Şişli Belediyesi tarafından davet edilen AST, Şişli Kent Kültür Merkezi’nde üç oyun
sergiledi. Halktan Biri(Sam Bobrick-Arif
Akkaya),Selamün Kavlen Karakolu(Aziz Nesin-Yücel Erten) ve Beş
Para Etmez Varyete(Brecht- Ümit Aydoğdu) isimli oyunları seyrettim. AST,
İstanbul’a geldi beni de yıllar öncesine götürdü. Bu yazı AST’ın olduğu kadar
benim de 50 yılımı aydınlatacak. Kitaplığımdan AST dergilerini çıkardım, o
dergileri karıştırırken zihnimin karanlığında saklanan AST anıları aydınlandı.
AST ile ilk tanışmam , 5 Eylül- 1 Ekim 1967
tarihleri arasında İstanbul turnesinde olmuş. AST, 72.Koğuş, Durdurun Dünyayı
İnecek Var, Pazar Gezintisi ve Keloğlan (çocuk oyunu) isimli dört oyun getirmiş
İstanbul’a. Oyunlar Dormen Tiyatrosu’nda yâni bugünün Ses Tiyatrosu’nda seyirci
ile buluşmuş. Ben halk ve öğrenci
matinelerini seçmişim. Zira o günlerde bilet fiyatları öğrenci için beş lira.
Biletlerin satışa çıktığı sabah 10’da gişenin kapısındaki kuyruğu hatırlıyorum.Yaklaşık
bir ay boyunca matine(18:15) ve Suare(21:15) her gün iki oyun oynanmıştı. Biletler
hemen tükenmişti. Ayberk Çölok, Şener Kökkaya, Çetin Öner, Erkan
Yücel, Rana Cabbar, Aydoğan Ergezen, Mehmet Ulay, Birkan Özdemir, Halil Pullu,
Mehmet Keskinoğlu, Güner Sümer, Tunca Yönder, Elif Türkân Çölok, Gülşen
Girginkoç, Celile Toyon, Ülkü Toprak, Genco Erkal, Nevra Şirvan(Serezli), Semra
Marmara, Serap Tayfur, Recep Emregül,
Türker Tekin, Recep Akyel’in isimlerini oyun dergilerinden derledim. Tamamına
yakınını yüz ve canlandırdıkları roller olarak hatırlıyorum. Bu isimlerden
neredeyse tamamı uzun yıllar Türk Tiyatrosu’na hizmet etti, bazıları hâlâ devam
ediyor. Ölenlere rahmet, kalanlara sağlıklı ömür diliyorum.
AST, 1967 yılında söylemi, o zamanın tiyatrolarından
farklı olan tiyatrolardan biri idi. AST’ı benim için unutulmaz yapan, ülkeye ve
insanına olan samimi olduğuna inandığım bağlılığı; yüksek sesle ve de düzeni sarsmaya
kararlı duruşudur. İnandırıcı idi. İnandım, hem onlara hem de onların
söylediklerinin gerçekleşeceğine. 15 yaşımdaydım. O ‘zehirlenme’(!) hayatım
boyunca devam etti. Şimdi galiba ‘saflık’ diyorlar adına.
Seyrettiğim oyunların dergilerinden AST’ı 1986
yılına kadar İstanbul’a her gelişlerinde seyrettiğimi anlıyorum: Godot’yu
Beklerken, Müfettiş, Sarıpınar 1914, Eskici Dükkânı, Durand Bulvarı, Hamdi,
Nafile Dünya, Linç, Tozlu Çizmeler, Tak-Tik, Ferhad ile Şirin, Rumuz Goncagül,
Resimli Osmanlı Tarihi, Güneyli Bayan, Sakıncalı Piyade, Bir Halk Düşmanı, Hikâye-i
Mahmud Bedrettin, Sınırda, Duvar, Oyun Nasıl Oynanmalı, İyi Bir Yurttaş Aranıyor.
O günden sonra AST’ın İstanbul turneleri biraz yavaşladı(galiba). Ülkedeki
politik değişimler ile AST da yoruldu sanki, oyuncuların başka işlere(reklâm,
dizi, sinema vb) geçmesi ile de çekirdek dağılmaya başladı. Bu arada AST içinden
Devrimci AST çıktı, sanırım başka ayrılmalar da oldu. Ama ben hayâlimde 1967’de
seyrettiğim AST’ı yaşattım. Ancak o ‘yakın takip’ eskisi gibi olmadı.
AST, Asaf Çiğiltepe tarafından Arena Tiyatrosu
ismiyle 1962 yılında kurulmuş. Bir yıl sonra isim ve yer değiştirmiş. Asaf
Çiğiltepe’yi, ölümünden(7 Haziran 1967) sonra AST’a bir taziye mektubu yazan( o
zaman ITI İcra Komitesi Başkanı) Muhsin
Ertuğrul’dan okuyalım:
“Denilebilir
ki hiçbir ölü kendisiyle beraber bu kadar engin bir ümidi mezara götürmedi. Bu
yüzden Tiyatromuz ne kadar uzun ve ne kadar sürekli yas tutsa yeridir ve biz bu
yası ancak onun açtığı çığırda ve izde yürüyen arkadaşlarının aynı hızda
çalışmalarıyla belki hafifletebiliriz.”
1967’de seyrettiğim 72.Koğuş’u Asaf Çiğiltepe
yönetmişti. Ben oyunu seyretmeden önce Çiğiltepe ebediyete intikal etmişti.
Asaf Çiğiltepe’nin ismi İstanbul’da ve Türkiye’de kuvvetli bir rüzgâr gibi
esiyordu, açtığı yol taze, umut dolu ve güçlü idi. Demişti ki:
“Deneysiz ve
öğretisiz gençler, verdikleri gerçek örneklerle nice yıllanmış sanatçılardan
daha ön tuttular”
“İnsanların en
içtenlerini tiyatrocu turnede bulur. Hem en ağır işi yapar hem de yurdunu
sever. Varlıkla yokluğu, geri kalmışlığı, değişmeyeni görür, onların bilincine
varır.”
“Toplumların
kendini gördüğü alandır tiyatro. Kendi sorunlarına kendi ezgilerinin bilincine
yaklaştırır toplumu. Böylelikle yüce olur, aşılmamış olur.”
“Oyuncu nasıl
olur da yaptığı işin ileride yurduna sağlayacağı yararı düşünemez? İlerici
nasıl olur da küçük bir çıkara razı olup geleceğin sağlam düzenini göremez?”
“Devletin
kendi tiyatrosuna bir yılda sağladığı bütçe ile yirmi tane bize benzer tiyatro
kurulup yaşatılabilir aslında. Yapacakları hâsılat da cabası. DT’da kostümler
ipekse bizde divitin olacak, orada oyuncular günde altı saat çalışırsa bizde on
saat çalışacaklar.”
Asaf Çiğiltepe’nin ölümünden sonraki yıllarda AST
şunları diyordu:
“’Halk adına’
düşünmek yerine ‘halktan biri’ olarak düşünmenin, halkla özdeşleşmenin tek
geçerli yol olduğunu anlamak” önemli.
“AST,
seyircisini bir safta toplamak isteyen kendisiyle birlikte iyi bir düzen için
savaşacak seyircileri yaratma durumunda olan bir tiyatrodur.”
AST, “Geleneksel
tiyatronun üslup özelliklerinden yararlanan ve hepimizin pek yakından tanıdığı
kişileri ibret sahnesine çıkaran oyunları sahnelemekten”, “Emeğe düşman yüzlerin maskesini sıyırıp
atmak” bahsediyordu.
“Temel ilke
sahne üzerinde hangi düşüncenin egemen olacağının açıklanmasıdır” (Linç
oyunu için yazdığım kısa eleştiride ben o dönem bu görüşe karşı çıkmışım. Şimdi
de karşıyım. Zira bu, bu sözü söyleyenin düşüncesinin egemenliğini kabul etmek
anlamına geliyor.)
Amaç, “Bütün
halkımızın ‘BİZİM TİYATROMUZ’ diyebileceği bir estetiği bulmak için hedef
kitlelerle sıkı bağlar kurabilmektir.”
“Emeğin
tiyatrosunu yine emeğin mücadelesi içinde üretmektir.”
“Devrimci
tiyatro eylemimizde siyasal ve sanatsal çizgimiz, her zaman olduğu gibi bugün
de hâkim sınıflara karşı yürütülen mücadelenin somut koşulları ve talepleri
doğrultusunda çizilecektir.”
“İlerici,
devrimci, yurtsever güçlerin, faşizm ve emperyalizme karşı mücadelesinin kültür
cephesinde sanat emekçisi olabilmeyi başarmaktır.”
AST “İşçi sınıfı bilimi temelinde halkın yaşadığı
oyunlar karşısında hak ettiği yaşamı kucaklaması adına oyunlarını başlatıyor.”
AST’ın önemli isimlerinden ve uzun süre yönetmiş
biri olan Rutkay Aziz, AST’ın 21. yılında “ Bir
bakarsınız her bir tarafınızı bir çirkinlik sarmış, güzelim ve gerçek tiyatro
diye inandığınızı alabildiğine bir bataklık diz boyu sarmıştır. Umutsuzluğu
defetmek bir görev olur” demiş.
AST,
işçi sınıfı ile elele emperyalizm ve faşizme karşı mücadelenin kültür
cephesinde tiyatroyu ‘halktan biri’ olarak yapmak istiyordu.
Dönemin önemli yazarları AST için şunları söylemiş:
Uğur Mumcu: “AST
özgür tiyatronun kurumsal adıdır”
Sevda Şener “AST’ın
tiyatro sanatına karşı ciddi ve sorumlu tutumu hiç değişmedi.”
Metin And “1860’ların
ilk tiyatrosu Osmanlı Tiyatrosu’ndan 1982 yılına kadar tiyatro eylemini en
dürüstçe, insanca ve sanat sevgisiyle sürdüren bir başka topluluk bilmiyorum.”
AST, Türkiye Tiyatrosu’nun en önemli bayraklarından
biri olarak yaşamakta 50 yıldır. Bu nedenle başı derde girdi. Yukarıda
alıntıladıklarıma bakınca geçen elli yıl içinde AST’ın söylemlerinin değişmiş
olduğu anlaşılacaktır. Ama şu hususun gözden kaçmamasını isterim: AST, duruşunu ve görüşünü açık ve net bir
şekilde beyan etmiştir. (‘Alternatif’ değildir meselâ.) Geçen zaman
içindeki değişim içinde ben de AST kadar
değiştim. Bu yüzden AST’a söyleyecek sözüm yoktur. Ama şunu özellikle gençler
için vurgulamak isterim. Bugün söylediklerinizi yarın bugünkü kadar kuvvetle savunur
durumda olmayabilirsiniz. Bunun için konuşurken iyi
düşünün. Size söylenenleri de kendi aklınızın süzgecinden geçirin.
Bu duygu ve düşüncelerle AST’ın üç oyununa bakmak
istiyorum.
Halktan
Biri
Sam Bobrick iyi bir yazar. Ama tipik bir Amerikalı.
Yâni kendi ülkesinin sorunlarına bir Amerikalı gibi bakıyor. “Amerikalı gibi bakmaktan” ne anladığımı
açmam gerekiyor. Bu bakış Orta Doğu’ya bakışlarında da görünüyor zaten. Uzaktan
bir bakış. Dokunduğu hususların kendi ciğerini dağlamasına izin vermiyor. Biz
onun eleştirdiği konuları daha bir ciddiye alır kendimizi kanser ederiz. Bu anlayış AST’ın oyun afişinden de
anlaşılıyor. AST’ın afişinde çok ciddi ve gergin görünen iki adam var. Bu
yönetmenin(Arif Akkaya) oyunu nasıl algıladığını da gösteriyor(bence). Sanki
intikam alınacak. Oysa Bobrick, kendini daraltmıyor. Seyircisini de
iyi tanıyor. Amacı lâfı gediğine koymak, güldürmek. Biz onun bu eserini,
doğrudan söyleyemediklerimizi söylemek
üzere araya bizden bir şeyler katarak kullanıyoruz. Bizim seyirci de hazır bekliyor
zaten. Oyunun seyirci ile bu anlamda buluşması çok başarılı. Ancak yukarıda bahsettiğim o
çatık kaşlı bakışlar ile metnin özündeki fark sahnede bir uyumsuzluk ayartıyor.
Metinde şakalı ‘vuruş’lara oturan oyun, AST’ın sahnelemesinde sanki yumruk olma
eğiliminde. Acaba bu mudur oyunun yavaş ilerlemesinin nedeni? Replikler
düşünülerek(tartılarak?) çıkıyormuş, sanki orada o anda oyuncunun içinden bize
ait bir şey çıkacakmış da oyuncu kendini tutuyormuş gibi. Zira oyun bizi
anlatıyor sanki. Oyunculuklarını çok
beğendiğim Mehmet Atay ve Mahir İpek bu tempo düşüklüğü dışında (bence) çok iyi
oynuyor. (Seyrettiğim gece Mehmet Atay rahatsızmış.) Ben her iki oyuncuya da
eğlenmelerini tavsiye ederim. Kendilerini oyun dışına alsalar ve yargılar gibi
oynamasalar daha iyi olacak. Yönetmen
Arif Akkaya’nın oyun başına eklediği zamanın biteviyelik içinde geçtiğini
anlatan sahnelerin uzun hatta gereksiz olduğunu düşünüyorum. Ekin Tunçay Turan
tarafından Sam Bobrick’in başka oyunları da Türkçeye çevrilmiş. Doğrusu diğer
oyunları da merak ettim. Oyunun ismini çok beğendim. Oyunun dekoru metindeki
mekâna çok uygun. Ama nasıl repliklerde ‘sokuşturmalar’ yapılıyorsa dekor
içinde ve de kostümlerde de bize ait bir şeyler olsun isterdim. Meselâ tv’de istasyon
karışsa olmaz mı(ydı)? ‘Halktan Biri’ni eğlenerek seyrettim.
Selamün
Kavlen Karakolu
Uyarlayan ve yöneten Yücel Erten ‘Yaptığım Aziz Nesin uyarlaması çalışmasından
bir değil iki oyun çıktı. Biri Ne Dersin
Azizim diğeri Selamün Kavlen Karakolu” demiş. Selamün Kavlen Karakolu esas
olarak Aziz Nesin’in karakol, polis, sürgün
günleri, hırsızlık vb konular üzerine yazılmış
hikâyelerinin bir araya getirilmesinden oluşmuş. Ama dört milyonluk arsa
hikâyesinde olduğu gibi, o konularla ilgisi olmamasına rağmen hikâyenin bekçiye
anlattırılması gibi beğenilen bir hikâye (Ne Dersin Azizim’de yer bulunamamış) de araya sıkıştırılmış. Düzmece karakol
hikâyesini esas alan oyunda hikâyeyi başlatmak kolay da o hikâye
çerçevesinde sürdürmek ve bitirmek kolay olmamış; arada ana hikâyeyi
sürdürmek için zorlamalar var gibi geldi bana. Polisin rüyasının iyi eklemlendiğini
söylemekle beraber kurguda beni tatmin etmeyen açıklar olduğunu söylemeliyim. Bir bütünde(karakol) birleştirmeye çalışmak
yerine parçalardan oluşsa daha iyi olurdu sanki. Ancak hikâyelerin okunur
gibi oynanmasını pek sevmedim. Başlangıçta sıkıldığımı ama giderek oyuna ısındığımı,
tartmayı bir kenara bırakarak keyf almayı öne çıkardığımı söylemeliyim. Ancak hırsız hikâyesini ve oyunu uzun, dekoru(Gazal
Erten) ağır buldum. Sonlara doğru oyun daha enerjik oldu. Bunda Mehmet Ulusoy’un
anlattığı dört milyonluk arsa hikâyesindeki çok sempatik oyunculuğunun rolü
vardı. Ona bakarak bazı hikâyelerin kaldırılmasını, bazı hikâyelerin yerlerinin değiştirilmesini düşündüm. Oyunun müziklerini ve icrasını çok beğendim. Sahnede pianosu ve kemanı
ile müziği yöneten besteci Ali Seçkiner Alıcı iyi bir oyuncu da.
Beş
Para Etmez Varyete
“Uyarlayan ve yöneten”(Ümit Aydoğdu) olduğu halde nereden
uyarlandığı afişinde ve AST internet sitesinde belli olmayan Beş Para Etmez Varyete’nin Brecht’in Üç
Kuruşluk Operası’nın uyarlaması olduğunu oyun dergisini okuduğunuzda
anlıyorsunuz. Aziz Nesin’e gösterilen saygının Brecht’e de gösterilmesi
gerekiyor bence. Bu oyunda da uyarlama sorunu var. Oyun başlangıç ve gelişmesini
anlamsızlaştıran bir sona bağlanıyor. Bütünlüğünü kaybedip seyirciyi parçaları
ile memnun ediyor. Brecht gibi yapıp Türk usulü bir yoğurt yiyiş. Oyunun
isminin gereği yapılmış diye de düşünmek mümkün, zira, ortaya çıkan varyete.(‘ Varyete, birbirleri arasında ilişki
bulunmayan şarkı, dans, hokkabazlık, temsil gibi tiyatro oyunlarının yer aldığı
gösteriler’- vikipedi).. Oyun ‘eğlen- geç’ hâline gelmiş. Oyunun üslubu karışık. Oyunculuklar da öyle. Epik desem değil,
dramatik desem değil. Herkes farklı oynuyor. Müzik de çok farklı tonlardan.(Müzik: Oktay Köseoğlu
Piano: Burçe Karaca) Bazı şarkılarda Direklerarası’nda kanto dinliyorum/seyrediyorum
sandım. Dekorun devamlılık esasıyla değiştirilmesi hoşuma gitti. Oyun ‘çürümüş çıkarlar dünyasını anlatıyormuş’ Ama bence, oyunun, olaylara, karakterlere nasıl baktığı açık değil. ‘Hatırlatıcı
karakterleştirmeyi’(Hakan Güven) beğendim ama ‘yalnız’ kaldı. Ama seyirci çok beğendi. Birinci perde finalinde “kötülük” övülüyor sanki. ‘Kötülük
yapmadan yaşanmaz’ ifadesi bir gerçeği değil bir yergiyi içeriyor diye
anlıyorum ama AST’ın oyununda ise gerçekmiş gibi algılamaya açık.
Brecht’in ‘Üç Kuruşluk Opera’sının sonunda kralın
atlı habercisi gelir, Macheath’in(Ustura) hayatının bağışlandığını bildirir.
Machneath’e asalet ünvanı verilir; bir şato ve emeklilik ikramiyesi ile
ödüllendirilir. Koro seyirciye ‘Karanlığı ve büyük soğuğu düşünün’ der. Bu son
ile verilen mesaj çok açıktır. Elbette
bugüne getirilen bir oyunda Ustura için hazırlanan darağacı da seyirci için
yadırgatıcı olmakta. Brecht’in oyunundaki (bence) ‘sarkastik’ ve kızgın tavır
AST’ın oyununda yoktu. Bu önemli bir fark. Oyunda öne çıkan iki oyuncu Özgürcan Çevik ve
Sinem İslamoğlu(sesi de çok güzel)..
AST’ın oyunlarında çok iyi oyuncular seyrettim. Bazılarını önceden de tanıyordum. Çok
yetenekli gençler tanıdım. Mehmet Atay,
Mahir İpek, Mehmet Ulusoy, Ali Seçkiner
Alıcı, Hakan Güven, Yıldırım Şimşek, Özgürcan Çevik, Nalan Güreş, Erdem Ulusal,
Gizem Aldemir, Mustafa Bilgin, Özgün Aydın, Bülent Yıldıran, Deniz Baytaş,
Deniz Yılmaz, Gökçen Cavga,Velican Demirel, Sinem İslamoğlu, Çağlar Deniz, Cem
Okyay’dan oluşan topluluğun müzikal seviyesi çok iyiydi. Çok iyi sesler duydum.
Ekibin diğer kişileri Arda Güler(dekor tasarım-uygulama), Mustafa
Köse(Aksesuar), Mehmet Kızılgül(Işık-Efekt), Özgür Avcu(yönetmen yardımcısı),
Tolga Yalçıner(Asistan), Ahmet Kömürcü(Işık), Fatih Serdar Öncü(Efekt). Tüm
kadro, ‘ekip’ olmanın keyfini yaşıyor gibiydiler. Güçlerinin ekip olmaktan
geldiğini fark ettim. Aynı dünya görüşünü paylaştıkları izlenimini edindim.
Selamün
Kavlen Karakolu ve Beş Para Etmez Varyete, seyircinin daha
çok hoşuna gitti sanırım. Benim yüksek(?) tiyatral eleştirilerim seyircinin
alkışları yanında bir değer ifade etmez. Seyirci beğenmişse boşver eleştiriye. Onlar
benim baktığıma bakmayacak, beni de okumayacaklar nasılsa. Bu açıdan baktığımda
AST, 50 yıl önce söylediği yolda ilerliyor gene de. Gençleşerek yoluna devam
ediyor. ‘Bizim tiyatromuz’ diyeceği bir tiyatro peşinde. Söylemi geçmişe göre
daha yumuşak.(Ankara’nın havası mı sert?) Tiyatro sanatını ciddiye alıyor. Hedef
kitle ile teması kurabiliyor. Varlıkla yokluğun bilincinde. Topluma kendini
gösteriyor. Bu ‘ayna tutmak’ değil sadece. Gelenekselden yararlanıyor. Eskiye
göre olmayan şey işçi sınıfına yönelik söylemleri. Ama Allah için söyleyin işçi
sınıfı mı kaldı? Artık sadece ‘ezen’ ve ‘ezilen’ var. Bataklık dizlerde değil
boğazda. Tüm umutlar hâlâ umutsuzluğu defetmekte..
50 yıldır iktidarları korkutan bir tiyatronun modeli
olmak kolay da değil hani!
Yolun açık olsun AST!
Melih Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder