28 Ocak 2018 Pazar

Kötü Bir Oyun: When in Rome


Yeşim Özsoy
Yeşim Özsoy Türk Tiyatrosu'nun savaşçı kadınlarından biri. Onu tarif etmem gerekirse çalışkan, kararlı, iddialı, inatçı, ketum kelimelerini seçerim. Galata Perform, onun yarattığı bir marka. Bu isim altında Yeni Metin Yeni Tiyatro da bir başka marka. Görünürlülük projesi onun düzenlediği bir etkinlik. Yeni sanat-yeni metin, yeni oyunculuk, oyun çevirisi, oyun okuması, sahneleme, yönetmen konularında söyleşiler, paneller, atölyeler düzenliyor. Yurt içi ve yurt dışı etkinliklere katılıyor, etkinlikleri misafir ediyor. Yeni yazar ve yeni oyunun ortaya çıkmasına çalışıyor. 'When in Rome' onun atölyesinden çıkan bir oyun. Öznur (Şahin)Yalgın yazmış. Yazar, 'Oyun yazma süreci boyunca Yeşim Özsoy ve Ceren Ercan’dan aldığım geri bildirimlerle metin daha dinamik, ritmik bir tat yakaladı ve son halini buldu.' dediğine göre oyunun içinde Özsoy ve Ercan da var.



When in Rome'un Metinsel Çerçevesi
Oyun tekstini Yeni Metin Yeni Tiyatro'nun sitesinden 10 TL'na satın aldım. (Bu da Yeşim Özsoy'un sunduğu hizmetlerden biri.)
İsminin İngilizce olmasını anlamsız(hatta küçültücü) bulduğum When in Rome'un metni bir oyun tekstinden daha çok bir senaryo gibi. Kimi bir cümle olan kimi uzun 46 sahneden oluşuyor. Meselâ 'Mustafa Emine'nin boynundan altın kolyesini çıkarır', bir sahne. Aslında metnin içindeki sahnelere 'sahne' de denemez. Zira aynı mekânda aynı kişiler  dialogu sürdürüyor ama yazar iskambil kağıtlarını karıştırır gibi süreci bozmadan sahneleri bölmüş kesmiş iç içe geçirmiş. 'Orijinallik yapmış' yâni. 
Metinde dört kişi var. Ev sahibi çift, Emine ile Mustafa ve kiracı Ayşen ile onun sevgilisi Murat. İsim seçimleri özellikle yapılmış. Ait oldukları kesimleri anlatıyor ilk bakışta. Emine ile Mustafa muhafazakâr tipler. Ayşen ile Murat ise serbest görüşlü. Yazar ve danışmanları kendilerini Ayşen ve Murat'ın tarafında görmüş. Kesin olan şu ki ev sahipleri ve kiracılar ayrı dünyaların insanları. Meselâ Mustafa ile Emine gazete bulmacası çözüyor, Ayşen ile Murat kelime çağrıştırma oyunu oynuyorlar. Bu da ayrımı gösteren bir husus. Bir sahnede kelime oyununda seçilen kelime 'aile'. Onlar kelime oyunu oynarken paralel sahnede Mustafa mastürbasyon yapıyor ve 'aile ailesi' denilince boşalıyor. Ayşen'e göre lezbiyen olsa bu 'aile apartmanı'nda sorun çıkmazdı. Ayşen'e göre bunlar 'ruh hastası, sapık'. Bilinen bir 'kategorileştirme' işte. Kaba, çirkin ve şekilsel. Emine'yi oynayan Yeşim Özsoy, rolü için  'Orta sınıftan, modern gözüküp ultra muhafazakâr olan, meraklı, hayatta bir sürü isteği gerçekleşememiş, bastırılmış, kıskanç ve sürekli özenen ve müdahale eden bir kadını oynuyorum.' demiş. 'Ultra muhafazakâr' herhalde 'tutucu' demek.


When in Rome'un Konusu
When in Rome, Roma'daysan Romalı gibi davran demek. Söz olumlu bir ifade. İstanbul'da İstanbullu gibi davran. Nerede o eski İstanbul efendileri, dili gibi. Oysa metinden 'kendini sakla, rol yap, iki yüzlü ol' gibi 'takiyye' anlamı çıkıyor.
Metindeki 'Roma', Emine ve Mustafa'nın evi ve bulunduğu mahalle. Öğretmen Ayşen 'aile apartmanı'na kiracı olmuş. Mâdem ki 'onlar'ın(evet onlar ve biz) mahallesinde kiracılar Ayşen'in 'onlar'ın kurallarına göre davranmak zorunda kalması, bir baskı gibi gösteriliyor. Ayşen eve erkek sinek bile almamalı. Emine Hanım, kiraya verdiği eve kendi eviymiş gibi teklifsizce girip çıkmak istiyor. Zira kiraya verdiği evin yüklüğünde yorganları var. Ayşen evi bilerek öyle kiralamış. Emine Hanım 'evin anahtarını ver sen yokken ben evi temizleyeyim' diyor. (Ayşen anahtarı vermemiş.) Emine Hanım Ayşen'in çamaşırını yıkıyor, yıkadıklarını ütüleyip getiriyor. Emine Hanım o seviyor diye bulgursuz yaprak sarma pişirmiş, getiriyor Ayşen'e. Ayşen hasta olduğunda karı koca Ayşen'in evine gelip onun üstüne battaniye serip birlikte televizyonda dizi seyrediyorlar. Ayşen erkek arkadaşı Murat'ı gizlice eve sokuyor. Murat geceleri eve girip çıkıyor. Ayşen bu durumdan şikayetçi. 'Ne yâni kendi evinde de özgür yaşayamayacak mı!' Bizim eskiden komşuluk dediğimiz ilişkiler, bir genç kadına komşuların sahip çıkması gibi gelenekler oyunda 'mahalle baskısı' olarak ele alınmış. İki taraf arasındaki çatışma, iç seslerle verilmiş. Emine ve Ayşen seslerini yükseltiyorlar ama bunlar 'iç ses'.  İçten içe iki taraf ta birbiri hakkında olumlu düşünmüyor ama bir türlü 'oyun oynuyor'lar. Emine, Ayşen'in mutfağında Murat'ı görüyor 'şoke oluyor' ama görmezden geliyor. Mustafa, Ayşen'in yanında yatan Murat'ın başına battaniye seriyor ama Murat'ı o da görmüyor. Bu iki sahne öyle yazılmış ki gerçek mi değil mi belli değil sanki bulanık kalmasına çalışılmış. Gerçek olsa çıkacak sonuç şu: Muhafazakâr aile, aldıkları ev kirası karşılığında aslında kendilerine göre 'rezillik' olan bir duruma göz yumuyor. Mustafa'nın borç aldığı tefeci ile başı dertte. Karısının altın kolyesini alıp bozdurmak istiyor. Paraya ihtiyaçları var. Okuduğunuzda metnin, üzerinde yükseldiği temeli anlıyorsunuz. Bir ön yargı üzerine inşa edilmiş, subliminal göndermeler yapan bir metin.
