6 Aralık 2012 Perşembe

Siz Hangi “Arka Bahçe”desiniz? (B.Erenus- H.Köroğlu)


Arka Bahçe, Birinci Körfez Savaşı(1980-1988) sırasında ABD, Birleşik Krallık ve çok uluslu koalisyon kuvvetlerinin, Irak’ı özgürleştirme operasyonunu gerçekleştirdiği dönemde yazılmış. O sırada Hudson Nehri üzerindeki Özgürlük Anıtı da “perçinlerini zorluyor ve dağılmak istiyormuş”. Tiyatrolar o dönemde bu oyunu “görmemiş”. Arka Bahçe’yi 1993’de bir amatör tiyatro(İzmir Sanat Tiyatrosu) Faruk Boyacıoğlu rejisiyle sahnelemiş. Oyun, yazımından on yıl sonra  İskender Altın rejisiyle 1999’da Ankara Devlet Tiyatrosu’nda, 2001‘de Bulgaristan Pazarcık Devlet Tiyatrosu’nda oynanmış. Arka Bahçe, 15 Şubat 2012’de İstanbul Şehir Tiyatrosu tarafından Hüseyin Köroğlu rejisi ile seyircinin karşısına çıkmış.(Oyun dergisinden)

Oyunun yazarı Bilgesu Erenus, benim aklıma Joan Baez ile birlikte çakılmış bir aydın, bugünün tanımı ile bir “aktivist”. “Türkülerin kardeşliği”ni onun kasetinden dinlemiştim. “Şarkılarımız Kardeştir” 1988 yılına ait bir albüm. Hem tiyatroda hem sinemada onun eserlerini seyretmek fırsatım oldu. Seyrettiğim oyunları : Güneyli Bayan(AST), Nereye Payidar, El Kapısı, Misafir;  filmleri:  Devlerin Ölümü(1990), İkili Oyunlar(1989), Bir Tren Yolculuğu(1988)

Yukarda yan yana duran eserleri biliyorsanız,  Bilgesu Erenus hakkında daha çok söz söylemeye gerek kalmayacağını anlarsınız.  Bilgesu Erenus çocukların, doğanın, emekçilerin tarafında oldu, devlet de ona “hak ettiği”ni verdi! “Küreselleşen kapitalizmin insana ve halklara kasteden ısrarını” öngörebilmiş ama öngörüsünün gerçekleşmiş olmasından da dünya halkları adına üzüntü duymuş bir aydındır Erenus. Zira “Anlamak gideni ve gelmekte olanı” “bahtiyarlık” değildir günümüzde.  Yazımından 20 sene geçtikten sonra bile oyunundaki söylem ve öngörüsündeki isabeti yazarın dünya algısının doğruluğunu gösteriyor. Bu, hüzünlü bir durum ama dilerim bir alarm zili olsun “arka bahçedekiler”e.

Bilgesu Erenus’un Arka Bahçe’si kaderini kendi ellerinde tutamayanlar için bir uyarı; “cafcaflı” heykellere bakarak gözleri kamaşanlara o heykelin dibindeki karanlıkta yürüme dersi; çok uzaklardaki bir ışığın(meşalenin) kendi ülkesindeki zayıf, soluk gölgesini aydınlık sananlara bir “uyan borusu”; içinize gizlice sokulmuş mikropları görmeyesiniz diye çok sesli şenliklerle, festivallerle uyutulmuşluğun,  göz boyamanın iç yüzü. İnfazlı bir hayatın sunduğu iki seçenekten oluşan bir girdap: “Ya uy ya öl!”   Ama o “arka bahçe”nin kralları aslında kendi kaderlerini de çizmekte.

Arka Bahçe metninde, repliği olan üç karakterden biri(Hanımefendi), ne olduğu açıkça belli  “somut” bir yerde duruyor. Dekor tasarımı da metne uyuyor ve sahnede oyun boyunca duran bir heykel ile bu metaforun anlaşılmasını vurguluyor.  Diğer iki karakter (Hizmetçi ve Shelia) o kadar da açık(somut) değil. Hizmetçi, parasını ödeyen herkese “Hanımefendi” diyebilecek bir yaradılışta, olan biten ile çok da ilgili değil(ya da kendisine dokunursa ve dokunan kadar ilgili)  ve aslında o da bir “arka bahçe”de.  Shelia ise Hanımefendi’nin kızı olduğu için onun mirasçısı ancak Hanımefendi’nin mirası  hukuk diliyle anlaşılan somut bir miras değil. Hem o alacakların mirasçısı, borçların değil. Ama Shelia düzenin “muhafazakâr”ı, “meşale”nin taşıyıcı  olarak görülebilir. (O sahneye girince heykel yeniden “dikiliyor”) Piyes bir somut, iki yarı somut(hatta soyuta yakın) karakter ve de çok somut bir bahçeden ve soyut/somut ilişkilerden oluşuyor. Sahnede görülen ve repliği olmayan 6 kişi ise piyese eklenmiş.(Elimde sahne metni olduğu için ‘Grup’un özgün metinde olup olmadığını bilmiyorum.  “Çocuk”un oyuna eklendiğini Köroğlu ile yapılan bir söyleşiden duydum.)  

Ben biraz da Bilgesu Erenus’un metninden cesaret alarak oyunun yorumu farklı bir şekilde “okunabilir” mi diye de düşündüm uzun uzun.  Arka Bahçe tam anlamıyla “soyut”laştırılsa ne olur?

Arka Bahçe, “bahçıvanlık hayatta en hakiki erdemdir” diyen bir bahçıvanın yeni dünya, ceviz, nar,  kayısı rengi güllerle dolu bahçesi; deniz manzaralı, enva-i çeşit kokteyli hamakta sallanarak içeceğiniz bir kafe;  böceklerle yapacağınız bol aksiyon ve heyecanın yanında çok da eğlenceli zaman geçirtmeyi vâdeden bir savaş oyunu; toplumların tarihsel geçmişlerini yığdığı bir depo; artıklarını toplandığı bir atık alanı; küresel sermayenin tecavüzüne uğramış geri kalmış bir ülke;  acının, hastalığın, savaşın, sefaletin, cahilliğin peşini bırakmadığı bir eski kıta; her türlü deneyin yapılabildiği bir klinik olarak kullanılan bir şehir; işlerine kolayca ve sorgusuz karışabildiğiniz kaderini ellerinize terk etmek zorunda bıraktığınız bir ev, aile, ülke, parti vb olabilir. Ne olduğu elinizdeki güç ve  oraya nasıl “baktığınız”la ama en çok size o olanağı verenle ilgili bir durum değil mi? (Bu paragrafta “arka bahçe” araması sonucu  internetten karşıma çıkan bazı cümleleri kullandım.)

Yönetmen Hüseyin Köroğlu metaforlarla dolu oyunu “somutlaştırarak” HERKES’in anlamasını istemiş, bu şekilde anlatmayı tercih etmiş. Oyuna bir “ön oyun” eklemiş, “ara”yı oyunun bir parçası gibi kullanmış. “Ön bahçeleriniz ne kadar güzel olursa olsun arka bahçenizi temizlemezseniz ilerlemeniz zor” ifadesini oyunun “ana cümlesi” olarak aldığını dinlemiştim. Bir tv söyleşisinde(TRT Okul) “insanları dürtmek”, “insanların suçluluk duygusu hissetmelerini” istediğini söyledi.   Bunun sahneden nasıl yansıdığına ve üzerindeki etkisine seyirci karar verecektir. Sahnelemede, metinde ne olduğu çok belli Hanımefendi’nin ifadeleri esas alınarak  somut çağrışımlar kullanılmış.  Oyuncuların seyirciye doğru konuşmaları seyirciyi uyandırmak için bir tür sarsma. (“Ne bakıyorsunuz siz bundan farklı mısınız? Her hafta lotolar, altılılar..”) Bu da “hani bak sen de şöyle yapıyorsun ya, işte onu demek istiyorum”a geliyor.

Oyunun arasız oynanmasını tercih ederdim. Oyun arasındaki gerek sahnedeki gerekse hoparlörden gelen özlü sözler, aforizmalar güzel ama oyunu somutlaştırma ve anlatma gayretinin bir sonucu gibi geldi bana. Galiba asıl sorun yönetmenin “somutlaştırarak anlatma” yöntemi ile benim “soyutlaştırarak anlatma” beklentim arasında bir farktan kaynaklanıyor. Benim kişisel beklentim yerine  Hüseyin Köroğlu’nun yaptığına hak verdiğimi belirtmek isterim. 

Oyunda özel besteler olsa da bütüncül bir müzik yapı yok(bence). (Müzik: Selim Atakan) Ben bu oyunun müzikli oyun formatı ile bir “bütün” olarak ele alınması gerektiğine inanıyorum. Piyesin tümünde  bütüncül olarak düşünülmüş bir müzik tasarımı aradım.  Oyuncuların müzikal yeteneklerinin oyunculuğun söze dayalı özelliklerinden daha fazla görünmesini hayâl ettim. Bu nedenle iki oyuncunun Güzin Özyağcılar(Hanımefendi) ve Şenay Saçbüker(Hizmetçi)’in oyuncu performanslarını beğenmeme rağmen daha çok müzikal performans aradım oyun boyunca. Belki de bu, metindeki üç şarkının anlamlı isimlerinden (“Yeniden Değerlendirme Politikasına Övgü”, “Özgürlük Anıtı Aryası”, “Kafa Kâğıdı Üzerine Çeşitlemeler”) kaynaklanan bir beklenti. Doğru bir tercih olarak gördüğüm ancak program dergisindeki gibi somutlaştırılmamış(adı konmamış) olmasını tercih ettiğim gurubun( Nur Saçbüker, Mevlüt Demiryay, Özge Midili Aşar, Doğan Şirin, Berk Samur, Melisa Demirhan, Deniz Evrenol) ise dansçı olması ve oyunun müzik-dans uyumuna bırakılması, oyunu farklı bir boyuta götürürdü sanki.     

“Büyük Büyükanne” oyuna ses olarak eklenmiş. Tomris İncer’in sesi giderek oyunlarımızdaki “tarihin sesi” haline gelmeye başladı. Tomris İncer’i dinlemek başlı başına bir keyf ama o sesin olumlu çağrışımlarının   Hanımefendi açısından doğru ama seyirci açısından yanlış olduğunu düşünüyorum ki bu da tiyatroda tartışılması gereken bir husus. (Karaktere doğru gelen mi seyirciye anlatılmak istenen mi?) Seyirci Hanımefendi’nin “Büyük Büyükannesi”ne empati/sempati duyuyor ama “arka bahçe”yi yaratan o  “Büyük Büyükanne” aslında.

Oyunun sahne tasarımını(Rıfkı Demirelli) çok beğendim. Sanıyorum bundan böyle Demirelli’yi daha bir dikkatle takip edeceğim. Sahne tasarımı tam bir “arka bahçe”.

Özellikle Hanımefendi’nin kostümünün(tasarım- Duygu Türkekul) daha varlıklı, özentili ve şaşaalı olmasını bekledim. Heykele benzemek tasarımcısına yetmiş gibi geldi bana.

Işık tasarımının(Murat Selçuk) oyuna özel bir katkısını göremedim ama bazen daha çok ışık istedim.

Efekt tasarımı(Kadir Arlı) ise gerektiği yerde gerektiği kadar çıkan bir “ses” olmuş ve “görevi”ni yapmış.

Koreografi(Özge Midilli Aşar), gurup devinimi ağırlıklı ama devinim dans değil, sahnede duruşu ve birbirine göre konumlandırmaya dikkat etmiş “resim verme”ye odaklanmış gibi geldi bana.  Amaca hizmet ediyor ama yukarda da değindiğim gibi ben dans bekledim. Gurubun kendisinden isteneni hakkıyla yerine getirdiğini düşünüyorum. 

Dramaturg(Dilek Tekintaş) oyun dergisinde “Yabancılaşmanın bir onur sorunu olduğu kadar bir kendini savunma mekanizması olduğuna dair bir makale yazarım belki günümüzde.. Her ne anlama gelecekse” demiş. İfadesinin içindeki derinliği çok sevdim ve oyunda o ifadenin karşılığı “soyut”u aradım belki de.

Arka Bahçe, “tüm insanlık mirasının üstüne oturup, muhteşem batı uygarlığı adına binlerce yıllık özgürlük düşüncesinin meşalesini tuttuğuna inanmış; doğurgan devinişlerin, keşif ve icatların yorgun sevincini ve sanayi devriminin dinmeyen uğultusunu sahiplenen”  bir “heykel”in hikâyesi. Yoksa kendini onunla özdeşleştirmiş bir yaşlı kadının mı?  Sahibini tanıyan, emeğinin karşılığını veren  herkesi “Hanımefendi” sayan bir Hizmetçi’nin hikâyesi mi? Yoksa sizin(bizim) mi? Sahi siz hangi arka bahçedesiniz? Sizin(bizim) Shelia olmadığınız kesin de.

Arka Bahçe’yi, öncelikle yazarı, ele aldığı konu ve de yönetmenin metni “okuma”daki arayışlarına yönelik olarak seyretmeye değer buldum. İki oyuncunun(Özyağcılar ve Saçbüker) “oyunculuk” başarısı da keyifli bir seyir ile salondan ayrılmamı sağladı.

Hüseyin Köroğlu’nun samimi bir “ışığa yürüten adam” olduğuna inanıyorum. Yukarıda bahsettiğim söyleşide Hüseyin Köroğlu’dan güzel bir ifade duydum: “Sanat yontar”.  Oyun dergisi kapağında da “karanlığa çığlık atan” biri var. Dilerim “karanlıkları aydınlatan bir çığlık” olan tiyatro, taşları da “yontsun” !

Melih Anık

Not: Yazı Milliyet Blog'da yayınlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder