19 Aralık 2022 Pazartesi

Yakalanmış Fırsat Kaçmış: Kuğunun Şarkısı(İBBŞT)

 Çehov’un(1860-1904) onu tanınmış yapan büyük oyunu Martı’yı (ve diğer büyük oyunlarını) 1896 yılından itibaren yazdığını biliyoruz. Her ne kadar oyun yazma süreci  Platanov(1880-81)  ile başlamış ve Martı’ya kadar  Ivanov(1887)  Orman Cini (1889) gibi iki uzun oyun yazmışsa da beş saat süren ve bitmiş olduğuna ikna olmadığı Platanov tecrübesinden sonra (bir de özel olarak  kendisi için yazılan aktör oyunu oynamayı reddedince)  Çehov  kısa oyunlara ağırlık vermiş galiba. O oyundan sonra Martı’ya kadar yazdığı 10 kısa oyun bir nevi yazarlık alıştırması sayılabilir. Bu arada  Çehov yazdığı hikâyelerde de  yazacağı oyunlarda kullanacağı karakterlerin ön çalışmasını yapmaktadır sanki.  1887-88 yıllarına tarihlenmiş  Kuğunun Şarkısı Çehov’un oyun yazarlığı sürecinde büyük oyunlara giden yolda bir tür alıştırma yaptığı kısa oyunlarından biridir. Zaten oyunun başında ‘Tek perdelik dramatik çalışma’ yazmaktadır.  



Konu

Oyun bir taşra tiyatrosu sahnesinde unutulmuş altmış sekiz yaşını devamlı hatırlatan yalnız yaşayan bir aktörün  oyundan sonra kendiyle hesaplaşmasıdır. İki kişilik oyunun diğer rolü geceleri patrondan gizli soyunma odasında kalan suflördür. Oyunda ‘on altı kere selama çağrılan üç tane çiçek verilen’ aktörün oyun bittikten sonra ‘yalnızlığını’ görürüz. Artık ‘yaşlanmıştır’ ve ‘şarkı sona ermiştir’ (Bilmiyor ki ülkemizde 65 yaşında aktörler emekli ediliyor. Haline şükretsin!) Aktör oynadığı oyunlardan(Puşkin’in Godunov’u ve Poltava’sı  Shakespeare’in Hamlet Othello ve Kral Lear’i Griboyedov’un Akılan Bela’sı) tiratlar replikler şiirler hatırlar.

Reji

Afişte oyunun Çehov’a ait olduğu yazılmış. Ama ‘birileri(yönetmen? dramaturg?) tarafından oyuna eklemeler yapılmış. İki yeni rol ve oyunlardan yeni sahneler ve roller eklenmiş. Bugünlerde az görülen kapalı perdeyi siyahlar giymiş biri kadın diğeri erkek iki oyuncu ellerinde kandillerle açıyorlar. O sırada gök gürültüsü fırtına sesleri duyuyoruz şimşekler çakıyor. Bu iki oyuncu aktör konuşmaya başlayınca önce onun iç sesi oluyor onun replikleri üzerine konuşuyorlar. Oyun ilerledikçe aktörün hatırladığı rolleri oynuyorlar. Doğrusu oyunun  açılışında yaratılmış atmosfer çok umut verici. Tiyatronun büyüsünden doğan  ‘cinler’ iş başında. Bu atmosfer Haldun Taner’in meşhur tiradında perdenin kıvrımlarına saklanan repliklerin ortaya çıkışını hatırlatıyor. Ancak giderek oyun biraz da aktör ve suflörün acındırıcı oyunculukları ile bir matem evinin havasına bürünüyor. Yaklaşık bir saat süren oyun heyecanı azalarak Çehov’un ruhundan ve nefesinden uzak son buluyor.  Bu afişte yazan Çehov’un oyunu değil. Dolayısıyla az bilen seyirciyi yanlış yönlendiriyor.

Yorum

Ben iyi bir fırsat yakalanmış olduğunu ancak bu fırsatın iyi kullanılmadığını düşünüyorum.   Madem Çehov’un ‘dramatik çalışması’ üzerine ‘dramatik çalışma’ yapma kararı alınmış o halde başka şeyler yapılabilirdi. Mesela oyun Çehov’un oyunlarından(hatta hikâyelerinden alınma) roller üzerine inşa edilebilirdi. Vanya Dayı, Lopahin,  Treplev,  İvanov ve hele hele evde unutulan Firs’i sahneye getirmek ne güzel olurdu. Hatta daha da ileri giderek Türk Tiyatrosu’nun efsane  rollerini hatırlamak da aktörü ‘dünya oyuncusu’ yapar oyun da aktörlüğe dikilen bir anıt olabilirdi. Bunlar sahne ile seyirciyi birbirine bağlardı. Ama bu haliyle bile aktörün salona bakıp locasız ve suflör yeri olmayan salonda  ‘şurada loca şurada suflör yeri’ demesi yerine oyunun oynandığı salonda ne varsa onu göstermesi sahne ile salon arasında bir bağ kurabilirdi.  (Bir seyirciyi gösterip ‘Aaa salonda bir seyirci uyuyakalmış benim gibi. Onu da unutmuşlar. Susun uyandırmayalım’ güzel olmaz mıydı? Bu seyircinin aktörün oyun arkadaşı olduğunu hatırlatmaz mı? ‘Seyirci meslekdaşımdır’ diye Ali Poyrazoğlu’na selam olsun.) Oyuna iki oyuncu eklenmesini yerinde buldum. Ancak aktör ile o iki oyuncu arasındaki münasebet karışık. Aktör onları bazen görüyor bazen görmüyor. Oysa onlar aktörün kafasının içindeki karakterler. Puslu bir aynanın içindekiler yâni. Aktör hatırlamaya başlayınca büyük bir aynanın sahneden seyirciyi de tarayarak oyunun merkezinde olmasını hayal ettim. O ayna sofitadan sarkan ve içimi karartan örümcek ağı yerine olsaydı? Örümcek ağı aktörlük ve tiyatro hakkında olumsuz çağrışımlar yapıyor. 

Her oyuna çok emek veriliyor. Bu oyunda da herkes uzmanlığını göstermiş. Ben esas olarak içeriğe takıldığım için verilen emeği takdir etmekle birlikte  tüm görev yapanlar adına yakalanmış fikrin daha iyi değerlendirilmemiş olmasına ve kaçırılmış fırsata  hayıflandım.

Ben her oyundan sonra kendime sorarım:  Bana ne dedi? Seyirciye ne dedi? Bugünün Türkiye’sinde  ‘tiyatro yapmak için tiyatro yapmak’ israftır. Çehov’un  (ve de bizim yazarlarımızın) yarattığı karakterlerin ülkemizin bugününe dair söyledikleri vardır. Elbette ‘Olmak ya da olmamak’ da lâzım ama en azından  “Çürümüş bir şeyler var Danimarka’da”yı unutmamak lâzım.     

Melih Anık


Oyunun Künyesi:

YAZAN  :  ANTON ÇEHOV

ÇEVİREN : YILMAZ GRUDA

YÖNETEN : BORA SEÇKİN

DRAMATURG : ÖZGE ÖKTEN YILMAZ

MÜZİK : EMRAH CAN YAYLI

DEKOR - KOSTÜM TASARIMI : ALMİLA ALTUNSOY

IŞIK TASARIMI : ÖZCAN ÇELİK

EFEKT TASARIMI : UMUT YÜZBAŞIOĞLU

HAREKET DÜZENİ : ÖZGE MİDİLLİ

GÖRSEL TASARIM : ENES ALTUĞ AVŞAR

DEKOR UYGULAMA :  CİHAN AŞAR

YÖNETMEN YARDIMCILARI : FATİH AKSÜT - ERKAN AKKOYUNLU - MELİSA DEMİRHAN

OYUNCULAR: BORA SEÇKİN,  ERTAN KILIÇ, NAŞİT ÖZCAN, YELİZ ŞATIROĞLU

SÜRE : 55 Dk. / Tek Perde

14 Aralık 2022 Çarşamba

Online İzlediğim Oyunlardan : Bütün Çılgınlar Sever Beni (Moda Sahnesi)

 Moda Sahnesi’nin oyunu  Bütün Çılgınlar Sever Beni 2013 yılında başlamış. Üç kişilik bir oyun. Mert Fırat dışındaki iki oyuncu değişmiş. Oyun Mert Fırat ve iki yeni oyuncu ile devam ediyor. Salgından önce Moda Sahnesi’nde sayılı sayıda aylık programa alındığını görmüştüm. Şu anda  Joseph K ve Batının Sonu ile birlikte Mert Fırat’ın  sahne ile irtibatını sağlayan bir oyun. Ben oyunu seyretmeyi düşünmüyordum. Topluluk 'online' yayımlayınca yapacak başka şey yok,  ‘tiyatrodur iyidir’ diyerek biletimi aldım izledim. 2013’den beri oyunu seyir listeme almadığım için kendimi kutladım. Benim için zaman kaybı oldu. 

Kıskanç koca eşinin sadakatini test etmek için en iyi arkadaşından baştan çıkarmak amacıyla eşine kur yapmasını ve karısının tepkisini kendisine rapor etmesini ister. Bu arada eşine karşı zaafından kuşkulandığı arkadaşını da test etmiş olacaktır. Meğerse arkadaşı platonik düzeyde gizli hayranı imiş kadının. İş çığrından çıkar.

Moda Sahnesi(Kemal Aydoğan) salgın sırasında ‘kamusal’ tiyatro yaptığını iddia etti durdu. Bu oyunun ‘kamusal’ yanını anlamış değilim. Metne bakarsanız bulvar komedisi düpedüz. Mert Fırat’ın ‘yarattığı’(!) karakter ile komedi bile olmuyor. Fırat derleme bir karakter ortaya koyuyor. Fırat’ın Yosif’i az Gazanfer Özcan az Fatih Ürek az Huysuz Virjin taklitlerinden oluşuyor. Ama ‘taklit’ o kadar. Bir arada ortaya çıkan ise kargaşa.  Bence bu karakterin tek kelimeli bir karşılığı var:  Cıvık.

Mert Fırat ‘hoşa gitmek’ istiyor. Sempati toplamak istiyor genç seyircinin sığ ve dar beğenisi ile tatmin oluyor sanırım. Joseph K’yı sahnede seyretmiştim. Bu karara o oyundan sonra vardım. O oyunda salondaydı gözleri sürekli. Seyirciyi takip ediyordu. Aldığı tepkilerden mutlu oluyordu galiba. Rolünü ‘yayıyor’du. Bence Mert Fırat’ın sınırlı bir oyunculuğu var.  Tiyatrodan daha ziyade sosyal olaylarda etkin olması onun adını duyurdu ve toplumda olumlu tepkiler almasına neden oldu. Ama sahne iyi oyuncu istiyor. Mert Fırat’ın oyunculuğu ise sıradan ve düz ve de bu kadar. 

Fırat’ın oyun arkadaşları Öznur Serçeler ve Çağlar Yalçınkaya. Öznur Serçeler eğitimli bir müzisyen. Çok hoş fiziği var. Sahnede flüt çalıyor ve Fırat’tan daha çok tiyatro eğitimi almış gibi oyunculuk gösteriyor. Çağlar Yalçınkaya okullu bir tiyatro yapıcı. Oyunun en iyi yanı bence bu iki oyuncu.

Melih Anık



Not 1: Bu arada her şeyi yabancı olan bir oyunda oyun kahramanının 'Karadeniz'de gemilerin mi battı' demesi tam bir 'ben yaptım oldu'.

Not 2: Yazıyı 14 Aralık 2020'de yazmışım.

Not 3: Oyunu Stefan Tsanev yazmış Hüseyin Mevsim çevirmiş Kemal Aydoğan yönetmiş. Sahne tasarımı Bengi Günay Işık tasarımı İrfan Varlı 

Not 4: Bulvar komedisi de 'kamusal tiyatro' olmaz mı diyenlerinizi duyar gibiyim. Ayrı bir yazı gerek bu sorunun cevabını vermek için.

13 Aralık 2022 Salı

Bir Oyunculuk Resitali : Bir Ruhun Hikayesi(İDT) Zeynep Erkekli

 Film yönetmeni Ingmar Bergman’nın yazdığı ve 1990 yılında radyo tiyatrosu olarak kendisi tarafından yönetilen A Spritual Matter (Une histoire d'âme) yazarın ölümünden sonra 2008 yılında Brüksel’de Theâtre Ocean Nord (yönetmen Myriam Saduis) 2011 yılında Lyon’da Théâtre du Rond-Point (yönetmen Bénédicte Acolas) sahnelenmiş. Bénédicte Acolas 2015’de Sophie Marceau’nun oynadığı tek kişilik bir film yapmış. Oyunu 2022 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu repertuvarına almış Serap Eyüboğlu rejisi ile sunuyor.


Konu

Eser bir piskoposun  kızı ve papazın eşi Viktoria’nın monologu. Viktoria çocukluğunu hayatını ailesini kocasını anne ve babasını arkadaşlarını  hatırlar hayal eder düşler sanrılar. Duygusal karakteri ve yaşadığı ortam onu sahte ve gerçek arasında gitgellere sürükler. Değişik roller içinde seyahat eder. Kendi kendisi ile bir hesaplaşma içindedir. Varlığını sorgular. Deli midir yoksa gerçeklerle aydınlanmış mıdır? Bu modern toplum kuralları içinde sıkışmış bir kadının özgürlük arayışıdır belki de. Piskopos babası ve papaz eşi Viktoria’nın maddi çevresi ve dünyasının ip uçlarını verir.

Oyunun atmosferi

Oldukça karmaşıktır. Zira Viktoria anlattıklarıdır aynı zamanda. Hayatına girenlerin bedenine girer. O anlarda Viktoria kendisi değildir. Kendi algısıyla o karakterleri yorumlar. Zamansal olarak dün bugün zihinsel olarak hayal düş gerçek iç içedir. Viktoria çıkışı bulunamayan bir labirentin içinde debelenmektedir.

Reji

Yerinize oturur oturmaz gördüğünüz dekor(döşemeden yüksek yuvarlak bir platform üzerinde yükselen bir yere gitmeyen kör merdiven) reji hakkında fikir vermekte. Bir sarmalın içindeki bir oyuncu seyredilecektir. Döner merdiven ve muhtemelen dönecek platform oyuncunun zihinsel bulanıklığının ve oradan oraya savruluşlarının simgesidir. Merdiven zihinsel yükselişlerin ve yüksekten düşüşlerin metaforik anlatımına yardımcı olacak. Bir soyutlama yapılmış. Soyutlama zamanı mekânı rolü genelleştirmek için kullanılır. Yâni Viktoria geçmişte değil şimdidedir ve tüm zamanlarda da onun gibiler olacaktır. Muhtemelen bu yolla bugünün seyircisine ayna tutulacaktır. Viktoria’nın yaşadıkları evrenseldir. Her ülkede Viktorialar vardır. Sisler içinde bulanıklaştırılan sahneye Viktoria’nın ağır adımlarla gelişi(sonda çıkışı) aslında platform dışının da oyun alanına dahil edilmiş olduğunu gösterir.  Viktoria sahneye Viktoria olarak gelir ve çıkar. Bu arada sağdan soldan arkadan ve sofitadan ışık huzmeleri sahneye düşer. Sahnenin iki yan duvarında gölge oyunları yapılır ki gölgeler iç dünyanın gizine muğlaklığına yapılmış bir göndermedir ve tüm mekan oyun alanıdır.

Yorum

Oyun yabancı da olsa Türkçe bir oyun -seyirci yerel olduğu için- o yerel seyirciye anlatmanın göstermenin ötesinde bir şeyler söylemelidir. ‘Tiyatro insanı insana anlatır’ diyerek seyirci de insan olarak bundan kendine bir pay çıkarır anlayışına inanmıyorum. Küçük de olsa yapılacak dokunuşlarla seyircide iz bırakması amaçlanmalıdır. Viktoria’nın dinsel çevresi Viktoria’nın başına konulacak bir örtü ile sahneye getirilebilir(di) mesela. Bu bir tanıdık dünyaya götürür bizi. Bir adım ilerisi büyük boncuklu bir tesbihin oyunun bir yerinde kopmasıdır. Oyunda akla gelebilecek ilk metafor ki reji de onu yapmış  sarmal ve dönen platformdur ama bu hazır dekor oyuncuya hareket imkanı vermesine rağmen oyunun hemen başında oyunu kilitlemektedir. Geçmişi bugün ve yarını anlatmak  yerine sonu gösterip geçmişe dönüşü(‘flash back’) vermekten ibarettir. Bu yüzden gerçek rüya düş sanrı vb hallerin yaratacağı derinlik yok olmuştur.  Baştan sabitlenmiş bir dekor oyundaki zamanlamayı (dün bugün ve de yarın) da sabitlemektedir. Ayrıca platform üstü ve dışının kullanılması da dikkatli bir seyirci için sorun yaratabilir. Neden platformda neden platform dışında gibi. Kaldı ki tüm mekanı oyun alanı yapmışsanız platform üstü  ve dışının bir anlamı da kalmaz. Oyuncu sonu gösterip geri dönüşlere seyirci de sonunu bildiği bir hikâye dinlemeye mecbur edilmiştir. Oysa boş bir alanda hareketli panolar ile oluşturulacak mekânlar labirente düşmüş Viktoria’nın hâlini daha doğru yansıtabilirdi. Bir odanın içinde bir yatakta uyanan Viktoria iyi bir başlangıç olabilirdi. Somut bir çevre içinde soyutu ve somuttan soyuta geçiş ile zihinsel bulanıklığı ve yoldan çıkışı anlatmak daha doğru bir yaklaşım olabilirdi. Ayrıca rolün başına gelenleri kadere bağlamak yerine oyuncunun dekorun hareketlerini kendisinin yapması ile kendi kaderini kendi yaratması gibi bir ihtimal de oyuna derinlik katardı. (Kendi kozasını ören böcek gibi.)   Baştan oyunun sonunu muğlak bırakıp oyun sürdükçe zamanın sanki dün değil şimdi gibi anlatılması ve giderek sonun aydınlanması seyirci için merak unsurunu tetikler onu uyanık tutardı. O zaman oyun başında seslenilen Nana’nın kim olduğunun anlaşılması başta açılan bir parantezin kapatılması anlamına gelirdi. Belki de oyun sonunda Viktoria’nın  Nana’ya yeniden seslenmesi doğru bir çözüm olabilir.     

Bu çerçeveden baktığımda dekor kostüm ışıklar müzik işlevsel olmaktan daha çok ‘süslemeye’ yönelik olmuş. Oyunun teknik unsurları arasında bütüncül bir anlayış birliği yok gibi duruyor. Güzel olan şeyler bir araya gelmiş gibi ama uyum yok.

Bütün bu atmosfer içinde eğer reji ile yaratılmış atmosfere  kendinizi kaptırmaz sadece oyuncuya odaklanabilirseniz Zeynep Erkekli’nin tek başına verdiği resitalin ayrıntı ve inceliklerine hayran olursunuz. Zeynep Erkekli incelikli yorumu ile görsellikten yansıyandan farklı bir hikaye anlatıyor. Galiba oyunun ekibi de Zeynep Erkekli’nin oyunculuğuna inanmış güvenmiş ve ona kendisini teslim etmiş. Zamanımızda incelikli oyunculuklar azaldı. Zeynep Erkekli sayısı azalan iyi oyunculardan biri. Bu oyunu seyretmek için bence tek bir neden var: Zeynep Erkekli’yi seyretmek. O da yeterli zaten.

Melih Anık    

Oyunun Künyesi:

Bir Ruhun Hikayesi

Yazan Ingmar Bergman
Çeviren İpek Özgüven
Uyarlayan Bénédicte Acolas
Yöneten Serap Eyüboğlu

Dekor & Kostüm Tasarımı Gülhan Kırçova
Işık Tasarımı Akın Yılmaz
Müzik Türkü Deyiş Çınar
Hareket Düzeni Gizem Bilgen
Dramaturg Derya Özer
Yönetmen Yardımcısı Zeynep Erkekli
Asistanlar Demet Ergün, Ilgın Canan Arslan

Sahne Amiri İhsan Ata
Kondüvit Erhan Kösüre
Işık Kumanda Uğur Akcan
Suflöz Şeyda Pektok
Dekor Sorumlusu Faruk Daşdemir
Terzi Hatice Özyurt
Perukacı Ramazan Özcan, Yavuz Dura
Mekanik Sorumlusu Mert Akcan

22 Eylül 2022 Perşembe

İstanbul BB Şehir Tiyatroları 2022-23 Sezonunu Açtı

 İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları 20 Eylül 2022 tarihinde 2022-23  sezonu repertuvarını açıkladı. Dolaylı bir davet aldığım İstanbul’da olsam katılmayı düşüneceğim açılışı instagram canlı yayınından izledim. Dolaylı davet olmasının nedenini tahmin edebiliyorum. Genel Sanat Yönetmenleri benimle birlikte görünmek istemiyor. Zira ‘mâlûm kişiler’in hâlâ ‘ağır top’ oldukları bir kurumda GSY dikkatli olmak istiyordur. Bu arkadaşlar arkadaşları ile saldırıyor bana. Ödenekli bir kurumda ekipleşmek de büyük beceri doğrusu. Bazı kurumlarda ‘dernek kardeşliği’ bağ kurmanın önemli bir yolu. Hatta yönetim biçimi olmuş.  Maalesef Türk Tiyatrosu herkesin bildiği ama başıma iş gelir diye dillendirmediği bir düzen içinde.  Makamında kutlama ziyareti yaptığım tek GSY Süha Uygur oldu. O da ondan gelen bir davet nedeniyle idi. Ben de çekinmeden onun odasına kadar çıktım kahvesini içtim. Planlarını projelerini dinledim. Ama onu da rahat bırakmadılar. Sezonu ona açtırıp bir ay sonra Mehmet Ergen’i GSY yaptılar onun yerine.  Ben bugüne kadar tiyatro yapıcılarla ilişkilerimi görünmez tutmak için gayret ettim. İlk amacım onlara zarar vermemekti. İnsanlar düşman gördükleri ile dost olanları düşman belliyor. Kendisi ile fotoğraf çektirdiğim ve sosyal medyada paylaştığım çok az sayıda tiyatro yapıcı var. Bu onların yarattığı güven duygusu nedeniyledir.



Sezon açılışının sönük geçtiğini söylemek isterim. Fotoğraf ve videolardan gördüğüm kadarıyla katılım çok değildi. Kurumun kendi personeli bile az ilgi göstermişti sanki. Mehmet Ergen’in minimal sezon açılışı bile ‘maksimum’du. 20 Eylül’deki katılımdaki azlığın Mehmet Ergen’in görevden alınışına duyulan üzüntüden kaynaklanmamış olmasını dilerim.

Yeni GSY Ayşegül İşsever’in ne yapacağını merakla bekliyordum. Salgın dönemine Mehmet Ergen’in Genel Sanat Yönetmenliğinde  giren ve geçiren İBBŞT dönemsel sıkıntılar yaşadı elbette ancak ödenekli bir kurumun başına uçaktan atılan Mehmet Ergen’in paraşütsüz çakıldığını söyleyebilirim. Zira o paraşüt ödenekli kurum tecrübesi idi ve yıllarca tiyatro yapan  Mehmet Ergen 100 yıllık bir kurumu yönetebilecek deneyim ve birikimde değildi. Ben her zaman İBBŞT’nin kurumun içinden bir GSY çıkarması gerektiğini bunun mümkün olduğunu iddia ettim. İBB yönetiminin biraz zaman kaybederek de olsa dediğime gelmesinden memnun oldum.

2022-23 sezonunun ana teması “İstanbul Klasiklerle Buluşuyor” olarak belirlenmiş. Ben sezon temalarının oyunların genel özelliklerine göre yapılmasını sevmiyorum. Mehmet Ergen de az kişili neredeyse boş sahneli oyunların ‘satışını’ ‘minimal’ ismi ile yapacağını düşünmüştü. Ödenekli tiyatrolar dönemin meselelerine odaklanmalı. O meseleyi ‘klasik’ sayılan oyunlarla yapmanıza itiraz etmem. Ama sanırım İBBŞT politikaya ‘dokunmadan’ sezonları geçirmek istiyor.  İBB gündeme uygun  repertuvar yapmalıydı. Yapabilir mi? Bunca yıldır yaptı mı? Yapabilir ama yapmadı. Kültür Daire Başkanı’nın olmadığı bir kurum koordinatörlük ve vekillik mekanizmaları ile işi sürdürüyor. Bu da İBBŞT’nin repertuvarına yansıyor elbette.  Ben Çandarlı’da yaptığım oyuna ‘İnsan yaşıyorken özgürdür’ ismini verirken İBBŞT’nın yapamadığını yapmışım demek ki. Nâzım’ı çok seviyorsunuz bilirim. ‘Bir orman gibi kardeşçisine’ sezonu olamaz mıydı? 16 milyonu kucakladığını her fırsatta yineleyen  Başkan’ın niyetine de uygun olurdu bence. Ödenekli tiyatroların ve genel olarak siyasilerin  bilmediği bir şey var: Tiyatronun birleştirici gücünü bilmiyorlar(umursamıyorlar/değer vermiyorlar). Birleşme  aynı salonda yan yana nefesleri karıştırarak oyun oynamak/seyretmek değil. Bir arada olursunuz ama birleşmiş olmazsınız. Amaç  seçtiğiniz oyunlarla ülke insanını BİRLEŞTİRME’ye katkı vermek  olmalı. Ülkenin tüm etnik özellikleri ile bir ve bütün olduğunu göstermek olmasına yardımcı olmak. Ülke içinde barışa omuz vermek. Tüm yurttaşların   Hamlet seyretmesi ülkeyi birleştirmez. “Çürümüş bir şeyler var Danimarka’da” repliği ayrıştırıcı olabilir. (Ayrıca çok da sakız oldu. ) Ülkeyi ele geçiren Fortinbras’a iyi bakarsanız belki bir çıkış bulabilirsiniz. Ama niyet ve irade gerek. Tabii ki bilgi ve birikim. Ve de ülke sevgisi. Kendine Osmanlı diyen Ermeni kökenli bir yazarın oyunu üzerinden imalar yaparak bir yere varamazsınız cepheleşirsiniz.

İBBŞT’da bu sezon repertuvarı ikiye ayırmak gerekiyor. Mehmet Ergen’den miras kalanlar ve Ayşegül İşsever’in seçtikleri. Ergen’in repertuvarından Moby Dick, Kutlama, Antigone, Hastalık Hastası, İfigenia, İki Efendinin Uşağı  İBBŞT repertuvarının ‘klasikler’ başlığına uygun olarak devam edecektir umarım. Yaftalı Tabut, Hayat Der Gülümserim, Gül’e Ağıt, Kısraklı Kadın, Kimse Öyle Şeyleri Konuşmuyor Artık da repertuvarda devam edeceğini düşündüğüm  oyunlar.  Ekim 2022 programı da bize onu söylüyor. Bazı oyunlar ise sezon  sonu gelmeden silinir.  İşsever repertuvarında Fosforlu Cevriye, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım dışında Türk yazar yok. İsimlerine itiraz edemeyeceğimiz büyük oyunlar seçilmiş: Hamlet, Tartuffe, Cadı Kazanı, Bir Halk Düşmanı. Yanlarına Godot Geldi, Çingene Boksör, Kuğunun Şarkısı, Komik Para, Oscar’ı (ve Ergen’den kalan klasikleri) koyduğunuzda ortaya nasıl bir üst başlık çıkıyor? İBBŞT ne diyor? Bunlar konuşulmaz ama her repertuvarın gerekçeli kararını okumak isterdim. Var mıdır? Bana ‘klasikleri oynuyoruz’ yetmiyor. Eski oyunlarındaki performanslarına bakınca bence tekrara düşmüş yönetmenler ile de bir yere varılamaz. Yeni ufuklar açılamaz. Hiç değilse bazı klasik oyunların yönetmenleri yazarlarının ülkelerinden olsaydı. Ufkumuz açılırdı belki. Benim gibi geçmişte çok iyi örnekleri hafızasına kaydetmiş biri için Fosforlu Cevriye dışında beni heyecanlandıran bir oyun yok. Bugün genç olsam bu repertuvara genel kültür olarak bakardım sadece. ('Kitabı alıp okuyacağına ucuz bilet ile git seyret.beğenmezsen ilk yarı sonunda çıkarsın') Kanımı ateşlemez beni itelemezdi.

Dikkat ediyorsunuz elbette. Repertuvarın tümü Batı tiyatrosu kalıpları içindeki oyunlardan seçilmiş. Peki bizim geleneksel tiyatromuz nerede?  Orta Oyunu bizim değil mi? Köy Oyunlarımız? Bu oyunları ve oyunculukları yaşatacak olan KİM? Anladığım kadarıyla İBBŞT böyle bir görevi olduğunu hatırlamamış ya da onlardan ‘klasik oyun’ bulamamış.

İBBŞT oyuncu ve yazarlık kursları ile oyuncu ve yazar yetiştirme yeri değildir. Eğitimli oyuncunun ustalarla birlikte  meslek içi eğitimini aldığı, genç oyun yazarlarınca teslim edilen oyunların sahne üzerinde olgunlaştırıldığı yâni iş başında uygulamalı eğitim verilen yerdir. Aynı örneği tekrar tekrar veririm Alevli Günler ile İstanbul Halk Tiyatrosu hem oyunu geliştirmiş hem de yazarı eğitmiştir. Ama İBBŞT dramaturglarının Türkiye Kayası’na yaptıkları zulümü hatırlayınca duraklıyorum. Mehmet Ergen’in 1000 kişiyi kabul ettiği yazar atölyesi modelinin yararı yoktur. Muhsin Ertuğrul yazara gitmiş. Bence doğrusu da odur.  Ayrıca ödenekli tiyatroların Türk edebiyatının önemli roman ve hikâyelerini uyarlamalarla sahneye çıkarmak gibi bir görevi vardır.

İstanbul’da yabancı olsam ne yapardım diye düşünürüm zaman zaman. Mümkünse tüm oyunlarda İngilizce ‘surtitle’ olmalıdır.

Oyunların seçiminde  iktidar eleştirisinin öne çıktığını anlamak zor değil. Ama 16 milyonu kucaklıyorum diyen bir Başkan’ı anlamamış onun yönetimindeki bir tiyatro ile karşı karşıyız. Bu repertuvar çok entelektüel. Her zaman olduğu gibi sadece belli  bir görüşün ilgi göstereceği halkla bütünleşmeyecek bir oyunlar bohçası. Çok ödüller alır. Ama küçük bir çerçevede kalır. 16 milyonluk İstanbul’da İBBŞT’nın sattığı bilet sayısı 600 bin civarında. Yaklaşık  100 bin seyirci. Tiyatroda 16 milyonun kucaklanmadığı açık. Seyirciyi arttırmak için neler yapılabilir ciddi ciddi düşünmek gerekiyor. 

GSY İstanbul’un çok geniş bir alana yayılmış olmasından ve  uçlara tiyatro götürmekten bahsetti. Aslında dediği oyun götürmek idi tiyatro götürmek değil. İkisi birbirinden farklı. İBBŞT’nin tiyatroyu uçlara götürmek için yapması gereken şey yerinden yönetimdir.

Toplantıda dokunulmadığına göre özerlik şimdilik masa altında. Seçim öncesi iş çıkarmak istememişlerdir. Kolay olmayacak ama bir yerden başlanması gerekiyor. En azından bu yönetim varken  mücadele başlamalı. Konu tartışmaya açılmalı.

Pazar matinelerinin kaldırılmış olmasını anlamıyor kabul etmiyorum. Ben Cumartesi günleri de çalıştığı için Pazar’ı bekleyen pek çok kişi tanıyorum. Hele bugünlerde bu pek çok insana hafta sonunu sanat ile değerlendirme imkânı verecektir.

İstanbul’da değişik dillerde tiyatro yapan topluluklar var. İBBŞT’nin onlara ilişkin ne yapacağı hususu konuşulması tabu olan bir konu. (Onlar da 16 milyona dahil) Çok dilli tiyatro yapmak için Belgrad Drama Tiyatrosu, Yugoslav Drama Tiyatrosu, Yunanistan’dan Pire Şehir Tiyatrosu ve Bosna’yla görüşmeler devam ediyormuş yurtdışına da açılan çalışmalar ve faaliyetlerde bulunmak için çabalar varmış. Pekiyi de ülke içinde ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu, Eskişehir Şehir Tiyatroları, Bakırköy Belediye Tiyatrosu ve Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’yla da dönüşümlü olarak oyun alışverişlerinde bulunup seyircinin farklı oyunlarla da karşılaşmalarını sağlamak iyi bir düşünce. Buna Şehir Tiyatrosu olan başka şehirler de katılmalı. (Diyarbakır, Gaziantep vb) Başkan oralara gidiyorsa ‘şehrin tiyatrosu’ neden gitmesin?

İBBŞT Edebi(repertuvar) Kurulu ve Yönetim Kurulu üyelerini sayfasında paylaşırsa çok iyi olur. Ona buna sorarak sonuca varılamıyor. (Birilerine sordum. Hâlâ cevap yok.) Ayrıca İBBŞT Yönetmeliğinin de sayfalarında paylaşılması doğru olacak. Şeffaflık gereği tabii ki.

Doluluk oranı bir başarı değildir. Bilet fiyatı çok düşük olan bir kurumun tiyatrosunda biletlerin satışa çıkar çıkmaz bitmesi bir başarı sayılmaz. Seyirci için en ucuz eğlence İBBŞT’da oyun seyretmektir. Bu fiyatlarla aldığı bileti yakabilir oyunun yarısında çıkabilir.  Ama sunulan oyunlara bakınca giderek şöyle bir algı oluşmaya başladı. Bu fiyatlarla bu kadar tiyatro. Oysa İBBŞT’nin sorumluluk ve görevi yüksek standartları uygun fiyatlarla seyrettirmek olmalıdır. Bunun önündeki engeller kaldırılmalı kurum birkaç rejisörün tekelinden kurtarılmalıdır. Ufku geniş yönetmen ve oyuncularla sınırları zorlayan görkemli rejiler sahneye çıkarılmalıdır. Benim gözlemim şu anda İBŞŞT’da bir Beklan Algan gibi vizyoner yönetmenin olmadığıdır. Ama İBBŞT dışarıdan onu bulmuyor(aramıyor?) nedense. Belki de içeridekiler izin vermiyor kim bilir. Beklan Algan gibi birisi yoksa GSY’nin dediği Deneme Sahnesi’ni kim(ler) yönetecek? Bu noktada İBBŞT içindeki Çağdaş Gösteri Sanatları Merkezi’nden bahsetmemiz gerekiyor. Yazılı amaçları hedefleri ile ufuk açabilecek bir merkez. Yönetimsel tutumlar yüzünden sürekli olarak etkin olamayan  merkezi Emre Koyuncuoğlu yönetmeye çalışıyor. Koyuncuoğlu eğitimi , yaptıkları ve emelleriyle benim çok beğendiğim bir tiyatro insanı. Onun ÇGSM ile birlikte Deneme Sahnesi’ni yönetmesi  İBBŞT ve tiyatromuz için bir şans olur. Yeter ki engel olunmasın serbest bırakılsın.

Ben her zaman ülkemizde ödenekli tiyatroların varlığına inandım. (Ama bu halleri ile değil.) Zira ödenekli tiyatrolar tiyatro alışkanlığını arttırır tiyatronun yaygınlaştırılmasını seyircinin çoğalmasını sağlar. Bu aynı zamanda özel tiyatroların da önünü açar açmıştır.  Öte yandan ödenekli tiyatrolar buz kıran gemiler gibi ülkedeki bazı mecraların değişmesine yardımcı olabilir. Bu kapsamda uluslararası tiyatro zirvelerini düzenlemek ödenekli tiyatroların görevidir. İBBŞT yılda bir düzenlenecek uluslararası tiyatro zirveleri ile dünyadaki tiyatro yapıcıları ülkemize getirerek onların ülke yöneticileri ve yerel tiyatro yapıcılarla buluşmasını sağlamalıdır. Zira bizi yönetenler tiyatro bilmiyor. Bu vesile ile öğrenirler.

Daima Genç ve  Daima Çocuk günlerinin  devam etmesini kapsama liselerin de alınmasını isterim. Daima Genç ve Daima Çocuk  Günler genç yazarların oyunlarına öncelik vermelidir hatta zorunlu kılmalıdır. Bu yazar atölyesinden daha işlevseldir. 

100 yılı aşmış bir kurum olarak İBBŞT’nın birikimleri çoktur. Bu birikimlerin bir müzede sergilenmesi gerekir. İBBŞT Tiyatro Müzesi bir an önce hizmete alınmalıdır. Öte yandan dijital olarak gelişen  tiyatro kütüphanesinin fiziken açılması da iyi olur. Kütüphaneden araştırmacıların eleştirmenlerin yararlanması oyun dağarcığına ulaşmaları  GSY’in iki dudağı arasından çıkarılmalıdır.  Eski belgelerin afişlerin yeni baskıları kuruma gelir sağlayabilir.

İBBŞT’nin youtube hesabı seyircinin bilgilendirilmesi için kullanılmalıdır. Zaman zaman izlediğim bazı videolar arkadaş muhabbetinden öte gitmedi. Ekrandan oyunculuk ve yazarlık eğitimi verilemez. İBBŞT’nin görevi de değil. Repertuvardaki oyunlar hakkında bilgilerin sohbetlerin  prova görüntülerinin paylaşılacağı programlar çok yararlı olacaktır. Dünyaya bakın. İngiltere'deki tiyatroların sayfalarını inceleyin. 

İBB Atık Yönetim Müdürlüğü’nün “İleri Dönüşüm Atölyesi” ile işbirliği yapılarak birkaç çocuk oyununun her şeyini geri dönüşüm atölyesinden dönüştürülen malzemelerle üretmek, yenilenebilir enerji kaynaklarının verimli kullanımına yönelik çalışmalar kapsamında çatısı uygun olan sahnelere  güneş panelleri konulması, şehrin farklı yerlerine yerleştirilecek kiosklarda  seyircilerin daha kolay bilet alabilmesini sağlamak güzel projeler.

İBBŞT özel tiyatrolarla rekabet etmemelidir. Özel tiyatroların kısıtlı imkanları ile yapabilecekleri oyunları onlara bırakmalıdır. Ben kurum dışından yönetmen ve oyuncularla ortak projeler yapılmasından yanayım.  Bunun kuruma ve tiyatromuza enerji katacağını düşünüyorum.

Senede bir iki defa çocuk oyunları izliyorum. Maalesef iç açıcı değil. Yetişkinlerin bile seyretmek isteyeceği görkemli oyunlar yapılmalı. Yurt dışından yönetmen getirilmesi çok iyi olur. Antalya BB Şehir Tiyatrosu örneği iyi incelenmeli.

İBBŞT’da GSY’nin işi çok zor. İpte yürümek gibi bir şey. Kurum içi dengeleri korumak başlı başına bir iş. Kurumun başında zerafeti ve güler yüzü ile tiyatro sanatı için ve adına çok olumlu bir fotoğraf veren  Ayşegül İşsever’e kolaylık diliyorum.   

Ben konularla ilgili düşüncelerimi bugüne kadar çok paylaştım. Okunduğunu biliyorum ama ne tiyatro yapıcılardan ne de tiyatro severlerden hiç geri dönüş almadım. Sanki suya yazdım.  Olsun. Bir tiyatro sever olarak Türk Tiyatrosu’na katkı yapmak bana yetiyor. Yazarken bir amacım  da zamanı kaydetmek. Geleceğe bir şeyler bırakmanın mutluluğu içindeyim.

Melih Anık

3 Eylül 2022 Cumartesi

Yetmiş Birinci 4 Eylül

 

İlki doğduğum gün. 2022 yılında onu çıkarınca kalanların sayısı ise yaşım: 70

Sabah doğmuşum. 6:30 gibi. Burcum Başak yükselenim de Başak. Ölüm yılına bakarak annemle beraber 63 yıl aynı dünyada kalmışız. Ancak evlenip annemin evinden çıkana kadar 26 yıl birlikte yaşamışız. Babamla 20 yıllık bir beraberliğim var. Kızımla 38 yıldır beraberiz. Yaşadıklarımızın yoğunluğuna ve rakamlara bakarak Fügen ile birlikteliğimin hayatıma yön verdiğini açıkça söylerim. Bir Yay ile 48 yılı tamamladım. 70 yılın 48’i. Bu kadar uzun süreyi birbirini etkilemeden geçirmek mümkün değil.  Artık burcumu soranlara ‘Yayımsı Başak’ diyorum bu nedenle. Biz çocuklarımızı eğitiriz. Ya da eğittiğimizi sanırız. Lalin ile geçirdiğimiz 38 yıl ayrı bir eğitimdir benim için. Annem ve babamla geçen 46 yıla ‘temel eğitim’ dersem Fügen ve Lalin’le geçen 86 yıl şahane bir ‘yüksek eğitim’ sayılır. Yaptığım bu matematik bazılarınıza ‘absürd’ gelebilir. Her ilişki özeldir ve insan her insan ile ayrı yaşar yılları. Üniversitede ‘double major’ yaparlar hani. Ben onlarca insan ile  kaç ‘major’ yaptım kimbilir.

Jyväskylä Üniversitesi(Finlandiya) yaşlılık bilimi (gerontoloji) uzmanlarından Taina Rantanen gözetiminde yapılan araştırmada, 1910 ve 1914 yıllarında doğan yetişkinlerle yaklaşık 30 yıl sonra dünyaya gelenler karşılaştırılmış. Her iki yaş grubu da sırasıyla 1989 ve 1990 ile 2017 ve 2018 yıllarında incelemeden geçirilmiş. Her iki yaş grubuna da önce 75 yaşında ve ardından 80 yaşında yüz yüze gelinerek 6 fiziksel deney ile 5 bilişsel yeteneğin ölçüldüğü sınamalardan oluşan aynı deneyler dizisinin uygulanmış.

Araştırmacılar kuşaklar arasındaki farklılıkların her şeyi kapsamadığına akciğer fonksiyonu değerlerinin şaşırtıcı bir biçimde aynı kaldığına ve -bir olasılıkla son dönemlerde okullarda ve gündelik yaşamda ezberleme yetisi eskisi gibi önemsenmediğinden olsa gerek- bir dizi sayının anımsanmasını gerektiren kısa süreli bellek sınavında bir ilerleme kaydedilmediğine tanık olmuş. 

 Elde edilen bu bulguların birçoğu öteki topluluk araştırmalarıyla örtüşüyormuş. Örneğin, Hollanda’da 2018 yılında yayımlanan bilişsel yaşlanmayla ilgili bir araştırmada 1931 ile 1941 yılları arasında doğan yaşları geçkin yetişkinlerin bir dizi bilişsel sınavda 1920’lerde dünyaya gelmiş yaşıtlarını gölgede bıraktıkları  ancak yine kısa süreli bellek konusunda iki grup arasında herhangi bir farklılık olmadığı görülmekteymiş. 

Danimarka’da yapılan 2013 tarihli bir araştırma da doğum yılıyla bağlantılı farklılıkların çok ileri yaşlara dek sürebileceğini ortaya koymuş. 1915 yılında dünyaya gelen 95 yaşındakilerin bilişsel bir sınavda 1905 doğumlu 93 yaşındakilerden çok daha başarılı oldukları görüldü. Araştırmada daha geç bir tarihte doğan grubun yürüyüş hızı ve kavrama gücü açısından herhangi bir üstünlük göstermediği ancak o grubun üyelerinin -banyo yapma ve giyinme gibi- günlük yaşam etkinlikleri konusunda daha becerikli oldukları da görülmüş.   

İnsanların daha iyi yaşlanmalarının çeşitli nedenleri var. Bu nedenlerin başında daha iyi sağlık hizmetleri ve sigara içme oranlarındaki düşüş geliyor. Fiziksel işlevlerin irdelendiği Finlandiya araştırmasının baş yazarı Kaisa Koivunen’e göre daha geç tarihte doğan yetişkinlerde en ağır basan unsur onların fiziksel açıdan çok daha etkin olmaları ve daha iri bedenlere sahip olmalarıydı. Bu da onların daha sağlıklı beslendiklerine işaret etmekteydi. Beyinsel işlevler konusunda en önemli etmenin de eğitim görme süresi olduğu görülüyordu. 

ABD Ulusal Yaşlanma Enstitüsü yöneticilerinden Luigi Ferrucci, eğitimin yaşlanma ve sağlık açısından son derece güçlü bir etki yarattığını belirterek “Daha iyi bir eğitim sayesinde bir olasılıkla gelir düzeyiniz de daha yüksek olacaktır. Bu da doktora gitme, iyi beslenme ve bedene zarar vermeyecek bir işe sahip olma olasılığının da daha yüksek olması anlamına gelir” diyor. Gelir düzeyi yüksek olan ülkelerde bu tür üstünlüklerin yalnızca yaşam süresini uzatmakla kalmayıp bu sürenin çok daha sağlıklı bir biçimde geçirilmesine de olanak tanıdığı görülüyor. 

Kısacası günümüzde 70 yaş belli olanaklara sahip olan şanslı bir kesim için yeni 60 olabilir ama herkes için aynı durum söz konusu olmayabilir.

Dikkat ederseniz araştırma yapılan ülkeler Hollanda, Danimarka Finlandiya.. Yaşam kalitesinin üst düzeyde olduğu ‘insan’a hürmet eden ülkeler. Bizim ülkemizde erken yaşlanmış gençleri görmek çok mümkün. Zira ülkemizin ‘insan’a saygısı ve sevgisi yok. Her anı sürprizli  bir ülkede 70 yıl yaşamış bir insan olarak şanslı olduğumu düşünüyorum. 

Temel amacım babamın öğütlediği gibi ‘yaptığım işi en iyisiyle yapmak’ oldu. Bu çalıştığım yerlerde kalabalıklar arasından seçilmemi sağladı. Patron işine yarayana(bana) iyi davrandı. Çalışkan güvenilir ve iş bitiren eleman olmam döneme göre iyi bir gelirin kapısını açtı. Çalışma hayatı açısından dönem de uygundu. Piyasa ‘geminin yolda karşılaştığı fırtınaları değil geminin limana yanaşıp yanaşmadığı’ ile ilgilidir hep. Ne mutlu ki ben çoğunlukla gemiyi limana yanaştırdım. Patronun oğlunun okul arkadaşı sosyal dernek vb kuruluşların içinde  olmadan meslekte bir pozisyona gelmek  mümkün değildi(r). Ben kendi çabamla ulaştım bazı pozisyonlara. Toplumlar kapalı klanlar içinde yaşar. Hindu değilseniz bu çemberden zihnen teselli ile kurtulmak da mümkün değil. Sanırım hâlâ da öyledir.  Patron yâni kendi işimin sahibi olamadım ama işçi arı olmak bana yetti.  Aldığım resmi eğitim yanında yukarıda sözünü ettiğim eğitimler ve de ‘yaşadıklarımdan öğrendiklerim’ bana çok yardımcı oldu. Başıma gelen belalara da o şekilde dayandım. Aklıma yatmayan hiçbir işin altına girmedim. Girdimse başıma geleceklere hazırlıklı oldum. Bunu en iyi avukatım  anladı. Babamın hatırladığım  ikinci öğüdü idi : Çok önemli yazıları göndermeden üstünde  uyudum yâni bir gece geçmesini bekledim.  İş hayatından erken ayrılmış olmama rağmen bugünün keyfini çıkarmamı sağlayan şeyler daha önce biriktirdiklerimdir. Sanat kitaplar tiyatro edebiyat müzik seyahat vb konularda topladıklarım şimdi hayata başka bir gözle bakmamı ve yaşamamı sağlıyor. Lisede okuduğum bir kitapta ‘Mutluluğunuzu kimseye borçlu değilsiniz’ cümlesini okumuştum. Bu beni çok etkiledi. Başardığım şeyler sonunda Ferhat gibi kendi sırtımı kendim okşadım ‘Aferin Melih’ diyerek. Başıma gelen kötülükler için ‘Bunlar benim hatalarım’ deyip başkalarını suçlamadım mazeret üretmedim.( ‘Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı’A.Behramoğlu)

’Your Erroneous Zones(Hatalı Alanlarınız) Wayne W.Dyer’ başucu kitabım oldu. ‘Hayatınızın kontrolünü elinize alın’ şeklinde tanıtımı vardı kitabın. Hayatınızın efendisi olmak benim inandığım bir düstur oldu. Kitaptan çok yararlandım. Bu anlayış yüzünden çok da gemi yaktım.  Bir bölümün başlığı ‘You don’t need other’s approval.’ Başkalarının onayına ihtiyacınız yok. Onay beklemedim.  Alkış beklemedim. Ödül beklemedim. Almak için 'atraksiyonların' içinde olmadım. Bu beni özgürleştirdi. Hayatıma yön veren ikinci kitap ‘İyi İnsan İyi Vatandaş’ idi. Şimdi geriye baktığımda iyi insan ve iyi vatandaş olduğuma inanıyorum.

Üniversite yıllarımda ve sonra iş hayatımda didişken biri idim. Saatlerce tartışırdım. Şimdi seseldim. Zira artık tartışma adabı da yok oldu. Ancak zaman zaman eski Melih çıkıyor ortaya gene.

Dilimizde bir söz var: Yaş yetmiş iş bitmiş. Yaşamak bir iş ise biten bir şey yok. Emekliliği yok yaşamanın.

Cahit Sıtkı ‘Yaş otuz beş yolun yarısı eder’ derken 46 yaşında öleceğini bilebilir miydi?

İlahi Komedya’yı yazmaya 35 yaşında başlayan "hayat yolculuğumuzun ortasında kendimi karanlık bir ormanda buldum." diyen Dante de 56 yaşında ölmüş.

Yarını bilmiyoruz. Tarih uzaktan bakınca anlaşılıyor. Kendi tarihime şimdi uzaktan ve yükseklerden bakıyorum. Tarancı ve Dante'den daha şanslıyım.

Babam ölene kadar inançlı sayılabilecek bir gençtim. 1972’de 20 yaşımda iken babamı kaybedince eskisi gibi olamadım. Kuran başta olmak üzere kutsal kitapları  satırların altını çizerek okudum. Notlar düştüm işaretler koydum sayfa kenarlarına. Hâlâ da ara sıra okurum. Sorgulamaya yargılamaya başladım. Vicdanım rehberim oldu. Ülkede zorluklar içinde yaşayan çoğunluğa bakınca yaşadığım hayat için onlardan özür dilemek istiyorum. Vicdanımın oluşmasında dayım Nazım Merey’in çok katkısı var. Onun yönlendirmesiyle kitap okumaya başladım. İlk okuldaydım. Okumam için bana verdiği ilk kitap Kuyucaklı Yusuf idi. Onun sayesinde ilk okulu bitirene kadar Türk yazarlarının belli başlı romanlarını okumuştum. O günlerde oluşan vicdanım hâlâ beni sorguluyor denetliyor.

Aynı anda farklı konularda kitaplar okudum. Farklı olayları merak ettim. Burnumu soktuğum her olayda yeni bir şey öğrendim. Edindiğim tecrübeler başkalarınca yadırganan zaman zaman  aşırı tedbirli olmama yol açtı. Ülkem hakkındaki karamsarlığımın nedenlerinin başında çok önemli olaylar içinden geçmiş olmamın rolü var. Perdenin arkasını gördüm.

Zor bir insan olduğumu kabul ederim. Benimle geçinmek pek de kolay değildir. Açık sözlüyümdür zor beğenirim. Ama iyi yanlarım katlanılmamı kolaylaştırır. Güvenilir biriyim yalandan nefret ederim. Sorumluluk taşırım. Şefkatliyim. Merhametliyim.  Sır tutarım. İyi insanlar beni anlar.

Anları yaşamak istedim hep. Ânın keyfine varmayı istedim.Yarın olacaklar için bugünden tasalanmamayı istedim. Becerdim diyemem. Bizimkisi gibi yarını belli olmayan bir ülkede bunu yapmak kolay değil. Yaşadığınız ülke kaderinizi belirler. Coğrafya kaderdir. Buna bir de yaşadığınız dönemi ekleyin. ‘Nereden buraya bu zamanda düştük diyenlerimiz’ çoktur. 1952’den itibaren ülkede yaşananları listelemeye başlamıştım. Bir yerden sonra bunaldım içim şişti. Neler yaşadık neler. Kaç darbe yaşadık? Neye yaradı o darbeler? Bitmeyen bir savaşın içindeyiz. Paramparçayız. Uluslararası oyunlarla ülkemiz ciddi risklerle karşı karşıya.   Atatürk’ten sonra nerelere savrulduk. Hak ettik mi? Etmedik. Şimdi ise durum daha da vahim. İçimde umudun zerresi yok.  Sanıyorum ülkemin düzeldiğini de göremeyeceğim.

Sonunu görmeden mutlu yaşadım deme demiş ya bir filozof ben de hastalanmadan başkasına muhtaç olmadan en azından bugünün havasında yaşayıp aniden ölürsem mutlu yaşadım sayacağım.

Bundan sonra daha kaç 4 Eylül yaşarım kimbilir. Bilmemek iyidir. Ânı yaşayalım.  

Melih Anık


10 Ağustos 2022 Çarşamba

Yatak Örtüsünün Hikâyesi

 Fügen ile 1974’de tanıştık. 1976’da sözlendik. 1977’de nişanlandık. 1978’de evlendik. İlk iki yıl aileler işin içinde yoktu. Bizimkiler Fügen’i tanıdılar ama ben onun ailesi ile pek temas kuramadım.  2015 yazında Fügen  Amerika’ya gitti.  O yaz ben Fügen burada yokken annesi Aynur Hanım’ın  doğum gününü kutlamak için onu ziyaret ettim. Amacım kendimi tanıtmak idi ama anneden yakınlık görmedim. Aynur Hanım uzaktı bana. Ölene kadar da nazik ama mesafeli hâlini korudu.  Galiba bu mesafeli duruş kendi hayatından geliyordu. Zor bir çocukluk geçirmişti. Çocuklarından bile derdini sıkıntısını gizlerdi. Ben dışarıdan gelen birisi olarak tabii ki zor kabul edilecektim.

 Aynur Hanım Fügen’in  çok iyi yetişmesi için elinden gelen tüm maddi manevi fedakarlığı yapmıştı. Özel okullar keman dersleri bale eğitimi seyahatler  vb Fügen bana harcanan paralarla birkaç ev alınırdı der. Her annenin gönlünde bir aslan yatar. Ben o aslan değildim.  Dikkat ederseniz hep anneden bahsediyorum. Baba şeker gibi bir adamdı ama aile içindeki kararlar Aynur Hanım'dan çıkardı. Kaptan o idi. Fügen’in ailesi kadının ‘dominat’ olduğu bir aile idi. Benim ailem ise pederşahi idi. Baba önde gelirdi her meselede.  Farklı topraklardan gelen bitkiler gibiydik. Aynı saksıda nasıl olacaktı? Biz kendi evliliğimizde rolleri iyi dağıttık sanırım. Bir de sanat iyi bir harç oldu inşa ettiğimiz duvarda.


Fügen Amerika’ya gittiğinde abisi Amerika’da idi. Onunla birlikte de bir süre geçirdi. Fügen ile çok sık mektuplar yazdık birbirimize. Fügen’in abisi annesinin tesiri ile bizim ilişkimize çok sıcak bakmıyordu.  Ben istenmeyen damattım. Abinin Fügen’i sıkıştırdığını, abisi okur diye Fügen’in benim mektuplarımı  yaktığını sonradan öğrendim. Ben önce müsvedde yazardım oradan temize çekerdim mektuplarımı. İyi ki öyle yapmışım.  Fügen’in mektupları ve o müsveddeler sağ salim kaldı elimde.

Fügen’in yaşadığı evdeki komşunun akrabası benim yaşadığım evde bizim komşumuzdu. Galiba laf taşımayı da seviyordu. Fügen’in bizim eve  geldiğini haber veriyordu Fügen’in annesine.  Benim ailemden de bahsediyordu doğal olarak. Aynur Hanım muhtemelen o hikayelerin de tesiri altında kalmıştı.

Bu giriş yatak örtüsünün hikayesi için bence şart. Aynur Hanım çok hünerli bir kadındı. Özellikle örgü işlerinde bence bir sanatkârdı. Fügen’in üstünde pek çok eserini gördüm. Beni istemeyen Aynur Hanım kızının çeyizine fotoğrafını verdiğim yatak örtüsünü koymuş. Sanırım bununyapımı bizim sözlenme tarihimizden sonraya denk gelir. Fügen örtü yapımının bir yıla yakın sürdüğünü söylüyor. Yatak örtüsü üstünde meleklerin arasında  iki harf var: F ve M. Aynur Hanım beni istememesine rağmen kızı kesin kararını verdikten sonra ona bir mesaj vermek istemiş olabilir. Yatak örtüsü Katolik nikahın bir sembolüdür belki.  Aynur Hanım ‘Karar verdin ayrılık yok’ mesajı vermişti belki. Bizi isimlerimizin baş harfleri ile yatak örtüsü üstünde birleştirmişti. Çakmıştı demek daha doğru. Öte yandan başta karşı çıktığı bir evlilik için kendini teselli etme ikna etme örtüsü de olabilir pekala. Aynur Hanım ile bunları hiç konuşmadık. Sanırım konuşsaydık bile Aynur Hanım sessiz kalırdı. 

Aynur Hanım’ı rahmetle anıyorum. Evimizde gözümüzden sakındığımız eserlerinden biri bu. Aile mirasımızın antikalarından biri.

Melih Anık


28 Haziran 2022 Salı

İncir Ağacını Kestiler

 Komşumun  bahçesindeki incir ağacı kesilirken aklımda hep 'o' incir ağacı vardı. Necip Fazıl'ın Bir Adam Yaratmak oyunundaki incir ağacı. Oyunda incir ağacı bir karakterdir. Oyunun baş rolü Hüsrev'in babası bahçedeki incir ağacına asarak intihar etmiştir. Hüsrev geçmişteki bu olayın tesiri altında kalmıştır. Kendisini şöhrete ulaştıran  'Ölüm Korkusu' oyunu bu tesirin bir yansımasıdır.  Dost sandıklarından yediği darbeler Hüsrev'e babasının seçtiği yolu hatırlatır. Ama annesi bahçedeki incir ağacını kestirmiştir.

Sanat çevrenize farklı bakmanız neden olur. Testereyi tutan el için incir ağacı odundur size göre ise Hüsrev'in incir ağacı yâni bir karakter. Elektrikli testerenin dişleri arasında yok olan incir ağacının sızısını hissedersiniz. İncir ağacı acı çeker  inlediğini duyarsınız. Asırlık ağacın bir dalını kesen elin  zorlandığını ağacın dalını  vermemek için  direndiğini görünce bu direnişe saygı duyarsınız. Ama heyhat sonunda ağaç testereye boyun eğer ve betonun üstüne düşer dal dal yaprak yaprak. Aslında etrafını saran beton döşemenin cenderesi içinde bir kaç yıldır nefes darlığı çekmektedir. Toprağa sarılmak için göz yaşı gibi döktüğü yapraklar beton üstünde çürür, toprağa kavuşamaz. Ev sahiplerinin ona olan ilgisinin azaldığını hissettikçe incirler  dalda olgunlaşmadan yere düşer.  Oysa incir ağacı yanına dikilen üç katlı eve rağmen bir fidandan koca bir ağaç olmanın gururunu yaşamıştır. Evin altına inatla köklerini uzatmış toprağın altında görünmeyen egemenliğini ilan etmiştir. İncirleri ballı ballı döküldüğü zamanlarda çevresinde koşuşan çocukların çığlıkları onu sevindirmiş onları sevindirmek için daha çok ve ballı incirler vermiştir. Evin bir ferdi gibi hissetmiştir kendini yıllarca. Ev sahiplerinin onun yere düşen yapraklarından yemişlerinden rahatsız olduğunu aklına bile getirmemiştir. Yaşlı ev sahipleri çocukları büyüyüp evden gittikten sonra başbaşa kaldıkları bu evi çekip çevirmekte oldukça zorlanmışlardır.  İncir ağacı onlar için evde baktıkları  ağzına yemek verip altını temizledikleri çok yaşlı bir yakın gibidir artık. Gölgesinden bile sıkıldıkları olur arada bir. Evet zor bir karardır ama çaresi yoktur.

Ben ağacı tanıdıktan sonra evin önünden her geçtiğimde bahçe duvarının arkasından incir ağacına bakardım. Bugün de kesilmemiş derdim içimden. Belki de vazgeçtiler.  Bir akşam üzeri kapı önünde oturan evin hanımına rastlamıştım.' İncir ağacının altına file gerseniz dökülenler orada birikse' demiştim umutsuz bir cevabı bekleyerek. 'Yok' demişti kadın, 'onunla uğraşmak daha da zor. Haber verdik bekliyoruz. Birisi gelecek kesmek için. İşi çokmuş.'  Ben kaçamak bir selam gönderdim incir ağacına dostunun yüzüne bakamayan birisi gibi. Ne çabuk dost olmuştuk biz bu incir ağacı ile. Konuşmadan. Bir kahve içimlik zamanda. Varlığını çok da umursamadığım incir ağacının içinde bulunan bahçenin önünden geçerken evin sahipleri ısrar etmişlerdi. Biz de içeri girmiştik. O zaman bahsetmişlerdi  bize incir ağacını bekleyen sondan. Belki de incir ağacı o gün anladı neler olacağını. Ben kahvemi yudumlarken pek konuşkan olan ev sahibi erkeğin dediklerini dinliyor ama incir ağacının sert kuvvetli gövdesine bakıyordum. Bir ara  okşadım. Bir ağacı okşadınız mı dost olursunuz onunla. Bu böyledir.

 Kendileri kesemediler ağacı. Kolda derman ister elektrikli testereyi kavramak . Ayrıca yıllarca yârenlik ettikleri ağacı kendi elleriyle kesmek de gelmedi içlerinden. Haber saldılar çevreye. Kesici günlerce beklettikten sonra geldi. Yarım saat içinde halletti işi ve ağacı. Önce dalları kesti bir bir. Ellerini kesti ağacın yâni. Victor Jara'yı hatırladım. Bir stat dolusu esirin içinde gitarını çalamasın diye ellerini kestiler Jara'nın. O an incir ağacı benim için Jara idi. İçimde kendiliğinden açılan bir yara gibiydi. Elektrikli testerenin gürültüsünün her  kesildiği anda  betona vuran dalların çıkardığı sesi duyuyordum. İncir ağacının dalları tek tek vuruyordu betona başlarını. Benim içimde Victor Jara'nın onurlu ve dik bakışları canlanıyordu. Teslim olmamış olmayacak. Sonunda incir ağacının kocaman gövdesi kaldı döşemeye yakın düz bir tabla gibi. Kesici ağacı küçük parçalara böldü ve dizdi kışlık yakacak deposuna. Yaklaşan kış aylarında  sobada incir yanacaktı kömür yerine.        

Bilemediler ağacın odun olmuş her parçası depoda ağladı usul usul. Ağlayarak kurudu odunlar kışa kadar. Sobada alevler içinde kaldığında incir kokusu sardı evin dört yanını. Ev sahipleri o kokuyu duydukça kendilerinden bir parçanın eksildiğini hissettiler ne olduğunu bilmeden. Anıların yanması mı idi bu? Çocukların büyürken attıkları sevinç çığlıkları mı? İncir ağacı toplamıştı tüm o anıları. Sobada yandı şimdi sahiplerini de yakarak. Hem de sahiplerinin elleriyle teslim oldukları ateşte.

İncir ağacının odunları yanıp biterken önce evin  beyi hastalandı kışı çıkaramadı, ilkbaharı göremeden gitti. Ardından o yazın sonunda evin hanımını toprağa verdiler beyinin yanında. Kimse anlayamadı bilemedi nedenini. Ben biliyordum. İncir ağacı aileden biriydi. Aileden biri gidince geride kalanlar da zamanla kurur yavaşça. Yanan odunların kokusu sebepti  buna inceden evin içinde tüten.  

Aylar sonra bir gün büyük oğul  'Başlarına bir ağaç dikelim' dedi. 'Annem babam incir ağacını severdi. Bizim de çocukluğumuzdur' diyerek bir incir fidanı dikti mezarlarının başına. Selviler bu yabancıya tuhaf tuhaf baktı. İncir fidanı garipsedi. Yalnızlaştı. Ne yaptılarsa boy vermedi, çiçek açmadı. Çürüdü gitti. Bence kırılmıştı toprak altında yatanlara. Ama daha da ilginci üç katlı ev zamanla yan yattı, duvarları çatladı. Kimse anlamadı. Evi bir şefkatli bir el gibi tutan incir ağacının kökleri kurudukça altı boşalan ev de kendini bıraktı. Evi yıktılar yeniden yaptılar. Torunlardan biri incir ağacının gölgesindeki bebek arabası içindeki fotoğraflarını  hatırladı. Bir incir fidanı getirdi dikti. İncir fidanları küsmüştü bu aileye. Bir daha hiç bir zaman o bahçede incir ağacı tutmadı.

Bir bahçem olursa incir ağacı ekeceğim o incirin anısına. Victor Jara şarkıları dinleyeceğiz altında. Hüsrev'i incir ağacı ile barıştıracağım.

10 Mayıs 2022 Salı

Hilmi Bulunmaz



 Hilmi Bulunmaz’ın 18 Mart 2020 tarihinde yaşadığı talihsiz bir kazayla başlayan yaşama mücadelesi bugün 10 Mayıs 2022’de sona erdi. Başlangıçta var olan umut zaman içinde eridi. Hilmi Bulunmaz’ın geri dönüşü olmayan yolculuğu başladı.

Onunla tanışıklığımız kağıt üzerinde başladı. Yazılarımı titiz bir editör gibi okudu. Yaptığım imla yanlışlarını düzeltti. Çok etkin kullandığı web sitesinde yazılarımı paylaştı. Zaman zaman beni utandıran övgüler yazdı hakkımda. Beni savundu. Bana saldıranlarla mücadele etmekten geri durmadı. Çandarlı’da yaptığım bir oyuna geldi. İlk kez o zaman yüz yüze geldik. Sohbet ettik.  O âna kadar telefonda bile konuşmamıştık ama birbirimizi anlayan iki arkadaş olduğumuzu anlamıştık.

Beni inşaatçı diye küçümseyenler onu da kuyumcu diye küçümsüyordu. O profesyonel tiyatro yapmıştı oysa. Yazmış yönetmiş oynamıştı. O uğurda içeride yatmıştı. Türk Tiyatrosu hakkındaki bilgi ve birikimi onu küçümseyenlerin çoğundan fazla idi. Tiyatro sevgisi de. Ticari mekânında düzenlediği bir bölümde  buluştuğu gençlere maddi manevi yardımlar yapıyor tiyatro konusunda bildiklerini aktarıyordu. Son zamanlarında yaptığı video çekimlerinde tiyatro gündemine ait düşüncelerini sarkastik bir dille  aktarıyordu. Tiyatro dünyasının ahlâksız yüzü tarafından  organize edilen ona yönelik linç kampanyasını içine hiç sindiremedi. Kızını bile olayın içine katıp ahlâksız paylaşımlar yapan pis zihniyet hakaret küfüre karşı imişler gibi bir imza kampanyası yapmıştı.  Hilmi Bulunmaz’ı sindirmek silmek istediler. Hilmi Bulunmaz bu yolda büyük bir savaşçı oldu. İmzacıları takip etti. Üç yüze yakın dava açtı. Kendi kendisinin avukatı olarak davaları takip etti. Çandarlı’da karşılaştığımızda ona bu davaların enerjisini dağıttığını linç kampanyasına imza verenlerin bile neye imza attıklarını bilmediklerini hatta unuttuklarını o insanları ciddiye almamasını söylemiş bu davalardan vazgeçmesini tavsiye etmiştim. O insanların içinde  tiyatro  ve insanlık konularında Hilmi Bulunmaz ile tartmayacağım koca bir yığın var. Türk Tiyatrosu’na katkı açısından Hilmi Bulunmaz’ın yanında  esameleri okunmaz. Hafıza özürlü toplumun tiyatro yapıcıları Hilmi Bulunmaz’a karşı organize edilen linç kampanyası organizatörlerinin elinden ödül almaya devam ediyor; onlarla aynı kabın içinde olmanın ne demek olduğunun da farkında değil. Hilmi Bulunmaz sosyal medyada kaydettikleri ile onların ipliğini  pazara çıkarmaya devam edecek.

Şimdi mücadeleden vazgeçmeyen bir kalp sustu. Yanlışlıklar ve haksızlıklarla didişen bir ruh huzura kavuştu. Türk Tiyatrosu bir savaşçısını kaybetti. Hilmi Bulunmaz’ın ölümü büyük bir kayıptır. Hatırasını yaşatmak bir görevdir. Türk Tiyatrosu’nun ve sevenlerinin başı sağ olsun. Ben iyi bir arkadaşı saygı duyduğum bir dostu kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyim.  

Melih Anık

14 Nisan 2022 Perşembe

Ali Poyrazoğlu ile Şıngır Şıngır Beyoğlu

 Ali  Poyrazoğlu Tiyatrosu bu yıl(2022) 50.yılını kutluyor. Başlangıç 1972.  Ama Ali Poyrazoğlu’nun tiyatroculuğu daha eski. Tiyatroya evde aile çevresine yaptığı gösterilerle çocuk yaşta başladı. İsviçre’ye aile işini devam ettirmek amacıyla eczacılık tahsili için gitti ama gönlünde tiyatro vardı. Eczacılık tahsilini yarıda bıraktı.  İstanbul Konservatuvarı’ndan mezun oldu. Profesyonel olarak  İstanbul Şehir Tiyatrosu, Ulvi Uraz, Kent Oyuncuları, Gülriz Sururi Engin Cezzar Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Ayfer Feray Tiyatrosu, Arena Topluluğu’nda pek çok oyun oynadı. 1970 yılında sinemaya başladı. Sayısal olarak oynadığı tiyatro oyunları sayısı ile yarışacak kadar çok film yaptı. TV’da popüler olan  çok bölümlü diziler çekti. İzleyicilerle ilişkisini perçinleyen  karakterler yarattı.  TV/ radyo programları, seslendirmeler yaptı. Oyunlar denemeler gazete ve dergilerde köşe yazıları yazdı. Yurt dışında İngilizce Fransızca oyunlar oynadı. Birleşmiş Milletler desteği ile hazırladığı oyun salgından dolayı ertelendi. Oynanmayı bekliyor. Tercümeler yaptı. Yönettiği klasik müzik orkestrası eşliğinde gösteriler sergiledi. Dönemi için öncü sayılacak  Yeşil Kabare’yi kurdu. Kabare gösterileri yazdı yönetti oynadı. Üniversitelerde Hocalık yaptı. Profesyonel şirketlere eğitim konferansları verdi. Gençlerle atölyeler yaptı. Tiyatronun meseleleri ile ilgili dernekler kurdu devlet ile ortak çalışmalara katıldı. İş yaptığı  alanlarda sayısız ödüller kazandı. Devlet Sanatçısı seçildi. Ülkenin sanat hayatında pencere açan yol gösteren işlerle dolu dolu bir hayat hikâyesinin kahramanı oldu. (Di’li geçmiş zamanda yazdım. Miş’li hikâye olmasın istedim. Bitmedi. Hayat devam ediyor.)

Benim hafızamda Düşenin Dostu, Kobay, Oğlum Çiçek Açtı, Çılgınlar Kulübü, Morfin, Evet Evet Evet, İpteki, Orkestra, Uzakta Piano Sesleri  oyunları ile yer etti.  Genellikle komedyen olarak tanınmasına karşın yaptığı oyunlar dönemlerinde en ciddi meseleleri anlatan oyunlar oldu. Bugün oynanması neredeyse imkânsız cesaret sayılabilecek  oyunlarla ciddi konulara dokundu.  

Son yıllarda dostluğunu kazanmış olmaktan gurur duyuyorum. Sohbetlerinden çok yararlanıyorum. Ana konumuz olan tiyatro ile ilgili birikim bilgi ve repertuvarı insanı hayrete düşürecek nitelikte.  Sadece Türkiye’ye ilişkin değil dünya çapındaki dostluklarından kaynaklı vizyonu benim de ufkumu açıyor. Paylaştığı anıları dinledikçe Türk Tiyatrosu’na ilişkin ‘görünen’, Türkiye’nin yaklaşık 60 yıllık ‘bilinen’ tarihinin arkasını görüyorum. Ali Poyrazoğlu  içinde bulunduğu ortamlar, ilişkileri ve yaşadıkları ile hayatın hem keyfini hem de cefasını çekmiş biri. İnsan ve olay repertuarı çok zengin. Böyle bir hayattan onun süzüp sahneye çıkardıkları onu yakından takip eden bir seyirci kitlesi kazandırmış. Bu kitlenin içinde her yaştan yetişkinler var.

Oyundan önce Ali Bey ‘Sen oyun okumaya meraklısın. Sana oyun tekstini gönderiyorum’ demiş ve yedi sayfalık bir belge göndermişti.  Belge alt alta sıralanmış isimler ve olaylardan oluşan bir akıştı. Sahnede zaman zaman o akışa ve saate bakarak ve de listeden seçerek bir oyun oynadı Ali Bey.  İki saat on beş dakikada listenin yarısını oynadı. Bir başka akşam muhtemelen yeni ilavelerle sayfa sayısı artmış  olacak o listeden seçecekleri ile bir başka oyun oynayacak Poyrazoğlu. Bu tam da benim düşündüğüm bir şeydi. Elimde tuttuğum yedi sayfayı görüp oyunu seyredince  emin oldum. Poyrazoğlu’nun tek kişilik gösterileri her gösteride başka olma potansiyeline sahip doğaçlamalarla oluşuyor.

Son oyunu Şıngır Şıngır Beyoğlu İstanbul’un kalbi, Türkiye’nin hafızalarda yer etmiş hayallerde yaşatılan hasret duyulan bir bölgesi Beyoğlu’nu merkez alan tek kişilik bir oyun. Ali Bey tek kişi oynuyor ama sahne çok kalabalık. Kimler yok ki! Tiyatro perdesinin halkalarının demir boru üzerinde kayarken ‘şıngır’daması ile onlarca yönetmen oyuncu, oyun, anı canlanıyor. Ali Poyrazoğlu şimdi artık aramızda olmayan Muhsin Ertuğrul, Aziz Nesin, Haldun Taner,  Ulvi Uraz,  Yıldız Kenter, Şükran Güngör, Muammer Karaca, Ercüment Behzat Lav, Gazanfer Özcan, Feridun Karakaya Usta’ları vefa duyguları ve  seyircinin alkışları ile selamlıyor onları anlatarak bugüne ayna tutuyor. Gülerken göz yaşlarınızın gözbebeklerinizde biriktiğini gırtlağınızdaki düğümü hissediyorsunuz.

Sanıyorum  her şeye eleştirel bakma alışkanlığımdan geldiği için ben oyunları değişik bir  gözle seyrediyorum. Sadece anlatılan hikâye değil nasıl anlatıldığı da önemli benim için. Oyun nasıl başladı oyuncu salonu ısıtmak için ne yapıyor seçtiği biçim ne içerik düzeyi nasıl seyircinin ilgisini dağıtmadan nasıl kendisine ve anlattığı hikâyelere odaklanmasını sağlıyor vb.. Sürekli bir araştırma gayreti yani. Tek kişilik oyunlarda genellikle ilk etiket meddahlıktır. Ali Poyrazoğlu geleneksel bir meddah değil. Elinde asası mendili yok taklit yapmıyor. Hikâyesini bir tabureye oturup anlatmıyor. Ama aldığı İsmail Dümbüllü Ödülü’nün ve Işkırlak’ın hakkını bilinçli bir tarzda vererek geleneksel tiyatronun özelliklerini sahnede kullanıyor. Geleneksel tiyatronun ‘köpürtme’ ‘şaşırtma’ özelliğinden yararlanarak zaman zaman olayı sanki bir rüya gibi abartarak anlatıyor. Merakı kışkırtıyor. Absürd sınırlarını zorluyor. Seyirciyi uyanık tutuyor. Sahne dışına taşıyor seyirci ile ‘oynamayı’ seviyor. Bence meddahlığa ve orta oyununa yakınlığı bu noktada başlıyor. Yaptığında stand-up özellikleri de var.  Aralarda güncel olaylara kapalı/açık dokunuşlar yapıyor seyirciye küçük  tokatlar atıyor. Zaman zaman ‘konferansiye’ tarzına uygun bir konuşmacı oluyor.  Konuşmadaki akıcılık ve doğallık  yılların birikiminden ve anlattıklarının çoğunu  yazmış olmasından kaynaklı bence. İçselleştirmiş olduğu kendi ‘malını’ takılmadan düşmeden iletiyor seyirciye. Tiyatro türleri arasında geçişler yapıyor. Kimi zaman epik kimi zaman dramatik. Salonun tansiyonunu âdeta kokluyor.  Bu şekilde salonun tepkisini kontrol ediyor. İma ve dokunuşlarında edepli. Bir çileyi seyirci ile yumak seyirciyi rol arkadaşı yapıyor.

Ali Poyrazoğlu ‘amasız’ bir duruş sergiliyor sahnede. Tarafını belirlemiş bir sanatçı duruşu var. Atatürkçü laik demokrat insanca aydınlık  çağdaş bir Türkiye isteyen bir sanatçı profili bu. Ben onun yandaş olmayan duruşunu seviyorum.  Yanlış yapıldığını düşündüğü zaman  hesap yapmadan kişilerden ‘taraf’lardan bağımsız dile getiriyor.  

Pek çok projede Ali Poyrazoğlu’nun  maddi manevi desteği var. Yaptığı yardımlardan bahsetmeyi sevmiyor. Ancak ne yazık ki bir salonda, sokakta Ali Poyrazoğlu’nun adı yok. Bu bence Türkiye’nin ayıbıdır. Ali Poyrazoğlu’nun entelektüel birikiminin(resim, kukla, kitap, kostüm, kitaplaşmamış oyun, çeviriler, cd’ler dvd’ler, nesneler..vb) adını taşıyan bir müzede sunulması Türkiye’nin zenginliği olacaktır. 

Ali Poyrazoğlu’nun kafasının içinde doğmayı bekleyen nice proje ve oyun var. Yazmakta olduğu anılarının kitaplaşmasını merakla bekliyorum. Usta’nın sağlıkla nice eserler vermeye devam etmesini diliyorum.

Melih Anık