Yönetmenin Metne Yaklaşımı
Yönetmen, 'kendini metnin içindeki hikâye ile sınırlamamış. Karakterler arasında  yeni yeni ilişkiler kurgulamış ve yarattığı tekrarlarla metni kendi yönetmenlik diline  uygun olacak şekilde düzenlemiş.' Yaptığını şöyle anlatmış:  'Farklı disiplinleri yani farklı dilleri, farklı boşluklarla, daha fragmental, katmanları daha öne çıkartarak, bazen hikayeyi yani lineer anlamı unutturacak kadar seyirciyle daha iç içe geçen, seyirciyi fiziksel olarak mobilize eden hatta provoke eden,  anlamı daha kavramsal ve konsepte dair anlamlara taşıyarak sirküler alanlar yaratmaya çalışıyorum. Yazar bile bilmez bunları. Ben onun bilinçaltını ortaya çıkarıyorum' diyecek kadar da kendine güveniyor yönetmen. Bunu da 'Daha performatif ve daha happening algısı ile' yapıyormuş. 'Performatif dil yaratmak ona çok fazla oyun alanı' açıyormuş.'Performatif alanlar açıp seyirciye de içine enstalasyon gibi düşünüp o alanlarda farklı anlamlar yaratıyorum. Mesela oyunda aslında birbirini hiç görmeyen karakterler benim yorumumda konuşuyorlar, dertleşiyorlar, birbirlerine yardım ediyorlar, hatta sanki  ilişkileri anlamlandırıyorlar. Hepsi öneri olarak tabi.' diyor yönetmen. (Murat'ın metinde 'görünmediği'ni farz ediyor. Oysa o konu biraz karışık.) Konuşmalardaki iç sesler hiç yardımsever değil oysa. Sahnede olduğu gibi duruyor. Sahnede, metinden çıkanın tam tersi bir niyeti varmış yönetmenin. Ama sadece niyet olarak kalıyor. Zira meselâ oyuncuların repliklerini kendilerine yakıştırılan sosyal kesimlerin temsili şarkıların müziği ile söylemelerinin komedi yaratmasından başka bir etkisi yok, niyetin(?) anlaşılmasının önünde engel. Mustafa Karadeniz türküsü, Emine Türk sanat müziği tonunda çığırıyor, Ayşen ise 'hatırla sevgili' şarkısının tonunda söylüyor. Murat'ın tonu ise reklâm cıngılı gibi. Tüm bu ayrıntılar ilişkileri anlamlandırmıyor, bence gereksiz ve dikkat dağıtıyor. Parçalanırken dağılmış  odaksız bir şey çıkıyor ortaya. Metni takip etmediği için metnin yaklaşmından farklı bakmış ancak o zamanda metnin dayandığı When in Rome fikri zayıflamış.
Performans ve Performatif
Yönetmen ve oyuncuların dillerine doladıkları kelime 'performatif' üzerinde biraz durmak gerekiyor.
"'Performe etmek' icra etmek, 'performans' icra anlamlarında o kadar sıklıkla kullanılıyor ki. Her türlü tiyatro zaten performans gösterimdir. Yapmak ile icra etmek arasındaki ayrım gerçek yaşamla tiyatro arasındaki farkta değil tutumda saklıdır. Eylemler bilinçte bir performans niteliği kazanır."(M.Carlson) (Yeri gelmişken not edeyim. When in Rome'da 'bilinç' yok.)
Meselenin özü yukarıdaki ifade içinde var. 'Performance' ingilizce bir kelime. Dilimize girmiş, 'performans' olarak kullanıyoruz. En yaygın olarak performans, sanatta 'acting'(rol yapma) karşılığı olarak kullanılıyor. 'İyi oynadı' yerine 'performansı iyiydi' diyoruz meselâ. 'Performans'ın özel 'sanat' içeriği ile kullanılması Amerika'dan çıkmış. Zamanla kelime anlamı 'derinleşmiş'. Literatürü karıştırırsanız bence tren rayından çıkmış. Kelimenin çeşitli alanlarda farklı anlamları var. Bazen içine şiddet karışıyor. Tartışması devam eden bir mesele.
'Performatif' performanstan türeyen bir kelime. Performatif dil biliminde çalışılan ve başlayan bir kavram. TDK 'edimsel' olarak önermiş. 'Edim', 'etmekten' geliyor. 'Performe etmek'ten türetilmiş. 'Edim', 'yapılmış iş, ivaz, amel' karşılığı uydurulmuş bir kelime.  Bence konuyu akademik ve felsefi derinliği dışında yüzeysel anlayanlar elinde ve vasıtasıyla 'ben yaptım performans oldu' hâline gelen bir söylem var. Bizdeki 'sanatçı' cemaati, 'ağırlığı olan iş' olarak kullanıyor performansı ama genellikle yaptıkları iş/eylem/ amel 'hafif, yüzeysel'. Zira konu içselleştirilememiş. Sorun da o noktada başlıyor.
 '20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren yeni bir sanatsal tür olarak kabul edilen perfromans sanatı göstermek, yapmak bitirmek anlamlarına gelmekle birlikte seyirci tarafından tamamlanarak an içinde gerçekleşir'.(Kübra Ergin)
'Performans',  seyirciyi gösteride 'oyuncu yapmak' amacına yönelmiş. Tiyatro, son elli yıldır bu meseleye takmış kafasını. Yerinde oturup oyun izleyen seyirci yerine oyunun içine katılan seyirci yaratmaya çalışıyor. Bu tiyatronun doğuşuna doğru bir yolculuk aslında. Deneyler yapılıyor. Deneyin 'kobay'ı da seyirci.
Performans zaman içinde 'postdramatik tiyatroya' giden yolun önünü açmış.  'Lehmann’ın postdramatik tiyatro kavramını belirleyen ana unsur, metnin ve dramatik kurgunun tiyatronun kuruluşundan bu yana taşıdığı ağırlıklı önemin azalışıdır.'  Metnin önemi kaybolmaya başlamış. "Kalıcı, tamamlanmış bir eser/ürün’ sunumu yerine seyircinin bir duruma maruz bırakılması ve durumu deneyimlemesi ön plana çıkarılmaktadır. Oyuncu-seyirci sınırı belirsizleşmesi içinde ortaya çıkan ana hedeflerden bir tanesi seyirci üzerindeki sahne iktidarını ortadan kaldırmak, seyircinin edilgenliğini sorgulatmak ve bu bağlamda sınırlarını zorlamaktır. Performansın gerçekleştiği süre içerisinde seyirci ve oyuncu arasındaki ayrım belirsizleşmekte, seyirciler performansa aktif olarak katılmaya çağırılmaktadır. Performans, seyirci ve oyuncunun, bu kimliklerden uzaklaşarak beraber deneyimledikleri anlar sürecinde şekillenir. Sahne ile seyir alanının, oyuncu ile seyircinin birbiri içine geçmeye başladığı noktada ortaya çıkmaktadır. Oyuncu ve seyirci rollerini değişken, oyun ve yaşam alanını muğlak kılmakta, seyirciyi ‘şimdiki zamanı geçmiş ve gelecekten bağımsız kıldıkları’ bu alan içerisinde etkinliğe ve yeni deneyimlere davet etmektedir"' (Tuluğ Ülgen) Bizim 'performans'larımızda genellikle bir kaç seyirciler olayın içinde, çoğunluk 'seyrediyor'.  
Bu noktada Şahika Tekand'ı hatırlayalım: "Kendimizi kandırmanın âlemi yoktu, sahnede olup bitenin gerçekliğini seyirciden hiç saklamayıp onun karşısına getirmek üzere bir yöntem geliştirdim. Bu da aslında çok basit birşey, tiyatronun zaten özünde varolan “oyun” kavramı üzerine gelişiyor. Ben en geleneksel metni bile elime aldığımda bu bir çocuk oyunu, kumar oyunu, kare bulmaca olsa nasıl olurdu diye düşünüyorum sonra bu fikrin üstüne teatral olanı yerleştiriyorum. Tabii burada oyunculara şöyle bir görev düşüyor, hem oyun oynayan yani kare bulmacayı çözen ya da onun parçası olan insana dönüşüyor, hem aktör olarak sahnede bulunuyor, hem de sahneye getirdiğim riskler gerçek olduğu için insan olarak aynı anda bütün koşullara maruz kalmış oluyorlar. Bu da çok inandırıcı bir süreç yaratıyor"' Tekand bir 'fikir'den bahsediyor. When in Rome'un metindeki fikrini yönetmen dağıtmış. 
Kimliğin şimdiki zamanda sürekli yeniden performe edilmesi çocuğun oyun oynayarak öğrenme sürecine çok benziyor. Bir bakışla seyircinin oyun oynayan çocuk hâline getirilip edindiği performatif deneyimden kalıcı bir şeyler alarak salondan ayrılması umut ediliyor. Bunun çok zor olduğunu zira seyircinin karmaşık olduğunu ve algıların da farklı olduğunu düşünüyorum. Ortak paydayı bulmak çok zor. Ayrıca unutulmaması gereken şey, 'Oyunun ilk özelliği gönüllü bir etkinlik oluşudur. Özgürce seçilir ve istenildiğinde ara verilir' (Huizinga) 'Performans haz üretimi üzerinden razı etmenin bir yoludur' (R.Abrahamson) Yâni aklıda tutulması gereken en önemli iki husus var: Özgür katılım ve yapılanın haz üretmesi. İttirme kaktırma değil.
When in Rome Ne Yapmış?
Klâsik sahne düzeni yok ama 'perform edilecek' mekânlar var. Seyircinin oturmaması istenen koltuklar belirlenmiş. Oyuncular, biri hariç, performans başında seyirci gibi seyirci koltuklarında oturuyor. 'Hariç olan biri', seyircileri yönlendiriyor ama ortama aykırı giysileri onun oyuncu olduğunu gösteriyor. (Bu ikili bir yapı oluşturuyor. 1 oyuncu oyuncu, 3 oyuncu seyirciden oyuncuya dönüşüyor. Hepsi de tanınan oyuncular oysa.) 'Oyun yeri' kurulmuş. Sahnenin olmaması önemli değil. Burada bir oyun oynanacak. Seyirci girerken bunun farkında. Belki de ne yapacağını aklından kurmuş. Aklında, oyun hakkında gelmeden önce kulaktan dolma  duydukları ile ben de sahneye çıkacak mıyım tedirginliği ya da iştahı var belki. 'Oyuna katılmayı' isteyen de var istemeyen de. Performans genellikle tek seferlik olursa ve TÜM seyircileri aynı potanın içine sokarsa bu gösteriden bir sonuç çıkarmak mümkün olur. (Bence bu oyun bilet satıyorsa değişik bir şey izleme merakındandır.) 'Yazarın bilinçaltını okuduğunu' iddia eden yönetmen, metni bir kenara atmış, oyunculara tuhaf hareketler yaptırarak, kucak kucağa oturtarak, arka arkaya, sırt sırta dizerek, seyirciyi anne, kedi ya da dans partneri yerine koyarak, oyuncunun seyirciye sarılmasını sağlayarak  oyuna dahil ettiğini sanmış, amaçsız bir koşuşturmaca içinde dağıtıyor. 'Performans mesajını kelimelerle iletmez arkadaş o bir ruh hâli yaratır' diye babalananlara When in Rome ile nasıl bir ruh hâli yaşadıklarını sormak boynumun borcudur.  'Eli belinde' Emine, 'eli apış arasında Murat', 'eli alçıya alınmış gibi havada' Mustafa ve 'eli yüzünün yarısını örten' (bu hareket çalma) Ayşen ile neyin peşinde olduğunu sormak isterim yönetmene. Hele de bu jestlerle nasıl bir 'dertleşme' ortaya çıkıyor acaba? Metin bence sahneden daha iyi kaldı. Hiç değilse dediği bir şey var. Peki yazar ne diyor bu işlere? Sahnedeki onun adını taşıyor ama onun değil. 
Seyirci 'oyun parkı' içinde anlık parçalı eylemlerin  seyircisi olarak, When in Rome'dan ne anladı acaba? Siz bakmayın bazı 'iliştirilmiş' köşe ve eleştirmen yazılarına. Onlar gördüklerini değil onlara gösterilenleri yazıyor. Oyunu kimse anlatmasa ne diyeceklerdi merak ediyorum. Şimdi oyunu anlatan satırlara bakarak anlam yaratmaya çalışıyor eyyamcılar. Performans, derinlikli sağlam bir dünya görüşünün, ülke algısının üstünde yükselmiyorsa When in Rome gibi sığ olur. Marvin Carlson 'Performans ve  Orta Doğu tiyatrosu üzerine yaptığım çalışmalar beni Türkiye'deki iki görkemli halk tiyatrosu geleneğine ulaştırdı, lezzetli halk farsları içeren Karagöz ve Orta Oyunu ile' diyor. Carlson bunu farketmiş ama 'bizden'(!) bir yönetmen fark edememiş.
Bakın Yeşim Özsoy'un hocası Şahika Tekand ne diyor: “Sahneleyen için sorun, herhangi bir ‘game’ tasarlayabilmek değildir. Sahneleyenin, o teksti sahneleme nedenlerinde bulabileceğimiz ve yaratılan yeni teatral performansın taşıması amaçlanan asal sorunsalı ifade edecek ve şimdiki zamanda gerçekleşen performansın yarattığı dilin grameri haline gelecek bir ‘oyun(game)’ tasarlaması gerekir. ” When in Rome bu nedenle eksiktir, sakattır. Zira 'performansın taşıması amaçladığı asıl sorunsal' yoktur ve 'sahneleme nedenleri belli olmayan bir sahne teksti' üzerine inşa edilmiştir.
Oyun, oyun oynama bilgisi ve beceri gerektirdiği için gerilim içerir ve sonuçta oynayana da seyredene de haz verir.  Ancak sahneleme yöntemi oyun kavramı üzerine kurulu olsa da amaç ‘oyun’ değil, tiyatrodur. Sahnedeki oyuncuların ve tabii ki yönetmenin 'oyun oynama beceri ve bilgisine' sahip olması gerekir ki When in Rome'daki üç oyuncu performatif oyunculuk konusunda deneyimsiz. Onlar kendilerine göre bir şeyler yaratıyor.(?) Yönetmenin ise Türk toplumundan haberi yok ve ilgi alanı ilginçlikler peşinde koşmakta (herhalde). Meselâ muhafazakâr kesimin kelime çağrışım oyunu oynamayacağını, oyunun temelinde olan kesimler arasındaki  farkı yaratan şeyin bir kesimin bulmaca çözmesi diğerinin kelime oyunu oynaması olduğunun şuurunda değildir. Yönetmen bunu umursamıyor, Mustafa ile Emine'ye de kelime oyunu oynatıyor. Bundan neyi hedeflediği ise anlaşılmıyor. (Mustafa ve Emine'ye 'scrabble' bile oynatır gibi göründü bana.) Bu anlayış biçimi, oyunun içini boşaltıyor ve oyun(!) seyirciyi 'dürtme'den öte gitmiyor. Halay çekmek de bir performans ama saatlerce de 'oyna'sanız sonunda performatif bir sanat olabilmesi için bilinç taşıyan bir fikir üzerine inşa edilmesi gerekir.  
'Performans geleneğe ve seyirciye karşı sorumluluk üstlenmek olarak tarif edilir.'( Hymes) When in Rome ne geleneğe ne de seyirciye karşı sorumluluk üstleniyor.
Yukarıda verilen çerçeve içinde baktığımızda, When in Rome,  seyirciyi oyuna katmak için zorluyor, ittirip kaktırıyor, haz vermek(seyircinin gülmesi ile haz alması arasında fark var)  yerine şaşırtmak üzerine kurulmuş, performatif estetikten uzak, kendini tarif ettiği çerçeveye göre bile kötü bir oyun.
Melih Anık

Künye:

Ortak Yapımcılar: GalataPerform, Platform 0090, Theater Onderhetvel

Konsept ve Yöneten: Mesut Arslan 

Oyuncular: Ersin Umut Güler, Pervin Bağdat, Sermet Yeşil, Yeşim Özsoy

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder