25 Mart 2013 Pazartesi

Evaristo ile Civan Canova Tiyatrosu’na Devam (6 Üstü Oyun Projesi)


Bu yazı, Kızıl Ötesi Aydınlık ile ilgili yazdığım uzun  yazının devamı  sayılabilir. (http://melihanik.blogspot.com/2013/03/vardiya-oyuncularndan-civan-canova.html)
Bu kez Evaristo penceresinden Canova tiyatrosuna bakma fırsatını değerlendirmek istiyorum. Evaristo,  Canova’dan okuduğum ilk tek kişilik oyun.  Diyaloglu tiyatroda kendine özgü bir tiyatro dili oluşturmuş  olan Canova’nın  Evaristo’su, onun  “monolog tiyatro”su üzerine düşüncelerimi paylaşma fırsatı verdi.

“Monolog tiyatro”da da su gibi akıyor Canova’nın dili. Metni okurken bu geçişleri işaretlemeye çalıştım. 3-4 cümlede yeni bir başlık açıyor.  Sizi bir yerden alıp dere tepelerden aşırarak bir başka yere getiriyor. Öyle rahatlıkla bir konudan diğerine geçiyor ki siz tek parça ray üzerindeki bir trendeymiş gibi sessizce ve âdeta kayarak gidiyorsunuz. Tren örneği verdim. Bilirsiniz tren raylar üzerinde giderken biteviye bir ses duyarsınız. O ses, rayların birbirine bağlantı yerlerinden  gelir. Canova treninin, üzerinde gittiği rayların kaynağı öyle maharetle yapılmış ki siz tek parçadan oluşmuş kaynaksız bir ray üzerinde gidiyormuş gibi hissediyorsunuz. İşte size bir örnek: (arka arkaya gelen replikler şöyle) “…ihtiyarları  kıskandın sen…”  “bazı insanlar ne güzel yaşlanıyor…” “suratsız bir kokana değilim”  “çılgın babaanne diyor o Türk oğlan bana” “amcası hapisteymiş” “mahkemeyi etkilemek için sosyal medyada seslerini duyuracaklarmış”.  “İhtiyarlık”tan yola çıkıp lafı “mahkeme”ye getirmek büyük bir beceri bence.  Aslında burada da kalmıyor, “mahkemeden” yola çıkıp replik replik konuyu konuya  “zincirleyerek”  lafı Führer’e getiriyor. “Buenos Aires’li grafitti ustası Evaristo”dan Hitler’e geçebilmek hayâl gücü, vizyon ve maharet istiyor. “Ayağında Bodrum  sandaletler olan Evaristo.. Türk mahallesindeki McDonalds’da paspasçılık yapan Türk oğlan.. Amcası Türkiye’de hapiste.. Yakında dönerci dükkânı açarlar . İyi ki ev Türk Mahallesi’nde.  Ter nikotin sarımsak ve ayak kokmalı,  vurdu mu  ses getirmeli, bıyıklı olmalı. Tangonun kralı Evaristo..” Tango kralı Evaristo dan Führer’e nasıl geçtiğinizi anlamıyorsunuz. O arada Türk mahallesinden geçiyorsunuz, sinema afişinde Şarlo’ya bakıyor, paspasçı Türk oğlanın amcası aracılığıyla Türkiye’deki hapishaneye geliyorsunuz.  Zihnin serbest dolaşımları ile algı oradan oraya geçiyor ve oyun, mesajını oyundan çıkan seyircinin zihnine koyuyor (Belki seyirci farkında bile  değil o anda.) Ayşenil Şamlıoğlu’nun şahane oyunculuğu, hikâyenin zihinlere kaynaklanmasında en önemli unsur.  Şamlıoğlu’nun hakkını teslim etmek gerek, öyle oynuyor ki hem o mekânın içinde hem de dışında. İlk izlenim dramatik bir oyunculuk gibi ama o rolüne çağlarca, kilometrelerce uzaktan bakabiliyor. O ne söylese inanacaksınız.  Oyunun hemen başında  sırtındaki ağır çuval altında boğulacakmış gibi hırıltılı solumaları ile ezilen ve ansızın yere yapışan kadın ne söylerse “gerçek”, ne söylerse “öyle”dir. Yönetmen-oyuncu  Şamlıoğlu öyle bir uygulamalı oyunculuk dersi veriyor ve unuttuğumuz oyunculuğunu hatırlatıyor ki bundan sonra onun yöneteceği oyunlardaki oyuncuların işi çok zor. Sadece iyi oyunculuk değil gösterdiği, oyuncu ile rol arasındaki ilişkiye örnek veriyor.  O sokakların çöpçüsü, imparatorlukların birinci kadını, bir kaçak, bir çevreci, tarihin güçlü çıkan sesi, isyancı, muhalif, kuşkunun, ölümün sesi. Peron’un Evita’sı da o, Führer’in Eva’sı da..  Ama o Ayşenil Şamlıoğlu da aynı zamanda. Onun oyunculuğunun bulduğu çizgi önemli zira yazar da benzer dokunuşlar yapıyor. Canova “dokunurken” hatırlatıyor, hatırlatırken de iz bırakıyor.  Dolaylı göndermeleri var Canova’nın . Örneğin Türk mahallesine yolunu düşürdüğünde bunu laf olsun diye yapmıyor. “İlâhi adalet”,  adaletsizliğe Canova tepkisi . Biber gazı ile algınızı Almanya’dan alıp Türkiye’ye getiriyor ama bu arada Führer ruhunun hâlâ canlı olduğu Almanya’daki Türkleri hatırlatıyor bir yandan, onların mahkemeleri ile Türkiye’ye dokunuyor öte yandan. “Ben Türk değilim” diyen çocuk ile "ikinci nesil" Türkleri koyuyor önünüze. Faşist generallere kafa tutan “Mayo anneleri” sizi "Cumartesi Anneleri"ne götürmez mi?  Arjantin’den bahsedilmesi bir rastlantı mı?  “Bizim oturduğumuz bina Amerikan konsolosluğunun malı ama Türk Bankasına kiralamışlar” öyle sıradan bir cümle mi? Algı sarhoşu yapıyor seyirciyi âdeta. Sokak çöpçüsü kadın ile çevre sorunlarına dokunurken, bankalar, borsalar, alanlar, satanlar ile kapitalist sistemin uçlarına götürüyor sizi.… Dünya düzeninin hâkimleri..  Katledilen Kızılderililer.. Köle ticareti.. Vietnam, Sırbistan’daki ölümlerden kalan çuvallar dolusu kül; kül de karbon elmas da, değil mi? Elmasın kül olması imgesi nasıl bir akıl oyunu.  Sonra birden açılan bir afişle Hitler çıkıyor karşınıza. Bu, zamanda da bir atlama.  İsrail Havayolları'ndaki Anna Frank da neyin nesi?  Ama nasıl bir çağrışıma neden oluyor! Ya hippiler ve onları  doğuran anneler? Atlama değil, basit bir çağrışım değil,  bu ,  önüne geleni süpüren “tsunami” dalgası. Civan Canova zihninizin tozlarını alıyor ve sizi çağlardan çağlara, tüm dünyanın insanları, zamanları  arasında gezdiriyor. Bu öyle keyifli bir yolculuk değil. Aslında Canova görünmez azgın dalgaların içine atıyor sizi,  acıtsam diye yapmamış belki ama hatırlattıkları acıtıyor. Mizah ve hüzün iç içe..

Nazi lideri ve karısının tarih kitaplarında yazdığı gibi intihar etmediği Arjantin’e kaçıp burada yıllarca yaşadıkları öne sürüldü” repliğinin gerçeği yansıtıp yansıtmamasının da hiç önemi yok. Zira Canova  tarih yazarı değil, oyun yazarı. O bir ihtimalden/söylentiden yola çıkarak acımasız bir dünya resmi çiziyor Evaristo’da. Zenginliklerin üzerinde oturanlar, kendini bu dünyanın sahibi sayanlar bilin ki tarihte var olmuş ve gömüldü sanılan hiçbir şey kaybolmaz.  “Diri diri gömüldükleri bu mahzende hortlayacakları günü bekliyorlar”.   Tarihin sığınağında “onlar”dan hâlâ çok var, “Türk Mahallesinin dehlizlerinde de..“  Kapitalist bir düzenin temeli onlar, o düzenin sığınaklarında yaşıyorlar. Ortaya çıkıp çıkıp gözden  kayboluyorlar  ama yok olmuyorlar. Yanlarında taşıdıkları “karbon çuvalı” patlayabilir bir gün ve sığınağın üstündeki “banka” havaya uçabilir. “Bütün dikiş makineleri aynı elbiseyi dikmeli. Bütün kanı temizler, sütü bozuklar, ak kaşıklar, keskin sirkeler, çöpsüz üzümler, tüyü bitmemişler ,deli fişekler, serseri kurşunlar, yakan toplar… tapmalı Evaristo’ya” “Twitter’da iki “follower”ı var Evaristo’nun : Şeytan ve Eva..” Zaten “çağdaş bir Goebbels” bulmak da zor değil. Saat işliyor. Küller savrulacak havaya…

Evaristo, Canova’nın yazarlığının hem bilgi hem de tiyatro ile donanmış bir başka örneği. Kendisi ile yapılan röportajda Civan Canova, Evaristo’yu iki günde yazdığını söylemiş. Hep bilinen bir hikayeyi hatırlatarak söylemek isterim ki onun dediği “40 yıl artı iki gün”dür. Oyunun süresi  klavye başında geçirilen süre ile ölçülmez. Hikâyeyi uzun süre zihninde taşırsın sonra bir gün dökülür kâğıda her şey.

Oyunu yöneten -kendisinin  de çok iyi bir oyuncu olduğuna tanık olduğum- Nihal Koldaş ile bir başka iyi oyuncu (ve de yönetmen)Ayşenil Şamlıoğlu  arasında çok iyi bir dialog olduğu belli. Bu dialog başarılı bir monolog tiyatrosu ortaya çıkarmış. Metnin derinlikleri iyi okunmuş, vurguları iyi yapılmış. Koldaş, “Evaristo, bu günü anlatmaya soyunmuş, ancak gözünü geçmişe bugüne ve hatta geleceğe dikmiş bir oyun” derken bir seyirci olarak benim hissettiklerimi özetlemiş sanki. Koldaş “Yazar seyirciyi kendini konumlandırmakta özgür bırakıyor” saptamasına uygun olarak yönetmen olarak yazar ile seyirci arasında girmemekte de dikkatli.   Oyunun başarısında ışık tasarımı(İsmail Sağır ve Onur Kiraz) ile o ışık altında etkisi daha çok ortaya çıkan mekân tasarımının( Başak Özdoğan) ve kime ait olduğu belli olmayan kostüm tasarımının da rolü ve katkısı var. Oyunun teknik alt yapısı sanki oyunun içinde geçtiği havayı da “yapmış”.  Elbette bu oyunla ilgili olarak akılda kalacak ve hemen hatırlanacak makyaj tasarımının (Derya Ergün’e teşekkür edilmiş) oyuna, oyunculuğa katkısı çok çok büyük.

Asistan (Sinem Öcalır), ışık uygulama (Utku Arslan),efekt uygulama (Buğra Alkan-efekt tasarımı için Erhan Yürük’e teşekkür edilmiş)  fotoğraf (James Hughes) afiş-broşür tasarımının(Muzaffer Malkoç) ortaya çıkan başarıdaki katkılarını anmamak olmaz.

Kumbaracı50’nin kucağında doğan ve Altıdan Yapım’ın yürütücülüğünde oluşturulan  6 Üstü Oyun Projesi’nin bu ikinci oyununun da  yüzleri güldüren bir başarı olduğunu tarihe kaydetmek; Yiğit Sertdemir’in sanat danışmanlığında ve “Bugün” teması ile oluşturulmuş  “6 Üstü Oyun  Projesi”nin tiyatro hayatımıza heyecan getirdiğini belirtmek gerekir. 

 Evaristo bu heyecanı, yaşadığımız bugünün dünyasının içinden geçtiği heyecana bağlayan ve onunla   besleyen  bir oyun.  Kadının şu repliği, hayata atılan bir “hatırlatma düğümü” gibi :  “Tuhaf bir kızıllık var gibi. Bahar havası diyor televizyonlar ama..”  Dikkat ederseniz yazarın çağının tanıklığını yaptığını göreceksiniz.  Evaristo, tiyatronun kızıl ötesi aydınlığında  özellikle doğudan yükselen  kızıllığın altından ne çıkacağı üzerine size çağların içinden gelen çığlık gibi bir hatırlatma yapıyor. “Deli mi ne?

Melih Anık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder