1 Temmuz 2014 Salı

Ankara Sanat Tiyatrosu( AST) İstanbul’da..(2014- Haziran)

Şişli Belediyesi tarafından davet edilen  AST, Şişli Kent Kültür Merkezi’nde üç oyun sergiledi.  Halktan Biri(Sam Bobrick-Arif Akkaya),Selamün Kavlen Karakolu(Aziz Nesin-Yücel Erten)  ve  Beş Para Etmez Varyete(Brecht- Ümit Aydoğdu) isimli oyunları seyrettim. AST, İstanbul’a geldi beni de yıllar öncesine götürdü. Bu yazı AST’ın olduğu kadar benim de 50 yılımı aydınlatacak. Kitaplığımdan AST dergilerini çıkardım, o dergileri karıştırırken zihnimin karanlığında saklanan  AST anıları aydınlandı.



AST ile ilk tanışmam , 5 Eylül- 1 Ekim 1967 tarihleri arasında İstanbul turnesinde olmuş. AST, 72.Koğuş, Durdurun Dünyayı İnecek Var, Pazar Gezintisi ve Keloğlan (çocuk oyunu) isimli dört oyun getirmiş İstanbul’a. Oyunlar Dormen Tiyatrosu’nda yâni bugünün Ses Tiyatrosu’nda seyirci ile buluşmuş.  Ben halk ve öğrenci matinelerini seçmişim. Zira o günlerde bilet fiyatları öğrenci için beş lira. Biletlerin satışa çıktığı sabah 10’da gişenin kapısındaki kuyruğu hatırlıyorum.Yaklaşık bir ay boyunca matine(18:15) ve Suare(21:15) her gün iki oyun oynanmıştı. Biletler hemen tükenmişti. Ayberk Çölok, Şener Kökkaya, Çetin Öner, Erkan Yücel, Rana Cabbar, Aydoğan Ergezen, Mehmet Ulay, Birkan Özdemir, Halil Pullu, Mehmet Keskinoğlu, Güner Sümer, Tunca Yönder, Elif Türkân Çölok, Gülşen Girginkoç, Celile Toyon, Ülkü Toprak, Genco Erkal, Nevra Şirvan(Serezli), Semra Marmara, Serap Tayfur,  Recep Emregül, Türker Tekin, Recep Akyel’in isimlerini oyun dergilerinden derledim. Tamamına yakınını yüz ve canlandırdıkları roller olarak hatırlıyorum. Bu isimlerden neredeyse tamamı uzun yıllar Türk Tiyatrosu’na hizmet etti, bazıları hâlâ devam ediyor. Ölenlere rahmet, kalanlara sağlıklı ömür diliyorum.

AST, 1967 yılında söylemi, o zamanın tiyatrolarından farklı olan tiyatrolardan biri idi. AST’ı benim için unutulmaz yapan, ülkeye ve insanına olan samimi olduğuna inandığım bağlılığı; yüksek sesle ve de düzeni sarsmaya kararlı duruşudur. İnandırıcı idi. İnandım, hem onlara hem de onların söylediklerinin gerçekleşeceğine. 15 yaşımdaydım. O ‘zehirlenme’(!) hayatım boyunca devam etti. Şimdi galiba ‘saflık’ diyorlar adına.

Seyrettiğim oyunların dergilerinden AST’ı 1986 yılına kadar İstanbul’a her gelişlerinde seyrettiğimi anlıyorum: Godot’yu Beklerken, Müfettiş, Sarıpınar 1914, Eskici Dükkânı, Durand Bulvarı, Hamdi, Nafile Dünya, Linç, Tozlu Çizmeler, Tak-Tik, Ferhad ile Şirin, Rumuz Goncagül, Resimli Osmanlı Tarihi, Güneyli Bayan, Sakıncalı Piyade, Bir Halk Düşmanı, Hikâye-i Mahmud Bedrettin, Sınırda, Duvar, Oyun Nasıl Oynanmalı, İyi Bir Yurttaş Aranıyor. O günden sonra AST’ın İstanbul turneleri biraz yavaşladı(galiba). Ülkedeki politik değişimler ile AST da yoruldu sanki, oyuncuların başka işlere(reklâm, dizi, sinema vb) geçmesi ile de çekirdek dağılmaya başladı. Bu arada AST içinden Devrimci AST çıktı, sanırım başka ayrılmalar da oldu. Ama ben hayâlimde 1967’de seyrettiğim AST’ı yaşattım. Ancak o ‘yakın takip’ eskisi gibi olmadı.

AST, Asaf Çiğiltepe tarafından Arena Tiyatrosu ismiyle 1962 yılında kurulmuş. Bir yıl sonra isim ve yer değiştirmiş. Asaf Çiğiltepe’yi, ölümünden(7 Haziran 1967) sonra AST’a bir taziye mektubu yazan( o zaman ITI İcra Komitesi Başkanı)  Muhsin Ertuğrul’dan okuyalım:
Denilebilir ki hiçbir ölü kendisiyle beraber bu kadar engin bir ümidi mezara götürmedi. Bu yüzden Tiyatromuz ne kadar uzun ve ne kadar sürekli yas tutsa yeridir ve biz bu yası ancak onun açtığı çığırda ve izde yürüyen arkadaşlarının aynı hızda çalışmalarıyla belki hafifletebiliriz.”

1967’de seyrettiğim 72.Koğuş’u Asaf Çiğiltepe yönetmişti. Ben oyunu seyretmeden önce Çiğiltepe ebediyete intikal etmişti. Asaf Çiğiltepe’nin ismi İstanbul’da ve Türkiye’de kuvvetli bir rüzgâr gibi esiyordu, açtığı yol taze, umut dolu ve güçlü idi. Demişti ki:  
Deneysiz ve öğretisiz gençler, verdikleri gerçek örneklerle nice yıllanmış sanatçılardan daha ön tuttular
İnsanların en içtenlerini tiyatrocu turnede bulur. Hem en ağır işi yapar hem de yurdunu sever. Varlıkla yokluğu, geri kalmışlığı, değişmeyeni görür, onların bilincine varır.”
Toplumların kendini gördüğü alandır tiyatro. Kendi sorunlarına kendi ezgilerinin bilincine yaklaştırır toplumu. Böylelikle yüce olur, aşılmamış olur.”
Oyuncu nasıl olur da yaptığı işin ileride yurduna sağlayacağı yararı düşünemez? İlerici nasıl olur da küçük bir çıkara razı olup geleceğin sağlam düzenini göremez?”
Devletin kendi tiyatrosuna bir yılda sağladığı bütçe ile yirmi tane bize benzer tiyatro kurulup yaşatılabilir aslında. Yapacakları hâsılat da cabası. DT’da kostümler ipekse bizde divitin olacak, orada oyuncular günde altı saat çalışırsa bizde on saat çalışacaklar.”

Asaf Çiğiltepe’nin ölümünden sonraki yıllarda AST şunları diyordu: 
“’Halk adına’ düşünmek yerine ‘halktan biri’ olarak düşünmenin, halkla özdeşleşmenin tek geçerli yol olduğunu anlamak” önemli.
AST, seyircisini bir safta toplamak isteyen kendisiyle birlikte iyi bir düzen için savaşacak seyircileri yaratma durumunda olan bir tiyatrodur.”
AST, “Geleneksel tiyatronun üslup özelliklerinden yararlanan ve hepimizin pek yakından tanıdığı kişileri ibret sahnesine çıkaran oyunları sahnelemekten”, “Emeğe düşman yüzlerin maskesini sıyırıp atmak” bahsediyordu.  
Temel ilke sahne üzerinde hangi düşüncenin egemen olacağının açıklanmasıdır” (Linç oyunu için yazdığım kısa eleştiride ben o dönem bu görüşe karşı çıkmışım. Şimdi de karşıyım. Zira bu, bu sözü söyleyenin düşüncesinin egemenliğini kabul etmek anlamına geliyor.)
Amaç, “Bütün halkımızın ‘BİZİM TİYATROMUZ’ diyebileceği bir estetiği bulmak için hedef kitlelerle sıkı bağlar kurabilmektir.”
Emeğin tiyatrosunu yine emeğin mücadelesi içinde üretmektir.
Devrimci tiyatro eylemimizde siyasal ve sanatsal çizgimiz, her zaman olduğu gibi bugün de hâkim sınıflara karşı yürütülen mücadelenin somut koşulları ve talepleri doğrultusunda çizilecektir.”
İlerici, devrimci, yurtsever güçlerin, faşizm ve emperyalizme karşı mücadelesinin kültür cephesinde sanat emekçisi olabilmeyi başarmaktır.”
 AST “İşçi sınıfı bilimi temelinde halkın yaşadığı oyunlar karşısında hak ettiği yaşamı kucaklaması adına oyunlarını başlatıyor.”

AST’ın önemli isimlerinden ve uzun süre yönetmiş biri olan Rutkay Aziz, AST’ın 21. yılında “ Bir bakarsınız her bir tarafınızı bir çirkinlik sarmış, güzelim ve gerçek tiyatro diye inandığınızı alabildiğine bir bataklık diz boyu sarmıştır. Umutsuzluğu defetmek bir görev olur” demiş.

AST, işçi sınıfı ile elele emperyalizm ve faşizme karşı mücadelenin kültür cephesinde tiyatroyu ‘halktan biri’ olarak yapmak istiyordu.

Dönemin önemli yazarları AST için şunları söylemiş:
Uğur Mumcu: “AST özgür tiyatronun kurumsal adıdır
Sevda Şener “AST’ın tiyatro sanatına karşı ciddi ve sorumlu tutumu hiç değişmedi.
Metin And “1860’ların ilk tiyatrosu Osmanlı Tiyatrosu’ndan 1982 yılına kadar tiyatro eylemini en dürüstçe, insanca ve sanat sevgisiyle sürdüren bir başka topluluk bilmiyorum.

AST, Türkiye Tiyatrosu’nun en önemli bayraklarından biri olarak yaşamakta 50 yıldır. Bu nedenle başı derde girdi. Yukarıda alıntıladıklarıma bakınca geçen elli yıl içinde AST’ın söylemlerinin değişmiş olduğu anlaşılacaktır. Ama şu hususun gözden kaçmamasını isterim: AST, duruşunu ve görüşünü açık ve net bir şekilde beyan etmiştir. (‘Alternatif’ değildir meselâ.) Geçen zaman içindeki değişim içinde  ben de AST kadar değiştim. Bu yüzden AST’a söyleyecek sözüm yoktur. Ama şunu özellikle gençler için vurgulamak isterim. Bugün söylediklerinizi yarın bugünkü kadar kuvvetle savunur durumda   olmayabilirsiniz. Bunun için konuşurken iyi düşünün. Size söylenenleri de kendi aklınızın süzgecinden geçirin.

Bu duygu ve düşüncelerle AST’ın üç oyununa bakmak istiyorum.

Halktan Biri
Sam Bobrick iyi bir yazar. Ama tipik bir Amerikalı. Yâni kendi ülkesinin sorunlarına bir Amerikalı gibi bakıyor. “Amerikalı gibi bakmaktan” ne anladığımı açmam gerekiyor. Bu bakış Orta Doğu’ya bakışlarında da görünüyor zaten. Uzaktan bir bakış. Dokunduğu hususların kendi ciğerini dağlamasına izin vermiyor. Biz onun eleştirdiği konuları daha bir ciddiye alır kendimizi kanser ederiz.  Bu anlayış AST’ın oyun afişinden de anlaşılıyor. AST’ın afişinde çok ciddi ve gergin görünen iki adam var. Bu yönetmenin(Arif Akkaya) oyunu nasıl algıladığını da gösteriyor(bence). Sanki intikam alınacak.  Oysa  Bobrick, kendini daraltmıyor. Seyircisini de iyi tanıyor. Amacı lâfı gediğine koymak, güldürmek. Biz onun bu eserini, doğrudan  söyleyemediklerimizi söylemek üzere araya bizden bir şeyler katarak kullanıyoruz. Bizim seyirci de hazır bekliyor zaten. Oyunun seyirci ile bu anlamda buluşması çok başarılı. Ancak yukarıda bahsettiğim o çatık kaşlı bakışlar ile metnin özündeki fark sahnede bir uyumsuzluk ayartıyor. Metinde şakalı ‘vuruş’lara oturan oyun, AST’ın sahnelemesinde sanki yumruk olma eğiliminde. Acaba bu mudur oyunun yavaş ilerlemesinin nedeni? Replikler düşünülerek(tartılarak?) çıkıyormuş, sanki orada o anda oyuncunun içinden bize ait bir şey çıkacakmış da oyuncu kendini tutuyormuş gibi. Zira oyun bizi anlatıyor sanki.  Oyunculuklarını çok beğendiğim Mehmet Atay ve Mahir İpek bu tempo düşüklüğü dışında (bence) çok iyi oynuyor. (Seyrettiğim gece Mehmet Atay rahatsızmış.) Ben her iki oyuncuya da eğlenmelerini tavsiye ederim. Kendilerini oyun dışına alsalar ve yargılar gibi oynamasalar daha iyi olacak.  Yönetmen Arif Akkaya’nın oyun başına eklediği zamanın biteviyelik içinde geçtiğini anlatan sahnelerin uzun hatta gereksiz olduğunu düşünüyorum. Ekin Tunçay Turan tarafından Sam Bobrick’in başka oyunları da Türkçeye çevrilmiş. Doğrusu diğer oyunları da merak ettim. Oyunun ismini çok beğendim. Oyunun dekoru metindeki mekâna çok uygun. Ama nasıl repliklerde ‘sokuşturmalar’ yapılıyorsa dekor içinde ve de kostümlerde de bize ait bir şeyler olsun isterdim. Meselâ tv’de istasyon karışsa olmaz mı(ydı)? ‘Halktan Biri’ni  eğlenerek seyrettim.

Selamün Kavlen Karakolu
Uyarlayan ve yöneten Yücel Erten ‘Yaptığım Aziz Nesin uyarlaması çalışmasından bir değil iki oyun çıktı.  Biri Ne Dersin Azizim diğeri Selamün Kavlen Karakolu” demiş. Selamün Kavlen Karakolu esas olarak  Aziz Nesin’in karakol, polis, sürgün günleri, hırsızlık vb konular üzerine yazılmış  hikâyelerinin bir araya getirilmesinden oluşmuş. Ama dört milyonluk arsa hikâyesinde olduğu gibi, o konularla ilgisi olmamasına rağmen hikâyenin bekçiye anlattırılması gibi beğenilen bir hikâye (Ne Dersin Azizim’de yer bulunamamış)  de araya sıkıştırılmış. Düzmece karakol hikâyesini esas alan oyunda hikâyeyi başlatmak kolay da o hikâye çerçevesinde sürdürmek ve bitirmek kolay olmamış; arada ana hikâyeyi sürdürmek için zorlamalar var gibi geldi bana.  Polisin rüyasının iyi eklemlendiğini söylemekle beraber kurguda beni tatmin etmeyen açıklar olduğunu söylemeliyim.  Bir bütünde(karakol) birleştirmeye çalışmak yerine parçalardan oluşsa daha iyi olurdu sanki. Ancak hikâyelerin okunur gibi oynanmasını pek sevmedim. Başlangıçta sıkıldığımı ama giderek oyuna ısındığımı, tartmayı bir kenara bırakarak keyf almayı öne çıkardığımı söylemeliyim. Ancak  hırsız hikâyesini ve oyunu uzun, dekoru(Gazal Erten) ağır buldum. Sonlara doğru oyun daha enerjik oldu. Bunda Mehmet Ulusoy’un anlattığı dört milyonluk arsa hikâyesindeki çok sempatik oyunculuğunun rolü vardı. Ona bakarak bazı hikâyelerin kaldırılmasını, bazı hikâyelerin yerlerinin değiştirilmesini düşündüm. Oyunun müziklerini ve icrasını çok beğendim. Sahnede pianosu ve kemanı ile müziği yöneten besteci Ali Seçkiner Alıcı iyi bir oyuncu da.

Beş Para Etmez Varyete
“Uyarlayan ve yöneten”(Ümit Aydoğdu) olduğu halde nereden uyarlandığı afişinde ve AST internet sitesinde belli olmayan  Beş Para Etmez Varyete’nin Brecht’in Üç Kuruşluk Operası’nın uyarlaması olduğunu oyun dergisini okuduğunuzda anlıyorsunuz. Aziz Nesin’e gösterilen saygının Brecht’e de gösterilmesi gerekiyor bence. Bu oyunda da uyarlama sorunu var. Oyun başlangıç ve gelişmesini anlamsızlaştıran bir sona bağlanıyor. Bütünlüğünü kaybedip seyirciyi parçaları ile memnun ediyor. Brecht gibi yapıp Türk usulü bir yoğurt yiyiş. Oyunun isminin gereği yapılmış diye de düşünmek mümkün, zira, ortaya çıkan  varyete.(‘ Varyete, birbirleri arasında ilişki bulunmayan şarkı, dans, hokkabazlık, temsil gibi tiyatro oyunlarının yer aldığı gösteriler’- vikipedi).. Oyun ‘eğlen- geç’ hâline gelmiş.  Oyunun üslubu karışık.  Oyunculuklar da öyle. Epik desem değil, dramatik desem değil. Herkes farklı oynuyor. Müzik de çok farklı tonlardan.(Müzik: Oktay Köseoğlu Piano: Burçe Karaca) Bazı şarkılarda Direklerarası’nda kanto dinliyorum/seyrediyorum sandım. Dekorun devamlılık esasıyla değiştirilmesi hoşuma gitti. Oyun ‘çürümüş çıkarlar dünyasını anlatıyormuş’  Ama bence, oyunun, olaylara, karakterlere nasıl baktığı açık değil. ‘Hatırlatıcı karakterleştirmeyi’(Hakan Güven) beğendim ama ‘yalnız’ kaldı. Ama seyirci çok beğendi. Birinci perde finalinde “kötülük” övülüyor sanki.  ‘Kötülük yapmadan yaşanmaz’ ifadesi bir gerçeği değil bir yergiyi içeriyor diye anlıyorum ama AST’ın oyununda ise gerçekmiş gibi algılamaya açık.
Brecht’in ‘Üç Kuruşluk Opera’sının sonunda kralın atlı habercisi gelir, Macheath’in(Ustura) hayatının bağışlandığını bildirir. Machneath’e asalet ünvanı verilir; bir şato ve emeklilik ikramiyesi ile ödüllendirilir. Koro seyirciye ‘Karanlığı ve büyük soğuğu düşünün’ der. Bu son ile verilen mesaj çok açıktır.  Elbette bugüne getirilen bir oyunda Ustura için hazırlanan darağacı da seyirci için yadırgatıcı olmakta. Brecht’in oyunundaki (bence) ‘sarkastik’ ve kızgın tavır AST’ın oyununda yoktu. Bu önemli bir fark.  Oyunda öne çıkan iki oyuncu Özgürcan Çevik ve Sinem İslamoğlu(sesi de çok güzel)..

AST’ın oyunlarında  çok iyi oyuncular seyrettim.  Bazılarını önceden de tanıyordum. Çok yetenekli gençler tanıdım.  Mehmet Atay, Mahir İpek,  Mehmet Ulusoy, Ali Seçkiner Alıcı, Hakan Güven, Yıldırım Şimşek, Özgürcan Çevik, Nalan Güreş, Erdem Ulusal, Gizem Aldemir, Mustafa Bilgin, Özgün Aydın, Bülent Yıldıran, Deniz Baytaş, Deniz Yılmaz, Gökçen Cavga,Velican Demirel, Sinem İslamoğlu, Çağlar Deniz, Cem Okyay’dan oluşan topluluğun müzikal seviyesi çok iyiydi. Çok iyi sesler duydum. Ekibin diğer kişileri Arda Güler(dekor tasarım-uygulama), Mustafa Köse(Aksesuar), Mehmet Kızılgül(Işık-Efekt), Özgür Avcu(yönetmen yardımcısı), Tolga Yalçıner(Asistan), Ahmet Kömürcü(Işık), Fatih Serdar Öncü(Efekt). Tüm kadro, ‘ekip’ olmanın keyfini yaşıyor gibiydiler. Güçlerinin ekip olmaktan geldiğini fark ettim. Aynı dünya görüşünü paylaştıkları izlenimini edindim.  

Selamün Kavlen Karakolu ve Beş Para Etmez Varyete, seyircinin daha çok hoşuna gitti sanırım. Benim yüksek(?) tiyatral eleştirilerim seyircinin alkışları yanında bir değer ifade etmez. Seyirci beğenmişse boşver eleştiriye. Onlar benim baktığıma bakmayacak, beni de okumayacaklar nasılsa. Bu açıdan baktığımda AST, 50 yıl önce söylediği yolda ilerliyor gene de. Gençleşerek yoluna devam ediyor. ‘Bizim tiyatromuz’ diyeceği bir tiyatro peşinde. Söylemi geçmişe göre daha yumuşak.(Ankara’nın havası mı sert?) Tiyatro sanatını ciddiye alıyor. Hedef kitle ile teması kurabiliyor. Varlıkla yokluğun bilincinde. Topluma kendini gösteriyor. Bu ‘ayna tutmak’ değil sadece. Gelenekselden yararlanıyor. Eskiye göre olmayan şey işçi sınıfına yönelik söylemleri. Ama Allah için söyleyin işçi sınıfı mı kaldı? Artık sadece ‘ezen’ ve ‘ezilen’ var. Bataklık dizlerde değil boğazda. Tüm umutlar hâlâ umutsuzluğu defetmekte..

50 yıldır iktidarları korkutan bir tiyatronun modeli olmak kolay da değil hani!

Yolun açık olsun AST!


Melih Anık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder