19 Ekim 2012 Cuma

Dar Ayakkabıyla Yaşamak(D.Kovaçeviç) “Acıların Oyunu” Olmuş


İntiharın Genel Provası, ülkemiz  seyircisine Duşan Kovaçeviç’i tanıtan ilk piyesti. Bu nedenle oyunu bizle buluşturan, çok başarılı şekilde yöneten Nurullah Tuncer’e teşekkür borçluyuz. O oyunun ardından Nurullah Tuncer Buluşma Yeri’ni yönetti. Dar Ayakkabıyla Yaşamak, Nurullah Tuncer’in yönettiği üçüncü Duşan Kovaçeviç oyunu. Ona göre “üçlemenin”  üçüncü oyunu. “Üçleme” Nurullah Tuncer’in seçtiği bir üst başlık. Ben TRTTürk tv’de üçlemeyi anlatan ifadesinden “üçleme” çıktığı hususunda hemfikir değilim. Nurullah Tuncer şunu söyledi (mealen): “İntiharın Genel Provası, bir mimarın intiharını anlatıyordu. Buluşma Yeri idealleri uğruna ölen insanlar, Dar Ayakkabı ile Yaşamak ise direniş, açlık ve medya eleştirisi üzerine idi.” Öyle bakarsak bir yazarın herhangi üç oyunu “üçleme” olur.  O programda yer alan İbrahim Can(İsa) “sanatçı, entelektüellik”; Nihat Alpteki( Veseli) ise “kot taşlama, meslek hastalığı” ile kendi rollerini anlatıyordu. Yönetmen üç oyunu önceden tasarlayıp bir üçleme halinde sunacağının hazırlığını önceden yapmış mı? Daha önce yani ilk oyunda(İntiharın Genel Provası) duyurmuş olduğunu hatırlamıyorum. Bunu anlamak için üç oyuna bakmak gerek. Bence yapmamış. Zira “üçleme”, üç oyunda da boş sahneyi kullanmak, aynı oyuncuları oynatmak değil; üçünde de “ölüm” temasının olması da değil. Kaldı ki Nurullah Tuncer İntiharın Genel Provası’nda kullandığı yalınlığı, Buluşma Yeri’nde görsel oyunlarla karmaşaya çevirdi, Dar Ayakkabıyla Yaşamak’da  ise sahneyi “kararttı”.  Üçü de Duşan Kovacevic oyunu olmasına rağmen söylemeseniz sahneye bakarak kimse o kitapları aynı rafa yan yana koymaz. Zira üçü de farklı “söylüyor”. Dar Ayakkabıyla Yaşamak,  metni okuduğumda hayâlimde canlanan hızlı, tempolu, aydınlık bir oyun olmamıştı. Oysa metin, bugün seyirciyi ekrana “kilitleyen”(!) medya dünyasına teslim olmuş  dünyanın şahane bir eleştirisiydi.  

Özelleştirilen bir fabrikada haklarını arayan işçiler iki yıldır fabrikayı işgal etmiş; dışardan yapılacak müdahaleleri önlemek için de fabrikayı bir dokunuşta patlayacak bombalarla yaklaşılması tehlikeli bir alan haline getirmiş; ama istedikleri sonucu alamayınca başladıkları açlık grevinin yedinci gününe gelmiş.  Medya durumdan bir vazife çıkararak olayı kamuya duyurma bahanesiyle işçilere yanaşıyor ve onların hassas noktalarını kaşıyıp olayı bir tv yarışması(eğlencesi) haline getiriyor. “Benim Numaram Kazanacak?”(bana göre ” En Son Kim Ölecek?”)  “Ekranları başındaki seyircilerin” de ‘sms’leri ile katılacakları bu yarışma” tam bir medya parodisi” oluyor. Aslında amaç “grevi kırmak”. Kazanan medya kaybeden “seyirci”ler..

Oyunun ilk perdesi “fabrika”da ikinci perdesi “stüdyo haline getirilen aynı fabrika”da geçiyor. Bu değişimin “gösterilmesi” zaten başlı başına bir “oyun”. Aynı mekân size başka türlü “gösterilebilir”. Hayatımızın odağında bu algı yanılmaları var. Bu nedenle iki perde arasında farklar çok önemli. Seyirci, “algısıyla” oynandığını algılamalı. Kameralar aktif olmalı, ara sıra seyirciyi de yansıtmalı ekrana. Yapılabilirse bir iki seyirci görüşü alınmalı. Bir kenarda seyircinin ne yapması gerektiğini gösteren emirleri gösteren bir görevli olmalı.(“Alkış”,”Ooooo” gibi) Yarışma coşkusu salona yansımalı. İkinci perdede tv ekranı öne çıkmalı, ekranda görünen ile sahnede görünen arasındaki farklar vurgulanmalı. Bu çerçevede elbiselerinde  “barkod”lar olan yarışmacı-işçilerin “görünen taraflarında bu görünmemeli, barkodlar sırtlarında olmalı, en sonda görülmeli.

Oyun bir video gösterisi ile başlıyor. Metinde yazarın tanımladığı , YETER diye bağıran dünya insanlarıdır. Nurullah Tuncer,  içine Hrant Dink’in  ayakkabılarını gösteren fotoğrafı da içeren acı çeken insan yüzlerini gösteriyor. Bu anlayış oyunun nasıl ele alındığının da habercisi gibi sanki. Ve ortaya “kaderimin oyunu” da diyebileceğiniz “acıların oyunu” çıkıyor. 

Nurullah Tuncer oyunda budama yapmış. Aslında buna “budama” değil temizlik yapmış demek daha doğru, “oto sansür” yapmış. Oyunda sözü edilen bir demokrasi heykeli var, oyunda da adı geçiyor ama nasıl olduğu bilinmiyor. Çünkü yok. Nurullah Tuncer’in bu “fısıltı”lı söylemi, oyunun sonundaki 23 Nisan rondu ile doruğa ulaşır.

Buluşma Yeri’nde orkestra ile şenlikli bir giriş yapan Nurullah Tuncer’in Dar Ayakkabıyla Yaşamak’da bu kadar ağır, karanlık bir oyun yapmasını anlayamadım doğrusu. “Direnen işçi” bu kadar zayıf ve karamsar olur mu? Oyunun ilk perdesi karanlık buna karşı ikinci perdesi olağanüstü aydınlık ise bu zıtlığın bilinçli yapılmış olduğunu düşünürüm ama ikinci perde de karanlık. Önemli olan “dünya düzeni”nin işçilerin kararlılığını kırıp, onları “oyuncak etmesi”,  birbirlerine düşürmesinin gösterilmesi ve seyirciye direnme gücü verilmesidir. Seyirci de salondan “oyun zaten kaybedilmiş” duygusuyla ayrılmamalıdır.  “Böyle gelmiş böyle gitmez” demelidir yani. “Gün gelir, gün gelir….” Ama Nurullah Tuncer 1 Mayıs Marşı yerine 23 Nisan rondu koymuş ve anlamsız bir “kefen toplama” sahnesine dönüştürmüş oyun sonunu. Dar Ayakkabıyla Yaşamak, biraz Küçük Emrah, biraz Ferdi Tayfur şarkısı gibi. “Bize rahatlık mezarlıkta” sözü nasıl bir iğne olup batarsa oyun sonunun da öyle bir müstehzi bakış olmalı. Oysa sahnede sanki “ölmekten mutlu” işçiler var. Metindeki “satirik” söylem yok. Oyunun son  sahnesinde oyuncular metne göre gökte… Yani yer çekiminden kurtulmuş bir bulut üstünden yere bakıyor, ayaklarını sallıyor. Nurullah Tuncer’in bu sahneye çözüm bulamamış olması “nakitsizlikten” mi?

Beş numara küçük ayakkabı verilen insanlar bana Sermet Çağan’ın Ayak Bacak Fabrikası(1963) isimli oyununu hatırlattı. 1964 Erlangen Uluslararası Tiyatro Şenliği'nde dördüncülük ödülü kazanan yapıtta  “kara tohum-fink ekmeği” yemek zorunda kaldıkları için ayak adaleleri büzülen, belden aşağısı tutmayan ve hayat boyu kötürüm kalacak insanlara “ayak bacak fabrikası” vâdedilir. Derebeylerini tanıyamayan o insanlar gibi Dar Ayakkabıyla Yaşamak’da da fabrikanın insanları kendilerine el uzatanların gerçek yüzünü göremezler. Oyun aynı “oyun”dur ne toplum ne zaman fark eder.

Kovaçeviç oyunlarının tecrübeli tercümanı Bilge Emin bu oyunun da çevirmeni. Ben metinde altını çizdiğim bir terslik okumadım. Bu tabii ki bir tercüme kontrolü değil metnin Türkçesinin sahne dili. Bilge Emin kısa notunda adaletten bahsediyor. Ben tercüme edenlerden oyunun dili ile ilgili bir şeyler de söylemelerini bekliyorum.

Program dergisinde dramaturgların da “konuşması”nı beğeniyorum. Keşke daha çok konuşabilseler. Hatice Yurtduru açlık grevi üzerinde durmuş ama yazısının bence en önemli vurgusu “yaşadıklarımız ne kadar gerçek ne kadar kurgu” olduğu üzerine ki bu konuda sanırım yönetmeni ikna edememiş.

Nurullah Tuncer yönettiği oyunların sahne tasarımını da yapıyor. Bu bir yönetmen için kolaylık. Hayâlindekini başka birine anlatacağı yerde kendi düşünüyor kendi yapıyor.  Sonuç her zaman İntiharın Genel Provası’ndaki gibi başarılı olmayabiliyor. Buluşma Yeri’nde olduğu gibi Dar Ayakkabıyla Yaşamak’da bu sorun yaratmış. Keşke dışarıdan bir göze bıraksaydı işi.

Gamze Kuş’un daha iyi tasarımlarını hatırlıyorum. Işığı bu kadar karanlık olan bir oyunda “siyah”lar ışığı daha da yutmuş. Kadın şapkalarındaki ayakkabılar fazla abartılı, oyunda onun karşılığı yok. Sunucu Maldiv’in kostümü  daha da parlak olmalıydı. Özellikle ikinci perdede cenaze evi gibi olmuş sahne.

Müzik(Oliver Josifovski) toplama imiş. Benim en beğendiğim şarkı bir filmden(“Before The Rain”) alınmış. Ben Çağrı Hün’ün yorumunu tercih ederim. Müzik ekibi şahane. Çağrı Hün, Uskan Çelebi ve Volkan Ayhan  gibi tiyatro bilen müzisyenlerin sahnede varlığı  önemli. Çağrı Hün’ün yorumları çok etkileyici. Ama müziğin yarışma sahnesinde(ikinci perde) etkiyle kullanılmış olduğunu düşünmüyorum. Galiba Nurullah Tuncer’in tv tecrübesi  yok. Bence birkaç program seyretsin ve de orkestra nasıl kullanılıyor görsün.

Işık tasarımı(Fatih Mehmet Haroğlu) bu yazıda en çok geçen kelimenin nedeni… Asıl sorumlu yönetmen mi ışık mı? Gölgelerin dansı metafor olarak oyuna uygun değil.Gölge ortaya çıksın diye yapılan oyunlar sahneyi daha da karartıyor. 

Aklımda yer eden bir Efekt tasarımı(Ersin Aşar) yok.

Canlandırma-video(Aksel Zeydan Göz):  Köpeğin videodan verilmesi iyi düşünce ama ben bu köpeği daha önce görmüş gibiyim. Ön film ise bence oyuna uygun değil. Metinde sahneye aksettirilen bir tahta bacaklar animasyonu var ama sahnede yok.

Beğenime göre oyuncu sıralaması yaparsam Yeliz Gerçek(Rada), İbrahim Can(İsa), Nihat Alpteki(Veseli), Müge Akyamaç(Zlata), Bennu Yıldırımlar(Sunucu), Bennu Yıldırımlar(Menajer), Bora Seçkin(Steva) ve Tankut Yıldız(Maldiv Bey-Sunucu) ve de sahne çalışanları. Tüm oyuncuların ortak yönü oyuna çıkmadan önce Ferdi Tayfur dinlemeleri(galiba).

Bana oyunculukları en gerçekçi gelen oyuncular Yeliz Gerçek ve İbrahim Can oldu. Nihat Alpteki, bu kadar “ezilmiş”likten sıyrılırsa daha doğru oynamış olacak. Beğendiğim bir oyuncu olan Müge Akyamaç etkisiz kalmış. Bennu Yıldırımlar, “Sunucu”da bir yarışma değil bir haber programının sarkastik ve kışkırtan  modaratörü gibi. Biraz daha yarışma formatına girmeli, şarkı söylemeli, oynamalı. Bora Seçkin’i ise Necip Fazıl oyunlarının “kıdemli” oyuncusu olma ruh hali içinde gibi gördüm. Bu hâli ile grev sözcüsü olarak fazla “mütedeyyin”.

Maldiv Bey’in elindeki mendili sevmedim. Zira o hafızalarımızda mendille bütünleşen Orhan Boran’ı hatırlatıyor ve bu oyundaki Maldiv Bey, Orhan Boran değil.  Bence Tankut Yıldız tam bir Maldiv Bey ama “sunucu” değil. Maldiv Bey sunucu olacaksa  sunucu başkası olmalı. Ama metne göre Maldiv Bey sunucu olduğuna göre Maldiv Bey’i sunucuya da uyabilecek başka biri oynamalı.   Mümkünse program sunucusu, ekrandan tanınan bir yüz olmalı. Şehir Tiyatrosu  sanatçılarına “borçlu olan” oyuncu  Okan Bayülgen meselâ. Borcunu böyle öderdi Şehir Tiyatrosu oyuncularına. Bu aynı zamanda ŞT’nın şu sıralardaki durumunu ve sesini medyaya aktarmak için de çok yararlı olurdu (da “KİM UĞRAŞACAK  hocam!”? Peki!!) Okan Bayülgen İBB Kültür ve Sanat Sezonu Açılışı’nda Kadir Topbaş Başkan’a  “medyûn-u şükran” pozu vermiş! (Tamburu da Coşkun Sabah çalsın!)





Bence dünya tiyatrosunun en önemli yazarlarından biri olan Duşan Kovaçeviç, oyunun prömiyerine gelmiş. Gittikten sonra onunla yapılan söyleşiden 2-3 dakika kalmış yadigâr. Böyle mi olmalı? Sokakları “inleten” İŞTİSAN, tiyatrosu dünyada duyulan bir yazarın sesini kendi sesine katmayı neden düşünmüyor? Onun oyununun Şehir Tiyatroları’nda oynanmış olması önemli mi değil yoksa “Nurullah Tuncer’in adamı” diye mi bakılıyor? “Adamı büyütürsek Nurullah Tuncer de büyür mü?”dür kaygı? Kovaçeviç gibi baskılardan gelmiş bir ülkenin yazarının Şehir Tiyatroları ile ilgili Türkiye’de ve dünyada söyleyeceği iki üç cümlenin önemini kavramak çok mu zor? Onun, ülkesinin çeşitli dönemlerinde sanatını “bir türlü” sürdürmesinden alınacak dersler yok mu?  Aynı anda dört oyununu misafir ettiğimiz bir yazarın yeri göğü inletmesi gerekmez miydi? Geçen yıl en beğenilen oyunlardan biri Profesyonel’in sahnesi, ey Devlet Tiyatroları sen nerdesin?  Kendi haykırışınızın duyulması için başka haykırışların duyulmasına aracılık etmeniz gerekir. Etmezseniz sizinkini de duyan çıkmaz.

İçine sürüklendiğimiz kaos çukurunda yaşama tutunabilmek için gülümsemeye ve umut etmeye ihtiyacımız var. Acılarımızdan, endişe ve korkularımızdan uzaklaşmak için. Dilerim, oyun azıcık da olsa umutlu bir geleceğin kapısını aralar ve böylesi trajediler bir daha asla yaşanmaz.” Bu, Nurullah Tuncer’in İntiharın Genel Provası oyununa yazdığı yazının son paragrafı. Neredeyse her oyun için söylenebilecek bir ifade.  Keşke Tuncer yazdıklarını bu oyunda yapabilseydi.

Melih Anık

Hatırlamak için benim yazılarımda Duşan Kovacevic:

Dar Ayakkabıyla Yaşamak- Çeviren: Bilge Emin- Mitos-Boyut Tiyatro Oyun Dizisi 418


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder