70’li yılları hatırladım . İstanbul’daki Tiyatro kadroları “dev” isimlerden oluşuyordu. O zamanlar sahnede görünen oyuncunun alkışlanması adeti yaygın değildi . Ama oyuncu sahnede görününce salondaki “dalgalanma” o alkıştan daha samimi idi.
İKSV’nin Festival broşüründeki “Aralarında Tilbe Saran , Cüneyt Türel , Esra Bezen Bilgin ve Serhat Tutumluer’in yer aldığı zengin oyuncu kadrosuyla Piyano , Cem Mansur’un müzikal direktörlüğüyle izleyicisiyle buluşuyor” ifadesini görünce karar verdim.
Son zamanlarda en ufak rolün bile bir büyük oyuncu tarafından oynandığı bir oyun seyretmeyi özlemiştim. Piyano, bu beklentimin bir yere kadar karşılanabileceği bir oyun olarak hayallerimi süsledi.
Tilbe Saran , Cüneyt Türel , Mehmet Birkiye, Serhat Tutumluer, Murat Karasu, Sükan Kahraman’ı ayni sahnede görmek hiç de yabana atılacak bir şans değil .
Güliz Gençoğlu, Murat Garipağaoğlu, Deniz Celiloğlu, Bekir Çiçekdemir, Özer Arslan…
Ve sahnedeki ışığı ile pek çok deneyimli oyuncuya fark atacak kadar etkileyici Esra Bezen Bilgin…
Ve de “Müzik Direktörü” , Cem Mansur…
Hepsi , hem de bir Çehov oyununda bir arada..
Tiyatrosever için bir şans değil midir ?
Hem Akbank Sanat hem de İKSV “taahhüt etmişse”…
……………………
Eğitim hayatımızda bize , sorunu, önce kağıt üzerinde çözmeyi öğrettiler. Kağıt üzerinde çözülen sahada da çözülür. Mühendislikte öyle de ya tiyatroda..?
Piyano öyle olmadığını gösterdi. Kağıt üzerinde durduğu gibi durmuyor her şey sahnede.
“Göz alıcı” pazarlamasına rağmen Piyano’daki gibi bir durumu ilk kez yaşadım.
……………………..
Filiz Ofluoğlu tarafından tercüme edilen kitap , “Piyano-Çehov’dan Esintiler” ismiyle basılmış. Bunda ticari kaygının payı var sanırım. Ama oyunu da yansıtıyor gerçekten .
Piyano, Çehov karakterlerinin “resmi geçidi” . Çehov’u bilenler için hepsi tanıdık hepsi yakın. Ve sanki ayni konuşmaları daha önce bir başka Çehov oyununda da yaptılar.
Yazar Trevor Griffiths’e de haksızlık yapmamak adına şunu söylemek gerekir. O da zaten oyunun Önsöz’ünde de belirtiyor: “Kişiler, ilişkiler, olaylar ve dramatik ortam açısından Piyano,adı geçen yapıtlardan fazlasıyla esinlenmiştir,ama gene de oyunda bir anlatım türü, dil, biçim, araç ve amaç vardır ki, bunların tek sorumlusu benim”
Gerçek olan bir şey var ki o da şu : Çehov’un oyunları başka , Çehov’dan yapılan oyun başka.
Mehmet Ergen , seçtiği oyunu beğenmemiş(?) olmalı ki kendine göre değiştirmiş. Oyunun başındaki mizanseni (piyanolanın eve taşınması) çıkarmış , oyunun en etkili sahnesini başta “hikaye” ettirmiş. Bu arada oyunun başındaki iki hikayeyi ki metindeki başlangıç, sonu anlamlandırıyor, “silmiş”. Metindeki bu iki hikaye ile köylülerin toplumdaki algılanışları ve toplumu algılayışları anlatılıyor. Ergen bunu gereksiz bulmuş. Bunu çıkarınca oyun içindeki köylü ve amelenin anlamı yok olmuş. Ergen , oyunun merkezinde yer alan piyanolayı “yok etmiş”. Bu nedenle de 3 önemli sahne , Zakhar’ın Anna’nın emriyle piyano çalışı (!) , Platanov’un tiradına eşlik eden piyano(la)yı yumruklayışı , Petya’nın 1.perde finalinde piyanola çalışı(!) “budanmış”.
Platanov, Sergey’e “Hepimiz kilise çanı gibiyiz,dostum.Aramızdaki fark şu,ben kendi duygularıma göre çalarım..Oysa sen ne amaçla olursa olsun ötmeye başlarsın” derken yaptığı öğretilmiş melodileri kendi kendine çalan piyanolaya gönderme de “açığa” düşmüş.
Anna’nın elini çırpıp “Müzik yaratın” emrini ; Anna’nın acemi ıslığı karşısına Radiş’in “nefis kuş ıslığını” koymayıp repliklerin içerdiği hassasiyet ve denge yerle bir edilince “17.Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nin seçilmiş oyunu Piyano” , anlık ve seyrek güzelliklerini oyuncuların katkılarına bağlamış bir oyun olmuş.
Hakkı teslim etmek adına “anlık güzelliklerden” söz etmeliyim:
Gecenin en keyifli anlarında Esra Bezen Bilgin ve Serhat Tutumluer vardı . İki oyuncunun ilk karşılaşmadaki sessizliğin sesi ile süslenen keyfine doyulmayacak “düet”ini ; Platonov’un hikayesini anlattığı sahnede, Tutumluer’in tonlaması eşliğinde seyretme şansını yaşadığım ve gözümü üstünden ayıramadığım Esra Bezen Bilgin’in oyunculuğunu anmadan geçemem . Ortada oynanan oyunda, şans eseri oturduğum yerden Esra Bezen Bilgin’in yüzünü görebiliyordum . ”Yanlış” yerde oturanlar onu da kaçırdılar.
Mehmet Birkiye’nin Çehov’u içimi ısıttı yeniden. Kenter “ekolü”nü özlediğimi hissettim.
Sükan Kahraman ile İsmet Ay’ı hatırladım nedense .
Cüneyt Türel’in kısacık sahnesi ile keyiflendim.
Murat Garipağaoğlu’nun “Doktor”u , “hatırlanması gerekenler” listeme girdi.
Deniz Celiloğlu’nun “başka” rolü de becerebileceğinin ışığını görmekten memnun oldum.
……………………….
Trevor Griffiths kendisi yönetmiş olsa , oyun , “ Çehov’dan bir esinti” olabilirdi belki.
Piyano , Mehmet Ergen’in “yorumuyla”(?) , ne hızda çevirirseniz onu duyduğunuz , elle çevrilerek bir “kuple”lik melodi duyulan delikli disklerden çıkan sese benzemiş. Tonu bozuk , mekanik bir ses.
Ergen, oyundaki tüm öğelerin anlam üreteceğini umursamıyor. Oyun içindeki karakterler ve birbirleriyle ilgileri, sesler , durağan sahnelerdeki kişilerin duruşları , sahneye giriş çıkışlar , müzik ve ışığın anlama katkısı , sessizliğin(özellikle Çehov oyunlarında) önemi ve de metindeki “denge”yi “takmıyor” !
Buna oyundaki ağırlıkları göre sırayla Serhat Tutumluer , Esra Bezmen Bilgin, Mehmet Birkiye, Murat Karasu, Murat Garipağaoğlu, Sükan Kahraman ve diğer oyuncuların “yanlarında getirdikleri” Çehov’ları eklersek ortaya çıkan şaşırtıcı değil. Sahnedeki herkesin bir Çehov algısı var. Herkes kendi Çehov’unu almış da gelmiş gibi. Gençlerin de öğrendiklerinden , gördüklerinden çıkardıkları Çehov var yanlarında.. Ayni anda pek çok oyun yönetmekle övünen , aslında her şeyi bir potada kaynaştırması beklenen Mehmet Ergen de o sırada başka oyunlarla meşgulmüş anlaşılan.
“Gece” olamayan ışığı , “patlama” olamayan sesi , “bahçe” olamayan yeşilliği , ne olduğu anlaşılmayan (özellikle erkek) giysileri , ”müzik” olamayan şarkıları , “koşuşturma” olmuş mizanseni ile Piyano, “şişirme” ,“baştan savma” bir gösteri olmuş. (Tatil Üçlemesi’ne neden “ders gibi” dedim acaba?)
Oyundaki tüm dengeleri bozduktan sonra , oyun sonunda “işçi ve köylüleri” bir araya toplayıp , üstten aydınlatarak , Radiş’in metindeki sözlerini (“Ot ölür..Demir paslanır.Yalan yüreği tüketir”) verdiğinde “yüzünün akıyla işin içinden sıyrılmanın” huzurunu duymuş olmalı ki sahne sonu, Cüneyt Türel’in elinden tutmasıyla Mehmet Ergen, selama çıkma cesaret ve hakkını kendinde buluyor, alkışları “kabul ediyor”.
Piyano’nun özeti şu :
Festivalden sonra muhtemelen bir daha bir araya gelmeyecek olan bu kadro , jübile gecelerinin mantığı ile kendi “show”unu yapıyor.
Oyunculuğun , alışkın olmayanların yapabileceği bir iş olmadığını fark edemeyenlerin “falsolarını” sadece “ünlü” olmanın “kurtaramayacağını” , sahne acımasızca öğretiyor .
……………………………….
Gidene kadar seyretmeyi hayal ettiğim Tilbe Saran’dan umudumu kestim rol dağılımını görünce.
Müzik direktörü Cem Mansur da yoktu.
Festival dergisinde ve ona dayanarak tüm medyada Tilbe Saran’ın rol aldığı ve Cem Mansur’un müzik direktörlüğünü yaptığı açıklanmış olmasına rağmen , rol dağılımında adları yoktu. Sahnede de yoktular. Festival dergisinde duyurulan Tilbe Saran’ın ve de Cem Mansur’un kadroda olacağı açıklamaları “ciddi” organizasyonlarda bir taahhüttür. İKSV, oyunu programa alırken biliyordu , broşürlerinde duyurdu, öyle de satışa çıktı . Benim (ve de bana şikayetini bildiren pek çok kişi) için oyunu seçmede Saran’ın ve de Mansur’un isimlerinin önemi vardı . İKSV seyirciyi kandırdı . İKSV bunu “dert” eder mi bilmem ! Bu ülkemizdeki tiyatro anlayışını (sanata bakışı) da gösterir önemli bir kanıttır . Sebep olanlar da ne yazık ki “tiyatrocu” !!!
“Festival” oyunları bir daha seyirci ile buluşmadığına göre oyun , bize başka konuları da tartışma olanağı veriyor.
İşte bu noktada İKSV’ye sorulması gereken sorular var :
İKSV neye göre oyunları programına alıyor ? Sanatçılara neyi taahhüt ediyor? Gruplar taahhütlerini yerine getirmezse yaptırımı ne ? Grupların taahhütleri ne? İKSV’nin seyirciye olan yükümlüğü nedir ?
(Yapılamayanın özrü , örneğin “mütevazi yönetici”nin koltuğu önüne diz çökmek midir ? İKSV seyirciden nasıl özür dileyecek? )
Şule Ateş’in Mimesis’deki yazısı : “Islak Hacim’de ‘Bağımsız Sanatçı’nın Yalnızlığı”ndaki :
“Tuğçe Tuna bu gösterinin iznini alabilmek için, Belediye’nin ilgili kurumuna tam 9 kez görüşmeye gitmiş. Mekânda, 8 dansçısıyla yalnızca 10 gün, güvenlik görevlileri eşliğinde prova yapabilmiş. İKSV’nin sağladığı teknik ekipman dışında tamamen bütçesiz bir prodüksiyon gerçekleştirmiş. Azmine ve sabrına saygı duymamak elde değil. İnsan düşünmeden edemiyor… Mesela ünlü Amerikalı koreograf William Forsythe’a sağlanan imkanlar Tuğçe Tuna’ya sağlansaydı neler yapabilirdi? 40 dansçı ile mekanda bir ay boyunca çalışabilseydi…? 100 adet ranzayı koğuşlara taşıtabilseydi..? Plastik maşrapa gibi objeleri kullanarak, ancak temsili olarak kurabildiği enstalasyonları gerçek bir sergiye dönüştürebilseydi..? Kültür Bakanlığı ya da Eczacıbaşı, Koç, Sabancı, Borusan gibi, sanatı destekleyen değerli ve güçlü sanat vakıflarımız, kendi sanatçısının değerini keşfedene ve prodüksiyonlarını desteklemenin önemini anlayana kadar bütün bunları sadece hayal etmekle yetinmek zorundayız.” ifadeleri çok yaygın olan görüşe tercüman olmuş ve eminim ki “yalnız” değil.
Bu anlamda İKSV , seçtiği bir gösteriye , sanatçısının hayallerini ve hedeflerini tümüyle gerçekleştirebilecek ölçüde destek olmak yerine “sayısal” olarak pek çok gösteriye destek verirmiş gibi yapıyor. Yani nicelik niteliği alt ediyor. Program “doluyor” ama ortaya onlarca “yarım” çıkıyor .
Festival programında yer bulan herkes önce “mutlu” ama sonra “yalnız”.
“Tuğçe Tuna bütçesiz.”
Eminim ki kimse sormayacak . Ben sorayım bari : Neden?
İKSV , tiyatrocuların heyecanını , genç tiyatro/cu/ların hayallerini “kullanıyor” !
Kurumsallaşmamış tiyatromuzda zaten HERKES YALNIZ !
Sponsorları ve de “izin”leri organize edemediği görülen İKSV , toplamda ve oyun bazında gelir ve giderini açıklasa da öğrensek . Tiyatro festivalinde kaç adet davetiye dağıtıldı , kaç adet normal ve öğrenci bileti satıldı acaba?
İKSV’nin seçimlerinin yarattığı güvensizlik ortamı , bazı tiyatrocuların festivale uzak durmasına neden olmakta ve de "proje"lerin ortaya çıkarılmasını engellemektedir sanırım .
İKSV bu gidişle salt tiyatroda değil tüm organizasyonlarında seyirci arar duruma düşecektir.
“Otomatiğe bağlanmış” mekanik parçalar çalan “Piyano(la)” , bize bu gerçeği hatırlatan son örnektir.
Melih Anık
Sanatı ve sanatçıyı hissetmek...
YanıtlaSil