Irwin Shaw 1913 doğumlu Amerikalı bir yazar. 1984 yılında ölmüş.21 yaşında radyo programlarına metinler yazarak, Dick Tracy için uyarlamalar yaparak başladığı kariyerinde 1936'da Ölüleri Gömün isimli oyunu yazmış.Oyun yazarı olarak başladığı kariyerinde yarattığı karakterlerle “kısa hikaye yazarı” olarak Hemingway, John Cheever ve John O'Hara ile karşılaştırılmış.1948 yılına kadar devam ettirdiği oyun yazarlığına 1967’ye kadar ara vermiş. 1982 yılında yazdığı son eserine kadar hayatı romanlar, film metinleri, senaryolar, hikayeler yazmakla geçmiş.1948'de yazdığı ve 1958’de film olan, Marlon Brando, Dean Martin, Montgomery Clift’li kadrosu ile The Young Lions(Genç Aslanlar) ile tüm dünyada hatırlanan yazar, 1975’de ülkemizde de uzun süre gündemde kalan Rich Man, Poor Man(Zengin ve Yoksul) dizisi ile hayatımıza Rudy Jordache(Peter Strauss), Tom Jordache(Nick Nolte) ve de (Dallas’ın JR’ından önce tanıştığımız kötü adam) Anthony Falconetti (William Smith ) tiplerini sokmuş.
Ölü karakterlerin sahneye çıkarılması ile ilgili benim aklıma gelen de Karel Čapek’in (1890 - 1938) son oyunu Yaşadığımız Devir ismiyle Türkçeye çevrilmiş Matka(1938)dır. Oyunun büyük bir kısmı savaştan elinde kalan son oğlunun savaşa katılmasına direnen bir anne ile ölmüş aile üyeleri arasında geçen diyaloglardan oluşur.
Bu oyunlar 30’lu yıllarda dünya atmosferinin biçimlendirdiği ruhların(ölü/diri) mücadelesinin hayata yansımasıdır.Belki de yaşayanlardan umudunu kesmiş olan ve bunalan yazarlar savaşı durduracak hamleyi ölülerden bekleyince(?) ortaya bu tür oyunlar çıkıyor.(J) Ama mitolojik geleneklere bağlı toplumlarda kellesini/tüfeğini vermeyenlerin kahramanlaştığı canlılar dünyasında, ruh çağırma seansları ile çıkış arayan “ölmüş ama öldüğünü bilmeyen” insanlar neden yadırgasın gömülmek istemeyen ölüleri ?
Yaşadığımız bugünlerde dünyanın her tarafındaki savaşların bir tarafı olan Amerika’dan bir yazar/ yönetmen Joe Clarko “Ölüleri Gömün” oyununu yeniden ele almış ve oyunu bir şehir toplantı salonundaki insanların rol aldığı bir okuma tiyatrosu atmosferine getirmiş.
TV’nin tozunu alırken , George Stephanopoulos’un tv'deki ‘This Week’ programında ekrandan geçen Afganistan’da ölen askerlerin isimleri ve yaşlarını gören o toplantının yöneticisi Pearl Harbor’daki bir karakterin sözünü hatırlıyor “her zaman bir çocuk sahibi olmak isterdim ama şimdi bunu göze alamıyorum “dan çıkarak ekrana yansıyan slaytlardaki Washington DC, Vietnam Savaş Anıtı, İkinci Dünya Savaşı Anıtı, Birinci Dünya Savaşı Anıtı, New York Özgürlük Anıtı ve beyaz mermerlere kazılmış isimleri hatırlayarak “Irak ve Afganistan’da ölen çocuklarımız ne olacak, onlar için ne zaman anıtlar dikeceğiz?” sorularını soruyor. Askerler tarafından yazılmış şiirlerden,günümüzdeki savaş ‘merak’ını vurgulamak için de Waterloo savaşında askeri kıtaların hareketini resmeden 6. sınıftaki çocuktan bahsediyor.Seyirciler arasından seçilerek oluşturulan ekip Irwin Shaw’un Ölüleri Gömün oyununu okumaya başlıyor. Toplantı yöneticisi araya girerek sahne hareketlerini okuyor, seyirci-oyuncuları yönlendiriyor. Oyun ölülerin isyanı ve “ayağa kalkma” çağrısı ile sona eriyor.
OYUN
“Yarın akşam başlayacak olan savaşın ikinci yılı” / “Time: The second year of the war that is to begin tomorrow night.”Oyun metni bu cümle ile başlıyor.“İlk oyun”un “İlk cümlesi” olarak çok çarpıcı bir başlangıç.
Irwin Shaw bu cümleyle çok geniş bir zaman ufkuna yelken açıyor. Zihninizde dolaştığınız labirentin çıkmaz duvarına çarpar gibi oluyorsunuz ama cümlenin içerdiği bir uyarı, oyunun hemen başında tuhaf ama açıklayıcı bir aydınlığı açıyor önünüzde. Bu “aydınlık” karanlık aslında. Zira “Savaşlar hep olacak” gibi umutsuz bir yargının da ifadesi. Aynı zamanda karmaşık bir akıl oyunu.
Peki ama bu ölüler hangi savaşa ait? Geçmiş bir savaştan kalanlar mı yoksa yarın başlayacak olana mı? Sahnede gördüğümüz ordu yeni bir savaşın hemen eşiğindeyken, geçmiş ölümlerin, zafer madalyaları ile kahramanlık hikâyelerine dönüştürülmesi mi zorunlu ? Savaşın başlangıcında olanlar kendi kaderlerini mi görüyorlar? Yoksa daha işin yani savaşın başındayken o kaçınılmaz sonu bilmenin zihinlerdeki karanlık labirentlerinden ışığı yani gerekçeyi, nedeni yaratmak için verilen bir uğraş mıdır ölüleri gömme ? Sahnede seyredeceklerimiz zaten bildiğimizin gösterilmesi midir? “Savaşta insanlar ölür ve gömülür”, o kadar mı?
Yazar daha oyunun başında bu cümlenin atmosferi ile şaşırtıcı, çarpıcı, kafa karıştırıcı bir giriş yapıyor. Sahnede metni okuyamadığınız için yönetmenin elinizden tutması lâzım. Yönetmenin verdiğine bakacaksınız onunla yetineceksiniz.Başından sonuna kadar severek izlediğim oyunda buna aklımı takabilirim. Yönetmen Şakir Gürzumar son derece nitelikli bir çalışmayla düz metni sergilemiş tüm öğeleri ile. Alışılmadık(?) olan ise “ölüler konuşuyor” ve isyanın sözcüsü durumunda .
Yönetmen, dramaturg’un(Selen Korad Birkiye) da katkısı ile metnin dili ve atmosferinin özgün haline çok da dokunmadan ama yeniden düzenleyerek özellikle ölülerin kadınlarla konuşmaları sahnelerdeki tempoyu ve gerginliği arttırarak atmosferi tepeye kadar getirip yumuşak bir inişle sona bağlamış. Oyun içinde kontrollü değişimlerde hız, yükseklik gibi öğelerin dikkate alınması, yaratılan mekânların kullanılması çok hoş bir gösteriye imkân sağlamış. Mezardan, yükselen haça geçiş ve haçın mezarların üstüne ayin ile “düşürülmesi” güzel bir buluş. Çok yükseklerde dolaşan temponun (kamuoyu baskısı?) düşmesinden sonraki sahnelerin de algıyı güçleştirdiğini düşünüyorum. Etkiye tepkinin daha açık ve net verilmesi, ölülerin isyanının vurgulanması ile oyunun gevşemeden “tepede” bitirilmesi daha hoşuma giderdi.
Ölülerin kendi kadınları ile konuşmalarında oyunun giriş cümlesine yaklaşan bir anlatım biçimi var. Yani düş ile gerçek, dün ile yarın arasında gidip gelen bir salıncak. Bu söylem oyunun başında yönetmenin bizi alıştırdığı ve de oyunun sonunda seçtiği anlatım biçiminden farklı. Yönetmen için anlatması , seyirci için de algılaması zor bir durum. Çünkü ölülerin kadınlarla konuşması “yüzbaşı”nın önerisi ama gösterildiği şekliyle bir düş de olabilir. Ölülerin düşü değil bu ama kimin düşü? Tüm bunları düşündüğümde keşke oyun başlamadan salonda yaratılan cephe ve savaş atmosferi o kadar ‘gerçek’ olmasaydı diye düşündüm. Zira oyun tümüyle bir düş bile olabilir.
Gerçek olan anlatımındaki söylem, dekor, giysi, aksesuvar, kilise, müzik, silah sesleri ile desteklenmiş Amerikan. Ama alışılmış Amerikan İmparatorluğu algısına uygun oluşu, anlatılan hikâyelerdeki güncele uzaklaşmanın sebebi aynı zamanda. Oysa Driscoll’ün, Morgan’ın, Levy’nin, Webster’in, Schelling’in, Dean’in anlattıkları bizim hikâyelerimiz de aslında. Oyunun içinde TEK GERÇEK onlar zaten. Hayatın provasını yapmış ama “sahne”ye çıkamamış, gömülmeye diretenlerin yanında “sahne”de var olmak için direnenlerin hikâyeleri de çok güçlü. Şeref madalyaları, anıtlar canlıların eseri, ölülerin değil canlıların ihtiyacı.
Şakir Gürzumar metne uyan yorumuyla kurgusu ve dramaturgisi sağlam, çok iyi bir sahneleme yapmış. Özellikle dekor(Behlüdane Tor) ona en büyük yardımcı. Işık(Yakup Çartık)daki işlevsel kullanım(silahların ve sahnenin ışığı ) çok başarılı. Müzik(Cenk Taşkan) oyunun ve atmosferin nabzını ayarlıyor sanki. Kostüm(Nalan Alaylı) “budur” dedirten cinsten. Bence hepsi de ödüllük!
Oyunun çevirisi (Coşkun Büktel) üzerinde özellikle durmak gerek. Zira oyunculukların başarısında çevirinin önemini gösteren güzel bir örnek. Okurken gözüme takılan “Bir piyade birliğindeki bazı erlerin gömülmeye razı olmayı reddettikleri iddia ediliyor.”(s37)("It is alleged that certain members of an infantry regiment refuse to allow themselves to be buried) ile (Ülkeniz sizden medet bekliyor- s 39)/”Your country waits upon you!” oldu. Oyunda “Gömülmeye razı olmayı reddettikleri”, bir basın editörüne ve de bir bildiri okuyan ses’e ait olunca normal karşıladım(J).
Öncelikle tüm oyuncuları ve ekip oyunculuğunu beğendiğimi söylemeliyim. Benim için öne çıkan Gözde Okur(Martha), dikkatle takip edilmesi gereken potansiyeli yüksek bir oyuncu. Ödüllere aday olacağını düşünüyorum. Berrin Arısoy Akhasanoğlu, Yasemin Atasu, Hilâl Özbay, Pelin Gülmez, Burcu Salihoğlu’nun oyunculuklarını da vurgulamam gerek, tabiki Ekrem Tuna Öztunç, Murat Barış Kavrukkoca, Umut Tabak, Cenk Demirel, Can Baykan, Ozan Özcan’ın isimlerini unutmamak kaydıyla.Bu altılı, ölüler ve kadınları sahnelerindeki başarının yaratıcıları. Pektabi bu sahnelerdeki ışık ve müziği kullanılışı ve sahne geçişlerindeki başarıyı da unutmamalı.Civan Canova, Ali Ersin Yenar’ı da anmalıyım. Onların rolleri imkânlı idi ama onlar da hakkını verdiler.
Yönetmen Şakir Gürzumar, Ölüleri Gömün’de Amerikalı Joe Clarko’nun yaptığını tercih etmemiş ve oyunu 1936 yılı atmosferi içine ve genel “savaş karşıtlığı” soyutluğuna hapsetmiş. Bu sahnelenişe bakarak “Kendi evlâtlarını gömen bir savaşın içinde 40 yıl yaşayan bir toplumda savaşı bitirmek için ölülerimizin ayaklanmasını mı bekliyoruz?” sorusunun güncel olduğu coğrafyaya, oyunun yansıtılamamış olduğunu söyleyebiliriz. İçinde yaşadığımız coğrafyada “ölüleri ayağa kaldırmak” somut ve geniş bir tartışma alanı açmak demek.
Savaş oyunlarının her eve girdiği, yaşamanın başlı başına savaş olduğu bu kanıksamışlık içinde “farklısı yapılabilir miydi?” sorusuna verilecek cevap, seyircinin bu oyun hakkındaki kararını da belirleyecek. Oyunu izlemezseniz bu tartışmada yer alamazsınız ve kararın oluşturulmasına katkı veremezsiniz ki !
Melih Anık
Kaynak
Ölüleri Gömün- Irwin Shaw- Çeviren Coşkun Büktel - Yeni Tiyatro 16
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder