29 Ocak 2009 Perşembe

Yılın Oyunu ve Yönetmeni’nde “En iyi”ye Aday Olabilecek bir Oyun : İNEK

Yılın Oyunu ve Yönetmeni'nde "En iyi"ye Aday Olabilecek bir Oyun : İNEK
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Nâzım Hikmet'in İnek isimli oyununu Mehmet Avdan'ın yönetimiyle sahneliyor.
Nâzım Hikmet
Nâzım Hikmet denilince akla ilk şiir gelir. Türk şiirinin içerik,ses , imge ve biçim kullanımıyla kendinden öncekilerden farklı olan şairi , şiirimizde bir dönüm noktasıdır , öncüdür. Kendinden sonrakilere örnek olmuştur.
Nâzım Hikmet'in Tiyatrosu'ndan bahsedilince ise hafif bir duraklama ile "Evet,ama…Şiiri kadar başarılı değildir" diyenler ile sınırsız övgülerle onu dünya çapında bir seviyeye getirmeye kalkanlar bulunduğu gibi "Nâzım Hikmet tiyatroda başarısızdır" diye kestirip atanlar da vardır. Bazı uzmanlar ise "Nâzım'ın oyunlarındaki biçimsel, dramatik kurguya ait sorunlar oyunların sahneleme aşamasında iyi düşünülerek yapılmış dramaturgi çalışmalarıyla çözümlenebileceklerdir." diyerek Nâzım'ın tiyatrosunu toptan kenara atmanın en azından şairin adına saygısızlık olacağı düşüncesiyle (herhalde) hala "kurtarılacak" bir şeyler olduğuna getirirler işi.
Nâzım Hikmet ile ilgili algılamanın nerden nereye geldiğini gösteren bir anıyı Vasfi Rıza Zobu anılarından("O Günden Bu Güne") 1932 yılında Kafatası oyununun ilk sahnelenmesi ile ilgili bir nottan aktarmak isteriz:
"O vakitler daha böyle koministlik gibi aşikar konuşulur ceryanlar olmadığından "Kafatası"nın altında bir maksat var mı yok mu doğrusu pek farkına varamamıştım.Beşinci temsil akşamından sonra "O tarafa kaçan bir propogandadır" diye resmen sahneden kaldırıldığı zaman "Yahu ne tarafı koministliğe kaçıyordu" filan gibi sualleri birbirimize sorduğumuzu hatırlarım.Asıl garibime giden piyesler için o zaman sansür de vardı.Polis Müdüriyeti "Kısm-ı Adil" şubesinin tasdiki olmadan hiçbir şey oynanmazdı. Demek ki onlar da farkına varamamışlar."
Oyunu seyrettiğimiz gece tiyatronun eğitimini de almış olan biri,oyun arasında "Çok sıkıcı… Nâzım'ın tiyatrosu çok başarısızdır. İş icabı gelmiş olmasam çıkar giderdim" diyordu."İş" dediği jüri üyeliği idi.
Kendi sözleri ile Nâzım Hikmet Tiyatrosu'nun Kronolojisi
Nâzım Hikmet 1902 (kendi şiirine göre) doğumlu . Ölüm tarihi ise 1963..61 yıllık bir ömür.
İlk şiir kitabı 1929 da yayımlanan "835 Satır". İlk şiirini 14 yaşlarında yazdığını belirtiyor.
Nâzım Hikmet'in kendi ifadesi ile ilk oyununu yazdığı zamanki yaşı ise 18. Yıl 1920…Piyesi şiirle yazmak istediğini söylediğine göre şiirine de güveniyor.
1921 yılında ilk kez bir Shakespeare oyunu seyretmiş.
Nâzım Hikmet , tiyatro ile ilgisini şöyle anlatıyor:
"1921'de Batum'a geçtim .Küçük İlüstirasyon" serisinde yayımlanan Fransızca piyesleri okudum, belki yüz tane, ard arda, belki daha çok. Yerleştiğim odanın dolabında buldum onları. Hepsi dokuz yüz on dörtten önceki tarihlerde çıkmıştı. Fransız bulvar tiyatrolarının o zamanlardaki repertuarıyla, Fransız Vodviliyle altı ay haşır neşir oldum. Yalnız o devirdeki Fransız Burjuva ve küçük burjuvalarının içyüzünü değil, piyes yazma tekniğinin bir çok cilvelerini de öğrendim."
"1922 de Moskova'da "Stanislavski'nin, Meyerhold'un, Vahtangof'un Tairof'un ellerinden taze çıkmış, dumanı üstünde buram buram hayat, devrim, güzellik, kahramanlık, iyilik, akıl, zekâ kokan oyunlar seyrettim.Bütün bunları seyredersin de donmuş, hareketsiz sanat anlayışın altüst olmaz mı? Karşında birbirinden geniş ufuklar açılmaz mı? Halkın için, halklar için, insan için umutlu, aydınlık, ileriye, haklıya, doğruya, güzele, hürriyete, kardeşliğe çağıran eserler yazmak için yanıp tutuşmaz mısın? Benim de başıma aynı şey geldi".
"O zamanki reji ve sahneye konuş araştırmaları şahsen benim dram yazarlığım üstünde etkili oldu, dramlarımı meselâ Meyerhold'un, yahut Stanislavski'nin, yahut Vahtangof'un sahneye koyuşlarını göz önünde tutarak kurmaya başladım. "Kafatası" piyesimin yapısında Meyerhold mektebinin etkisi büyüktür. "Unutulan Adam"da Stanislavski'nin, "İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu?"da Turandot'un" diyor.
Adı 1924'de ilk kez "Piyes Yazarı" olarak geçmiş.
1926 da Tiyatro "arteli" Metla'yı(Süpürge) kuranlar arasında o da var.
"Süpürgemiz, bir yandan günlük hayatta ve insanların kafasında ve yöresindeki burjuva, küçük burjuva ve derebeylik kalıntılarının tümünü süpürecek; öte yandan, bu kalıntıları bilerek bilmeyerek koruduklarını iddia ettiğimiz tiyatrolardan Moskova'yı temizleyecek" diyor.
Metla 6 ay yaşar ancak.
Türkiye'de sahnelenen ilk oyunu Kafatası'dır.(1932).
Nâzım Hikmet 1963 yılında ölümüne kadar yaklaşık 30 oyun yazmıştır.
Bu, başka oyun yazarları ile karşılaştırıldığında önemli bir sayıdır ve Nâzım Hikmet'in tiyatro ile olan ilişkisini, bağlılığını ve de çabalarındaki ciddiyeti gösterir.
Ama Türkiye'de Nâzım Hikmet Tiyatrosu ile ilgili amacını aşan ifadeler (bazen "küçümseyici") bizzat Nâzım Hikmet'in söylediklerinden kaynaklanmaktadır :
"(oyunlarımın) Çoğu oynanmadı. Bence iyi de oldu. Ömrüm boyunca hep tiyatronun etkisi altında kaldım, ama üçüncü derecede bir dram yazarından daha yükseklere çıkamadım. Ama ne de olsa bu meselede kötümser değilim. İyi bir dram yazarı olabileceğimi umuyorum. Can çıkmadan umut çıkmıyor derler."
Nâzım Hikmet, oyunlarında yaptığı denemeler ile ilgili olarak da kendi hakkında saptamalar yapar:
"Yani bu piyeslerde - kimisi oynanmadı- ilkönce benim tarafımdan kullanıldığını sandığım bazı marifetlerin benden çok önce kullanıldıklarını sonradan öğrendim."
"("Kafatası"nı) Birkaç yıl önce de Gence Dram Tiyatrosu'nda seyretmek nasip oldu. Ekber Babayef ve Azerbaycanlı romancı ve dram yazarı Menti Hüseyin'le seyrettik. Üstat beğendi hem oynanışı, hem piyesi. Ben oynanışı beğendim, piyesi yazdığıma pişman değilim, ama piyesi beğenmedim."
1933 sezonunda Nâzım Hikmet'in Bir Ölü Evi isimli oyunun yazar ismi Hikmet olarak belirtilmiş. Vasfi Rıza Zobu oyunla ilgili şu notu düşüyor:
"32 numaralı Darülbedayi mecmuasında piyes hakkında (yine Hikmet imzasıyla) yazdığı yazının başında eseri için "Bir Ölü Evi mevzuu itibariyle bir faciadır.Realist bir hava içinde zaman zaman melodrama kaçan bir faciadır" diyor.Son kısmında da "Muharrir şunu açıkça itiraf eder ki Bir Ölü Evi'nin malum tabirle (tutabileceğinden) emin değilim.Muharrir Bir Ölü Evi'nin bir hafta afiş tutabileceğini bile zannetmiyor."
Vasfi Rıza Zobu, "Biz sıkı davranmasaydık dediği olacak hafta başını yakalayamayacaktık. Ama inat bu ya tenhalığa ehemmiyet vermeyip Pazar akşamına kadar sürdük,götürdük." diyor.
Sanıyoruz bir yazarın kendi hakkında yaptığı bu alçakgönüllü ifadeler bazılarınca, Nâzım Hikmet'in tiyatrosunu eleştirmek(yermek) için kendilerine verilen bir "hak" olarak algılanmıştır,cesaret vermiştir.
Ama öte yandan , Nâzım Hikmet'e rağmen "Nâzım Hikmet'i aşırı bir yüceltme çabası" , Nâzım Hikmet'in tiyatrosu'na "doğru" bir bakışın önündeki en büyük engeldir.
İNEK ile ilgili açıklamalar
İBŞT internet sayfasında oyun ile ilgili tanıtım yazısında şunlar yazılmış:
"İnek'te hayallerinin peşinde koşan bir ailenin, içinde bulundukları maddi sıkıntılarından, satın aldıkları bir inekle kurtulma çabaları absürd bir dille anlatılıyor. Önceleri, ineğin kendilerine çok para kazandıracağını düşünen aile bireyleri, inekten nasıl yararlanacaklarını bilemediklerinden, durumları zamanla "inekten kurtulma çabası"na dönüşüyor.

Şiirlerinin yanı sıra tiyatro oyunları ile de tanınan, oyunlarında ağırlıklı olarak sınıf çatışmasını irdeleyen, her oyununda yeni biçimleri deneyen Nâzım Hikmet, İnek adlı oyunu ile aynı zamanda sıkı bir bürokrasi eleştirisi de yapıyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları 24. Genç Günler etkinlikleri kapsamında, geçtiğimiz Mayıs ayında ilk kez sahnelenen İnek'i Mehmet Avdan yönetiyor. Oyunda, Berna Oğuzutku Demirer, Işıl Zeynep Tangör, Can Ertuğrul, Zafer Kırşan, Ozan Gözel, Cem Uras, Haldun Ergüvenç rol alıyor."

Bu tanıtımda dikkate sunduğumuz üç konu var:

Birincisi oyunun "Genç Günler Etkinlikleri" kapsamında sahnelenmiş olduğunun vurgulanması. Bu, sonuç iyi çıkmazsa önceden yapılan bir özür mü? Aksi takdirde ise bir övünç mü?(Ayni tanıtım Leons ile Lena ile ilgili olarak yapılıyor.)

Normal sezon programına girmiş olan bir oyun hakkında bu ön "çerçeve"nin kaldırılması doğru olur kanısındayız. Hele de İnek'i gördükten sonra.

İkinci husus ise oyunun "Sıkı bir bürokrasi eleştirisi" yapması ile ilgili. Her şeyden önce kendi oyununu tanıtan bir kurumun kurduğu cümledeki "pazarlama"yı yadırgadığımızı belirtmek isteriz. Ayrıca da oyundaki yorum herkes için farklı sonuçlar diğer bir söyleyişle herkesin kendince bulacağı "sıkı ….."ya açık bir sahnelemedir.İster politik olarak alırsınız ister salt insani duygularla…

Üçüncü husus ise Haldun Ergüvenç sahnede yok… Sadece ses olarak oyunda.. Haldun Ergüvenç gibi bir usta oyuncuyu sahnede göreceklerini sanan hayranları adına ,bu hususun düzeltilmesi doğru olacaktır.

Ayrıca program dergisindeki not ile ilgili bir hususu da dikkate sunarız.

Program dergisinde Nâzım Hikmet'in biyografisinin altına "Oyunlarından Bazıları" başlığı altında Ferhad ile Şirin,Kafatası,Unutulan Adam oyunlarının yanına Memleketimden İnsan Manzaraları, Taranta Babu'ya Mektuplar,Kurtuluş Savaşı Destanı,Şeyh Bedrettin Destanı isimli başkaları tarafından sahneye uyarlanan şiirleri de yazılmış.
Nâzım Hikmet'in şiirlerindeki tiyatral özellikler ve de bazılarının sahnelemesinden dolayı notu düşenler, şiirleri ile oyunlarını karıştırarak hataya düşmüş olmalılar.
Yorum ve Sahneleme
İnek , Nâzım Hikmet'in oyunundaki "ruh"a uygun sahnelenen başarılı bir oyun olmuş , oyunun" esprisini" ortaya çıkarmış. Oyunun başarısında yazarın oyununa "sadakat" temel rol oynamış.
Yönetmen Mehmet Avdan, oyunu satır satır incelemiş,nerdeyse her cümleye bir ses, bir jest, bir mimik,bir hareket(dans) yerleştirmiş . Müziği yerinde kullanmış.
Üzerinde uzun düşünülmüş, çalışılmış bir sahneleme var karşımızda. Bu her şeyi ile belli. Genel bir bakışla oyun herhangi bir topluma ait değil, derdi ise insanla.. Politik bir yükleme yapmamış. Seyirciyi, kendi yorumunda serbest bırakmış. Geniş bakış açısı oyunu zenginleştirmiş. Bu bakış açısı dekor, kostüm , oyunculukla desteklenmiş.
Geleneksel Tiyatronun ögeleri kullanılmış. Öyle ki zaman zaman karagöz sahnesi imiş görünen dekor , arkalarında gölge oyununun gözle görünmez sopaları varmış gibi hareket eden(bazen dans eden) oyun karakterleri ; orta oyunundaki zaman ve mekanı ortadan kaldıran sade söylem ve oyunculuk ; kostümlerde bir yere ait olmamanın vurgulandığı ama "absurd"ün öne çıkarıldığı bir yalınlık..
Sahnede yorumu destekleyen , canlı , mükemmel bir takım oyunculuğu var. Oyuncuların seçimi çok başarılı. Oyuncuları birbirinden ayırmak da olanaklı değil. Tüm oyuncular ses ve bedenlerini yoruma uygun olarak kullanıyorlar. Görünen şu ki oyuncular yönetmeni çok iyi anlamış ve kendi oyunculuklarının "en iyi"sini ortaya koyuyorlar. Bu çaba, oyunun düzeyini yükseltiyor.
Mehmet Avdan dekor ve kostüm düzenlemeyi de yapmış.Muhtemelen müzik de onun seçimi.(Program dergisinde ayrı bir isim verilmemiş.)
Her ne kadar Mehmet Avdan'ın becerisini alkışlıyorsak da dekor ,kostüm gibi konularda -tiyatronun ortak çalışma platformu olduğunu düşünerek -uzmanlık kullansaydı iyi olurdu diye düşünüyoruz.
Program dergisinde dramaturg'un ismini görmek de bizi çok memnun etti.
Müzik ile ilgili birkaç özel notumuz var:
Nâzım Hikmet ,oyunda "Kız"ın bazı aryalarını ismen vermiştir. Yönetmen, geçiş müzikleri olarak , 1949 yılında Amerika'da ırkçılar tarafından linç edilmek istenen zenci şarkıcı Paul Robeson şarkıları kullanmış.

Nâzım Hikmet , " Ümitten korkuyorlar Robeson, ümitten korkuyorlar, ümitten" diyerek, bir şiirinde ona gönderme yapar. :"Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson / inci dişli zenci kardeşim / kartal kanatlı kanaryam",

ABD'li oyuncu, atlet, bas - bariton ses sanatçısı, yazar, sivil haklar savunucusu Paul Robeson, Nâzım Hikmet'in serbest bırakılması için dünya çapında kampanya başlatarak, şairin "..balık tuttum yiyen ölür / elimize değen ölür / bu gemi bir kara tabut / lumbarından giren ölür" şiiri ile birlikte dört şiirini besteledi. Nâzım Hikmet'le birlikte Dünya Barış Konseyi ödülünü paylaştı. İnsan hakları, yoksullukla mücadele, ırkçılık gibi konularda seri konferanslar verdi.
Paul Robeson'un politik eylemci olarak tanınması ve de onun sesinden dinlediğimiz şarkılar , oyunun soyut anlatımının etkisini azaltıyor.
Son Söz
İnek, Nâzım Hikmet Tiyatrosu için iyi bir sahnelemedir. Ve sanıyoruz Nâzım Hikmet tiyatrosu'nun episodlardan oluşan kurgusu, zengin metaforlarının değerlendirilmesi, politika ile sıkıştırılmamış insani söylemi , "yeni" de olmasa kullandığı tekniklerin ve de denemelerin hatırlanması ile yeni bir ilgiyi yeşertecektir. Belki de yeni tartışmalar için temel oluşturacak, Nâzım Hikmet tiyatrosunu yeni okumalara götürecektir.
Oyunun sahnelenmesi ," Halkın için, halklar için, insan için umutlu, aydınlık, ileriye, haklıya, doğruya, güzele, hürriyete, kardeşliğe çağıran eserler yazmak için yanıp tutuşmaz mısın?" diyen Nâzım Hikmet'i bu sözleri ile hatırlamak için bile güzel olmuştur.
İnek bu sezonun iyi oyunlarından biri. "En iyi"ye de aday olmalı.
Melih Anık


Not: Oyunun afişi ile ilgili tv'de "kopartılan fırtına"yı ise anlamakta güçlük çektik.

Kaynak:
Vasfi Rıza Zobu- "O Günden Bu Güne" - Milliyet Yayınları
http://www.anafilya.org/go.php?go=7d260c007017f
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=1691
http://www.betulege.com/tiyatro/tiyatro-kesitleri/nazim-hikmet-tiyatrosu-2.html
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=7914
http://www.oulcay.com/forum/showthread.php?t=851
http://ihsanata.blogcu.com/rahmetli-babam-kadin-kisminin-namaz-surelerinden-baska-birsey-okumasi-gunahti-derdi_2549722.html
http://www.coskunbuktel.com/nazimhikmettiyatrosu.htm
http://www.genbilim.com/content/view/4238/39/
http://www.hitdivx.com/nazim-hikmet-ran-t474.html?s=20a4cb24e73099f53edc14bc3e708efe&
http://www.tiyatronline.com/loca213.htm
http://www.tiyatronline.com/yasoylesi25.htm
http://www.evrensel.net/06/06/05/kultur.html
NâZIM HİKMET MEMLEKET MEMLEKET NâZIM HİKMET-Mehmet Akkaya
http://tiyatroyun.blogspot.com/2007/06/bir-tiyatro-hastasi-nazim-hikmet.html
http://bilim.us/index.php?option=com_content&task=view&id=928&Itemid=62
ateşten ve buzdan, deneylerden geçen bir ömür- Ali Asker Barut
http://www.turkforum.net/showthread.php?t=282104
http://haber.sol.org.tr/okumaodasi/8812.html
http://www.nazimhikmetran.com/onun_icin_index.html
http://tr.wikipedia.org/wiki/Paul_Robeson
http://en.wikipedia.org/wiki/Ol

23 Ocak 2009 Cuma

Şeylerin Şekli

1961 doğumlu Amerikalı film yönetmeni , senaryo ve oyun yazarı Neil LaBute 2001 yılında ilk kez Londra'da sahnelenmiş oyunu Şeylerin Şekli'nde, dört genç insanın aşk ve arkadaş ilişkileri üzerinden sanatın sınırlarını tartışıyor.
Birbirlerine karşı hoşgörüleri ; birbirlerini kullanmaktaki rahatlıkları , sorgulamadaki sınır tanımazlıkları ; anlık kararları ya da kararsızlıkları; tartma gayreti duymadan konuşmaları ve davranmaları ; kesinmiş gibi görünen ama hemen vazgeçebilecek kadar yüzeysel yargıları; umursamazlıkları, anlık parlamalarını zoraki tebessümlerle dudaklarında espriye dönüştürmeleri;empati-sempati /psikopatik reaksiyonları ile yeni bir tür gençlik, çağımıza armağan edilmekte. Bu durum, globalizmin etkisi ile renk ve ses tonları farketmekle birlikte tüm dünya ülkelerinde ortaya çıkıyor,bizde de karşılığını buluyor.
Neil LaBute , sinemacı özelliğini öne çıkaran anlatımıyla çağın bu özelliğini, seyredeni daraltmadan vermiş. Oyunu akıcı dialoglar arasına sıkıştırılmış esprilerle baştan sona mutlu bir ruh hali ile seyrediyorsunuz. Eminim ki oyun üzerinde düşünmeye başladığınızda kendinize, çevrenize ait daha önce farketmemiş olduğunuz durumları açmaya/açıklamaya başlayacaksınız.
Dialogların bu kadar başarılı oluşunun nedeni LaBute'ün sinema diline olan hakimiyetidir diye düşünüyorum.
Oyun 2003 yılında filme alınmış. Eğer ulaşabilirseniz "youtube"dan , oyun ve film sahnelerine ulaşmanız olanaklı.
Mehmet Ergen oyunu tercüme etmiş ve yönetmiş . Yönetirken, denediği yöntem de oyuna çok yakışmış. Gerek mekansal düzenlemeleri gerekse sahne değişimlerindeki uygulamaları oyuna çok gitmiş. Dünyadaki diğer örneklerden esintiler taşısa da, bunun, oyunun yönetmene yaptırttıkları olarak yorumlamak daha doğru olacaktır. Sahne aralarında müziğin kullanılışı,dekorun kuruluşu oyuna canlı bir hava veriyor. Seçilen müzikler oyuna yardımcı oluyor. Son bölümde, yaka mikrafonlarının kullanılışında biraz daha özen gerekli.
Ergen'in asıl başarısı ise 4 oyuncuyu(Esra Bezen Bilgin,Deniz Celiloğlu,Betül Çobanoğlu,Bartu Küçükçağlayan) biraraya getirmesindeki isabetten kaynaklanıyor.
Tüm oyuncular mükemmel oynuyorlar. Bu zamanlaması ve tonu, çok çalışmayla becerilebilecek bir düzeye ulaşılmasını sağlamış. Rastlantısal olmayan bir oyunculuk becerisi bu. (Oyunu iki kez seyrettiğim için bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum.)
Özellikle seyirciye nefesiniz kadar yakınken bakışları ,mimik ve jestleri bu kadar dengeli kullanabilmek,bu kadar "ince" oynayabilmek iyi oyunculara has bir özellik. Sanki oynamıyorlarmış gibi "ayrıntıları" oynuyorlar.
Hepsi mükemmel olan oyuncular arasında Bartu Küçükçağlayan'a ayrı bir parantez açmak gerek. Belki doğasından da kaynaklanan rahat, aldırmaz duruşu ile hayat verdiği karakterin şekil verilebilecek gibi duran silik ve elastik niteliği , oyunun anlatmak istediğinin ortaya çıkmasında çok etkili.
Başka performanslar ile karşılaştırıldığında Yeni Kuşak Tiyatro'nun bu oyunu ile onlardan hiç de geri kalmadığını hatta ileride olduğunu söylemekten mutluyum.
Şimdiye kadar basında üzerinde çok da durulmamış bu oyunu kendilerini anlamak isteyen gençlere ve onları anlamak isteyen ebeveynlerine öneririm.
Belki de oyunda ,kulağa söylenen tek gerçeği çözmekle yeniden başlarlar.Oyun, bu yılın iyi oyunlarından biri .Kaçırılmasa iyi olur.
Melih Anık

21 Ocak 2009 Çarşamba

444 - İyi Geceler Nasıl Yardımcı Olabilirim?

Altıdan Sonra Tiyatro Topluluğu 444 isimli bir oyun oynuyor.
Biz oyunu "Oyuncular Tiyatro Kahve"de seyrettik.50 kişilik salon doluydu ve muhtemelen kapıdan dönenler de olmuştur.
Tesadüfen, girişte bilet kesen, salona sandalye taşıyan ve de oyun sırasında ışık, ses standında oturan, oyunun yönetmeni Ömer Erzurumlu ile ayak üstü sohbet ettik ve oyunun hep dolu olduğundan bahsetti. Önümüzdeki günlerde de yoğun bir program ile ve dolu oynayacaklarmış. Sevindik. Ama salonun yoğun paylaşımı nedeniyle zaman bulamadıkları için oynayabilecekleri oyun sayısı sınırlı kalıyormuş. Bir de herkesin başka sorumlulukları da varmış.
O gece salonun yaş ortalamasını yükselten 4 kişiydik. Genellikle seyirciler 25-35 yaş gurubundandı. Evli ya da olmayan , eğitimli, çalışan kişilerin oluşturduğu bir profil. Sahnedeki heyecan ve de sahneden gelenlere anında tepki gösteren zeki bir seyirci. Hem seyirci hem de tiyatrocular adına içimiz sevgiyle doldu. Bu toplumun dinamikleri , hala canlı.
Belki de bu dinamiği canlandıran Altıdan Sonra Tiyatro Topluluğu ve de Yiğit Sertdemir.(YS)
İstanbul Teknik Üniversitesi kökenli gençler, 1999 yılından beri çıktıkları yolda, istikrar ve inatla ulaştıkları noktada seyirci ile buluşuyor. Bu noktada Sertdemir'e yazar olarak özel bir paragraf açmak gerekir diye düşünüyoruz.
Daha önceki oyunlarına baktığımızda ilginç bir tablo çıkıyor karşımıza:
Örneğin Bekleme Salonu'ndaki iş görüşmesine gitmiş üç kişinin hikayesi... Birbirlerini yok etmeye kadar giden 3 kişinin çatışması.
"Bizi bölenlerin en büyüğü aslında O.B.E.B. Oyunda birbirinden farklı dört kadın var , bir psikolog ve onun sağır-dilsiz yardımcısı var. Dört kadın belli hedeflerden başka hedeflere dönüştürülüyor. Şarkıcı olmak isteyen birini aydına dönüştürüyor. Sağcı birini solcuya dönüştürüyor, sistem karşıtı bir kadını şarkıcıya dönüştürüyor... Burada psikodrama yönteminin belli başlı oyunları kullanıyor. Yani kişilerin zaafları kullanılarak psikolojik oyunla bu dönüşümler yapılıyor. Oyun sürprizlerle dolu bir oyun." (YS ile yapılan bir söyleşiden alınmıştır.)
"Öldün Duydun mu ? 3 kişilik bir oyun. İki kadın bir erkek...Bir adam ölür ve perde onun uyanmasıyla başlar.Uyandığı yer, içi toprak dolu bir küvettir...Etrafında sarı çiçekler arkada kırmızı güller vardır... Yanında da bir kadın, elinde bir kitap, kadın adama öldüğünü söyler ve ardından ebe diye simgelenmiş tanrı gelir...Adam intihar etmiştir. Sonrasında ise, masal gibi anlatılırken hayatı, nerde, nasıl hata yaptığını aramaya başlar.... İnsanın hangi noktalarda Tanrıya ihtiyaç duyduğu sorgulanıyor. Sürprizlerle dolu bir oyun!!" (YS ile yapılan bir söyleşiden alınmıştır.)
Ve şimdi de "444"..
Bir çağrı merkezindeki iki kişinin hikayesi..Gene "Sürpriz"lerle dolu.
Bu oyunların ortak paydasında hep ayni gözlem gücü ve zeka var. Hayatın içinden çıkan oyunlar bunlar. Hareketsiz bir resim karesi(belki de önünden defalarca geçtiğimiz halde fark etmediğimiz) birden canlanıyor ve görünen resim, "ses"lenmeye başladığında toplumun derinine doğru iniyor ve tanıdık karakterler ve umursamazlıkla geçip gittiğimiz sorunların içinden, sürprizli bulmacalara çıkarıyor bizi. "Sürpriz", yazarın sevdiği bir kavram. Yazar hayatın akışına başka bir pencereden bakıyor.Bakışı dar bir çerçeve gibi görünse de seyrettikçe çerçeve genişliyor ve sizi derinliklerine doğru çekiyor..
Yiğit Sertdemir'in sözleriyle: " Yani bu ülkede yaşadığım için kaynağım tabi ki bu ülke...Ve bu durum benim bütün oyunlarıma yansımış durumda.."
İçinde yaşadığımız topluma böyle bakan oyunlar çok az. Her şeyden önce 444, bu yönden alkışlanması gereken bir oyun. Bugünün sorunlarını dert edinmiş bir oyun bu. Oyunculuk ise samimi ; ses,mimik, jestlerin , sessizliğin kullanımı çok başarılı.Yiğit Sertdemir ve Gülhan Kadim iyi oyuncular. Bir de dekora ve de giysilere daha bir dikkat edilse.. Dekor ve giysi oyunu bozmuyor ama özenli değil.
Bütün bu alkışlarımızdan sonra birkaç "dost sözü" söylemek isteriz.
Sertdemir belli ki tiyatroyu biliyor. Kalemi de çok kıvrak. Hem de zeki bir tiyatrocu. Yazdığı dialoglar , konudan konuya geçişler , kullandığı metaforlar su gibi akıyor ama "yeni" değil. Oyunu bir matematiksel plana oturtuyor. Belli "trük"leri çok başarılı kullanıyor. Ama nedense tüm oyun boyunca tanıdık jestler, mimikler gördük , sözler duyduk gibi geldi. Sanki "formül"e uygun bir oyun kotarılmış hissi uyandı içimizde.(Hamile eş esprisi,kafesteki hamster üstüne konuşmalar,paralel konuşmaların yarattığı komiklik vb..)
Tiyatronun ne kadarı "formül" ne kadarı "yeni"dir?
Kafesin içindeki hamster örneği çağrı merkezine tıkılmış iki insanın, kurtuluşu nasıl hazırlayacakları ise iyi "formülize" edilmemiş gibi. Kendini besleyen ortamdan birdenbire çıkan "bilinçlenme", sahici gözükmüyor. Zira onları teslim almış bir sistemin kurbanı olarak rastlantı ile karşılarına çıkmış bir durumdan , kurtuluş yaratmaları inandırıcı değil. (Biraz fazla "Amerikan" değil mi?)
Oyundaki "Hatırlatma servisi" ,ne kaydedersen onu geri veriyor.Anlaşılan servis alan 4 milyon abone de geçmişle bağını koparmış. Hafızasız (balık hafızalı ) toplumun derdi de bu. Birileri ,sorunun geçmişi unutmak olduğunu ve de geçmiş hatırlanırsa çözümün geleceğine inanmış.Bir gün sisteme girerek kayıtlara, unutturulmak istenen geçmiş olayları yüklüyorlar. Geçmiş hatırlanırsa kurtuluş gelecek.(mi?) Sistem kölelerinin sistemi değiştirme çabaları bu anlamda biraz "naif" bir umut olarak kalmış.
Baştan sona kadar birbirini doğuran sahnelerin başarısı yanında, oyunun sonundaki cümleyi hazırlayan ise biraz da zorlama "iki dövüşçü hikayesi". Bu sahne, öncekiler gibi beslenmiyor. Son cümlenin hatırına konulan hikaye ortada kalıyor. Son cümle "Harekete geçin,taşlaşmayın" diyor ama karşıdaki kim? İlk hareketi yapacak olan "bizden" midir? Son sözün "güzel hatırı" için "matematiksel kurgu" da yara almış gibi oluyor.
Ama tüm bunlar içimizi sevinçle dolduran bir "hamle"nin gölgelenmesi için değil, dostça uyarmak için.
"Gözlerini deniz dibinde bırakanların" çoğunlukta olduğu bir ülkede, elbetteki Altıdan Sonra Tiyatro Topluluğu "İyi tiyatro yapan, iyi donanıma sahip, sahnedeyken eğlenebilen, bunu seyirciye yansıtabilen, herşeyiyle tam bir ekip çalışması" yapıyor ve " Altıdan Sonra denince insanlar "çok iyi bir ekip"" diyeceklerdir, mutlaka..Hem, hala "Balığın gözlerine bakan seyirci" var. (Tırnak içleri YS den alınmıştır.)

Melih Anık

Cesaret Ana ve Çocukları - Brecht'ten Sorular ile Eleştiri Denemesi

Semaver Kumpanya, Brecht'in "Cesaret Ana ve Çocukları"nı Uluslar arası 16.İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahneledi.Ey Seyirci ! Gel "Birlikte düşünelim." Oyunu seyrederken, ya da oyunu yeniden düşündüğünde şu sorular olsun aklında : ( Sorulara verdiğin cevaplar , oyunun eleştirisi olacak sonunda ! )Oyun toplumun başlıca problemlerinden hangisini tartışmaya açtı? (Hasche)"Cesaret Ana'nın temel amacı savaştan payını almayı hedefleyen bir tüccar olmak mıdır?""Çocuklarını kaybetmesi onun ticari aymazlığının bir sonucu mudur?""Cesaret Ana ilkel analık içgüdüsünün sonsuz dayanma gücünü anlatan bir ilahi midir?" "Cesaret Ana kimdir? Savaşla yetişmiş biri mi? Savaş karşısında hiçbir şey yapmayan biri mi? Çaresizce savaşın merhametine kalmış biri mi? Savaş zamanı iyi iş yapmak isteyen ve her şeyini kaybeden küçük bir tüccar mı?""Savaş, Cesaret Ana'nın talihini değiştirdi mi?""Cesaret Ana neye inanır?""Cesaret Ana'nın kaderi neyi sembolize ediyor? İştahla savaşan,kendini ve başkalarını yıkıma sürüklemek,felaketlerden hiçbir şey öğrenmemekte direnen bir ülkeyi mi?"Cesaret Ana'lar büyüklerin çorbasından içebilir mi? (Althusser)Savaşın trajik acıları mı yoksa Cesaret Ana'nın kaderi mi sizi etkiledi?"Savaşın sırtından geçinenler paylarına düşeni verecekler midir savaşa?"Savaştan kim karlı çıkar?Sahnede dönüp duran Cesaret Ana'nın arabası neyi anlatıyor?Üç çocuğunu savaşa veren Cesaret Ana neden yoluna devam ediyor?Cesaret Ana'ların kazanma şansları var mıdır?"Yardım etmeye hevesli olan en aciz olandı, daha önceki sahnelerden birinde kardeşince "zavallı hayvan" olarak nitelenen de oydu. Dilsiz Kattrin neden trompeti çaldı?""En son sahnede arabasını yalnız başına çeken Cesaret Ana nereye gidiyor?"Cesaret Ana'nın arabasının saat yönünde soldan sağa dönmesi zamanın akışını mı gösterir?"Tiyatro –bu oyunla- sanatların en büyüğüne, yaşama sanatına hizmet etti mi?""Oyun iyi tat almayı, hayattan zevk almayı öğretti mi ?""Bugün kaç kişi "Cesaret Ana ve Çocukları"nı ve uyarı mesajını anladı?""Oyun sahne üzerindeki testten başarı ile geçti mi?""…. özgürlüğe ve bilmeye aç çağımızın insanı,şu işkenceler çeken ve kahraman,şu aldatılan ve alicenap, şu büyük ve korkunç çağın insanı,kendi tiyatrosunu ; insanı, insanın ve dünyanın efendisi yapacak tiyatrosunu nasıl kuracak?"Ey Seyirci ! Ne kaldı aklında?
Melih Anık
Not: Tırnak içindekiler Brecht'ten yapılan alıntılardan yararlanılarak hazırlanan sorulardır. Kaynaklar:Brecht'le Yaşamak-Çalışma Günlüğü
Büo Yıllık-2001-2002
Hurda Alımı-BrechtDeneysel Tiyatro-Brecht

Kız Tavlama Sanatı

1964 Alabama-USA doğumlu Rebecca Gilman'ın 2000 yılında yayımlanan ve ilk kez 2001 yılında sahnelenen oyunu ,Seçil Honeywill çevirisi ve Mehmet Ergen rejisi ile İstanbul'un yeni tiyatro mekanı Talimhane Tiyatrosu'nda Uluslar arası 16.İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında seyirci ile buluştu.Herşeyden önce Mehmet Ergen'in çabaları ile kazandırılan tiyatro için Ergen'e teşekkür ediyoruz., Eski bir tamirhaneden dönüştürülen mekan ile , değişen İstanbul , klasik tiyatro mekanlarından farklı , esnek bir "kutu" kazanmış oldu.Şu sıralarda yeni olmanın getirdiği zorlukların, zamanla kazanılacak alışkanlık ve bulunacak yeni çözümlerle kolaya dönüşeceğine inanıyoruz.Şu andaki haliyle iki yandaki seyirci platformlarının ortasında yaratılan uzun sahnenin (Mayaların basketbol sahası gibi) tam anlamıyla kullanıldığını söylemek doğru değil. Her ne kadar Ergen, sahnelemede, karakterlerin oturma yerlerini değiştirerek her iki yandan görüş oranlarını eşitlemeye çalışmış olsa da , enseden gördüğünüz oyuncunun sesini duymada ve de mimiklerini görmede, sorunlar yaşanıyor. Salonun bazı noktalarında oturanların, oyunu sanki sahne arkasından seyretme gibi bir sıkıntı çektiklerini sanıyoruz. Belki oturma düzeninin yeniden gözden geçirilmesi gerekecek.Ayrıca seyirciye görüş kazandırması düşünülerek yapılmış kademelendirme, oyuncuları tepeden görme gibi bir durum yaratıyor ve bu da sıcak bir iletişimi engelliyor. Basamak genişlikleri rahat ama belki de basamakların yüksekliklerini indirmek gerekebilir.Bu değişikliklerin yapılması , şu anda yaklaşık 220 koltuğa sahip tiyatro mekanında koltuk kaybına neden olsa da bize göre daha iyi bir tercihtir.Oyun Yazarı Gilman , verilen ödüllerle takdir kazanmış bir yazar. Adını duyurduğu "The Glory of Living", 1998 tarihli. Oyun Pulitzer ödülü ve "En Ümit Veren Yazar" ödülü de dahil olmak üzere bir çok ödül almış."Spinning İnto Butter" isimli oyunu 1999 tarihli ve Amerikan Oyunları için verilen bir başka ödülü almış.Kız Tavlama Sanatı ayni "The Glory of Living" gibi iki insanın ilk tanışması ile başlıyor. Ve oyun gittikçe gerilen bir polisiye öyküye doğru yol alıyor. Bu anlamda Rebecca Gilman'ın tiyatrosunda benzer bir çatı ve ruh var denilebilir.Kız Tavlama Sanatı , yazarın ilk ve ödüllü oyunu değil.Ama Gilman oyunları içinde konu itibariyle bizde oynanabilir bir oyun.Özgün adı Boy Gets Girl olan oyunun neden Kız Tavlama Sanatı diye çevrildiğini anlayamadık. Oyunu seyrettiğinizde, anlatılan hikayenin erkek egemenliğini vurguladığını, durumun kız tavlama ile ilgili olmadığını ve daha da ciddi , sert bir vurguyu ima ettiğini anlıyorsunuz.Kaldı ki oyunda tavlanan biri de yok.Oyunun esas kahramanı The World(Dünya) isimli derginin yazarı Theresa Bedell. Theresa ismi genellikle rahibeleri çağrıştıran bir isim. Belki de bu çağırışımı kullanmak için seçildi..Theresa'nın temizlik takıntısı ile vurgulanan cinsel tatminsizliği ( temizlik takıntısının patron tarafından kelime anlamıyla anlaşılması da erkeklerin vurdumduymazlığına bir örnek ), erkeklerden ve cinsel ilişkiden kaçınması "rahibe hayatı yaşayan biri" görüşünü destekler nitelikte. Theresa, 18 aydır erkek arkadaşsız tek başına yaşamakta. Bir kız arkadaşı aracılığı ile Tony ile tanışıyor. Bir barda ilk buluşma ve içilen biradan sonra başlayan arkadaşlık, bir akşam yemeği ile devam ediyor. Yemekte, Theresa, Tony'e onunla devam etmek istemediğini söylüyor. Hemen ikinci buluşmada ortaya çıkan bu kararı anlamak, seyirci için zor. Tony de seyirci kadar anlıyor(!) Öne sürülen bahane , Tony'den değil Theresa'dan kaynaklanıyor: işkoliklik,cinsel ilişki korkusu vs… Tony'de reddedilmenin de getirdiği alınganlıkla başlayan rahatsızlık zamanla tacize dönüşürüyor. Öğreniyoruz ki taciz Tony için yabancı bir kelime değil . Hep yaptığı bir şey. Tony'nin gittikçe artan tacizleri Theresa'yı bunaltıyor. Theresa polise başvuruyor. Gelen polis, kadın. R.Gilman vermek istediği mesajı destekleyecek karakterleri Theresa'nın çevresine koyuyor.Bu karakterler ,Theresa'yı savunmanın temel taşları.7 yıl evlilik yapmış ama evlilikten olumlu sözetmeyen , kadın ruhunu anlayamamış bir patron; evli ama bir gün içi Theresa'ya kaymış , Theresa'nın başına gelenlerin kendisi için iyi bir yazı konusu olduğunu düşünen bir iş arkadaşı; meme saplantısı olan eski bir film yapımcısı ; yakışıklı, sempatik ve ısrarcı Tony ; yaşananları başka tarafından anlayan ve de olayların karışmasına neden olan saf bir sekreter kız; kaşarlanmış ve bu tür olaylara alışkın soğukkanlı bir kadın polis.. Hepsi de yardım eder gibi gözüken ama aslında hayata kendi açılarından bakmaya öncelik veren, Theresa'nın yönünü çizen kişiler. Ama bu noktada yazar nesnel bir gerçeği vurguluyor : Onlar Theresa'ya karşı değil, kendilerinden yana .. Sonuçta Theresa, kendi kişiliğinden vazgeçiyor. Bir gölge gibi yaşamayı seçmek zorunda kalıyor.Oyunun vurgusu ne?Kadının toplumdaki sıkışmışlık duygusu, yalnızlığı,köşeye itilmesi….. Ama daha geniş bir bakış açısıyla "insanın yalnızlığı" da denilebilir. Theresa'nın içine düştüğü durum nereden bakılırsa bakılsın karamsar ama seyirci kahkahalarla seyrediyor. Toplumun bencilliği, acımasızlığı, kadının köşeye sıkışması, insanın giderek yenilişi… Ama seyirci kendi başına gelse hayatını karartacak durumlara kahkaha atıyor. Bunda yazarın kurduğu dialogların rolü var. Galiba durumun vahametinin farkında olan bir tek Theresa vardı dün gece!Gündelik bir konunun böyle bir oyuna dönüştürülmesini izlerken düşündük. Bizim yazarlarımız neden bu tür konuları yazmıyor.(Yazıyorlar da ortaya mı çıkamıyor? Yabancı biri yazarsa mı önemli oluyor hem yönetmen hem seyirci için?) Bizde de bu oyunu yazabilecek pek çok yazar olduğuna inanıyoruz. Asıl iş onları ortaya çıkarmak.Öte yandan Ergen'in Türkiye'de sahnelediği oyunlar yabancı kaynaklı. Mehmet Ergen'in Türkiye'de oyun yazarlığı üzerine atölye çalışmaları yönettiğini ve de çok çaba gösterdiğini hatırlarsak, onun vardığı bu nokta, bu konuda umutsuz olmamıza mı neden olmalı?Rebecca Gilman rahat yazıyor ama oyun kurgusu (sahnelerin kuruluşu,neden sonuç ilişkileri) zorlama. Klasik gibi görünen ama kurgusu klasik olmayan bir oyun.Oyun sonu , tırmandırdığı kuşku ve korkuyu karşılamayacak kadar sakin,çabuk ve gerilimsiz. Karakterlerin derinliği eşit değil.. Galiba kullanılan senaryoya benzeri teknik ve de amaca doğrudan giden kurgulama da buna sebep.Mehmet Ergen'in başarısında en önemli şey takım kurmasındaki uzgörü. Bu oyunda da kurduğu oyuncu takımı çok başarılı … Oyuncu seçimleri yerinde.Önce sahnede bir büyük oyuncu var : Engin Cezzar.. Ne kadar özlemişiz onu. Duruşu yeter! Sahneye yaydığı elektrik inanılmaz. Nerdeyse unutmuşuz bu tür oyunculukları… Cezzar öyle bir karakter yaratıyor ki örnek alınası. Abartılmaya, yoldan çıkarılmaya çok müsait bir karakteri basitleştirmeden, bayağılaştırmadan, ses, beden, mimik olarak incelikle, şeytan olabilecek bir karakteri insani oynuyor, büyük oyunculara yakışan onurlu bir duruşla. Umarız bu oyun daha çok kereler oynanır ve seyirci onu izleme şansını bulur.Emin olun "Ben Ordaydım " dersiniz bir gün! Cezzar'ı yeniden bulduk , sahneden kaçırmamalıyız. Gecenin ikinci ışığı ise Güneş Berberoğlu.. Adı gibi aydınlattı ortalığı. Türk Tiyatrosu böyle bir oyuncu ile gurur duymalı. Gözleri,sesi, her mimiği ve her jesti ile ayrıntılı bir karakter çiziyor. İlk karşılaşmada öyle bir tedirgin "ilk buluşma" oynuyor ki deme gitsin. Allah'tan biz onun yüzünü gören taraftaydık. Kaçıran varsa bir daha gitsin o doyumsuz keyfi yaşasın. Serhat Tutumluer sahne sıcaklığı olan çok iyi bir oyuncu. Bu oyundaki tercih ettiği oyunculuk ile karakterin çok da belirginleştiğini söyleyemeyiz. Karakteri yönlendiren temel dürtü ne? Belirsizliğin sorumlusu yazar. Yazar karakteri vurgulamamış,silüet halinde bırakmış. İşte bu durum oyunculuğu sınırlıyor. Tutumluer bu "gölge"ye hak ettiğini veriyor.Cem Kurtoğlu ve Beyti Engin rollerinin hakkını veren kompozisyonlarda çok başarılı . Sema Mağara , kadın polise tam uymuş ama sesi zaman zaman kayboluyor. Ece Dizdar ise "Les" kadar bıçak sırtı olan Harriet'de , bu tip üzerine yapışmasın istiyorsa, Engin Cezzar'ın yaptıklarını çok iyi izlemeli.Mehmet Ergen'in oyuncu yönetiminde ise çok yakından takip edilmesi gereken bir özellik var. Yaptığı rejilerle birkaç oyununu seyrettikten sonra , onun oyunlarında ,oyunculukta tutturulmuş olan standardın Ergen'den kaynaklandığına artık inanmaya başladık. Bu oyunculukta, abartısız, dengeli, kontrollü,iyi tanımlanmış,doğal bir oyunculuk performansı var. Oyunculukların tümünde tutturulmuş olan bu standart, oyunun başarısını getiriyor.Dekorun , bu sahne düzeni için ağır olduğunu düşünüyoruz. Sahne geçişlerinde tempoyu düşürüyor. Örneğin Şeylerin Şekli'nde başarılmış hızlı ve hafif dekor bu oyunda bazalı yatak, olmasa da olur kütüphane(yerine daha hafif bir dolap kullanılabilirdi), yere göre küçültülebilmesi mümkün masa ile çok ağırlaşmış. İçerdeki eşya , geçişleri, dışarıdakiler ise giriş-çıkışı engelliyor.Sahne trafiğinde ise örneğin tekerlekli sandalyedeki Les'in bir uçtan ötekine yürütülmesi de sorunlu bir sahne hareketi haline dönüşüyor. Dekor ile ilgili sorunların salona alışamamaktan kaynaklandığını düşünüyoruz.Işık ise çok ustalıkla düşürülüyor yere o yükseklikten. Nokta ve mekan aydınlatmalar net ve gölgesiz. Dar bir mekanda sınırları belirgin. Hedefe odaklı.Kostümler ise daha özenli (Kalite olarak da) olabilirdi diye düşünüyoruz. Cezzar'ın kostümü ve aksesuvarları dışında diğerleri için "cuk oturmuş" demek biraz zor.Anında tercüme panosunun yeri ve okunabilirliliği de sorunlu. "Var mı? Var" gibi.. Ne okunabiliyor ve ne de yeri ,oyunun akışına göre uygun . Olacaksa iş görsün, olmayacaksa olmasın. Oyun ,gelecek sezona bir hazırlıktır umarız. Seyirci ile sıcak bir iletişim kuran oyunun , kadrosunu da koruyarak devam etmesini diliyoruz.Şu ana kadar seyrettiğimiz oyunları ve de programı düşününce İstanbul Tiyatro Festivali'nde "karakter"in belirlenemediğini görüyoruz. Her festivalin bir "karakteri" olur. İstanbul Tiyatro Festivali, isminde uluslararası olan , "uluslar arası" olması için birkaç yabancının dahil edildiği yerel performans "show"larına dönüşen bir yoldadır. Buna da itirazımız olamaz ama yeter ki "renksiz" olmasın. Adı doğru konulsun.. Bir şey olacaksa , onun iyisi olsun. İKSV, Tiyatro Festivali'nin geleceğini ciddi bir şekilde düşünmeye başlamalıdır artık.
Melih Anık

Karatavuk - "Tecavüzcünüzle ne konuşursunuz?"

Tiyatro DOT, David Harrower'in ödüllü oyunu "Karatavuk-Blackbird"ü oynuyor.
Oyunun tanıtımına bakarak, gitmeden önce kendinize şu soruyu sormak olası:
"Bir insan tecavüzcüsü ile ne konuşur?" (Galiba bu tür bir konuşma "uygar"(!) toplumlara mahsus!)
Aradan geçen 15 yıl sonra, geçmişte yaşanılanları -seyirci de anlasın/ "oyun olsun" diye- 1,5 saat baştan anlatacak/konuşacak gücü kendinizde bulur musunuz ?
Karatavuk, 15 yıl önce Ray(Cüneyt Türel) 40 , Una(Mine Tugay) 12 yaşında iken yaşanan ve de sonunda her iki tarafın da hayatlarını karartan cinsel ilişkinin/tecavüzün hesaplaşması üzerine kurulu bir oyun. Karakterler konuştukça olayın daha da karmaşık olduğu ortaya çıkıyor. Yazar, nefret ve sempati duyguları içinde karakterlerin trajedilerini tehlikeli bir dengede tutmaya çalışıyor.
" Jüliet kaç yaşında, Romeo ona "yazıldığında" ? 13-14 . Jüliet'in annesi kaç yaşında evlenmiş biliyor musunuz ? 12 . Ya Paul McCartney ya Donald Trump nasıl evlilikler yapmışlar? Nobakov'un Lolita'sını nasıl bilirsiniz?" (alıntılar Jeffrey Smith'den)
Bizim gibi , kız çocukların, o yaşlarda(12) değiş tokuşta kullanıldığı ; hatta "koca koca" adamların yanına "karı" niyetine oturtulan küçücük kızların resimlerinin gazete sayfalarında basıldığı bir coğrafyada yaşıyorsanız olanları nasıl yorumlayacaksınız?
Dinsel gerekçelerle ya da geleneksel olarak "satılan" kız çocukların öyküleri, sonuç "bir türlü" nikahla bitti diye toplum vicdanında aklanıyorken siz bu oyunun neresinde olursunuz?
Ya da içinde yaşadığınız toplumda arada 30 yaş varken ve de kız daha reşit bile olmamışken evlenen kimleri bilirsiniz?
TV'lerdeki izdivaç programlarında kimler kimlerin karşısına "talip" olarak çıkıyor biliyor musunuz? Kocaya kaçan kızlar ve kaçtıkları kaç yaşında?
Toplumun önemlice bir bölümü için "normal" sayılan bir yaşama biçimi belli bir kesim için "gerçek" bir "yasak elma"; gerçek bir "sorun" mu?
15 yıl önce, Una'nın gelişmiş bir kız çocuk olduğunu ve de Ray'i baştan çıkarmak için neler yaptığını anlamaya başladığınızda Ray'e "tecavüzcü" diye bakar mısınız? (Bu , oyun tanıtımları ile yaratılmış beklentiyi yerlere serebilir. ) Una'nın tüm öfkesini ailesine değil de sadece, olgun(?) bir insan olarak Ray'e yönlendirmesini nasıl anlarsınız? Her şey gözler önünde iken önleme değil cezalandırma üzerine kurulu toplumsal düzen nerede yer alır?
Yönetmenin(ve de çevirmenin), Una karakterini yıllarca psikolojik tedavi görmüş ve yoldan çıkmış bir çizgide verirken , (adeta bir uca sürüklenmiş,sıyırmış ) metni göründüğü gibi aynen yorumlaması neden? Hem de Emre Koyuncuoğlu gibi "Yönetmen Tiyatrosu"nun özgürlüğünü sonuna kadar kullanmış bir yönetmen olarak? Ve de yanında "incelikli" oyunculuğu sular seller gibi yapacak iki büyük oyuncu varken.
Koyuncuoğlu'nun, metnin verdiği olanakları kullanmamış olmasını hayretle karşıladık. Una aslında yaşadığı o büyük travmanın (tecavüze uğramış mı yoksa aşığı tarafından bırakılmış olmak mı?-oyunda aşığı tarafından terk edilmiş biri gibi yansıyor -ki galiba Una'nun travması, toplumun algılamasının sonucu oluşuyor yoksa Una yaşadıklarından şikayetçi gibi de durmuyor-) sorumluluğunu üstüne yıkacak birini arıyor olabilir. Yaşadıklarından, takdim edilen anlamda şikayetçi gibi durmadığı için de , oyunun sonlarına doğru karşısına çıkan kız çocuktan etkilenerek birdenbire değişmesi inandırıcı gelmiyor.
Oyunu başka türlü okuyarak, örneğin:
Peter/Ray, 15 yıl önce karşısına çıkmış bir çocuğun 27 yaşındaki görünüşünden emin olmayabilir, oyuna o tereddütle başlar oyunun sonuna doğru anlatılanlar ile kendi yaşadıklarını benzeştirir ve yavaş yavaş uyanırdı. Yani Peter oyun boyunca seyiriciyi başka bir algılama ile sürüklerdi.
Una,hayalinde kalan bir yüzü, rastlantı olarak dergide gördüğü bir resimde(elinde geçmişten kalan resim yoktur) kişileştirir ve de peşine düşer. Onun aradığı Ray falan değildir yaşadıklarının sorumlusu olarak sorgulayacağı birisidir. Onun için Peter'in doğru kişi olması da önemli değildir. Onun kafasındaki senaryoya göre, Ray isim değiştirmiştir. Buna inanmak da iyi geliyor olabilir ona. Tutkulu bir şekilde onun Ray olduğuna inandırır seyirciyi. Sonunda Peter'in "beklenilen adam" çıkması ya da kuşkulu bir son, içinde yaşadığımız topluma daha bir dikkatle bakmamızı sağlamaz mı? Normal görünenler içinde ne kadar "normal" vardır? Anormaller o "normal"lerden çıkmaz mı?
Koyuncuoğlu, Una'yı o seviyede travmaya mahkum ettiğine göre Una'nın söyledikleri zaman zaman "hayal konuşma" düzeyinde verilebilirdi. Yani "Sen bana bunu yaptın" yerine kendi içine kapanarak "Ray bana bunu yaptı" şeklini alan kendi kendine yapılan "hayal konuşma"ya dönüşebilirdi. 15 yıl o travma içinde yaşayan biri için de o içe kapanmalar, hayal içine dalmalar daha uygun olabilir ; oyunun merak algısını daha da iyi sürüklerdi diye düşünüyoruz.
Yani her iki karakter de "o olayı" birlikte yaşamamış olabilirlerdi. "Vicdan muhasebesi" oyuna bir başka boyut katardı.
İki kişilik oyunlarda geçmişi anlatmak başlıbaşına bir sorun olur. Bu oyunda da bu sorun çok belirgin. Sanki dialog olsun diye iki kişiye paylaştırılmış bir hikaye anlatılıyor. Bu, oyunun gerilimini düşürüyor. Hatta başlangıçta Peter, Una konuşsun diye "duvar" görevi yapıyor, açmazlar veriyor. Sahne geçişleri ise zorlama gerekçelerle sağlanmaya çalışılıyor. Sahne sahneyi doğurmuyor.
"Karatavuk" ismi için internette bir çok gönderme yapılmış. Tekrar etmeyelim. Ama oyun isminin Türkiye seyircisi için anlamlı bir algılamaya neden olabileceğini sanmıyoruz. Keşke isim, doğrudan çeviri olmasaydı.
Oyuncuların ustalıklarına kim bir şey söyleyebilir? Biz Cüneyt Türel ve Mine Tugay'ın oyunculuklarından gurur duyuyoruz. Onların bu oyundaki yorumlarının sorumlusu, yönetmen.
Mine Tugay'ın oyun hemen başındaki "tonu" tutturulamamış oyunculuk düzeyi, ileriki sahneler düşünülerek bilinçaltı bir hazırlık mı acaba? Biraz da yakın oturan (özellikle erkek) seyircinin onun üzerinde sabitlenmiş bakışlarından duyulan tedirginlik olabilir. Üst/uç tonları kullanacak bir sopranonun bilinçli tasarrufu gibi de algılanabilir. Kreşondolara hazırlıklı olma, tedbiri/endişesi gibi. Ama rolü için zor bir ses ve konuşma biçimi seçmiş. Büyüse de hala şefkat ihtiyacı olan çocuk şımarıklığında. Bu tonu 90 dakika ayni dengede sürdürmek de çok zor.
Cüneyt Türel ise , bize, bir süredir yorgun görünüyor. Onun çok üst düzeyde oyunculuklarını seyretmiş biri olarak performansı bizi mutlu etmedi. Belki de oyun türünden duyduğu çekingenlikten kaynaklanıyor tedirginliği .
DOT'un oyunlarında, salondaki mekan düzenlemeleri çok başarılı. Ama bu oyun için düşünülen çöp dolu bir odanın nasıl bir gereksinimden/yorumdan kaynaklandığı , oyuna ne kattığı ise soru işareti. Hele "çöp savaşı" metaforu gerekli miydi diye düşünmekten kendini alamıyor insan. Metinde geçen her kelimeye bir nesne bulmaya çalışmak("temizlikçi"ye kova ve paspas gibi) da boşuna bir doğrulama çabası gibi.
Fondaki buzlu cam arkasından zaman zaman geçen gölgeler içerdeki tansiyonu arttırmak amacı ile yapılmış besbelli. Dışardaki "Başka kişi"lerin içerdeki dialoglar ve kişiler üzerinde gerilim sağlaması gayreti belli ki oyunda iki kişilik dialogların yaratabileceği tekdüzeliğini kaldırmaya yönelik ama gereksiz.
Una'nın giysisi, karakteri, başlangıçta "damga"lıyor. Ray için düşünülen "iş adamı" kılığı ile tercih edilen "kamuflaj" görüntü, Una için de tercih edilseydi iyi olabilirdi. Oyunun genel "tahtıravalli" dengesine de uyardı.
DOT'un oyun program kartonunda "Gerçek Yetişkinlere Tavsiye-Sert İçerik" damgası var.Gerçek yetişkinler kim? Ve bu "sert içerik" , nerdeyse hergün sokakta duyduğumuz küfürlerden, tv ekranından evlere sızan sahnelerden daha mı "sert"? Oyunda ima edilen "sert içerik" bir "uyarı" mı yoksa "haber" mi?
DOT , Türkiye'de tiyatroda kurumsallaşma yolunda önemli adımlar atan ve hedefini bilen bir topluluk. Yönetim anlayışlarının başarısı , yöneticilerin gerek sanatsal gerekse idari (management) anlamında uzgörüleri ve de iş paylaşımı ile pekişiyor. Pek çok "yeni"nin yaratıcısı ve örneği konumundalar. Başladıkları günden bugüne yerel ve uluslararası anlamda başarılı bir çizgileri var.
DOT "in- yer- face" akımını Türkiye'ye tanıtmış bir topluluk. "İn-yer-face", ensesinden tuttuğu seyirciyi ,kullandığı dil ve gösterdikleri ile "şok" ederek,mesajını "yüze vura vura" aktaran bir tiyatro türü. Bir anlamda "yüzüne yüzüne" bir tür.
Bugüne kadar sundukları oyunlarla bunu layıkıyla yerine getirdiler. Ancak ,oyunların "sert içeriği"nin benzerlikleri, giderek tekdüzelik ve monotonluk yaratma riski taşıyor ; yanlış beklentiyi besliyor ; tırmanmaya eğilimli. Topluluğun kendi konumunu yeniden gözden geçirmesi gerektiği inancını taşıyoruz. Toplumlar, "in yer face" de dahil , kendi özlerinden beslenen türlerini yaratmalı ve bunun dayanağı da illaki seks olmamalı. İçinde yaşadığımız toplumda o kadar "yüzüne, yüzüne" şeklinde ele alınacak konu var ki.
Aldığımız bir duyuma göre, son zamanlarda ismi çok geçen başarılı bir genç yazara bu türden bir oyun yazdırmak için anlaşmışlar. Bu Türkçe "in-yer-face" olacakmış. Umarız önerimizi dikkate alırlar.
Daha şimdiden dağıtılmaya başlanan yılın tiyatro ödüllerinde , "Karatavuk" "Küçük salon kadın oyuncu" ödülünü almış. ( Mine Tugay'ın oyunculuğu bizim de adayımız olurdu.) Erkek oyuncu ödülü verilen(bizce de hak eden) Mehmet Ali Kaptanlar ise metrekareye vurulsa DOT salonuna eşit bir mekanda Venedik Taciri'ni oynuyor. Demek ki "Küçük" kavramı az oyunculu oyunlar için bir yakıştırma(mı?). Bundan sonra salonların alanları da bir kriter olacak herhalde. Elimizde şerit metre, salonları ölçeceğiz. Salonun metrekaresini çağrıştıran değerlendirmeyi yadırgadığımızı belirtmeliyiz. Son yıllarda "Çok kişiyi memnun edelim çok ses çıksın" derken ödüllerin de suyu çıkmaya başladı. Şimdi sırada 7 kişinin seçtiği adaylar arasından 25 kişinin oyları ile seçim yapan "İstanbul kökenli Tiyatronun" "Afife Jale Ödülü" var.
Tiyatromuz bu ödül dağıtmaya bir çeki düzen vermeli.
Bizce siz, ödül aldı diye, tv'de gördüğünüz oyuncuları görelim diye gitmeyin tiyatroya . Niye bu oyuna gidelim derseniz, deriz ki: kendi gücü ile ayakta duran bir tiyatroyu desteklemek için gidin ; iyi ve dürüst tiyatrocuları görmek için gidin ; kendi toplumunuza başka bir gözle bakmak için gidin…
Tiyatroya nedensiz gidin.. Oyundan sonra "Tiyatro Sanatı"nın size vereceği keyifle mutlaka bir neden bulursunuz.
Melih Anık

Tiyatromuzda Amatörlük ve Profesyonellik

Geçmişe ve bugüne bakılacak olursa, tiyatro dünyamızda itici gücün amatör tiyatro olduğunu, gündemin profesyonellerden ziyade amatörlerce belirlendiğini söylemek yanlış bir saptama olmayacaktır. Bu durum ,giderek Profesyonel Tiyatro karşısında Amatör Tiyatro'nun güçlü bir seçenek olma görüntüsünü destekler niteliktedir. Doğrusunu söylemek gerekirse amatörlerin, profesyonellerden daha çok heyecanlı/canlı olduğu, bu işe kafa yorduğu, tartıştığı, ürettiği de bir gerçektir. Sanki "Amatör Tiyatro" bir boşluğu doldurmaktadır. Ortada doldurulacak bir boşluk var mıdır? "Amatör Tiyatro" bir "seçenek" midir? Profesyonel ve Amatör Tiyatroların işlevleri ne olmaldır? Konuyu daha da açarak tartışmak ; durumu saptamak; taşları yerine oturtmak gereklidir.Zaman zaman "Amatörlük" küçümseme olarak kullanılsa da bu satırların yazarının böyle bir amacı yoktur. Hedefi ise amatör tiyatrocular değil Amatör Tiyatro'dur; yapılan işe renk katan "Amatör ruh"u , bir olumlama olarak algılamaktadır.Amatör tiyatro için şu tanım yapılabilir:"Genel anlamda, profesyonel tiyatronun karşıtı, gönüllü tiyatro; parasal kazanca ve meslekten sanatçı kişilerin etkinliklerine bağlı olmayan tiyatro. Dar anlamda, Amatör Tiyatro, 18. yüzyıldan sonra, küçük kentlerde, tiyatro derneklerinin etkinlikleri olarak boy atan, belli bir siyasal, sanatsal erek ve eleştirel yönelim gütmeyen, tiyatro heveslilerince sanattan tat almak için gerçekleştirilen etkinliklerdir. Kırsal tiyatro, köylü tiyatrosu, işçi tiyatroları, sokak tiyatroları, eylem tiyatrosu, okul tiyatroları, üniversite tiyatrosu, çocuk tiyatrosu, gençlik tiyatrosu, semt tiyatroları, yerel yönetim tiyatroları, sendika tiyatroları, kurum tiyatroları, cemaat tiyatroları günümüzde Amatör Tiyatro kapsamı içinde yer alır." (http://www.tiyatrotarihi.com/tiyatro_terimleri/amator_tiyatro_nedir.html)Yukardaki tanımdan yola çıkarak Amatör Tiyatro'nun özellikleri şöyle özetlenebilir:Parasal kazanca bağlı değilSanatsal kaygı ve eleştiriyi ön plana almayan Sanatsal tat almayı ön planda tutanGenellikle ikinci iş olarak yapılan (son zamanlarda eğitim görülen meslek terk edilerek tiyatro yapmaya "soyunuluyor")Yapanların ait oldukları gurubun adıyla isimlendirilen tiyatro türü..Pek doğaldır ki yapılan her iş gibi , Amatör Tiyatro da siyasal,sanatsal ve kültürel yönelimler ile yapılır ; tiyatro sanatının yaygınlaşmasına katkı sağlar. Ancak Profesyonel Tiyatro'nun karşısında "seçenek" olması konusunda dikkatle durmak gerekir. Bu yazının vurgulamak ve tartışmaya açmak istediği de budur.Amatör Tiyatro Çevresi'nin Dünya Tiyatro Günü Bildirilerinden (1992 yılından günümüze bu bildirilerde, yıl sırasıyla Yavuzer Çetinkaya, Can Yücel, Sunay Akın, Sennur Sezer, Kemal Özer, Cengiz Gündoğdu, Yılmaz Onay, Sarper Özsan, Metin Balay, Veysel Atayman ve Orhan İyiler'in imzaları var ) alıntılar yaparak Bilgesu Erenus şu satırlarda Amatör Tiyatro'yu anlatıyor:"Sahnenin sınırlarını sokaklara, işyerlerine, grev çadırlarının önüne dek genişletti amatör tiyatro. Değerler dizgesinin altüst olduğu, duyguların ve emeğin yittiği günümüzde amatörlük; zor olduğu kadar onurlu bir anlam taşıyor. Bugün, geçmişin bu mirasına eklenecek yeni görevler söz konusu. Her şey yeniden gözden geçirilmeli bu kavşakta. Tiyatro (iktidar + medya) dilini reddetmeli, gerçekliğin dilini öğretmelidir.Teorik tartışmalarıyla, etkinlikleriyle, kurslarıyla, metin yazma denemeleriyle, dil arayışlarıyla, medyatik kültür ve iktidar ilişkileri eleştirileriyle, uluslararası buluşmalarıyla, sahnesiyle, imkansızlığıyla, gönüllülüğüyle, heyecanıyla, iktidardan kopartılmış, medyaya yasak koymuş, popüler / kitlesel kültüre dur demiş bir coğrafya olacaktır amatör tiyatroların alanı. Köreltileni yeniden canlandıracak, sanatı yeniden yaşamın içine sokacak yeni bir dil bulunmalı, yeni bir yaşama biçimi gündeme gelmeli. Eski halkevlerimizi, hâlâ diri okul tiyatrolarımızı, eski sokak tiyatrolarımızı hatırlarsak bu kaynağın değerini abartmadığım anlaşılacaktır. Ne mutlu, ülkemizin koşullara boyun eğmeyen amatörlerine!.. Aşağılanan insanın yeraltı sularına benzeyen gürüldemesiyle öfkesi ve nefreti çığ gibi büyüyor. Amatör tiyatrolar Prometheus'un ateşini yeniden insanlığın buyruğuna teslim edeceklerdir. İstiyoruz ki, ülkemiz amatör tiyatro denizi olsun. Güzel bir dünya için, sömürüsüz bir dünya için, barışçıl bir dünya için, bütün tiyatro emekçileri hep birlikte Heya mola!..."Anlaşılan Profesyonel Tiyatro'nun yapamadıklarını gerçekleştirecek bir platform olarak görülmüş Amatör Tiyatro. Ama "Prometheus'un ateşini yeniden insanlığın buyruğuna teslim etmek" gibi zor görevi taşıyabilir mi? Erenus'un yazısından şu satırlar belki de sorunun cevabıdır :"Onbir yıllık bildiri sahipleri, hepsi de doğru, hepsi de güzel söylemiş. Benim söyleyeceğim ise önce bir soru, bu onbir yıllık süre içersinde amatör tiyatro çevresi içimizi titreten "evet işte bu!" dedirten hangi tiyatro etkinliğini gerçekleştirdi? Amatör Tiyatrolar Çevresi bu onbir yılda denenmişi denenmekten vazgeçebildi mi? " (http://www.tiyatrokeyfi.com/gundem/korkmuyoruz.html)(İstanbul Alternatif Tiyatrolar Platformu'nun da yaklaşık 10 yıldan sonra "Platform" yerine "Girişim"i kullanmasını da bu bağlamda dikkate sunmak isteriz.)Mehmet Esatoğlu 2006 yılında bir yazısında:" Herkesin bir iş kolunda çalıştığı ya da bir okulda okuduğu akşam saat 18.00 den sonra tiyatro ürettiği toplulukların birlikteliğinden oluşan ATÇ, 80'lerden bu yana bir dolu bilgi birikim ve dayanışma örneğinin ürediği bir örgütlenme oldu.60'lı yıllara dayanır amatör tiyatroların ülkenin dört bir yanında var olarak resmi ve ticari çatıların dışında sanat üretişi. 70'lerin ortasında ise örgütlenme çabalarına başlar amatör tiyatrocular.Ülkemizin önde gelen yazarları, şairleri bu birliktelik için yazılar kaleme aldılar. Tiyatro ve sinema adamı Yavuzer Çetinkaya 1992 yılında "Ayva ağlasın, nar gülsün. Yağmur yağsın. Damlacıklar yapraklarda ışısın. Işık olsun gözümüze. Tiyatroya yani" dedi.Can Yücel; "ahali içinden çıkacak semt tiyatroları, tiyatrodan soğumuş kitlelere yeni köprüler yapındıracaktır" önerisini yaptı. Sennur Sezer; "Amatörlük aşktır! Ve aşk hep genç kalır" dedi ve Mehmet Akan; " Henüz kırmızı kadife perdeler, çok katlı düğün pastası misali yaldızlı salonlar, tanrılar, tanrıçalar, denli erişilmez yıldızlar yoktu. Ama tiyatro hep vardı. İnsanlar henüz okumayı, yazmayı bilmiyorlardı. Ama oynamayı biliyorlardı" diyerek tarihimizi böyle yazdı.Amatör Tiyatrolar Çevresi'nin ise sloganı farklıydı; şairin dediği gibi "ellerimiz var birbirimize verecek" diyordu. Bu perspektifle hiçbir resmi ya da ticari kurumdan destek almadan yalnızca kendimizin ve çevremizin emeğine dayanarak yüzlerce etkinlik var ettik."(http://www.tiyatroevi.com/modules.php?name=Kose_Yazilari&op=viewarticle&artid=41)Bu sözler Erenus'un yazısının son paragrafındaki:"Amatör Tiyatro Çevreleri dünya ve toplumdan sorumlu olduklarını haykırabildikleri zaman, medyanın dev aynasında kendini seyretmeye alışmış bu cüceler saklanmak için bir çalı dibi arayacaklardır. Şu anda bizim yüzümüzden meydanı boş buldular." daki gibi bir umudu, tiyatro'da "Kurtuluş"un yolunu gösteriyordu.Bu görüşleri destekleyen/besleyen bir başka alıntı da şu:"Bugün için entelektüelin karşılaştığı baskıların hepsine amatörizmle karşı çıkmak mümkündür.Amatörizm,kar ya da ödül beklentisi gütmeden tabloyu daha geniş çizmeye,belli çizgiler ve engeller arasında bağlantılar kurmaya duyulan aşk ve dinmek bilmez bir merakla,bir uzmanlık alanına kapatılmayı reddederek,belli bir meslekten olmanın insana getirdiği her türlü kısıtlamaya rağmen düşüncelere ve değerlere özen göstererek hareket etme isteğidir."(Büo yıllık 2004-2005 sayı 6-"Entellektüelin Toplumsal İşlevi")İşte belki de bu nedenlerle,"Kar ve ödül beklentisi güdülmeden", "Uzmanlık alanına kapatılmayı(!) reddederek" "Belli çizgiler ve engeller arasında bağlantılar kurmaya duyulan aşk ve dinmek bilmeyen bir merakla" mühendislik,tıp, hukuk, iktisat okumuş ve tiyatro yapmaya "soyunan" entelektüel gençler bu görüşlerden destek alıyor.Giderek yaygınlaşan bu bakış açısı, tiyatronun konservatuvar gibi "felsefesi olan-kurallı-disiplinli bir eğitime" gereksinim duymayacağı yolundaki fikirlerin taraftar bulmasını sağlıyor:"Konservatuvara giremeyen gençler üzülmesinler ki tiyatroyu yapabilmek için konservatuvar şart değildir. Böyle bir kanun yoktur! Doktor olabilmek için tıp okumak şarttır; ama oyuncu olabilmek için konservatuvar okumak şart değildir. Önemli olan bu işin eğitimini düzenli bir şekilde alabilmek, emek verip ter dökebilmektir. Konservatuvarın avantajı şudur ki; eğitimi düzenli olarak alabilir, dört yıl gibi kısa bir sürede büyük bir birikim sağlayabilirsiniz. Tiyatro yapabilmek için mutlaka ama mutlaka eğitim şarttır. Bu eğitimi konservatuvarda, halkevlerinde, özel tiyatroların açtığı kurslarda, ustalardan özel derslerle, okulların tiyatro kulüplerinde alabilirsiniz. Önemli olan kendini ne kadar donattığın, düşüncelerini ne kadar geliştirdiğin ve yeniliklere ne kadar kendini açabildiğindir.Tiyatro yapabilmek için konservatuvar şart değil; eğitim şarttır!"(http://www.tiyatrodunyasi.com/makaledetay.asp?makaleno=424&tiyatro=KONSERVATUVAR_EGITIMI_SART_MI?)Bu tip görüşler ,profesyonel oyunculardan da destek alıyor:"Karakaya, alaylı olarak oyunculuğun sırrını şöyle açıklıyordu: "Konservatuvar nedir? Boğaz'da balık yersin 50 liraya, balık pazarında aynı balığı 5 liraya yersin. İkisi de aynı balıktır. Ama Boğaz'da yediğin balığın yanında garnitürü vardır. Bir oyuncunun en mühim malzemesi yeteneğidir. O yeteneğin ardından gelenler garnitürdür. Yetenek olmadan da oyuncu olunmaz." İsmail Dümbüllü ödülünü alan Feridun Karakaya, 'Scape'nin Dolapları' adlı oyunda gösterdiği performans dolayısıyla 'Legion D'Honneur' ödülünü de almıştı."(http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=114383)Yani verilmek istenen mesaj, tiyatronun yetenek işi olduğu, konservatuvarın garnitür olduğu, alaylı bir tiyatro oyuncusunun Legion D'Honneur ödülü alabildiğidir.Giderek , yeteneğinden başka bir özelliği olmayan bir oyuncu, gündemde "Sanatçı,Tiyatrocu" diye saygı görmeye ,alkışlanmaya başlar.Eğer ülkede anlayış bu noktaya gelmişse eğitim verenler düşünmelidir. Eğitimi temsil eden saygın bir öğretim üyesi de yakınmaktadır:"…tiyatro yapanların sırası gelip de sorulduğunda açıkladıkları sanat anlayışları , politik eğilimleri,tiyatromuzun bugünkü durumu ve sorunları hakkındaki görüşlerinin çoğunlukla basmakalıp genellemelerin tekrarı olduğu görülmüştür. Tiyatro sanatçıları tiyatro sanatı konusunda yazılmış kurumsal yapıtları okumaktan kaçınırlar çoğunlukta.Yaratıcılığın sanatçıya özel bir ayrıcalık olarak bağışlanmış bir tanrı vergisi olduğu inancı öylesine baskındır ki,yaratıcılık ile yetenek,yetenek ile bilgi birikimi ,bilgi birikimi ile dünya görüşü arasındaki ayrım,tiyatro konusunda yapılan kongrelerde,açık oturumlarda, panellerde bile tartışılmaz."("Dünden Bu güne Tiyatro Düşüncesi"- Sevda Şener)"Eğitimin konservatuvarda alınması şart değildir" görüşü, tartışılması gereken bir inançtır. Zira "Tiyatro yapabilmek" için şart olan eğitim , "Tiyatrocu" olmak için yeterli değildir. Bu eğitim sizi dizide oynatabilir, "Usta"nızın tiyatrosunda sahneye çıkartabilir, eteğine tutunduğunuz yönetmenin filminde size başrol verdirebilir ama sizi "Tiyatrocu" yapmaz.20 yaşına kadar eline keman almamış birinin, kemandan ses çıkarabildim diye, keman çalmayı öğrendim , eşim dostum da beni dinler diye konser vermeye hakkı vardır tabi ama o kadar ! Müzik eğitiminin verildiği konservatuvar için yapılmış olan aşağıdaki tanımlama tiyatroya da kolaylıkla uygulanabilir:"Kendi kültürel geçmişinin bütün zenginliklerini içinde barındıran müziğini iyi bilen, Batı Müziği ile gerekli ilişkiyi kurmuş ve dünyada var olan müziklerden haberi olan, müziği sanatsal değerinin yanında bilimsel bir inceleme alanı olarak da kabul eden, sanatına, kültürüne hakim, uluslararası platformda benzerlerine örnek teşkil edecek mezunlar vermek başlıca hedefleri arasında yer almaktadır. Özgünlüğünü ve tarihsel değerlerini korumanın yanı sıra Türk Müziği'ni dünyaya tanıtmak, sanatsal ve bilimsel bir bakış açısı ile geliştirmek, bu doğrultuda öğrencilerini eğitmek temel amaç ve görevlerindendir."(http://www.tmdk.itu.edu.tr/tarihce.htm)Galiba amatörlüğün bu kadar ön plana çıkmasının nedeni, ülkemizdeki konservatuvar eğitiminden kaynaklanmaktadır.Konservatuvar eğitimi felsefesi olan, sistematik, bilimsel bir eğitimdir. Bunun yerine "sadece eğitim gerekir" demek kulağa hoş gelir ama yeterli değildir. Eğitimin,tiyatro dünyasının gerekli kurumlarının oluşturulmasına doğrudan , dolaylı katkılar yapması gerekmez mi?Bunun ne demek olduğunu anlamak , aradaki farkı görmek için dünyadaki konservatuvar eğitim programlarını incelemek yeterli olacaktır.
Akademik eğitim olmasa da olur mu?
Dünyada konservatuvar eğitimlerinde temel amaç "profesyonel hazır olma durumu"nu kazandırmaktır ki bu içinde pek çok şeyi kapsar: Profesyonel alışkanlıklar edinme, gösteri ve performans için hazırlık; oyunculuk eğitimi ; repertuvar geliştirme ; mülakat ve iş idaresi becerisi kazanma ; ajans yönetimi,rol dağılımı,sözleşme yönetimi bilgisinin verilmesi;oyun yönetme,müzik,dans ve oyunculuk eğitimlerini kapsar. Ama yeterli değildir. Dünya ve yerel tiyatro tarihi, gelenekselden alternatif tiyatro akımlarına kadar bilgilenme,çağdaş kültürü algılama,karşılaştırma,entelektüel ve kavramsal temellerin geliştirilmesi, tarihsel, kültürel, felsefi fikir ve motivasyonların etkisi altında esinlenme ve şekillendirme ; kavramsal haritalarla kendi yönünü belirleme,örnek kişilik ve sanat duruşu yaratma,sadece sahne performansı ile değil ayni zamanda yazma ve konuşma ile ifade yeteneklerinin geliştirilmesi; dini geleneklerden beslenme,sosyal yaratıcılık,düşünce dünyasının zenginliklerinin farkında olma, entelektüel yaşamın,felsefenin kültür ile yorumu sanatçının bireysel ve toplumsal tartışmaların içindeki yeri vb. pek çok konuyu içerir. Eğitimde "Learning by doing-yaparak öğrenmek" esas olmalıdır. Konservatuvarların sürekli oyun sergileyecekleri, yönetecekleri, uygulama sahneleri olmalıdır. Eğitim, salt sene sonu/mezuniyet gösterileri ile sınırlı kalmamalıdır." Tiyatrocu Kimliği"nin kazandırılması ; tarih,felsefe ve kültür alanlarında entelektüel ve kavramsal becerilerin ve itici güçlerin geliştirilmesi nasıl gerçekleştirilebilir ?İnsan okuyarak bilgi sahibi olabilir ama "Tiyatrocu" olamaz.Tiyatroculuk oyunculuk yeteneklerinin geliştirilmesi ile sınırlı bir alan değildir. Tiyatrocu salt oyuncu değildir. Tiyatrocu kendi alanında uzman bir sanatçıdır. Her meslek gibi onun da hayata bakışı, algılayışı, toleransı, çözüm yöntemleri vardır ve bunlar aldığı eğitimin bir sonucudur. Tiyatrocu, Profesyonel Tiyatro'nun olmazsa olmazıdır.Belki de salt "Oyunculu"ğa dayanan tiyatro, "duruşu" olan ve toplumu arkasından sürükleyecek Tiyatrocu'lara ihtiyaç duyulduğunun farkında değildir.
Amatör tiyatroların aralarındaki ortak yönler ve farklar nedir?
Semt tiyatroları, sendika tiyatroları, mezun tiyatroları, köy tiyatroları, öğrenci tiyatroları amatör tiyatro kapsamında değerlendirilir.Ortak paydaları tiyatro olmasına karşın aralarında farklar vardır. Dikkat edilecek olursa bu isimlendirme, "Tiyatroyu yapan"lara bağlı olarak yapılmaktadır. Tiyatro yapanların eğitim düzeyleri, kullanılacak yöntemi ,konuyu ve ufku belirler. Ama "Amatör Tiyatro" bir ( sadece tiyatroyu değil hayatı da) öğrenme platformudur. Amatör tiyatro çalışmalarında konservatuvar düzeyinde eğitim alabilmek mümkün olmaz. Zira amatör tiyatronun düzeyi, gurubu oluşturanların "ortak aklı" kadardır. Bir tesbiti de yapmak zorundayız. Amatör tiyatro çevreleri tiyatro üzerine daha çok tartışıyor,okuyor… Ama kendisi de öğrenme sürecinde.. Öğrendiklerini paylaşırken "uzmanlaştığı" iddiasına kadar götürebiliyor işi .
Amatör tiyatronun güçlü ve zayıf yönleri nelerdir?
Tiyatro sanatının yaygınlaşmasına katkıda bulunur; ayni kültürel kaynaktan beslenenleri birleştirir ; içinden çıktığı seyirci gurubuna daha "inandırıcı" gelir. Amatör tiyatronun sağduyusu yüksektir, doğru teşhisi yapabilir. Bu nedenle nasıl söylediğine değil ne söylediğine iyi kulak verilmelidir. Ancak,tedavide çözümü yavan olabilir ya da hiç olmayabilir.İletişimin bu kadar yaygın olduğu , "basma kalıbın" bu kadar kolayca değer bulduğu ortamlarda özgün düşünce üretmek de zordur. Amatör tiyatronun önündeki en büyük engellerden biri de budur. Bu durum "kendisi"ni tanımlamayı,olmayı güçleştirir.Amatör Tiyatro bazen dozajı fazla gelmiş bir ilaç gibi hem yapanı hem seyredeni "öldürür". Amatör tiyatroda "dozaj" önemli bir sorundur.
Seyirci ile ilişki
Tiyatronun "olmazsa olmazı" seyirci ile olan ilişki de yapılan tiyatroyu belirler Kendisi de öğrenen tiyatro Amatör Tiyatro'nun seyircisine sorumluluğu kısıtlıdır. Hoşgörü tabanlıdır. "Amatörlük", seyircinin beklentisini belirler. Bazen mazeret olarak ileri sürülebilir.
Amatör Tiyatro'dan ne beklenmeli?
John Ruskin(1819-1900) resim konusunda görüşler sunmuş bir sanat adamıdır. "Amatör Tiyatro" deyince onun söylediklerini hatırlarız :"Bilinçli anlama sürecini gerçekleştirmek için en etkili yöntem güzel yerleri sanat yoluyla tasvir etmektir.Bunun için gördüklerimizi,yeteneğimiz olup olmadığını düşünmeksizin resme ya da yazıya aktarmamız gerekiyor.""Benim çabam marangozun ressam olmasını sağlamak değil,marangoz olarak daha mutlu yaşamasını sağlamak.""Öğrencilerime doğayı sevmeleri için resim yapmayı öğretiyorum ben , resim yapmayı sevmeleri için doğaya bakmayı değil.""Resim yapmak bundan önce nesnelerin gerçek görünümlerine karşı kör olduğumuz gerçeğini yüzümüze vurur."Bu alıntıları yapan Alain de Botton da şunları yazıyor:"Ruskin'e göre resim,hiç yeteneği olmayan insanlar tarafından yapıldığında bile değerliydi çünkü bize görmeyi öğretiyordu;resim sanatı sayesinde bakmak yerine fark etmenin bilincine varıyorduk.Yaşamım boyunca onca meşe ağacı görmüşümdür,ancak onların birbirlerinden farklarını,Langdale vadisinde bir saat boyunca bir tanesinin resmini çizerken anladım. Resim sayesinde zevklerimizi daha kolay ifade etmeye başlar,güzellik ve çirkinlikle ilgili yargıya varabilmemizi sağlayan bir estetik geliştiririz. Bunu sevdim den bunu sevdim çünkü'ye geçeriz.İşte bu bilinç ve farkındalık sayesinde hafızamız keskinleşmeye başlar. Pompei sütunu 'nun üzerine ismimizi kazımak gereksiz görünmeye başlar artık."(Seyahat Sanatı-Alain de Botton)Tüm yukardaki alıntılarda "resim" yerine "tiyatro"yu koyun ve öyle okuyun.Amatör Tiyatronun önemini anlayalım ; bu öneme uygun değer ve itibar kazandıralım ama Profesyonel Tiyatro'ya "seçenek" olarak görmeyelim.Zira aksi görüş, hem Amatör Tiyatro'yu hem de Profesyonel Tiyatro'yu olması gereken yere getirmiyor.
Melih Anık
Not: Bu yazıyı okuyanlardan bazıları geçmişten örnekler vererek, Muhsin Ertuğrul'dan başlayarak konservatuvar eğitiminden geçmemiş ama tiyatro tarihimizde çok önemli kilometre taşı olmuş Tiyatrocu'ları hatırlatacaklardır. Şimdiden söylemek gerekir: "İstisnalar kaideyi bozmaz". Çok özel dönemlerde çok özel insanların varlığı da yukardaki görüşleri çürütmek için kullanılmamalıdır. (Çürütmek için pek çok başka sav bulunabilir tabi!) Bizim onlara saygımız ve sevgimiz vardır ama gelecek için bir tiyatro dünyası düşlüyorsak bu , taşların yerli yerine oturduğu, işin kuralına göre yapıldığı bir evren olmak zorundadır.

Proje : Histanbul

Garaj İstanbul'da Histanbul, Kemal Gökhan Gürses'in ayni adlı çizgi romanından yola çıkılarak besteci Evrim Demirel ile kurulan ortaklıkta, farklı disiplinlerden gelen yaratıcılar ile ortaya çıkarılmış bir "Proje". Biliyoruz ki yukardaki giriş , bir gösteri eleştirisinden daha çok İstanbul'daki herhangi bir konut "Proje"sini anlatmaya benzedi.Ama ne yapalım ki "ortaya çıkaranlar" "proje"lerini bu sözlerle anlatmayı seçmişler.Gösteri sanatını ilgilendiren bir çalışmanın o sanatın terminolojisi ile değil de başka bir işin jargonu ile anlatılması sanatı ticaret ile birleştirirken kullanılan yollardan biri. Bu yol, sonunda da ister istemez sahne kenarında durup sahneden gelen müzikle dansederek, coşar gibi yapmaya , alkış başlatmaya ve de kendi yarattığı "proje"yi yine kendi "bravo" çığlıkları ile "taç"landırmaya kadar gidiyor. "Bitse de gitsek" ruh halini çoktan giyinmiş seyirciler , "projeci"nin "ittirmesine" kapılıp ayıp olmasın diye alkışlarını gönderiyorlar, "ağlatıcı"ların havasına kaptırıp kendinden geçenler gibi.Onları görünce Tolstoy'un sözlerini hatırladım: "….hayran olma zorunda hissetmelerine tanık olmaksa,büsbütün katmenlendiriyordu içimdeki acı duyguyu." (Tolstoy-"Sanat Nedir?")"Proje" ,zemin etüdleri yapan jeolog Ali Bora'nın bir sokak arasında karşılaştığı kadının İstanbul mu, yoksa bir tahayyül mü olduğunu anlaması için yedi tepeyi dolaşması üstüne bir çeşitleme.Bu medya bilgilendirme notundan yapılmış bir alıntı. Ama ortaya çıkan "proje", bir post-modern palyaçonun beyazlar giymiş bir kadınla birlikte eğik platformlar üzerinde, "sis"ler içinde çıplak ayakla dolaşması…Proje'nin hemen girişinde "Rakı ile yaşar" diye tanımlanan asırlık bir kentin sahnede içine düşürüldüğü kuyunun , gerçektekinden hiç de farklı olmadığının sinyallerini aldık. Gördük ki asırlar boyunca güzelim kente edilenler 90 dakika boyunca sergilenen "Proje"de de bir başka boyutta yinelendi."Malını dövenlerin kenti İstanbul" tanımındaki sığlık; "İş misin sipariş misin?" ile yapmacıklı sokak ağzı;"Beyoğlu-yarı açık kerhane…" saçmalığına yapılan gönderme ile "sığ"dan alkış alma çabası;"İstanbul çağların görmeye korktuğu düştü"deki "entel" söylem; "Aman canım neyse"de vurdumduymazlığın kolaycı eleştirisi; sempati avcılığı;"Salla bizi İstanbul"daki "tribün" slogancılığı; "Mahalle ayakta ama alışveriş merkezi yıkılmış" daki kulaktan duymalık.. "Teneke tepe" benzetmesinin sıradanlığı.."Kasıklarının arasında hissedilen İstanbul…" ile Histanbul'un kasık arasına düşürülmesi ve duygunun yerle bir edilmesi…."Sahip olunamayan İstanbul'dan kaçış"daki eski Türk filmi ruhu..."Deprem ile korkutulan şehir" sakızının çiğnenmesi.."Bu şehir insana tuzak kuruyor" ile şarkılara sarılma. "Ben gitmem bu şehirden" ile biten melodramatik son…Histanbul,yukardaki örneklerle çok konuşup hiçbir şey söylemeyen bir gevezelik haline dönüşmüş. Sanatçı duyarlı ama bilinçli olacak. "Söylediğini bilecek. Kullandığı sözcüklerin içini dolduracak."(Garaj İstanbul'un Manifesto'sundan) Salt "His" yetmiyor!Asıl sorun , sorunlara ,gündelik yaşam çizgisinde "sokak"tan bakan çizgi roman ruhunun, sanatın kanatları ile uçurulamamış olmasıdır. İçine ne kadar Sait Faik, Tevfik Fikret ,Orhan Veli katarsanız katın özü tatsız olan bir metni tatlandırmanız mümkün değildir. Üstüne üstlük bir de İstanbul gibi asırlık tarihi kucaklamış, tarihin yazılmasına neden olmuş yaşlı ama ulvi bir kent , sanatçı duyarlılığı ile değil "post-modernizmin "sokak" bakışı ile yorumlanırsa ortaya çıkan derinliksiz bir "iş" olur.Seyirciyi "yakalasın" diye aralara kattığınız şarkılar, şiirler yarattıkları anlık güzellikleri şarkıya,şiire borçludur. Ama bütünlüğü sağlayamazlar.Tevfik Fikret'in İstanbul'unu "rap"lamak bugünün "özgürlük" anlayışına göre "Neden olmasın? Putları yıkmak lazım" dan güç alır ve de destekçisi çok olur.Ve sahne kenarında "projeci"yi oynatır. Oldu mu? Olmadı ! Oysa "Histanbul", insanda olumlu çağrışımlar yapan mükemmel bir buluştur. Zaman zaman netliğini yitirse de sahneye düşürülen çizgiler ve çizgilerle oyuncuların iletişimi, özgün olmasa da hoş; oyuncuların sahneden dışarı taşan samimiyetleri ve çabaları da takdire değer. Üzerinde çıplak ayaklarla gezinilen platformlar sahnedeki durağanlığı gidermiş.Arkada, orgu ve ve bilgisayarı kullananlar "proje"nin epik ögeleri...Memet Ali Alabora'nın zıplayarak yürüyen ,omuzları düşük ,kolları ve paçaları kısa giysi içindeki palyaçosu "Depremle yaşamayı öğrenmeliyiz" pelesengini diline dolamış kentin şaşkın jeologunu anlatmak için seçilmiş post-modern bir figür olmuş. Roza Erdem'in güzel yüzü , İstanbul "umud"una yakışmış. Ama gerçek İstanbul tüller içinde ve beyaz değil ve onun kadar güzel gülümsemiyor.Geçmişte çok daha iyi gösterilerini gördüğümüz; seyrettikleri bir oyunu yarıda bıraktıkları anda bile yaptıklarında bir "hikmet" aradığımız Övül ve Mustafa Avkıran'ın bu "proje"si hayallerimizi kırdı. Hele de "Gösteri sanatlarının zamanı geri geldi."; Söylediğini bilen,kullandığı sözcüklerin içini dolduracak..; Sahici ve samimi..; Yeni bir terminolojiye ihtiyaç var.." sözleriyle manifestosunu yayımlamış gurup düşünüldüğünde….Garaj İstanbul bir "proje" olabilir ama içindeki gösteriler değil.Sanat "proje"lendirildikçe "meta" haline gelir. O zaman seyirci de "müşteri" olur. Proje Müdürü olan yönetmen de "malı" nasıl satacağının hesaplarını yapmaya başlar. Bu "Kendini bağımsız yapıtlar üzerinden var etmenin bir yolu" olabilir mi? Sanatçı'nın projesi yoktur gösterisi/oyunu vardır. Proje'nin ise patronu vardır; muhasebesi vardır. Sanatçının muhasebesi ise patronun muhasebesinden farklıdır. Tolstoy "Bir insanın,yaşadığı bir duyguyu,belirli dışsal işaretlerle ve bilinçli olarak başkalarına yansıtması ve o başkalarının da aynı duyguyu yaşamalarından ibaret insani bir etkinliktir sanat" diyor.("Sanat Nedir?")Umarız Övül ve Mustafa Avkıran, Histanbul ile ilgili olarak kendi "muhasebe"lerini "sanatçı" olduklarını hatırlayarak yaparlar.
Melih Anık

Oyun Atölyesi - Testosteron: Soytarılar Panayırı

Polonya tiyatrosu
"Polonya Tiyatrosu'nun 20.yüzyılda önemli bir tiyatro haline gelmesinde ,hiç kuşkusuz tiyatro sanatında değişik biçimler arayan sanatçıların rolleri büyüktür.Polonya tiyatrosundaki devrimci hareketler,her şeyden önce ,deneysel tiyatronun ortaya çıkması için verimli bir toprak oluşturmuştur.Romantik ve antik tiyatroyu bünyesinde barındırma hayali ile Wyspianski; düşsel ve şiirsel bir tiyatro düşüncesini benimseyen Micinski ; anlama sorumluluğunu tamamen seyirciye bırakan Witkiewicz; Mrozek,Tadeusz gibi geleceğin absurd tiyatro yazarlarına yol gösteren Gombrowicz; laboratuar tiyatrosunun kurucusu Grotowski ve "Yoksul Tiyatro" Polonya Tiyatrosu'nun dünyaya armağan ettiklerinden bazılarıdır.1968 yılında Rusların emri ile Çekoslavakya'ya asker göndermek pek çok Polonyalı'yı derinden yaralamış.Sansür ,pek çok yazarın ülkesini terk etmesine neden olmuş.1970'lerde ardı arkası kesilmeyen grevlerle çalkalanmış ülke.Bu dönemin çocukları ne savaşın zorluklarını yaşadı ne de Stalinizm'in katı kurallarına boyun eğmek zorunda kaldı.Ancak yine de özgür değillerdi.Polonya Tiyatrosu 1960'larda doruklarını yaşadı. 70 lerde bu artistik arayışlar hız kaybetti.Bu dönemde Helmut Kajzar oyunları ile düşle gerçek arasındaki sınırı aşmanın peşinde idi.Mrozek gerçeğin tüm katmanlarında absürdün varlığını keşfediyordu.Dönüşsüz bir yolculuğa çıkan kahramanın dramını grotesk bir biçimde anlatıyordu. Rozewicz ise eserlerinde uygarlık ,kültür ve tarih karşısında insanın yalnızlığını önemli bir motif olarak alıyordu. "Happening" tiyatrosunun öncüsü,rejisör,ressam,sahne tasarımcısı,yazar,tiyatro kuramcısı ve aktör Tadeusz Kantor, "Ölüm Tiyatrosu" adını verdiği kendi modeli üzerinde çalışmaya başladı.1981 yılında ülkede sıkıyönetim ilan edildi.Tıpkı 1939-1945 yılları arasında olduğu gibi kültür yeniden yeraltına indi.Bu dönemde aydın kesim, işçi ve köylü tarafından destekleniyordu. Herkes geçmişi anlamanın ,tarihten ders çıkarmanın peşine düşmüştü. Rosewicz,Mrozek yine sahnedeydi. Kayjar,Lubienski,Bardijewski yeni oyunları ile mücadeleyi yeraltında sürdürüyorlardı.1990 da Polonya'da politik düzen değişti.Polonya Tiyatrosu'nda yazarlar kadar rejisörlerin de önemi arttı.2000 li yıllarda Oscar Onur Ödülü alan Wajda; Dürremant'tan Mayakowski'ye kadar pek çok önemli yazarın yapıtlarını başarıyla sahneleyen Jarocki; Polonya klasiklerini çağdaş yorumlarla sahneleyen Swinarski; Polonya Tiyatrosu'nun "kötü çocuğu" Hanuszkiewicz; "Tembel bir İsyancı" Grzegorzewski; James Joyce'un Ulisses'ini sahnelemeye cesaret etmiş Hubner; "Sanat gerçeğe teslim olmaz" diyen Zurowski ; "Aktör seyirciden bağımsız ama her zaman seyirci için olacaktır" diyen Lupa; Shakespeare yorumları ile ünlü Warlikowski; Thomas Eliot ve Witkacy gibi yazarları sahneleyen Zadar, Polonya Tiyatro'su tarihindeki yerlerini almışlardır.Polonyalı tiyatrocular sözlü,sözsüz oyun alanından,kukla dans tiyatrosuna kadar yeni denemeleri , tiyatro uygulamalarında kullanmaktan çekinmediler.Özgürlüklerin kısıtlandığı dönemlerde bile bağımsızlık peşinde olan sanatçıların düşüncelerini savunduğu bir arenaydı sanat."(Neşe Taluy Yücel-"Yeni Arayışların Tiyatrosu"-Mitos-Boyut 305)Testosteron'u tercüme eden ,Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Leh Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi Neşe Taluy Yücel'in Polonya Tiyatrosu'nu inceleyen kapsamlı yazısından özetlediğimiz yukardaki satırlar içinde Testosteron'un yazarı Andrzej Saramonowicz'in adının geçmemiş olması bizim tercihimiz değildir.Neşe Taluy Yücel bahsetmemiş. Zira Saramonowicz öncelikle bir senaryo yazarı ve sinemacıdır.Testosteron, başlangıçta tiyatro sahnesinde görünmüşse de(2002) ilgi çekmesi herhalde sinemada 2 milyona yakın kişi tarafından seyredilmesinden (2007) sonra olmuştur.
Haluk Bilginer ve Oyun Atölyesi
Haluk Bilginer ,Türkiye'de tiyatroya ilgi duyan herkesin hemfikir olduğu gibi ,Türkiye'nin övündüğü tiyatroculardan biridir. İsmi ile oluşmuş haklı gurur tablosu , onun değerini anlamış seyircinin sevgi ve saygı dolu hayranlığının bir sonucudur. O , herhalde tiyatroyu anlayan kişilerin başında gelir ve neyin ne olduğunu da bilir.O, fuayesine astığı (desteğine teşekkür ettiği seramik şirketini bir yana bırakacak olursak) "Bu tiyatro salonu özel ve kamu hiçbir kurum ve kuruluştan destek alınmadan yapılmıştır" sözleri ile bir "duruş"un temsilcisi olmuştur.O :"Ben derdimi anlatamadıysam sahnede sorun bende. Seyirciyi geri zekâlı yerine koyup "Burada bir şey yapıyorum bak anlamayacaksın sen şimdi" diyemem. Bu ne iktidardır. "Anlamadım" diyenlere de "Gel, anlatayım" diyorlar. Güzel kardeşim sahnede anlatacaksın meyhanede değil. Neyi deniyorlar bir bilsem ben de deneyeceğim. 'Deneysel' tiyatro yapanlar natürmort çizmeden Picasso olmaya çalışıyorlar." diyecek kadar idealist ; "Biz Cihangir Cumhuriyeti'ne oyun yapmıyoruz. 30-40 kişiye, 'deneysel', neyi denediği belli olmayan tiyatro sahnelemek tiyatro yapmak anlamına gelmiyor" diyecek kadar lafını sakınmaz;"Bizim oyunu Ayşe Teyze'yle Ahmet Amca anlamıyorsa bir yerde yanlış yaptık demektir. Çünkü biz onlara oyun yapıyoruz, ama tüm bilgi ve birikimizi sahnede kullanarak." diyecek kadar da iddialı bir kişidir.Onun bu ödün vermez tavrı, yanında çalıştırdıklarını da "Kendi paramızla tiyatro yapıyoruz. Bu, dünyanın en keyifli işi. Arkana devletin konforunu alacaksın sonra özgün sanat yapıyorum diyeceksin... Ödenekli tiyatrolarda yapılanlar ne özgür, ne özerk, ne de sanatsal açıdan ağırlığı var" "Türk tiyatrosu için çıkışı İngiltere'de aramak, orada bulunan çözümü kendine giydirmek için budala olmak lazım" diye söyletir. (Efnan Atmaca söyleşisi-18 Mayıs 2006)O "Oynanmadık Shakespeare oyunu kalmasın" ve "Her yıl bir Shakespeare" sloganıyla yola çıkan ve 2004 den bu yana Othello, Atinalı Timon ve Hırçın Kız'ın yanına Cimri, Azrailin Gözyaşları,Ermişler ve Günahkarlar,Jeanne D'Arc'ın Öteki Ölümü,Evlilikte Ufak tefek Cinayetler'i koyan bir tiyatronun Sanat Yönetmeni'dir.İşte bu yönetmen , Polonya Tiyatrosu'nu, onun dünyaya armağan ettiği değerleri bilmez mi? Bilir elbet. Bilir de neden Testosteron'u seçer?
Testosteron ve Yazarı : Andrzej Saramonowicz
Testosteron (rejisörü,metni,dekoru,kostümü,oyuncusu,rol dağılımı olduğuna bakmayın) "tiyatro"ya "uzak" bir gösteridir.Yazarın esas mesleğinden gelen bir alışkanlıkla senaryo tekniği ile yazılmış , zekası az, komiklikler seçkisidir."Okuyucu bulursa her konuda ve her koşulda rahatça yazabilme yeteneğine sahip olduğu söylenen" yazar ,Testosteron'u mutlaka "Oynayan bulunur mu?" merakı ile yazmış olmalıdır. Yazarın kendi ifadesiyle "Testosteron,görevi gereği seyirciyi eğlendirmek ve onu mutlu etmek durumunda olan başarılı bir komedidir.Seyirci biraz gülecek ama belki de kafasında bir şeyleri oturtacak.Çünkü benim oyunum cinsler arası ilişkiler konusunda doğru düzgün,sosyolojik bir derstir tümüyle" (Kendine geçer not veren yazara da pek sık rastlanmaz hani !) Saramonowicz örneğin kavşakta yanan kırmızı ışığın caddeye çıkılmaması gerektiğini bilmek gibi,farklı şeyleri bilmenin de iyi olduğunu söylüyor . Testosteron'da yaptığı gibi bilinen "klişe"leri ordan burdan toplayarak diyalog yazmakla tiyatro yapılamayacağını da biliyor herhalde,içine doğduğu köklü ve dünya çapında bir tiyatro ekolünden geldiğine göre. Bilinen sahne trükleri gösteriyi sürüklüyor(körüklüyor). Sahnelerde devamlılık yok. Sahne sahneyi hazırlamıyor. Oyuncu ortadan dalarak başka bir "fıkra"ya geçiyor.Hep bilinen, ayni olayın "acemi" tarafından tekrarlanmasının yarattığı komiklik ; yıllar sonra ortaya çıkan oğul ; ya da iki erkeğin ayni kadın ile ilişkiye girmiş olmasının anlaşılması.... Ama hakkını da yemeyelim. Kitaptaki metne bakacak olursak içinde yaşadığı topluma göndermeler yapabiliyor:Örneğin "Bu ne ulan helanın yolu mu Wilczy Szaniec'in planı mı?" derken Hitlerin gizli sığınağına;"Evet siz "Balladyna'nın musluğunu açmışsınız" derken Polonyalı romantik ozan Slowacki'nin trajik kahramanına;(Oyun Atölyesi Macbeth'in kanlı ellerini anıyor burada. Onlar da o kadarını bulabilmişler!)"Malysz'i geçtin" derken uzun atlama ve üç adım şampiyonuna;"Pilotaj kursundaki Araplar" derken 11 Eylül'e;"Mann ile Materna'nın talk show'u" derken tutulan bir tv programına;"Orada kargaşa,kalabalık kıyamet,korumalar falan…. Miller gelmiş" derken Başbakan'a;"Baba bırak şimdi Linda'yı oynamayı" derken abartılı oyunculuğu ile Polonyalı bir aktöre;"Wodecki'nin sürekli şakıması gibi" derken paparazilerin hedefi olan bir şarkıcıyagöndermeler yapıyor.(Testosteron/Mitos-Boyut 305)Oyun Atölyesi'ndeki gösteride zaman zaman yapılan tuluat ile "zararsız" dokundurmalar yapılmıyor değil. Ancak Shakespeare oyunlarına fütursuz bir cüretle "takla attırmakta" kendini "özgür" gören "Tiyatro Yöneticisi"nin nedense bu gösteride "nutku tutulmuş". Sahne, sanki "Olabileceğiniz kadar komik olun" talimatı almış 7 erkeğin kontrolden çıkmış çılgınlıklarının arenası haline gelmiş. Allah için her biri yeteneğinin sonuna kadar içindeki "cevheri" çıkarmaya uğraşıyor. Abartılı oyunculukları birbirlerini o kadar etkilemiş olmalı ki sahnede "ayni" olan 7 erkek var. Hepsi iç çekerek ağlıyor, hepsi ayni tonlamayı yapıyor; ayni beden dili ile deviniyorlar, ayni trükleri kullanıyorlar. Sırası gelen oyuncu kendi "stand –up"ını yapıyor. Ama sahnede 7 kişi olmalarına rağmen, "Ayni enstrümanı üfleyen 7 kişiden" orkestra çıkmasının olanaksızlığı nedeniyle ortaya tekdüze "Soytarılar Panayırı" çıkıyor.(Keşke gerçekten "soytarı" olabilselerdi diye de geçiriyoruz içimizden!) Gösteri, erkeklik hormonu üzerine… Ama inanın bazı değişikliklerle bu , ayni yapı kullanılarak 7 kadın gösterisi de olabilirdi. Bu sefer de erkekler kendi hallerine gülerlerdi herhalde.Polonya Tiyatrosu'nun özellikleri ile gösteri daha da zenginleştirilebilir miydi? Bu çabaya değer mi idi kuşkuluyuz.
Konu
Gösteri , nikahta reddedilen bir damadın çevresinde yapılan "Erkekçe geyik muhabbeti". Gariptir ki salondan gelen kıkırdama ve kahkahaların çoğu kadınlardan .. Kadınlar kendilerini aşağılayan esprilere gülüyorlar! Bu tür muhabbetlerde,erkeklerin askerlik anıları,kadınlar ve futbol ile sınırlandırılan "kültür" düzeyi, bu gösteride inceliksiz,kaba ve zaman zaman sözde Tarantino'vari(?) sert bir sahne cambazlığı ile verilmek istenmiş.İnternette yapacağınız kısa ve kolay bir yolculukta bulacağınız Tarantino- Saramonowicz ilişkilendirmesi de, bu sahne saçmalığına(ve de tiyatro yöneticisine) bir "felsefi derinlik" katmak için yapılmış olmalı. Ancak başlangıçta ekrandan verilen Rezervuar Köpekleri filminden sahneler , çizgili pazen pijamasından başka bir giysi içinde rahat etmeyen adamı smokine sokmak gibi anlamsız duruyor, olayı "kurtarmıyor".Alkış,kahkaha ve de övgü cümlelerini gereksiz bir bonkörlükle armağan eden seyirci ,gösterideki baba-oğul dialoglarının onda biri kendi başına gelse ne yapacağını algılamıyor. Ama ertesi sabah uyandığında , seyrettiklerinden geriye kalanların ne olduğunu anlatamayacaktır bile. Üzerinde konuşmaya değer bir şey yok da ondan. Amaca ulaşılmış,herşey anında tüketilmiştir.
Peki Neden?
Saygın bir Sanat Yönetmeni , her şeyin farkında olmasına rağmen ,Ayşe Teyze ile Ahmet Amca'nın algılarının bu düzeyde olduğuna kanaat getirdiği için mi bu gösteriyi seçmiştir acaba? Öyle olsa bile dünya tiyatro tarihinde ekol olmuş bir tiyatrodan çıkarabileceği bu kadar sınırlı ve dar bir ufuk mudur?Geçmişten gelen tiyatro çizgisine bakılacak olursa bu gösterinin, Oyun Atölyesi'nde bir dönüşüm noktası olacağı kesindir.Belki de yaşanan tecrübeler ile Haluk Bilginer , Ayşe Teyze'sine Ahmet Amca'sına "Hakettiğin budur " diyerek "Bir tabak buharlı su" ikram etmektedir.
Tiyatroya Yardım
Testosteron 2008-2009 yılı Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan ,63000 YTL ile en yüksek yardımı alan "proje"lerden biridir.(Salonu destek almadan yapmakla övündüğünü belirten tiyatro ayakta kalmak için yardım almaktan çekinmediğine göre artık fuaye duvarındaki yazıyı kaldırmalıdır.)Gösteriyi seyrettikten sonra Bakanlığımızın hoşgörüsüne, özgürlük anlayışına saygı duyduk ama bu proje için sunulan dosyayı da merak ettik doğrusu.
Pantalonlar Aşağı ve +18 ve de Tiyatronun Pazarlanması
Gösteri afişlerinde ve de program dergisinde yer alan indirilmiş pantalonlar ile çektirilmiş fotoğraf ve de "+18" ( 18 yaşın üstündeki seyirciyi anlatmaktadır.) pek muhtemeldir ki seyircinin "hayal gücünü ve beklentisini" arttırmak için yapılan bir "pazarlama"dır. Tiyatro Yöneticisinin program dergisindeki yazısında, alıntılar yaparak "olayı" büyütmeye yönelik girişimi de yararsız bir çabadır. Alıntıyı "fallus" ile ilişkilendirip politik söylem olarak işkence,dayak,savaş kelimelerine bağlama çabası havada kalmaktadır. Bülent Somay'dan yapılan alıntı yerine oturmamıştır.Bizim seyrettiğimiz gece salonda kendi sözleri ile "Selçuk Abisi"nin kanatları altında gösteriyi seyreden (kapı görevlisi kızlar tarafından "zaten her gösteriye geldiği" söylenen) 11 yaşındaki erkek çocuğun hayat derslerine(yazarın söyleyişi ile sosyoloji derslerine), gösterinin ikinci yarısında devam etmesine engel ve alelacele salondan "itina" ile uzaklaştırılmasına neden olduğumuz için üzgünüz.(!) Ancak salt o geceye mahsus olmadığı anlaşılan bu alışkanlığa karşı çıkmamazın bir işe yaramadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çocuk, çoktan alacağı dersleri almış ve ders vermeye başlamıştır herhalde. Kendini gösterinin havasına kaptırmış ama yanlarında oturan çocuğu görmeyen(?) seyirciye de şaşkınlıkla baktık. Acaba onlar da mı 18 yaşından küçüktüler?
Ticari Başarı
Oyunların kapalı gişe oynaması ticari bir başarıdır. Örneğin 30 gün içinde 10 defa oynarsanız 3 ay kapalı gişe oynama ; 3 ay sonrasına bilet satmakla talebi kışkırtma şansınız da yükselebilir.Ya da TV'de çok tutulan bir dizi oyuncusunu tiyatronuzdaki bir oyunda misafir etmeniz de başarılı bir taktik olabilir.Toplumun zaaflarını kullanmak da bir yoldur, medyada "editoryal" köşeler açmak ve abartılı alkışlar da..Gösterilere ilgi çekmek için yapılanlar, "Bir pazarlama başarısı" olarak algılanabilir(hatta sonuçlanabilir) ama tutulan yolun, uzun vadede, tiyatromuz üzerindeki muhtemel etkilerini kamunun dikkatine sunuyoruz.Tiyatrolarımızın ilgi görmesini elbette isteriz. Ancak tüm strateji ve taktiksel planlamalarda "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olma" riski de vardır. Bu anlamda tiyatro dünyamıza, dönemsel "başarı"lar için seyirciyi sonuna kadar "kullanmamalarını" öneririz.
Kostüm
Gösterinin kostümleri inanılmayacak kadar perişan bir halde idi. Ucuz kumaş, dikiş kullanılmış ve her gece ayni toz dumanın içinde kaldığı için artık eskicinin bile almayacağı kadar yıpranmış ceket ve pantalonlar ; nerdeyse tektekçiden alınmış gibi duran boyasız, derisi sıyrılmış ayakkabılar… "Adamlar kavgadan geliyor" diyenleri duyar gibiyiz. İyi de kavgaya seyirci olanlar da "düğünden" geliyor.
Oyuncuların Emeği
Gösterinin sonunda salonun yüksek sesli beğenileri(?) arasında en ön sıradan sesimizi duyurabildiğimiz oyunculara "Bizim alkışlarımız emeğinize, oyuna değil" diyebilmiş olmanın huzuru içindeyiz. Bu gösteriyi ve onun meslekleri içindeki yerini yeniden düşünmelerini öneririz.

Eleştirilerin "Pelesengi"
Belki biz gösteriye "katkıda" bulunanlardan bazılarının hocası olsak , her zaman yaptığımız "klasik" değerlendirmemiz ile "Zekice kotarılmış özenli bir sahneleme ve yaman bir oyunculuk gösterisi izliyoruz" diyerek bu yazıyı bitirirdik. Öyle bir durumda kalan bir hoca olmadığımıza ve ayni pelesengi tekrar etmek zorunda kalmadığımıza şükrediyoruz.
Melih Anık

Kenter Tiyatrosu'nda 39 Basamak ve Türk Tiyatrosu'nda Yaratıcılık

Kent Oyuncuları 39 Basamak isimli bir oyun oynuyor. Mehmet Ergen tarafından çevrilmiş olan eser, Mehmet Birkiye tarafından sahnelenmiş.
Ocak 2008'de sahneye çıkan oyun bu sezona damgasını vuracak gibi duruyor.13.Sadri Alışık Tiyatro Ödülleri(Nisan 2008) kapsamında ''39. Basamak'' adlı oyundaki rolüyle Okan Yalabık ''Yardımcı rolde yılın en başarılı erkek oyuncusu'' ödülünü aldı , Bülent Şakrak da ayni dalda 3 adaydan biri idi.
Eser ve Uyarlama
39 Basamak bir casusluk olayının içine düşen bir adamın hikayesi.1915 yılında John Buchan tarafından yazılan roman 1935 de Alfed Hitchcock tarafından sinemaya aktarılmış.2005 de Patrick Barlow roman ve filmden yararlanarak eseri oyunlaştırmış.1980 yılında "The National Theatre Of Brent" isimli topluluğu kurmuş olan Patrick Barlow,39 Basamak uyarlaması ile "Olivier" ve "Sahnedeki en iyi komedi" ödüllerini almış.Barlow, Hitchcock filminden yola çıkarak çok bilinen filmin dramatik sahnelerini komedi haline getirerek sahneye aktarmış. Sahnedeki oyun, filmin içindeki komik yönleri vurgulayan ve mizahı ortaya çıkaran bir uygulama olmuş. Oyunun başarısı ise çok bilinen, artık klasik sayılan bir filmden bilinen sahnelerin yaratıcı tekniklerle tiyatro sahnesine taşınmasından kaynaklanıyor.
Sahnedeki Oyun
Komedyen ve oyun yazarı Patrick Barlow , 30 karakterli bir casusluk hikayesini naif/çocuksu bir tavırla ve 4 oyuncu ile anlatıyor. Hakan Gerçek dışındaki oyuncular rolden role geçiyor .
Yaratılan mekanlar bu anlatıma çok uygun. Çocuk oyunlarındaki gibi merdiven, köprü oluyor; sandıklar , tren kompartmanı ya da bir araba.Ayni kapıyı döndürerek sanki malikanenin içinde odadan odaya geçiyorsunuz.Sahnede bir anda bir tiyatro salonunu , bir malikaneyi,bir çiftlik evini "görüyor"sunuz.
Yazar/Yönetmen seyirci alımlamasının kodlarına uygun simgeleri kullanarak trenin tepesinde yüzünüze vuran rüzgarı ; arabanın içinde yoldaki kasisleri size hissettiriyor.Oyuncuların bedenleri ile rüzgarda uçuşan çalı, şelale ve dere olmalarındaki yaratıcılık şahane.Gölge oyunu ile uçaklar uçuyor, insanlar dağları aşıyor.Seyircinin zekasına,aklına,hayal gücüne seslenen ve onlarla bütünleşerek anlam kazanan bir oyun bu!
Oyun seyirciyi hemen içine alıyor.Bu noktada bir tespiti paylaşmadan geçmeyelim : "Global" ve yerel alımlamalar birbirlerine yaklaşıyor. Aslında ,Türkiye "global"leşiyor.
Tanıdık bir oyun biçimi : Geleneksel Türk Tiyatrosu
Sahnede gördüklerimizi biz bir yerlerden tanıyoruz. Bu anlatım biçimi sanki bizden.Evet! Sahnede "Hokkabaz,Meddah,Kavuklu...." var sanki. Karşılıklı konuşmalar sanki orta oyunundan, Karagöz'den..
Sanki "Tekerleme" dinliyoruz sahnede.("Orta Oyununda " Tekerleme" de olmayacak bir olay anlatılır"-Metin And)İşte bu Yeni Dünya/Dükkan..("Orta oyununda dekor yerine kullanılan ve her şey olabilen Yeni Dünya ve Dükkan birbirine benzeyen iki,üç,dört kanatlı bir kafes ,bir paravanadır" Metin And)
Bir ayna,bir oturak, bir leğen ile "Berber Oyunu" yapan geleneksel tiyatromuzdaki "ruh" sahnede.
Meydan-ı Sühan karşısındayız.("Orta oyununda oyunun oynandığı alana verilen isim-Söz Meydanı"-Metin And)
Göstermeci tiyatronun içindeyiz.("Göstermeci tiyatroda gerçeğin yanılsamasını yıkmak için oyunda da eylemin akışı kesikliklere uğrar kısa sahnelere bölümlere parçalanır."Metin And)Yazar/Yönetmen, seyircisinin kim olduğu ile yakından ilgili.("Geleneksel tiyatro seyircisinin kim olduğu ile yakından ilgilidir." Metin And) Onun oyunu alımlaması için güçlü simgelerden yararlanıyor.
Kompartman sahnesindeki "Afedersiniz" , orta oyunu esinlenmesi ile "tekrar"ın güldürü ögesi olarak kullanılışına örnek.
Kapı kendi ekseninde dönüyor ve siz bir odadan diğerine geçiyorsunuz.Rüzgarda uçuşan çalı , şelale, dere olan oyuncu ,yaptığına müstehzi bir tavır almakta,bir "duruş" göstermekte. Tiyatro genlerinden gelen bir içgüdü ile ortaya koydukları bu "ince" oyunculuk takdire değer.("Orta oyununda sanki uzun bir yol alınıyormuş gibi meydanın ortasında dönülür.Bu dönmenin yol alma,bir yere gitme anlamı oyunun bir sayıntısı olduğu halde Kavuklu bu sayıntıyla alay eder." Metin And)(Sayıntı veya Saymaca- gerçekte öyle olmadığı halde öyleymiş gibi kabul edilen)Oyuncuların kendi yaptıklarına koydukları alaycı mesafe, onlardaki geleneksel tiyatro geninden kaynaklanıyor herhalde.
Keşke "Bizden" olsaydı…
Böyle bir oyunun bütünüyle "BİZDEN" olmasını çok isterdik. Zira bunu ortaya çıkarabilmek için gerekli "kan" bizde var. Dileğimiz bu oyun bize yol göstersin ve içimizdeki ateşi canlandırsın.Tiyatromuzda görsellik ,teknik üstüne biraz kafa yorulsun,çabalar boşa gitmemiş olacak.Dünyada onlarca karakteri kısıtlı sayıda oyuncu ve onlarca mekanı çağdaş tiyatronun kullandığı teknik ile sahneye taşıyanlardan neyimiz eksik? Ufkumuzu açmanın zamanı gelmedi mi?Elimizde sahneye çıkmayı bekleyen nice klasik eserimiz ve onları bekleyen seyircimiz var."Patenti" bütünüyle bize ait olan gösterileri umutla bekliyoruz.
Oyunun Kadrosu
Tempo ve enerji isteyen bu oyunu sahnede gerçekleştirmek için genç olmak lazım.. İyi oyuncu olmak lazım.. Yetmez.. Ciddi olmak, yaptığı işe sorumluluk duymak lazım. "Hafifliğin" kucağına düşmemek lazım.Sahnede gördüğümüz hepsi iyi oyuncu..Ciddi..Yaptığı işin sorumluluğunu bilen oyuncular.Bu oyun onların "kafası" ve enerjisi ile ancak bu kadar başarılı olabilirdi.Oyunda Türk seyircisinin sinema ve dizilerden çok iyi tanıdığı Hakan Gerçek, Demet Evgar, Bülent Şakrak ve Okan Yalabık mükemmel oynuyor. Efter Tunç'un çok iyi olan kostüm ve dekoru özellikle belirtilmeye değer. Oyunun önemli bir ögesi olan ışık düzeni Cem Yılmazer'e ait. Cihan Yöntem'in kareografisi kayda değer.Mehmet Birkiye hepsini "tek söylem" altında başarıyla birleştirmiş.
Kent Oyuncuları
Bir yandan sahneye bakıyoruz bir yandan da oturduğumuz koltuktan bir sıcaklık yayılıyor içimize. Bu sahne ne çok kişinin okulu olmuştur kimbilir? Bu sahneden geçen usta oyunculara neler neler borçluyuz.Şimdi onların öğrencileri ayni anlayışı sürdürüyor, Mehmet Birkiye'den başlayarak. Ölçülü ve ciddi oyunculuk. Sanki her biri Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Şükran Güngör, Kamran Yüce… İnsan annesine babasına bu kadar benzemez ...Şu tiyatro ne güçlü!Kenter Tiyatrosu 40 yıldır orada. İyi ki orada!
Ey Seyirci !
TV karşısından kalk, evinden çık ve bu oyunu gör. Pişman olmayacaksın.Bil ki seninle ayakta kalacak Türk Tiyatrosu !
Melih Anık


Kaynak-"Geleneksel Türk Tiyatrosu"- Metin And- Bilgi Yayınevi

Afife Jale Tiyatro Ödülleri;Türk Tiyatrosu ve Tiyatrocu

Afife Jale Tiyatro Ödülleri kapsamında Dostlar Tiyatrosu'na "Mansiyon" ödülü değil de "Onur" ödülü verilseydi tiyatro, bu kadar öne çıkar mıydı acaba?
Ya da geçen yıllarda olduğu gibi, çok deneyimli bir aktör, ödül töreninde , günün "Mana ve önemine uygun" bir vurgulamayla , kendi gösterisi gibi dakikalarca sahneyi işgal etmeseydi tiyatro konuşulur muydu ?
Aslına bakarsanız gündemi yaratan ne tiyatrodur ne de sanat ! Gündem, başlığa çıkarılmaya değer bulunan haberdir . Haber bir iki gün içinde söner gider , oraya buraya kaçışan kelimeler "Perdenin kıvrımlarına" bile sinmez.
Sanki medya ve tiyatro dünyası arasında bir oyun oynanıyor gibidir : Medya neyi pazarlayacağını bilir; tiyatro dünyası da duruma tamamiyle "vakıf" olduğu için, seçimini günün "Mana ve önemine uygun" yapar.
"Ses getirme" amacı ,tiyatronun kendisinden daha çok öne çıkmaya başlamışsa ; bazı tiyatrocular , yine bazı tiyatrocuların vefalarını göstermelerinin bir aracı olarak ödüllendiriliyorsa "Tencere de kapağını bulmuş" demektir.
Şimdi bu düşüncelere kızanlar ; " Zaten bu bile zor yapılıyor, zamanla her şey yoluna girer; sponsoru ürkütmenin alemi var mı" diyenler olacaktır. Ama zaten bir süredir bazı tiyatrolar , oynanan oyunun farkına varıp oyundan çıktıklarını ilan etmişlerdir. Dolayısıyla bu yazı "Malumun ilanı"dır olsa olsa .
Kaldı ki sorun salt Afife Jale Tiyatro Ödülleri de değildir. Tiyatronun ve ödüllerinin sorunudur. Zira benzer durumlar diğer ödüllerde de aynen yaşanmaktadır.
Yılın belli bir döneminde ,ardı ardına gelen ödül dağıtım törenlerinin çevresinde yaratılan heyecana bakarak, insan, Türk Tiyatrosu'nun politikası belirlenmiş , çözümleri bulunmuş, Anadolu'nun her köşesinde her gece yüzlerce tiyatro perdesini açıyor sanır. Her yıl Tiyatrolar Günü'nde verilen mesajların vaadettiği "Tiyatro Ülkesi" nerededir dersiniz?
Her ödül töreninden sonra üç aşağı beş yukarı ayni şeyler söylenmiyor mu?
"Bugün yaşananlara bakılınca tüm yaşananların bir gecelik görkemli törenin sınırları içinde kaldığı ; bazılarının bu fırsatı kendi söyleyeceklerinin ve de kendilerinin reklamı olarak kullandıkları; bazılarının geceye katılmada isteksiz davrandıkları; kategorilerde açıklanan isimlerin seçildikleri kategorileri beğenmedikleri ve çekildikleri ; bazılarının ise onların isimleri geçsin diye bazı kategorilerde aday olmaya zorlandıkları görülmekte, genel anlatımla ödüllerin senesine göre bazı kişileri parlatmak, sektörü –pek işe yaramasa da-güdümlendirme gibi bir görevi yüklendiği izlenimi yaratılmaktadır."
Tiyatromuz perdeyi kaldırmak zorundadır. Görev Tiyatrocu'nundur.
Gitgide kültürsüzleşen bir ortamda işi de hayli zordur : Beslendiği kültür içinde "var" olacak, kendisi olarak kalıp ötekini ikna edecek; sanatçı duygusallığı ile öne atılıp aydın olmanın gerekliliğini yerine getirecek…
Ancak toz duman arasında, Tiyatrocu, değirmenin rüzgarı değil unu olma durumuna düşürülmektedir.
Ülkenin ekonomik koşulları, işini yapmasına engel olur. Ama unutulmasın ki "Tüm öğeler eylemsiz ve etkisizken ekonomik koşulların tek neden olarak alınması doğruyu bulmamızın önündeki en büyük engeldir."
Tiyatro artık "İki kalas bir heves" değildir. Finansman, plan , strateji gerektiren, idari (management) yapılanmaya ihtiyaç duyulan bir sektördür. Sanatın yönetimi ile işletmenin yönetimi birbirine bağlı ama farklı uzmanlık alanlarıdır. Tiyatroların bu bilinçle kurulması, işletilmesi gerekmektedir.
Ülkede tiyatro alanında ilgi vardır. Yeter ki bu ilgi değerlendirilebilsin. Ama önce kurumsallaşma gerekir. Kurumsallaşma için ise bir araya gelmek gerekmektedir.
Yazar,eğitmen,yönetmen,oyuncu,eleştirmen,seyirci,oyuncu ajansları,teknik eleman, tiyatro sahibi ,medya çalışanı vb kim varsa önce kendi içlerinde ve daha sonra bir üst kurum olarak Tiyatro Meslek Birliği içinde toplanmaları; "post kavgası" değil " amaca uygun çalışmalar yapmaları gerekmektedir. Bu birliklerin bir kısmı vardır , bir kısmı oluşturulmalıdır. Var olanlar da iyileştirilmelidir.
O zaman Tiyatrocu'nun, rol almak, ödül almak için birileri ile "İyi geçinmeyi öğrenmesine " gerek kalmayacaktır. Tiyatro, himayeye muhtaç durumundan kurtulacaktır.
"Sponsor" da "kerhen" yaptığı yardımın, kendi prestijini parlattığını görmeye başladığında, taraflar arasında eşit bir işbirliğinden ve umutlu bir gelecekten söz etmek mümkün olacaktır.
Tüm bu yapılanma oluşuncaya kadar elbette tiyatro ödülleri olmalıdır, ödüller hedeflenen yapılanmaya hizmet edecek şekilde oluşturulmalıdır.
Ne deniyor : "Ödül, alanı onurlandırır; o dünyayı izleyenlerin dikkatini çeker , merak uyandırır ; ait olduğu sektörün daha iyi anlaşılmasına ve ilgi çekmesine yardımcı olur ; üst düzeyde bir tartışma ortamı yaratır; iyi örnekleri alkışlayarak mesleğin düzeyinin artmasını sağlar."
Türk Tiyatro ödüllerinin bu amaçlara hizmet ettiğini söylemek mümkün değildir.
Tiyatro ödülleri de kurumsallaşmaya muhtaçtır. Ödül , bir taraftan sektörün kurumsallaşmasına yardım ederken bir taraftan da kendini kurumsal bir yapıya kavuşturulmalıdır. Sektör kurumsallaştıkça ödüllerde de değişen koşullara koşut yeni düzenlemelerin yapılması doğaldır..
Bugünkü ortamda, yapılan eleştirileri de dikkate alarak, verilen ödüllerin nesnelliği üzerindeki kuşkuların kaldırılması amacıyla bazı hususların dikkate alınması doğru olur kanısındayız. Bu kapsamda:
Ödül seçimine dahil edilen tüm oyunlar açıklanmalıdır.
Dar bir seçici kurul tarafından aday belirlenmesi bu tür ödüllerde pratik bir yaklaşımdır. Bu nedenle oylama kuruluna sunulması gereken aday listesini hazırlayan seçici kurul gerekli olmaktadır. Ancak dışardan yapılacak yazılı önerileri de dikkate alacak bir düzen oluşturulmalıdır.
Bazı ödül yönetmeliklerinde adaylık, tek taraflı bir tercih değildir., adayın onayına bağlıdır.Bu kurumsal bazda (yani tiyatro bazında) önceden yapılacak bir anlaşma (teklif-kabul ; müracaat-kabul vb) ile yürürlüğe konulabilir..Ama her durumda seçen ve seçilen arasında kurallar belirgin olmalı , her iki tarafın saygın konumları korunmalıdır.
Seçici ve oylama kurulunun üye sayısı , aday sayısına göre belirlenmelidir. (Nesnel değerlendirme istatiksel bir sayı gerektirir.) Böylelikle ödüller bazı kişi ve gurupların tesir alanının dışına alınabilir.
Seçici ve oylama kurullarında meslek guruplarının temsiline özen gösterilmelidir. Seçici kurul üyeleri, oylama kurulunda olmamalıdır.
Seçici ve oylama kurul tüm üyelerinin, aday listelerdeki oyunların tümünü görmüş olmaları sağlanmalıdır.
Her dalda seçilecek adaylar farklı oyunlardan olmalıdır.
Nicelik değil nitelik öne alınmalıdır. Bu nedenle ödül kategorileri azaltılmalıdır. Bugün için özel ödül dalları hariç, ödüllerin ana kategorilerde (Oyun / Yönetmen / Kadın oyuncu / Erkek Oyuncu / Dekor / Işık / Müzik / Kostüm) verilmesi uygun olacaktır. Özel ödüllerde, keyfilikten , "Gönül alma" amaçlı seçimlerden kaçınılmalıdır.
Sezon planlaması (dolayısı ile oyun sayısı) önceden bilinmeyen bir ülkede aday belirlemek; önerilen yöntemde kurul sayılarının değişkenliği dolayısı ile üye seçimi ,elbette zorluklar içerir. Ama ödülün inandırıcılığı, bu zorlukların üstesinden gelindikçe çoğalacaktır.
Artık Tiyatrocu , "Yıktırtmayacağız" diye yeri göğü inletip yıkılan tiyatrolar altında ağlayacağına, birleşip , "Yaratacağız" demeli ; başkalarının senaryosunun nesnesi olacağına , kendi oyunun kahramanı olmalıdır.
Zaten o bizim "Kahraman"ımız ve işi de "Yaratmak" değil midir !
Melih Anık