2 Aralık 2014 Salı

İBBŞT'ndaki 12 Öfkeli Adam Beni 13.Öfkeli Adam Yaptı

Reginald Rose 12 Öfkeli Adam’ı televizyon oyunu olarak 1954 yılında yazmış. Anılarda iz bırakan 1957 yılına ait sinema filminin senaryosunu  da  Reginald Rose yazmış, Sidney Lumet yönetmiş. 8.Jüri üyesini Henry Fonda oynamış. Oyun babasını öldürme suçu ile yargılanan  genç hakkında verilecek ölüm cezasının 12 jüri üyesi tarafından karara bağlanma sürecinde yaşananları anlatıyor. Rose, 12 Öfkeli Adam’ın pek çok sahne uyarlamasını  yazmış. Ben, Sherman L.Sergel’in yazdığı uyarlamayı okudum.

Metin mahkeme salonunda Yargıç’ın konuşması ile başlıyor. Yargıç:
If there is a reasonble doubt in your minds as to the guilt of the accused the you must declare him not guilty. If however there is no reasonable doubts then he must be found guilty. Whichever way you decide the verdict must be unanimous.
Dediği şu:
Zihinlerinizde zanlı ile ilgili makûl bir şüphe varsa , kararınız ‘not guilty’ olmalıdır. Makûl şüphe yoksa o zaman zanlı hakkındaki kararınız ‘guilty’ olmalı. Karar‘oy birliği’ ile alınmalı

Oyunu, farklı sosyal çevrelerden gelen insanların bir mesele hakkında ‘consensus’(anlayış birliği) oluşturması diye ‘okumak’ gerekiyor. Bu bir anlamda ‘toplum sözleşmesi’ diye de algılanabilir. Bizim toplumumuz açısından bir başka önemi ise ‘makûl şüphe’ kavramını tartışıyor olması. Amerikan ceza yasası ile bizim ülkemizde tartışılan ‘makûl şüphe’ arasında çok büyük fark var. Bizde ‘makûl şüphe’, ‘suçlamak’ için Amerika’da ‘beraat’ için kullanılıyor. Arada da 50 yıl var.

Ama bu noktada dikkat edilmesi gereken ifade ‘guilty’ ve ‘not guilty’. Bu ifadelerin metnin çerçevesi içindeki anlamları  ‘suçlu’ ve  ‘suçsuz’ değil.(Oyun dergiciğinde  ‘suçsuz’un karşılığı olarak ‘mâsum’ verilmiş.)  Hukukî  terimler olarak ‘Guilty’ ‘cezalandırılması gerekli’, ‘not guilty’ ‘suçlanamaz’ diye alınabilir. Oyunda ‘suçlu’ ya da ‘suçsuz’ dediğinizde, metnin değindiği esas mesele yara alıyor. Zira metnin esas meselesi,  ‘bir mesele üzerinde kuşku duyuyorsanız, emin değilseniz bir zanlıyı mahkûm edemezsiniz’dir. Oyunun orijinalinde kullanılan ‘guilty’ ve ‘not guilty’ ifadelerine uygun karşılıklar bulunması gerekir. ‘Suçlu’ ve ‘suçsuz’ dediğinizde iki farklı hukuk anlayışı arasında bocalıyorsunuz demektir.

Öte taraftan oyunun hemen başında ortaya çıkan ‘It takes a great deal of courage to stand alone’ (‘Yalnız başına yürümek bir cesarettir’) ifadesinin oyunun sonunda farklı bir kişide ilkinden farklı bir durumda tecelli ettiğini görebilmek, gösterebilmek gerekir. Oyunun başında ‘yalnız olan’  8.Jüri Üyesi iken oyun sonunda 3.Jüri Üyesi ‘yalnız kalır’. Birincisi inandığı yolda yürür, ikincisi yürüyemez. ‘Yalnız yürüme cesareti’ bireyselliğin gücünü vurgulayan çok önemli bir öğe. Toplumları ileri götürecek olan  ‘bireysel cesaret’tir, yâni bizde olmayan!

Ama o noktada da ince bir ayrıntıya dikkat etmek gerekir. Oyunun ilk başında ‘yalnız olan’ 8.Jüri Üyesi idi  oyunun sonunda ‘yalnız kalan’ 3. Jüri Üyesi oldu. Ancak yönetmen ve dramaturg bu metnin kendi içindeki dengesine  özel bir dikkat göstermemiş. 3.Jüri Üyesi’nin tiradının sonunu kararına bağlamış ve öyle bitirmiş oyunu.  Oysa bu ‘yalnız kalma’ olayı farklı durumlarda farklı anlamlara gelebilir. ‘Yalnız kalmak’ her zaman olumlu  bir şey olmayabilir.

Filmde,  yargılanan genç gösteriliyor. O gencin tipi Amerikalılar için bir mesaj. Zira o genç, göçmen, isterseniz ‘öteki’ diyebilirsiniz.  Sahne metninde genç  gösterilmiyor. Bizim yönetmenlerimiz o genci gösterebilecek kadar cesaretli olabilirler mi?  

Yâni temelde bu oyunun Türk seyirciye sunulmasında dikkate alınması gereken hususlar bunlar. Diğer bir ifadeyle bu hususlar yeterince kuvvetli vurgulanamazsa oyunun sahnelenmesinin anlamı kalmaz. Bu yazı, Erhan Bey’in(İBBŞT) Genel Sanat Yönetmenliği repertuarının oyunlarından biri olan ve Arif Akkaya’nın yönettiği  12 Öfkeli Adam’ın durumunu inceliyor.

Salona girdiğinizde boş sahnede ilk gördüğünüz dekor. Dekorla başlayalım.

 Sahnenin ortasında çerçeve olarak oluşturulmuş dörtte biri görünen bir küre var karşınızda. Bu, enlem ve boylamları ile dünyayı anımsatıyor.  Bir başka iması da hapishane demirleri. Birazdan içine girecek olan jüri üyelerini  de mahkûm gibi gösteriyor, ‘hayatın mahkûmları’ mı desek?  Bir başkasının mahkûmiyeti hakkında karar verecek olanları mahkûm etmek onların vereceği kararı nasıl ‘özgür’ kılar? Kubbe şeklini almış odanın kapısı, dünyanın konturlarına paralel eğri bir kapıya sahip. Eğri bir kapıdan girilen adalet odası!  Kubbenin ana taşıyıcıları ‘İyonik’ başlıkları  olan dört beton sütun. Bu bizi ‘4 Pillars of Democracy’ye (demokrasinin dört sütunu) götürüyor. Bunlar adalet, eşitlik, özgürlük ve temsil hakkı.  Bu dörtten şunları çıkarmak da mümkün:  yargılarken herkese söz hakkı ver ve dinle, ayrıntılı olarak  açıkla, insaflı ve adîl ol, onurlu ol başkasının onurunu koru. Her ne düşünülmüş ise(eğer bu ayrıntıda düşünülmüş ise) bu sütunlar neden EĞRİ? Sütunların döşeme ile birleştikleri noktalara dikkat ederseniz  aslında sütunların çatıyı taşımadığı, göstermelik olduğunu  görürsünüz. (Sütunların ‘masonik dildeki’ göndermelerine değinmeden geçiyorum.) Yönetmen bu salondan adalet çıkmaz mı demek istiyor? Ya da ülkede bu dört sütun yoldan çıktı mı demek istiyor? Benim sorum da şu: O zaman bu oyunu neden yapıyorsun? Oyun ülkeye gelmemiş ama yazıldığı ülkesinde de değil. İşte benim oyunla ilgili rahatsızlığım yol açtığı bu yanlış(bilinçsiz) algıdan kaynaklanıyor.

Gelelim bu kubbenin boyutlarına. Kahve köşesi  ve yazı  tahtası kubbenin hayâli sınırlarının dışında kalmış. Oyuncular da bu kubbenin dışına çıkıyor zaman zaman. Denilebilir ki ‘Bu bir oyun, biz de metafor kullandık. O nedenle boyutların gerçekliği önemli değil,  algı önemli.’ (Oysa oyun içinde bir sahnede adımlanan mesafe gerçekçi)   Yukarıda da belirttiğim gibi metafor sorunlu zaten, içerik ile dekor ortak bir metaforda buluşamıyor.  Öte yandan Amerikan toplumunda kahve köşesi sohbetlerin odak noktasıdır. Oysa oyunda kenarda kalmış.Yorumun 'American' ise kahve köşesi ortada olsun, değilse hiç olmasın. Ayrıca metaforlara yaslanan bir oyunda sahnenin hayâli bölümleri olur. Her bölüm -hele metaforik bir anlatım varsa- bir düşünceyi, duyguyu anlatır. Akkaya’nın sahnesi ve sahneyi kullanışı  bu açıdan anlamsız. Yönetmen rejide trafik polisliği yapmış ve karakterlerin birbirine göre durumlarını çözmeye ve de dialogları sahne önüne çıkarma gayreti göstermiş. Döner sahnesi olan bir salonda döner sahnenin  kullanılmamış olması da eksiklik bence.(‘Turneyi düşündük!’)

Oyuncuların kostümlerinde de bu metafor kullanma azmi(!) ve kararlılığı var. Güvenlik Görevlisi dahil herkes siyahlar içinde. Bazıları ceketli bazıları kazaklı. Oyun içinde oyuncuların çoğu ceketini çıkarıyor. İçten, gene koyu(siyah ve bordo) rengin hâkim olduğu gömlek, yelek vb çıkıyor.  Öncelikle neden siyah? Hadi ceket ve kazakların  siyah olması , oyun başında eşitlik imgesi açısından izah edilebilir. Ancak ceketler çıktıkça o insanların kendi kişiliklerini yansıtan renkler neden ortaya çıkmaz? Mâdem metoforlu anlatımı seçtiniz o zaman bunu oyunun her ânında kullanmanız gerekemez mi? Zira karakterler olayı sorgularken kendi deneyimlerinden öğrendikleri gibi  mantık yürütüyorlar. Yâni aralarındaki farklar ve her birinin kendi yaşamı ortaya çıkıyor. O farklara rağmen uzlaşıyorlar. Bunun bizim için mesaj olabilecek bir değeri yok mu?  Oyun,  farklı renklerin anlaşabileceğini, kendi ülkemizden karakterlerle gösterse iyi olmaz mı? Bu kadar ‘American’ olmaya gerek var mı?

Oyun metninde  fondan geldiği belirtilen ve  hâkim sesiyle verilen uyarının vurgulanması gerekiyor.   Sahnede 1.Jüri Üyesi’nin bu açıklamayı yapması yeterli değil.  Zira  ‘dış ses’in vurgulanması , tüm jüri üyelerinin uyması gereken kuralların ‘dikte’ edildiğini gösteriyor. ‘Consensus’ ancak herkesi bağlayan kurallarla ortaya çıkar. Yönetmen bunu  önemsememiş.

Oyunun ana karakteri 8.Jüri Üyesi, metinden anlaşıldığına göre önceden dâva le ilgili  tüm ayrıntıları düşünmüş ve hazırlıklı gelmiş.  Tabii ki tartışma ortamından çıkan yeni ayrıntılar(itiraz ve bakış açıları) da var. Bu  iki farklı durum karşısında 8.Jüri Üyesi’ni oynayan oyununun  bu farkı ortaya koyacak şekilde  oynaması lâzım. Ahmet Özarslan bu farkı ortaya koymuyor, koyamıyor. Her gerekçesini açıklarken aynı heyecan içinde. Bu kadar heyecanlı olması gerekmiyor. Kabahat onu uyarmayan yönetmenin.

Yönetmen tansiyonu yükseltmek için bazı sahnelere ‘durak’lar koymuş. (Yerlerini anlatmayayım da seyretmek isteyen seyircinin hevesini kaçırmayayım) O sahnelerde ışık bir noktaya odaklanıyor, oyuncular yerlerinde sabitleniyor. Oyunun genelinde ana konuşmanın geçtiği yerin dışına baktığınızda diğer oyuncuların hiç de oyun içinde olmadıklarını görüyorsunuz. ‘Bitse de gitsek’ havası var  yâni. O durakların,  ekibi odaklamak için yapıldığını düşündürdü bana, daha fazlasını vermedi.(kıpırdamadım yâni) Oyunun ilk oylama sonucuna grubun verdiği tepki çok sıradan, enerjisi çok düşük. Öte yandan oyunun başında grubun odaya girişi de ‘bitse de gitsek’ havasını vermiyor.  Yâni yanlış yerde ve zamanda ‘bitse de gitsek’ olmuş.

Jüri üyelerinin gerçek hayatta yaptıkları işlere oyunda değiniliyor. Ben o işlerle oyuncuların fiziksel görünüşleri ile bir bağ kuramadım.  Kimisinde yanlış oyuncu seçimi kimisinde yanlış oyunculuk var. 

Filmde 3.Jüri Üyesi’nin cüzdanından çıkardığı oğlunun fotoğrafı, onun durumunu ortaya koyuyordu. Sahnede nasıl yapılacağını merak etmiştim. 3.Jüri üyesi oyun sonuna doğru sandalye arkasına asılı ceketinin cebinden bir ‘şey’(uzaktan öyle algılanıyor, cüzdan?) çıkarıyor ve sallıyor. Bilmeyenler için bunun bir anlamı yok.  

Yönetmen, başlangıçtaki eşitlikçi oturma düzenini  oyun sonunda  8.Jüri Üyesi’ni masanın ortasına oturtarak hiyerarşik bir düzene çeviriyor. Oyununda  bir ‘kahraman’ yaratıyor yâni. Bu yanlış algıya neden oluyor. Oyun ‘galipler ve mağluplar’ fotoğrafı  vermemeli. Sonuçta çıkan karar herkesindir. Hele ki içinde yaşadığımız toplumsal sorunlar dikkate alındığında.    

 Güvenlik Görevlisi’nin duvarda olmayan anahtarla ışıkları açması da komik görünüyor.

Oyundaki saati kim ayarlamışsa iyi yapmış.  Saat tiyatral zamanı gösteriyor.

Oyun boyunca fonda akan bulutların oyundaki tansiyon ile bağlantı  kurmak için yapıldığı belli de keşke oyunun gidişatı da bulutlardan ilham alsaydı.

Aşağıda künyesini verdiğim oyunda, oyunculuğu ile zihnimde iz bırakan  bir oyuncu yok. Hepsinin daha iyi oyunculuklarını biliyorum. Bu oyunda kendi PR’larını  da yapamıyorlar, ekip olmaya değer veriyor birbirlerine saygı gösteriyorlar. Herhalde İBBŞT'da kendi PR’ını yapmak sadece GSY’nin hakkı. Ama Erhan Bey’in yaptığı iyi bir şey var. Erhan Bey fuayedeki panolarda asılı fotoğraflar üzerine  oyuncuları ve rollerin isimlerini belirtmiş.  Bana oyun teksti vermiyor ama dediğimi yapıyor.

Ben, hiçbir şeyi gerektiği gibi yapamayan  12 Öfkeli Adam’ın neden seçildiğini anlamadım. Erhan Bey repertuarının ilk oyunu olarak seyrettiğim Kerbela fiyaskoydu, suya sabuna dokunamayan  12 Öfkeli Adam bu hâliyle gereksiz. Her iki oyun da çok ses çıkaracak, belki ödül(ler) de alacak ama  toplumun  nabzı  olamıyor, nabzı hızlandırmıyor.  Ödenekli tiyatro,  ‘çok ses’ versin diye oyun yapmaz, yapmamalı.

Melih Anık

Not: '12 Öfkeli adam' '12 havari' ise/olsa oyunda Hz.İsa  kimdir/nerededir?

Oyunun Künyesi:
ON İKİ ÖFKELİ ADAM
Yazan                                    : REGİNALD ROSE
Çeviren                                               : CEMAL BERK
Yöneten                              : ARİF AKKAYA
Dramaturgi                        : HATİCE YURTDURU
Sahne Tasarımı                 : AYHAN DOĞAN
Kostüm Tasarımı              : NİHAL KAPLANGI
Işık Tasarımı                       : ÖZCAN ÇELİK
Süre      : 2 PERDE 1 SAAT 50 DAKIKA
OYUNCULAR

AHMET ÖZASLAN, ALİ GÖKMEN ALTUĞ, BURTEÇIN ZOGA, ENES MAZAK, ERKAN AKKOYUNLU, GÜN KOPER, KUTAY KIRŞEHİRLİOĞLU, MEHMET AVDAN, METİN ÇOBAN, NİHAT ALPTEKİ, RAHMİ ELHAN, SERDAR ORÇİN, YALÇIN AVŞAR

6 yorum:

  1. Merhaba Melih Bey

    Sizin yıllardır bu seviyesiz eleştirilerinize yanıt verme gereği duymuyorum.

    Saygılarımla

    Arif Akkaya

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Arif Akkaya
      Ben yazılarımı yanıt bekleyerek yazmıyorum. Daha önce yönettiğiniz bir oyununuz hakkında yazdığım yazıyı yanıtlamaya çalıştığınızı ama beceremediğinizi gördüğüm için sizden HİÇ yanıt beklemiyorum.
      Yönetmiş olduğunuz bir oyun hakkındaki düşüncelerimi merak edip okumuş olduğunuzu anlıyorum. Bu bir yanıttır.
      Seviye meselesine gelince, kötü söz sahibini gösterir demekle yetineyim.
      Size hatırlatmak isterim ki siz şu anda resmi bir kurumun yöneticisi konumundasınız. Bu sorumluluğun gereğine göre davranmanız gereğini size hatırlatırım.
      Melih Anık

      Sil
    2. Ne demişti?
      Deri, mezbahadan çıkar, fakat kundura orada yapılmaz. Kumaş fabrikada dokunur, fakat elbise orada dikilmez, orman mütehassısı ağacı yetiştirir, fakat mobilya yapmaz, maden amelesi gümüşü topraktan çıkarır, fakat savatçılıktan anlamaz, balıkçı levreği tutar, fakat mayonezi beceremez, hele her kalem tutan, her yazı yazan tiyatrodan, piyesten hiç anlamaz. Bu bir ihtisas işidir.
      Bu bir meslektir, bu bir san'at işidir, bu güzel san'atlar içinde en güç şubelerden biridir , derin tetebbu ister. Tiyatro başlı başına bir hayat vakfedilse bile, ciltlerle kitap okunsa bile, diyar diyar tiyatrolar gezilse bile, gene ucu bucağı bulunmayan bir san'at şubesidir. Böyleyken, hiçbir meslekte dikiş tutturamayanlar, bir takım sütün karalamacıları, bu sahayı serbest bulmuşlar, çala kalem yürüyorlar. Onlara höst demek lazım.
      Höst diyorum. Artık o çomaksız oynadığınız sahanın etrafını ilmin, sanatın dikenli telile ördük, artık içeriye başıboş girmek yasak. Yalnız san'at bilgisi bilgimizden, san'at görgüsü görgümüzden, san'at sevgisi sevgimizden fazla olanlara kapımız ve kalbimiz ardına kadar açık.
      Fakat sakın araya eskisi gibi türediler girmeye kalkmasın. Burası yirmi sekiz senemizi yıprattığımız, her türlü yokluk içinde göz nurumuzu, alın terimizi döktüğümüz, ömrümüzü törpülediğimiz bir meydandır, burada tufeylilerin, yaygaracıların yeri yok! Tiyatromuzun sahnesi, San'atkarların, salonu halkındır, ikisi arasındaki bezirganların, yazı komisyoncularının ipini pazara çıkaracağız!...
      ...
      Biz kendilerini, kanatlarını yıkmaya mahkum eden pervaneler gibi, hayatımızı seve seve san'at sevgisi için sahnenin ateşi, san'atın alevi üstünde kurban vermiş kimseleriz. San'atla sahnenin yükselmesi herkesten evvel bizim isteğimizdir ve biz bunun tahakkuku için yapabildiğimiz kadarını yapıyoruz. Yazılarının arkasında gizli düşünce taşımadan bize yardım etmek isteyenlere bilgisiyle, görgüsüyle, yardıma gelenlere teşekkür eder, ölünceye kadar minnetlerini taşırız.
      Fakat dillerinde yalan, yüzlerinde maske arkalarında şahsi menfaat kasasının maymuncuğuyla kapımıza yaklaşmak isteyenlerin vay haline... Öylelerin bileklerinden kıskıvrak yakalamak dillerindeki riyayı, yüzlerindeki maskeyi, ellerindeki her kapıya uydurmak istedikleri anahtarı teşhir etmek borcumuz. Bunu bize, mukaddes kitabımız olan, san'at sevgisi emrediyor, bunu bize yıkıcılıktan ziyade yapıcılığa muhtaç olan toprağımız emrediyor ve biz bunu yapmayı ahdettik. Veyl sahte bilgiçlere, san'at türedilerine! ...
      (Perdeci, Darülbedayi, 1 Mart 1930, Sene 1, No: 2)

      Sil
    3. Arif Akkaya
      Düşünüp düşünüp geri geliyorsun.
      Sen Muhsin Ertuğrul'un dediklerini yapabilir misin?
      Zaten sorun da bu.
      Muhsin Ertuğrul'un mirası üstüne oturup ama onun dediklerini yapamayan bir nesilsiniz.
      Zaten yapamadığınız için İBBŞT böylesine perişan halde.
      Gene gel, çekinme.

      Sil
  2. Melih Anık olmasaydı, tiyatro seviyesi ölçülemezdi! / Bulunmaz

    YanıtlaSil
  3. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil