Edward Albee(1928) denilince ilk önce “Kim Korkar Hain
Kurttan?”(1962) akla gelir. Yazarın ilk oyunu değil ama “Kim Korkar Hain
Kurttan?”, 1963 yılında jürinin ödüle değer bulduğu halde danışma kurulunun “drama”
dalında ödül verilmesini iptal ettiği
için Albee’ye verilmeyen Pulitzer Ödülü’nün sahibi olmuş. Tabulara karşı çıkan,
müstehcen bulunan oyun dili ‘60’lı yıllara “çok” gelmiş. (Bu nedenle drama
dalında Pulitzer Ödülü’nün o yıl verilmediği belirtiliyor.) Ama oyunun etkisi o
kadar büyük olmuş ki oyunun kazandığı popülariteden alınan güçle, 1967 yılında Edward
F.Albee Vakfı kurulmuş. Edward Albee "oyunun 35 yıldır süren başarısı bana kariyerimi istediğim gibi sürdürme özgürlüğünü sağladı" diyor. Albee sonradan Pulitzer Ödülü’nü üç kez daha almış.
Pulitzer Ödülü genellikle Amerikan hayatını anlatan ve kaynağını ondan alan özgün eserlere veriliyor. Bu hususun Albee’nin
tiyatrosu hakkında fikir verdiğini sanıyorum. Galiba dünyanın “Amerikanlaşması”
yayıldıkça, oyun, tüm dünyada ilgi görmüş. Okuduklarımdan öğrendiklerimden
derlediğim “Kim Korkar Hain Kurttan?” oyununun içerdiği özellikleri paylaşarak
yazıma başlamak isterim. Oyunu seyredenler/seyredecekler –yazımı okursa- oyuna daha farklı bakar diye
düşündüm.
Oyunun iki karakteri Martha ve George, Albee’nin gerçek
hayatta arkadaşları olan bir çiftmiş. Ama isimleri “Amerikanın çifti” (“FİRST Couple”) olan Başkan George Washington ve karısı Martha’ya
bir gönderme. Diğer karakter Nick ise soğuk savaş döneminin unutulmaz karakteri
Sovyet lider, Nikita Khrushchev’e bir gönderme imiş.
Oyunun ana temasının ve mesajının insanların illüzyona
kapılmadan gerçeği yaşaması gerektiği üzerine kurulu. Oyun boyunca her karakter
kendine göre yazdığı gerçeği(illüzyonu) yaşıyor ve diğerinin gerçeğini(illüzyonunu)
yok ediyor. Oyun sonunda herkes kendi gerçekleri ile yüzleşmek durumunda
kalıyor.
“Kim Korkar Hain Kurttan?” illüzyon(yanılsama) ile gerçek
arasında gidip gelen, zaman zaman savaşa dönüşen bir oyun. “Soğuk savaş”
döneminin bir oyunu ile Albee ‘50’li yılların vatanseverlik üzerine kurulmuş Amerikan dünyasına
dokunuyor.
Martha oğlundan “poor lamb” diye bahsediyor. Bilindiği gibi
Hz İsa denince çoban ve koyunlar akla gelir. Kapının zili Katolik ayinindeki bir ses gibi çalar.
Oyunun üçüncü bölümünün ismi “Exorsizm” dir ki bu da dînî bir göndermedir. Oyun
kurban etme geleneğini akla getiren bir sonla biter. İllüzyondan kurtulmak bir
kurbana mal olur. Dînî “liturji”ye yapılan göndermeler piyesin yapısındaki
önemli taşlardır.
Oyunun her iki çifti için de “baba” figürü önemlidir. Her iki çiftin
evliliğini kadınların babalarının hayâlleri etkilemektedir. Aile birliğinde
çocuk önemlidir. Ancak kendileri oyunlar ve yanılsama içinde olan çiftlerin
çocuk sahibi olmaya hazır olmadıkları da açıktır.
Oyun üç perdedir. Her perdenin bir ismi vardır. 1.Perde’ye
“Fun and Games” 2.Perde’ye “Walpurgisnach” 3.Perde’ye “The Exorcism” başlıkları
verilmiştir. Oyun 1.Perde’nin ismine yakışır “eğlence ve oyunlar"la başlar.
Seyirci, didişen bir çiftin oynadığı oyunlardan çıkarmaya çalıştıkları
eğlenceyi görür. Ama oyunlar da eğlence de zorlamadır. Gerçeklerden kaçılarak
bir yanılsama oyunu oynandığı anlaşılmaktadır. Çiftin birbirini acıtmak
istedikleri açıktır. 2.Perde’nin ismi üzerinde
çeşitli görüşler vardır. Broken Dağında yapılan “Walpurgisnacht”, baharı karşılama festivalidir ki oyunda
satirik olarak kullanılmıştır. Büyücüler ortaya çıkar ve tanrılarla eğlenir.
Broken’dan yola çıkılarak bu göndermenin erozyonu hatırlattığı da
söylenir. 3.Perde ise “cinleri kovma”
başlığı ile verilmiş. Genel olarak oyuna bakarsanız Albee, bir Pazar âyini
formu oluşturmuş sanki.
Türkçede oynanan bu oyunda yazarın vurguladığı kurgunun
özellikle dinsel(hıristiyanlık) litürjiye uzak olan seyirciye geçmesi pek de
kolay değildir. Bu nedenle oyunun içerdiği göndermelerden bazılarını kaybedeceğini
söylemek pek de yanlış olmaz. Ayrıca dönemsel, tarihi koşullardan kaynaklanan özellikler,
Amerikan toplumuna yapılan doğrudan göndermelerin niteliği, bizim seyircimiz için uzak sayılabilecek
hususlardır. Bu nedenlerle sahnelemenin illüzyon ile gerçek arasındaki mücadeleye
odaklandığı söylenebilir. Bu açıdan baktığınızda Oyun Atölyesi’nin sahnelemesi
seyirciyi eksik hissettirmeyen bir sahnelemedir.
Oyun Atölyesi bu sezon yeni yapılanması içinde iki oyunu
repertuvarına aldı. “Kim Korkar Hain Kurttan?” ve “Nehir”. Kemal Aydoğan’lı
dönemin “şok”unu atlattıktan sonra Oyun Atölyesi’nin bu yeni dönemini
beğendiğimi söylemek isterim. Benim bildiğim ve beğendiğim Oyun Atölyesi de bu
zaten. Haluk Bilginer’in Oyun Atölyesi’nin direksiyonuna geçtiğini hissettim.
Sezon başında repertuvar açıklanınca "Kim Korkar Hain Kurttan?" benim merakla beklediğim bir oyun oldu. Açıkça söylemem gerekirse oyun ile ilgili kafamda sorulara neden
olan yönetmenin ismi idi. Edward Albee’nin ve dünya tiyatro
tarihinin önemli oyunlarından birini Hira Tekindor gibi bir genç(25) nasıl
yönetecekti? Hira Tekindor’un ismi Oyun Atölyesi’nin diğer oyunu Nehir’de de karşıma
çıktı, bu kez de çevirmen olarak. Hira Tekindor, tiyatro dünyamıza hızlı bir
giriş yapıyordu anlaşılan.
Hira Tekindor’un özgeçmişine baktım.1989 doğumlu. University
of Kent’te film okumuş. Kısa filmler yönetmiş. Yönettiği kısa film, “Örümcek”,
Uluslararası Santiago Kısa Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü almış. Hira Tekindor kızımdan beş yaş küçük. Babalar
kendi çocukları ile karşılaştırma eğilimindedir çoğunlukla. Kendime sordum:
“Kızın yapsaydı kuşku duyar mıydın?” Cevabım “hayır” oldu hemen. Belli bir
eğitimden geçen gençlerin belli bir olgunluğa daha çabuk ulaştıklarını ben
kızımdan yaşadım. Galiba yurt dışındaki eğitim ve görgünün de katkısı çok.
Ayrıca Hira Tekindor’un hem annesi hem babası da sanatçı. Bunun getirdiği azımsanmayacak
bir şeyler olmalı. Kendi ifadesiyle Hira Tekindor 10'lu yaşlarında tanışmış oyunla, "George karakterinin repliklerinin altı kırmızı kalemle çizilmiş sararmış 'Kim Korkar Hain Kurttan?' teksti sayesinde" Babası Çetin Tekindor'un 1987 yılında oynadığı oyunun teksti imiş bu. Hira Tekindor hakkında kiminle konuştuysam Hira
Tekindor’un kendine göre seçimleri olduğunu ve isteklerinde kararlı(inatçı)
olduğunu söyledi bana. Bunu da onun hanesine olumlu bir not olarak kaydettim.
Oyunu Enka’da seyrettim. Hira Tekindor ile salon kapısında
tanıştık, 20-30 saniye konuştuk. İlk ve son karşılaşmamız da o zaten. Sanki
oyunun ilk gecesiymiş gibi çok heyecanlı idi. Enka’da perde olmamasından, bu nedenle perdeye
bağlı mizansenin olamayacağından bahsetti.
“Nasıl memnun musun oyundan?” dedim. “Çok” dedi.
Nehir oyununun tercümesinden sonra "Kim Korkar Hain Kurttan?" oyununun yönetmenliğinin Hira Tekindor’a verilmesi ona güveni gösteriyor. Ama içimde kalmasın
Haluk Bilginer’e bir serzenişim var: “Kemal Aydoğan’dan başka yönetmen yoktu
hani?”
Her oyun için yaptığım gibi "Kim Korkar Hain Kurttan?" için de
ön hazırlık yaptım. Oyunun İngilizcesini okudum.(Tercümesini bulamadım. Tercüme: Asude Zeybekoğlu) Oyun hakkında internette oldukça çok yazı, eleştiri,
inceleme buldum. Okuduklarımın “link”lerini aşağıda verdim. Önceden de seyretmiştim ama filmin
dvd’sini bulup satın almama rağmen seyretmedim. Doğrusunu isterseniz filmin
oyuncuları ile oyunun oyuncularını karşılaştırmak istemedim. Şükrü Özyıldız ve
Nilperi Şahinkaya’yı daha önce seyretmemiştim. Onlarla ilgili bazı filmler
seyrettim. Oyunu okurken zihnimde oyunun oyuncularını canlandırdım. Bu arada oyun ile
ilgili tanıtım videoları yayımlandı. Müziği (O.Enes Kuzu) çok beğendim. Kafamdaki oyun
atmosferine çok uyuyordu. Dekorda iyi bir tasarımcı olarak bellediğim Ali Cem
Köroğlu ne yaptı diye meraklandım.
Genel olarak oyunun komik unsurlarının (bilerek) abartıldığını
düşünüyorum. Ben bu abartıyı fazla bulduğumu söylemeliyim. Bu, müziğin
yarattığı atmosfere ters(bence). Öte yandan müziğin de oyunun içindeki
fırtınalara rağmen, yükselmesi gereken yerde yükselmemiş olmasını yadırgadım.
Oyunculuklarla ilgili genel olarak söylemek istediğim bir
şey var. Bunu söylerken haksızlık yapmamak da istiyorum. Zira oyun çok girişli
ve çıkışlı. Ayrıca perde araları da var. Oyuncular, sahneden çıkıp yeniden
girişlerinde ya da perde aralarından dönüşlerde bıraktıkları duygu seviyesini
yakalayamıyor. O nedenle her seferinde o
duyguyu yakalamak için bir zaman geçiriyor, bu da oyunun genelinde gerilim
akışını duraklatıyor. Zerrin Tekindor’un son perdedeki oyunu şahane ama ilk iki perdede o da oyunun özelliğinden nasibini
alıyor, özellikle birinci perdede elbisesini değiştirip geldiğinde. Tardu
Flordun çoğu sahnede bir epik oyuncu gibi, “mış gibi” yapıyor sanki. Onun gibi çok iyi bir oyuncunun daha dramatik oynaması oyuna çok şey katar. Şükrü Özyıldız’ın oyunculuğunda iniş çıkışlar
çok bâriz. Örneğin bir anda sarhoşluğunu, öfkesini vb hatırlıyor gibi. Duyguya
ön hazırlık yok sanki. (Ama her şeye rağmen sahne için çok umut veriyor.) Oyunda duygunun sürekliliği hususunda bence en iyi olan Nilperi Şahinkaya. Şahinkaya baştan sona duygusu gelişen bir
oyunculuk sergiliyor.
Nehir'de de dikkatimi çeken Oyun Atölyesi'nin dekor, kostüm, ışık, koreografi gibi hususlarda gösterdiği özen oldu. Bu külfeti de oyundan alınan keyfi de arttırıyor. Dekor bu evde farklı ve de entelektüel insanların yaşadığını gösteriyor, olayın atmosferini yansıtıyor, “konuşuyor”. Ben çok beğendim. Ancak bana tuhaf gelen bir husustan bahsetmeden geçemeyeceğim. O da dekor ile kostüm
arasındaki algı farkı. Çok ayrıntılı hazırlanmış dekor her şeyiyle tipik bir
Amerikan evi ama kostümler(Gamze Saraçoğlu) çok Avrupalı. Dekorda görülen bu ayrıntıya bakarak
kostümün de aynı anlayışla hazırlanmasını bekle(r)dim. Işığın(Hakan Özipek) kullanımı da özenli. Dans sahneleri çok başarılı.(Koreografi Yasemin Erkan) Zerrin Tekindor'un katkısını da belirtmeden geçmeyeyim.
Oyunun başlaması ile sahnedeki görüntü şu: evin sâkinleri
hızla hazırlanmış ve evden çıkmış. Müziğin de etkisi ile sanki zaman içinde
yolumuzu değiştiriyor ve o eve giriyoruz. Bu evde belli bir süre bir illüzyonun
parçası olacağız ve oyun sonunda kendi gerçeğimize(illüzyonumuza?) geri döneceğiz. Sanırım oyun
sonunda seyirciler oyunun gerçekliğini hissetmekte zorlanacak ve sahnedeki illüzyona
takılıp kalacak.
“Kim Korkar Hain Kurttan?” gibi dünyada ses getirmiş bir
Albee oyununun sahnelenmiş olmasını kültür ve tiyatro dünyamız için önemli
olduğunu düşünüyorum. Düzgün ve derin bir metin, tiyatronun kurallarına göre
yapılan bir reji, teknik özellikler ve de oyunculuk düzeyi, tiyatro açısından oyunun
önemini daha da arttırıyor. Keşke
hakkınca tartışılabilse. Bence sezonun seyredilmesi gereken oyunlarından biri.
Melih Anık
Not:
Oyunu Enka İbrahim
Betil Oditoryumu’nda seyrettim. On yıl mensubu olduğum Enka’nın sanata yaptığı
katkıdan dolayı çok mutlu oluyorum. Yaptıkları seçimler de onlara yakışan mükemmel
düzeyi gösteriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder