Martin McDonagh(1970) ülkemizde ”içli dışlı” olduğumuz bir
yazar. Leenane’ın Güzellik Kraliçesi(1996), Yalnız Batı(1997), Inishmaan’ın Sakatı(1996), Yastık adam(2003)
ve Inishmore’lu Yüzbaşı(2001) ülkemizde sahnelenen McDonagh oyunları. Bu sezon
7 Piskopat isimli filmi de vizyondaydı.
McDonagh, toplum dışı, karanlık, takıntılı, sıkıntılı
tiplerin dünyasını anlatıyor. Tutku önemli bir duygu onun eserlerinde. İnsanlar
tutkularının sonuna kadar gidiyor. Onun denizi fırtınalar ve büyük dalgalar
içinde. Kan, gözyaşı doğal ögeler. Her türlü şiddeti içeriyor oyunları. Yazar,
sürprizleri ve “saçma”yı seviyor. Toplumun yerleşik algılarını “takmıyor”.
Azılı bir terörist, “hayattaki en iyi arkadaşı” kedisinin
öldürüldüğünü duyunca onun katilini bulmak için yoldan/yola çıkıyor. Bir yandan
da uyuşturucu ticareti nedeniyle oluşan anlaşmazlıklar nedeniyle
örgüt de içten kaynıyor. “Sevecen” terörist kedisinin katilini bulmanın; örgüt
üyeleri kedi seven teröristin peşinde bir koşuşturmacadır gidiyor. Terörizm
ile saçmalık iç içe geçiyor. Terörizmin saçmalığı, saçmanın terörizmine
dönüşüyor.
Kedi bir metafor. Herkesin kafasını taktığı bir şey
olabilir. Bu boyutta bir takıntı insanı “terörist” haline getirebilir
derken McDonagh kendi iç işlerine de bir
gönderme yapıyor ve İrlanda’yı yıllarca meşgul eden terör konusuna dokunuyor.
Terörist “dengesiz” olabilir; örgüt ülkeyi emperyalist güçlerden kurtarmak için uyuşturucu
ticareti yapabilir; özgürlük mücadelesi içinde ve o büyük ve ulvi duyguların
savaşını yaparken sevgili kedisine her
şeyden çok değer verebilir; terörist en acımasız katil olabilir ama
uyuşturucu ile çocukların zehirlenmesine karşı olabilir………. İrlanda’da..
Oyunu seyrettikten sonra (ben son genel provada seyrettim) oyunun beni
tatmin etmeyen yönünün ne olduğunu hissediyor ama bir türlü kelimelere dökemiyordum. Sonradan
dergiyi bulup okuduğumda “işte bu!” dedim.
Dergide iki yazı var. Oyunu çeviren Mehmet Ergen “Tartışma konusu olmaya devam eden ancak
yazılan gelmiş geçmiş bütün komedilerden bile kara bir komedi olan Türkiye’nin
terörle mücadelesi bitmedi. Oyunun sonunda akan kanların boşuna döküldüğünü
görmek ve buna bir kedinin sebep olduğunu bilmek ne yazık ki ders almamıza
yetmiyor.” ; Yönetmen Murat Karasu “Çok
yakından tanıdığımız terör belâsının oyun içinde bizdeki karşılıklarını
anlamaya, açığa çıkarmaya çaba sarf ediyoruz…. Peki “kedi” sözcüğünün yerine “namus”,”töre”,
“vatan” gibi bizce kutsal anlamlar yüklenmiş sözcükler koyduğumuzda tüm
cinayetler, şiddet, terör meşrulaşmış mı oluyor?”demiş.
“Terör” kelimesinden
yola çıkarak oyunu Türkiye’de yeniden gündeme getirmenin amacını
anlayabiliyorum. “Yâni katlandığımız bütün bu terör eylemleri bir hiç uğruna mıydı?”
cümlesi de size çarpıcı gelebilir. Derinine düşünürseniz “düğüm olmanız” olası.
Ben oyunu seyrederken ve ardından oyunu
düşündüğümde İnishmorelu Yüzbaşı’yı nasıl yorumlasam bilemedim. Her şeyden önce
bu oyunu bir Türk yazar yazmış olsaydı ne olurdu diye düşündüm.(Yazamazdı!)
Martin McDonagh’a bu hoş görüyü gösteren toplumu kıskandım doğrusu. Ülkesinin bağımsızlığı için savaşan Padriac
dengesiz biri hatta deli. Kedisine tutkunluğu
onun şiddet tutkusu kadar aşırı, manyakça. Uyuşturucu satıyor diye birine
yaptığı İşkencenin tam ortasında kedisi ile ilgili aldığı telefon ile dengesi
bozularak(!) ağlayan bir terörist. “Özgürlük savaşçılarının”(!) kedi ve uyuşturucu
ticareti yüzünden birbirlerini doğraması oyunun temel akışını belirliyor. McDonagh’ın böyle bir resim çizmekteki amacı
ne? Bu “tüm yaşananlar saçma, bıktım bu yaşananlardan” demek mi? 2001
yılında yazdığı İnishmorelu Yüzbaşı’dan 10 yıl sonra yaptığı 7 Piskopat filminde
de aynı kurgu var. Kedinin yerini köpek almış. Bunu sadece ticari bir arz-talep
ile açıklamak mümkün mü? İnishmorelu Yüzbaşı’daki “özgürlük, bağımsızlık atmosferi”
7 Piskopat’ta unutulmuş, olay tamamen bir şiddet hikâyesi hâlinde sunulmuş. 7
Piskopat’a bakarak yazarın aslında esas ilgi alanının şiddet olduğunu
düşünüyorum. Böyle düşününce İnishmorelu Yüzbaşı’nın ülkemizdeki terörle ilintilendirilebilecek bir çağrışıma
neden olmasını doğru bulmuyorum. Oysa oyun hakkında yazılan eleştirilerde
gündeme IRA ve militanları geliyor. Bu
nedenle de İnishmorelu Yüzbaşı’nın sahnelenmesinde zamanlama hatası olduğu
kanısındayım. Ama illa oynanacaksa o zaman da sahnelemenin bu kaygıya önem
verilerek yapılması taraftarıyım. Böyle
bir tercihin piyesin sahnelenmesinde izlenecek yolu belirleyeceğine inanıyorum. Yáni önerim “terörist örgüt ilişkisi”ne dayanmadan bunu yapmak. Aynı 7
Piskopat’ın tuttuğu yol gibi. Ancak gerek çevirmenin gerekse yönetmenin
ifadelerinden ortaya çıkan şey, oyunu terör penceresinden görme ve
anlamlandırma çabası. Hatırlatmak isterim ki Martin McDonagh bile oyunu taraflar arasında anlaşma sağlandıktan sonra ortaya çıkarmış.
Oyunu düşündüğümde aklıma üç isim geliyor, Ethem Özbora (dekor
tasarımı), O.Enes Kuzu(müzik) ve Reha Özcan(Padriac).
Saçma(absurd) bir oyuna Özbora “karikatür” gibi bir dekor
tasarlamış. Boyutu, dokusu, renkleri ile metnin içerdiği “oyun” biçimine ve
ruhuna çok uygun. Sahne üzerinde anlatılan olay çocuk zihninden çıkmış,
çocuklar sanki “oyun” oynuyor da mekânı da öyle kurmuşlar gibi. Metni böyle “okuyan”
tasarım az bulunur.
Oyunun müziği ise o oyun oynayan çocukların fon olsun diye
seçtikleri bir müzik. İrlandalı gibi ama bizden de bir şeyler var.(Enes Kuzu,
bana katılmayacak muhtemelen ama benim kulağım da o kadar!) Merak ettim Enes
Kuzu’ya mesaj ile sordum. Özgün bir beste imiş. Bir basit motif sahnenin ruhuna
uygun olarak farklı hallerde kullanılmış. Metni böyle “okuyan” müzik az
bulunur.
Ve tabii ki Reha Özcan.. O olmasa Padriac çekilmezdi. Karışık
bir karakter Padriac, dengeli bir dengesiz. Şaka gibi. Gerçek olmayacak kadar
gerçek.. Kuralları olan bir manyak.. Bu rolü böyle “okuyan” oyuncu da az
bulunur.
Üçünün başarısı metni doğru “okumalarında” ve okuduklarını
doğru gerçekleştirmelerinde.
Ocak-2013 sonu prömiyer yapan oyundan bu üç kişi ödüllere aday seçilmedi. (Direklerarası
Enes Kuzu’yu “gördü” bir tek.) Oyunları böyle “okuyan” jüri de az bulunur.
Giysi tasarımını(Yıldız İpeklioğlu) “göndermesi” az olduğu için, ışık
tasarımını(Akın Yılmaz) görevini yaptığı için başarılı saydım.
Can Öztopçu(James)
göze çarpan bir diğer oyuncu. Rolünü çok
iyi yorumluyor. (Jüride olsam o da benim adaylarımdan biri olurdu) Deniz Elmas
ve Engin Şahin kendini “gösteren” oyuncular, takip edilmeli. Hakan Şahin, İlkay Akdağlı, Orkun Gülşen ve Cengiz
Baykal’ın rol “okuma”larındaki “doz”, sahneye göre değişiyor, ya eksik ya fazla.
Bu “eksik-fazla”
durumu özellikle oyun sonundaki “kreşendo”da kendini daha çok gösteriyor. Oyun,
sona doğru “şiddetlenirken” yavaşlıyor, “gazı
kaçmış gazoz” gibi tatsız ve zorlama. Plastik, elastik her ne malzemeden yapılmışsa
mankenlerin elleri, ayakları titremekte.(Yorum!) Şiddetin komedisi yerine saçmalığın şiddeti ortaya çıkıyor. Oyun başındaki işkence sahnesi ile
karşılaştırıldığında ise oyun sonu yoldan
çıkmış. Ben Reha Özcan’ın oyununu ölçü alıyorum. O ölçüye göre oyun sona doğru “komik”
bile değil, acınası, kontrolsüz ve yokuş aşağı gidiyor. Yönetmen(Murat Aksu) ve
yardımcısına(İlkay Akdağlı) sunuyorum.
Seyirci yorumlarına bakıyorum, seyirci oyunu beğeniyor.
Melih Anık
Not: Devlet
Tiyatroları’nın düzgün bir metni kütüphanesine koymasını tavsiye ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder