İstanbul’da her gece açılan sahne sayısı 50 yi buluyor mu bilmem ama tahmin ediyorum 100’e yakın ayakta durmaya çalışan topluluk var. Çoğu, küçük salonlarda çok da duyuramadıkları oyunları sahneliyorlar. Eskiden tıp okuyanlar müzisyen olurlardı şimdi mühendislik okuyanlar oyuncu oluyor gibi bir durum ortaya çıktı.
Bir kenara not etmiştim : “Tiyatro yaparak yaşayabilmenin giderek zorlaştığı bir zamanda yeni bir tiyatro gurubu kurarak yola devam etme kararını verirken çok fazla düşündüğümüz söylenemez. Yaşasın Tiyatro!” (Fabrikasanat)
Kolay anlaşılacak bir şey değil bu. Aslına bakarsanız yaptıkları “delilik”. Zira cümle içinde hem zorluğu bildiklerini söylüyor hem de düşünmeden içine girmişler. Cesaret de demek mümkün yaptıklarına, hayran olunacak bir cesaret.
İş hayatındaki başarı hikâyelerinde, “Biz yüzme bilmeden okyanusa atlıyoruz. Suda debelene debelene yüzmeyi öğreniyoruz” vardır. Yüzmeyi öğrenemeyip boğulup gidenleri duyamadığımız için yaşayanlara inanacağız(!) artık. Tiyatro yapmanın o kadar da “ölümcül” olmadığını düşünüyorum. Hem tiyatroya "dalanlar" bir türlü tiyatro biliyor. Ama gerçek şu ki tiyatro gurubu kurmanın kuralları var. İlk kural ne olabilir?
Bir deneyde bir şişenin içine arılarla sinekleri koymuşlar, dibi güneş görecek şekilde şişeyi yerleştirmişler. Sineklerden daha akıllı oldukları bilinen arılar kurtuluş ışıktadır diyerek şişenin dibinde toplanmış; şişeden çıkabilenler, şişenin içinde gelişi güzel hareketler yaparak duvarlara çarpa çarpa şişenin açık ağzını tesadüfen bulabilen sinekler olmuş.
Zamanımızın gençlerini görünce ayni çözümün geçerli olduğunu anlıyorum. Ama sadece gençler mi? Herkes için kurtuluş “sinekleşmektedir”; herkes kurtuluşa ulaşmanın telaşı içinde şişenin duvarlarına çarpa çarpa çıkış yolunu bulmaya çabalıyor. Eğitimini aldığın konunun önemi yok. Bu yaşam biçimi oldu artık. Tiyatronun gençleri de bundan payını alıyor. Bugünün koşullarında ‘fabrika’n olsa boş. Tiyatronun kazancı alkış, o kadar.. Ödül de var ama, almak için yolunu bilmek gerek!
Tiyatroda son zamanlarda bir ‘trend’ var. Bir mekânı tiyatro salonu haline getiren, başkaları ile paylaşıyor. Kısıtlı olanaklarla bin bir fedakârlıkla mekânlar hazırlanıyor. Mekânların yarın ne olacağı belli değil. Onlar kapanmasın diye sokaklarda yürüyen de olmayacak. “Kendi doğdu kendi öldü, bize mi sordu? Zaten bize de sahne vermemişti” denecek arkalarından muhtemelen. Tiyatro ‘muhalif’ bir sanat olduğu için her dönem karşına çıkacak birileri ile uğraşmak zorunda kalmanın bedeli de ödenecek bir türlü.
Tiyatro için yapılan fedakârlık alkışsız kalmıyor. Tiyatronun alternatif mekânları tiyatroyu zorluyor, tiyatronun kanını hızlı akıtıyor, iyi de oluyor olmasına da mekânlar ve işletmeleri ve de gelecekleri üzerine düşünmek gerek.
Tiyatromuzun alt yapısını da dikkate alırsak tiyatro “2 kalas 1 heves”e dönüşmesin istiyor insan, tiyatronun “söyleme ve anlatma sanatı” olduğu ihmal edilmesin; sanatın her dalından yararlanılarak ortaya çıkarılan görsel, işitsel bir sanat olduğu unutulmasın, tiyatro ‘anlatsın’, anlasınlar diye beklemesin. Bunun için de olmazsa olmaz “bilgili olmak ve bilgiyi kullanabilmek”' yani "bilgiyi kullanabilen ari" olabilmek.
Fabrika Sanat diyor ki :
“ Herkesin yaşama dair dünyaya söylemek istediği bir şeyler vardır. Biz bunu ancak tiyatro yoluyla yapabildiğimizi fark ettik. Yaşayarak keşfettik. Yaşasın Tiyatro”
İçimizde yarına ait umut var oldukça her zaman var olacak tiyatro. Tiyatro varsa umut tükenmez. Hem bazı şeyleri tiyatro ile söylemenin keyfi de bambaşka.
Artık şişeden çıksın arılar!
Ve “yaşasın tiyatro!”
Melih Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder