük şehir serserisi, külhan, bıçkın. İlk darbeyi
atlattıktan sonra ‘Beklediğim çıkmadı ama çıkan ne diyor ona bakayım’ dedim.
Oyunun adında ve repliklerinde Orhan Veli var. Orhan Veli
ile ilintili bir şeyler düşünmeye başladım. Sahnedeki adam:
Orhan Veli’nin içindeki Orhan Veli?
Orhan Veli’yi taklit eden bir adam?
Orhan Veli’nin şiirleri ile öyle dolmuş taşmış ki kendini
Orhan Veli sanıyor?
Her bir sahneyi aklımdaki sorularla yan yana getiriyorum.
Olmuyor olmuyor. ‘Orhan Veli’nin içindeki Orhan Veli’ desem Orhan Veli yok ki
ortalarda. ‘Orhan Veli’yi taklit eden bir adam’ desem sahnedeki taklit değil
özgün biri. Düşünülüp yaratılmış biri. ‘Orhan Veli’nin şiirleri ile öyle dolmuş
taşmış ki kendini Orhan Veli sanıyor’ desem öyle uçuk kaçık da değil. Aklı
başında biri var sahnede. Şuna karar veriyorum: Oyunun yaşamış olan Orhan Veli
ile ilgisi yok. Oyunun adından ve içindeki repliklerden Orhan Veli’yi kaldırsan
sahnedeki adam ‘Bir Garip Şair’.
İsminde Orhan Veli olan bir oyunda bilinen Orhan Veli olması şart mı? Bence şart. Ama onun içinden nelerin çıktığı yönetmene kalmış, istediğini yapar. Yönetmen ‘Bu adam rokçu’ diyebilir meselâ. Ben nasıl Orhan Veli’nin içinden çiçekli bahçe çıkarıyorsam yönetmen de ‘rokçu’ çıkarabilir. Ama ‘rokçu’ çıkarıyorsa oyunda kullanılan müzikler de ‘rock’ olmalı. Peki şiirlerdeki yumuşacık tona ‘rock’ uyar mı? Bana kalırsa Bir Garip Orhan Veli’de eksik olan bilinen Orhan Veli’nin olmayışı. O olmayınca sahnedeki sureti anlamlandıramadım. Olsa oyuna yardım eder miydi? Sanmıyorum. Zira şiirler başka bir atmosferde reji başka bir tonda. Yazımın başındaki çekinceme geliyorum yeniden. Yönetmen(Murat Sarı) hocasının denediği yola girmeyi hiç istememiş ve ondan kaçmaya çalışmış sanki. Ortaya şiir dinletisi çıkmış. Sanki şiirlere klip çekilmiş gibi. Bu yüzden her bir şiir için hazırlanan sahneler parça parça kopuk kopuk. Dekorun parçalardan oluşan fonu gibi. Fondaki Orhan Veli, Murathan Mungan ve Reha Özcan fotoğrafları o kadar göz alıyor ki diğer parçalar dikkatten kaçıyor. Kaldı ki o resimler ne anlatıyor? Ayrıca parça sayısı da çok. Oyuncu ile fon arasındaki ilişki de ‘tam’ değil. Reha Özcan’ın kendi fotoğrafının içinden zorlanarak çıkması estetik değil. Fondaki resimlerin arasından konuşması da oyuna ne katıyor anlamadım. Kaldı ki bu mizansenler tek kalıyor. Teknik olarak baktığınızda oyuncu fondaki genel resmin bir parçası olamıyor bir türlü. İkisi arasında farklı ışık farklı doku var. Oyuncuyu görmek bile zor bazen. (Bir kısım aksaklık salondan kaynaklı. Moda Duru’da seyrettim. Salona yatırım lâzım.)
Sahneye atılmış kağıt toplar, oyuncak dönme dolap, çay bardağı, kahve fincanı ve onların ayağa takılmasın diye özenle ayakaltından kaldırılması fazla ayrıntılı mizansenler. Son şiirin sarıldığı diş fırçası ise görünmüyor. Fon niye var?
İsminde Orhan Veli olan bir oyunda bilinen Orhan Veli olması şart mı? Bence şart. Ama onun içinden nelerin çıktığı yönetmene kalmış, istediğini yapar. Yönetmen ‘Bu adam rokçu’ diyebilir meselâ. Ben nasıl Orhan Veli’nin içinden çiçekli bahçe çıkarıyorsam yönetmen de ‘rokçu’ çıkarabilir. Ama ‘rokçu’ çıkarıyorsa oyunda kullanılan müzikler de ‘rock’ olmalı. Peki şiirlerdeki yumuşacık tona ‘rock’ uyar mı? Bana kalırsa Bir Garip Orhan Veli’de eksik olan bilinen Orhan Veli’nin olmayışı. O olmayınca sahnedeki sureti anlamlandıramadım. Olsa oyuna yardım eder miydi? Sanmıyorum. Zira şiirler başka bir atmosferde reji başka bir tonda. Yazımın başındaki çekinceme geliyorum yeniden. Yönetmen(Murat Sarı) hocasının denediği yola girmeyi hiç istememiş ve ondan kaçmaya çalışmış sanki. Ortaya şiir dinletisi çıkmış. Sanki şiirlere klip çekilmiş gibi. Bu yüzden her bir şiir için hazırlanan sahneler parça parça kopuk kopuk. Dekorun parçalardan oluşan fonu gibi. Fondaki Orhan Veli, Murathan Mungan ve Reha Özcan fotoğrafları o kadar göz alıyor ki diğer parçalar dikkatten kaçıyor. Kaldı ki o resimler ne anlatıyor? Ayrıca parça sayısı da çok. Oyuncu ile fon arasındaki ilişki de ‘tam’ değil. Reha Özcan’ın kendi fotoğrafının içinden zorlanarak çıkması estetik değil. Fondaki resimlerin arasından konuşması da oyuna ne katıyor anlamadım. Kaldı ki bu mizansenler tek kalıyor. Teknik olarak baktığınızda oyuncu fondaki genel resmin bir parçası olamıyor bir türlü. İkisi arasında farklı ışık farklı doku var. Oyuncuyu görmek bile zor bazen. (Bir kısım aksaklık salondan kaynaklı. Moda Duru’da seyrettim. Salona yatırım lâzım.)
Sahneye atılmış kağıt toplar, oyuncak dönme dolap, çay bardağı, kahve fincanı ve onların ayağa takılmasın diye özenle ayakaltından kaldırılması fazla ayrıntılı mizansenler. Son şiirin sarıldığı diş fırçası ise görünmüyor. Fon niye var?
Biz Orhan Veli (ve de Sait Faik) deyince büyük resimde
bir pardesü olur mutlaka. Pardesünün yanında şapka varsa şapka da pardesüye
uymalı, ödünç gibi durmamalı başta. Ama pardesünün işlevi olmalı sahnede.
Oyuncu iki kez pardesüyü ve şapkayı çıkarıp fırlattı sahne arkasına. Sonra gidip aldı. Pardesüye saygı gerek
dostum. Onu fırlatmanın da raconu olmalı. Attın geri alma. Öyle bir sahnede at
ki sırttan pardesü çıkarmanın anlamı olsun meselâ. Meselâ oyuna pardesülü
başla. Rolün içinden meselâ rokçu çıkınca pardesüyü yırt at parçala gitarı parçalayan
rokçular gibi. Ve şiire bağla oyun sonunu:
‘Ne duruyorsun be, at kendini denize
Görmüyor musun her yerde hürriyet
Yelken ol kürek ol dümen ol, su ol
Git gidebildiğin yere’
Gittikçe sönerek tekrarla tekrarla tekrarla…
Anlar seyirci ironiyi. Zira ben Orhan Veli’nin şakacı
esprili hayatla dalga geçen biri olduğunu düşünürüm.
Bendeki izlenim şudur ki oyunun bir hikâyesi yok.
Tiyatroca söylersem dramaturjisi olmamış. Sahneler konular altında
toplanabilirdi diye düşünüyorum. Doğa, kadınlar, İstanbul vb gibi. Murathan Mungan tekstinde ise değişiklik
yapılmış gibi geldi bana. Sahnedeki oyun sonu İstanbul’u Dinliyorum ile
bitiyor. Mungan teksti farklı.
Duru(Moda) gibi bir salonda yaka ve gitar mikrofonu
gerekli mi? Uğultulu bir ses duyuluyor zaman zaman. Reha Özcan sesi çok güçlü
bir oyuncu. Bir de yüksek konuşmaya başladı mı patlamalar oluyor seste. Ayrıca
şarkıların tonunda saklı yumuşaklık yok oluyor. Müzisyen(Nejat Dimili) iyi ama salt gitar sesi olsa daha iyi olurdu kabloya bağlı gitar yerine.
Bu noktada önemle vurgulamak istediğim bir husus var. O
da sahne kullanımı ile ilgili. Sahnenin her metrekaresi belli bir düzene göre
kullanılmalı. Ben böyle bir düzen görmedim sahnede. Koskoca adamın oturma
bankosunun altından sürünerek çıkışını yadırgadım doğrusu. Sahneden çıkışlar
çok tedirgin. Kediyi anlatmak için kedi olmak gerekmiyor.
Oyunun iki perde olması da doğru değil bence. Daha güne
dokunan şiir seçimleriyle bir perdede bitirilseydi keşke oyun. Oyunda Orhan Veli adı geçiyorsa seyirciye adres göstermek iyi olurdu bence. Sahnede Aşiyan'daki heykel olsa idi keşke. Belki bir iki merak eden olur gider.
Yönetmen Murat Sarı ile Reha Özcan iyi arkadaşlar. Rejiyi
tartışmışlardır. Reha Özcan seçici bir oyuncu. Aklına yatmayanı yapmaz. Murat Sarı oyunun dış gözü aynı zamanda.
Dıştan bakınca bana görünenleri görmeyecek bir kişi değil Reha Özcan da Murat
Sarı da. Sanıyorum onlar benim düşündüğüm hususları önemsememiş ve benim görmediğim
şeylere bakıyor . Ama bu oyun çerçevesinde aynı fikirde olmadığımız bir
gerçek.
Reha Özcan beğendiğim bir oyuncu. Tiyatroya sevgisini
bağlılığını biliyorum. Bu konuda maddi ve manevi fedakârlıklar yapıyor. En
iyisi olsun diye çabalıyor. Sahnede hiç’oynamadan’ dursa bile etkili olabilen bir oyuncu. Bence bu oyunda
fazla hareketli fazla heyecanlı fazla yüksek volümde. Belki de ‘rokçu algı’
oyunu ele geçirmiş, sürüklüyor. Sürüklerken de kontrol kayboluyor. Oysa oyunda
örnekleri var. Reha Özcan’ın sükûnetle
okuduğu şiirlere doyamazsınız.
Son sözü seyirci
söyleyecek elbette.
Melih Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder