Sevdiğim oyunlardan birinde iki adam kolkola sahneye girer.
Adamlardan birinin kör olduğu açıkça bellidir. Siyah gözlükler takmıştır,elindeki beyaz baston ile çevresini yoklayarak yürümektedir. Koluna girdiği adam ise gidilen yöne sırtını dönmüştür, geri geri yürümektedir. Bu adam, kör adamın kılavuzudur.(!) Ama konuşmalar ilerledikçe onun da gözlerini yummuş olduğunu anlarız.
“Bir köre refakat eden de kör olmalıdır.Hayatta kalmamızın yegane kuralı budur. Senin görmediğini benim görmemin ne anlamı var? Birbirimizden çok farklı olursak nasıl anlaşabiliriz?” der adam.
Adamın felsefesi de ilginçtir : “Göz görmeyince gönül katlanır derler. İtikadından şüpheye düşersen gözlerini kapa ve imanına sarıl”
Kimin kime kılavuzluk ettiğini anlamak zordur. Bir an için dursalar hangi yöne gittiklerini de…
“Toplumun liderliğine soyunmuş olmaktan” bahsedildiğinde aklıma hep yukarıdaki sahne gelir.
Yeni tiyatro sezonu açılırken ister istemez bu sahne ile tiyatro arasında bir ilişki kuruyorum.
Tiyatro toplumun kılavuzudur.
Ülkemizde tiyatro ile ilgili gördüklerim , işittiklerim, okuduklarım ,zaman zaman beni umutsuzluğa düşürüyor. Ülkemizde tiyatro,kılavuzluğu hakkıyla yapabiliyor mu? Yoksa kör adamın kılavuzu gibi, geri geri ileriye giderek , gözlerini kapatmış “Senin görmediğini benim görmemin ne anlamı var” mı diyor ? (Her yeni sezonu merakla bekleyişimin bir nedeni de bu soru!)
Hem farklı olmaya ve hem de farklı olduğu seyirci ile iletişim kurmaya zorunlu olan bir sanattır tiyatro . Zorluğu da bundan gelmez mi?
Tiyatrocularımız, kendilerini seyretmeye gelenlere ,onların zaten beklediklerini vererek ,paylaşılan duyguyu “yeniden” ,”bir kere daha” paylaşmaktadırlar . Bilinç durumu açısından salondan çıkan salona girdiği haldedir çoğunlukla.
Değişimi kişinin kendisinin de istemesi gerekir. Değişmek istemeyeni değiştirmek de pek kolay değildir. Kaldı ki değişim için, değiştirici ile değişmesi gerekenin bir araya gelmesi gerekmez mi? Bu arada değiştiricinin değişimi de dikkat ister.
Tiyatro Kurultayı’na temel olan 3.Tiyatro Buluşması’nın bildirisi şu tespitle başlıyor:
“”…sanatın değiştirici gücünü hatırlatarak ve kendisini değiştirici bir etkinlik haline getirmeyi hedefleyerek….”
(Bu “hatırlama” hususu metnin içinde bir başka cümlede de geçiyor. Metnin içindeki “Cesur metinler üretmenin biçimlerini hatırlayacak, keşfedeceğiz” İfadesinde . Bu da unutulur mu diye geçirdim içimden. Nasıl bir “keşif” olacak bu? )
Bu arada bir saptama yapılıyor : ülkemizde “ sanat değiştirici bir etkinlik halinde değilmiş”. Yani sanatta değişim önce kendisinden başlamalı.
Bir an için bu saptamaya hak verdiğimizde tiyatronun (geniş bir yelpaze belirleyerek) üzerine çok ağır bir yük aldığını görüyoruz :
Aradan 30 yıl geçtikten sonra tiyatro ile 12 Eylül’e yanıt verilmesi ; grevlere sahip çıkılması; İtalya’daki sanat emekçilerinin desteklenmesi; İstanbul 2010 kapsamında yaşananlara itiraz edilmesi;yargının bağımsızlığına kavuşturulması ; sansüre ve oto sansüre karşı çıkılması; Bursa Bölge Tiyatrosundaki keyfiliğin protesto edilmesi; ana dilde tiyatro hakkının sağlanması; sanatçıların özlük ve telif haklarının gaspına itiraz edilmesi; medyanın kültür sanat kurumlarını kendine göre biçimlendirmesine karşı çıkılması; AKM’nin restorasyonu ile ilgili yaşananların kınanması; tiyatrocuların kendi içlerinde etik ve dayanışmacı bir kültürün var edilmesi;tiyatronun metalaştırılıp yozlaştırılmasına, tiyatrocuların düşünsel, ekonomik ve siyasi olarak sözde seçkin köleler haline getirilmesine itiraz edilmesi ; cesur metinler üretmenin biçimlerinin hatırlanması, keşfedilmesi; dokunulması tehlikelidir denilenin sorunsallaştırılması;her topluluğun çalışmalarını belgelemesinin teşvik edilmesi;tiyatro yayıncılığını kirleten, küfüre boğan çıkışları, habercilikten eleştiriye, her çeşit teatral söyleme seviye ve doygunluk kazandırarak etkisiz kılınması…
( Toplumsal hayatta “Hiçbir şey birbirinden soyutlanamaz”. Doğru…Ama kaynakların ve olanakların kıt olduğu ortamlarda önem sırasına göre bir yerden başlamak daha doğru değil mi?)
Hiç kuşkusuz ki vurgulananlar önemlidir. Ama yaşadığımız dünyada karşı çıkılacak sorunlar bunlarla sınırlı değildir elbette. Kendi tarihimizde , unutulmaması,unutturulmaması gereken tarih sayısını hatırlayan var mı? (Bu noktada ıska geçilmemesi gereken soru şudur: Türk Tiyatrosu, romanı,sineması kadar somut bir şekilde , yakın tarihi ,bugünü, asıl “eylem alanı” olan “sahne”sinde gösterebilmiş midir ?Belki de bu sorunun yanıtı öz eleştirinin başlangıç noktasını oluşturur.)
Elbette tiyatro, sadece ülkemizde değil dünyada yaşanan kepazeliklere “duruş”unu göstermek zorundadır. Ama konuları “somut”laştırdıkça , çerçevenin sınırlanmakta olduğunu ; başlangıçta gerçekleşmesi gereken katılımın ve de etkinin azaldığını ve eylemin içe kapanmaya başladığını görmüyor muyuz ? Daha işin başında yaratılması gereken birliktelik yara almış olmuyor mu? Kaldı ki aslolan, zaten hem fikir olduğumuz saptamaların kendi aramızda takdir edilmesi değil, topluma mal edilmesi değil midir? (Aynen oyunun farklı olanda bir etki yaratmasını sağlamak gibi.)
Aslolan tiyatronun insanda “değişimi isteme duygusu/isteği” uyandırmasını sağlamak değil midir?
Dünyayı ve oynanan oyunları düşününce metnin içinde geçen “Tiyatro yoluyla hayatı değiştirmek”, çok iddialı değil mi ? Hayatı değiştirecek “hayat”ları, bombardıman altında saklandıkları sığınaklarından çıkararak “hayatı yakalama”ya nasıl yönlendirmeli ? Seyircisiz olamayacak tiyatro, “hayatın nabzını” tutmadan , seyircisine ulaşamadan nasıl var olacak?
Kaldı ki böylesine ortaya konulan bir iddia için -tiyatrocuların çok da iyi anlayacakları gibi- içerik ve biçim arasındaki uyuma ,daha “ses getirici” bir “biçime” ihtiyaç vardır. Tiyatro Kurultay’ı için seçilen yer dahil olmak üzere tercih edilen(imkanın yettiği mi desek?) “biçim”, “içerik” yanında yeterli değildir. (Maalesef artık sadece fikirlerin gücü yetmiyor!)
Her şeye rağmen , bugünün koşullarında tiyatroyu ve dertlerini dert edinenlerin çabalarını görmek umut vericidir.Ancak tiyatromuzun kısa geçmişine rağmen hemen hatırlayabileceğimiz dev yüreklerini düşününce onların hayatları pahasına yapamadıklarını başarabilmek için gerekli söylemin ne olacağı üzerinde (hele de bugünün dünyasında) daha çok düşünmeye ; her adımda bir sorunu çözerek sürekli “taşı delen damlalara” ihtiyaç vardır. Bunu gerçekleştirebilmek için seyircinin desteği ihmal edilmemelidir.
Biliyorum ki bu,bizi başka bir tartışmaya götürecektir. Kendi değişim süreci sorunlu olan tiyatro başkalarını nasıl değiştirecek?
Adettendir : İşler iyi gitmediğinde yeni yasa , yeni bir kurum vb önerilir. Asıl soru ise, tiyatro dünyamız , elindekini tam anlamıyla kullanabilmekte ve toplumsal işlevini yerine getirebilmekte midir ?
Malum bir fıkra vardır. İyi ata binmekle övünen bir adam bindiği at üzerinde attığı turun sonunda at üzerinde duramamış , atın kuyruğuna kadar gelmiş,düştü düşecek, onu seyredenlerin önünden geçerken bağırmış: “Bu at bitti yeni at getirin!”
Ülkem dönemsel olarak “gelişmekte, değişmekte, büyümekte” ama tarih sürecinde geri kalmaktadır ; daha hızlı , daha istikrarlı olmak ,yanlışlardan ders almak ve başardıkları ile yetinmemek zorundadır.
Geçmişe bakınca , korkum, kör adamın kılavuzu durumunda kalınması ve değişenin sadece değiştiriciler olmasıdır. Bu durumda gidilen yol da arpa boyundan uzun olmayacaktır.
Melih Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder