İngiltere
King’s College’da Rosalind Franklin’in(Funda Eryiğit) ekibinde çalışan Raymond Gosling(Orçun Soytürk) tarafından 1952 Mayıs’ında kristalize
dna’nın x-ışınları ile çekilmiş fotoğrafı bilim dünyasında ona takılan isim ile
Fotoğraf 51 olarak biliniyor. Bu fotoğraf King’s College’da çalışan Maurice
Wilkins(Jak Cem Avnayim) tarafından Cambridge’den James Watson’a(Selahattin Paşalı) gösterilir. Watson, Francis
Crick(Barış Arman / Bahadır Efe) ile birlikte diğer kaynak ve çalışmaları da kullanarak dna molekülü
modelini ortaya çıkarır. Çalışmalarına ilişkin makale 1953 yılında Nature
isimli dergide yayımlanır. 1962’de Watson, Crick ve Wilkins’e Nobel Ödülü
verilir. Rosalind Franklin’in ismi Nobel alanlar arasında yoktur. O tarihte
Rosalind Franklin hayatta değildir. Nobel ödül geleneğine göre hayatta
olmayanlara ödül verilmez ve hiç bir ödül üçten fazla kişi arasında
paylaştırılmaz. Anna Ziegler feministçe yaklaşarak Rosalind’in şahsında
olayı erkek egemen dünyada kadınların
hakkının yendiği üzerinden hareketle Fotoğraf 51’i yazar. Piyesin içinde bu
konu sık sık dile getirilir. Erkekler kadın meslektaşlarına ön isimlerini
kısaltarak küçümseyici şekilde seslenirler.
Antipatik kadınlar laboratuvarın havasını bozmaktadır. Saç modelleri ve giysileri alay konusu olur.
Bir kadının yaptığı hata hemen göze batar. Üniversite yemekhanesi erkekler
içindir Savaş zamanı İngiltere’de kadın bilim insanları çalıştırılmamıştır.
Kadının kimyası erkeklerin teorileri vardır.
Kısaca bilim dünyasında kadının
adı yoktur. (Bir bilim kadını olan kızımdan da biliyorum. Bu konu hâlâ devam
etmektedir.) Fotoğraf 51 olaya yukarıda özetlediğim
pencereden bakan bir oyundur. Ve kendince Rosalind Franlin’e yapılan haksızlığı
ortaya çıkarmaya çalışır. Shakespeare’in Kış Masalı’nden bahsederek Franklin’in
seyrettiği oyunda Hermione rolünün hangi oyuncu tarafından oynandığının
hatırlanmaması ile ilgili bir dokunuş yaparak konuyu Rosalind’in hatırlanmaması ile birleştirir. Oyunda
beş erkek arasındaki tek kadın oyuncu da sanırım özellikle yapılmış bir tercihtir.
Bilimsel yayınlar konusunda uzman bir gazeteci olan Steve Connor konuya başka bir açıdan yaklaşır ve bir soru sorar:: ‘Rosalind yaşasa idi Nobel Ödülü’nü paylaşacak üçüncü kişi Rosalind mi yoksa Wilkins mi olurdu?’ O, geçmişte Rosalind hayatta olsa Wilkins’in ödülün üçüncü kişisi olmayacağını söylemiştir. Ancak gerek King’s College’da çalışanlar gerekse Wilkins’in ailesi ona Rosalind King’s College’e gelmeden önce Wilkins’in dna’nın helix yapısı ile igili olarak önemli buluşlar yaptığını göstermiştir. Wilkins ve genç araştırmacı Gosling 1950 yılında yâni Rosalind 1951 yılında daha King’s College’e gelmeden önce DNA üzerinde x ışınlarının yayılımı ile ilgili çalışmaktadır zaten. Wilkins molekülün helix olabileceğini gösteren ilk imgeyi yakalamıştır. 1951 yılında Wilkins bir konferansta imgeyi gösterdiğinde Watson peşine düşmüştür. 1951’de Wilkins arkadaşı Crick’e helix’in yapısından bahsetmiş ve dna’nın x ışınları altındaki şeklini gösteren bir eskizi vermiştir. Steve Connor piyesin 1952 yılında Rosalind’in helix’in ölümünü duyuran postkartını görmezden geldiğini söyler. Connor Wilkins’in Fotoğraf 51’i Rosalind’in çekmecesinden çalıp Watson’a göstermesinin de doğru olmadığını söyler. Aylarca hiçbir şey yapmadan oturup dna üzerinde çalışmaktan bıkıp vazgeçen Rosalind’in kendisi bu fotoğrafı Wilkins’e vermiştir. Şu gerçek ki King’s College’deki çalışmalar sona ulaşamamış ama Cambridge’li bilim adamları model üzerinde çalışıp sona ulaşmışlardır.
Rosalind
Franklin Üniversitesi bu olay hakkında şu yazılmış: “Rosalind Franklin ve
Maurice Wilkins dna ‘nın fotoğraflanması üzerine çalışırlar. Franklin’in 1958
yılında 37 yaşında yumurtalık kanserinden ölümü Watson, Crick ve
Wilkins’in ödülü paylaşması sonucunu doğurmuştur. Fotoğraf 51 anıtsal buluş
sırasında öncü bilim kadını Franklin ile erkek meslektaşları arasındaki
karmaşık ilişkileri dile getirir.” Ama şu husus da atlamamak lâzım. Rosalind
Franklin ismi en eskisi 1912 yılında kurulmuş beş üniversiteyi çatısı altında
toplayan(2004) bir üniversitede
yaşamaktadır. Bu herhalde bir Nobel ödülünden de büyük bir bir şeydir.
Konu
1987 yılında Life Story isimli bir filmde işlenmiştir.
Anna
Ziegler’in yazdığı oyun Fotoğraf 51 ise 2008 yılında ‘Stage’ Uluslararası Bilim ve
Teknoloji Oyunları Yazma Yarışması’nda
birincilik ödülü alır. 2010 yılında itibaren de çeşitli topluluklar
tarafından sahnelenmektedir. Bunlardan
en çok ses getireni 2015 yılındaki sahnelemedir. Zira Rosalind Franklin rolünü
Nicole Kidmann oynamıştır. Kidmann bu oyunla pek çok ödül almıştır.
Tekstin
Yapısı
Piyes bir kadın beş erkek rolden oluşmaktadır. Kısa
sahneleri ile tekst sanki bir film senaryosuna benzer. Sahnelere numara verilmemiştir. Sahneler arası geçişler
rollerin içe dönük tiratları ile ve anlatıcılar tarafından yapılır. Mekân ve
zaman geçişleri de bu şekilde sağlanır. İstenen hızlı ve sürekliliği sağlanmış
bir akış ve filmlerde gördüğümüz sahne üstüne sahne bindirmeleridir. Bazen kendinden bahsedilen rol yaptığı
düzeltmeler ile anlatana müdahale eder. Rosalind dışındaki diğer
roller anlatıcı olur. Bu yapısıyla oyunun epik bir karakteri olduğu
söylenebilir. Tekstin gülen yüzü
Gosling’tir. Yazar onun replikleri ile teksti gülümsetir. Diğer
roller kişisel meseleleri ve toplumsal rollerinin getirdiği sorumluluk ve de
bilimsel rekabetin yarattığı hırs yüzünden gerginlik içindedir.
Oyunda
Shakespeare’in Kış Masalı’na gönderme var.
Shakespeare konuyu Robert Green’in Pandosta isimli romanından almış. (Green’in
de Edward Chaney’den esinlendiği söyleniyor.) Pandosta’da kadın karakter(Bellaria) ölüyor ama Shakespeare,
öldürüp heykel yaptığı kadını(Hermione) oyun sonunda diriltmiş. Aslında ne
Pandosta’nın ne de Kış Masalı’nın Fotoğraf 51 ile konu benzerliği yok. Yazara Hermione’nin dirilmesi meselesi ilginç gelmiş ve ‘öldüğünü/unutulduğunu’ düşündüğü Rosalind’i yazdığı
oyunla tarihin tozlu sayfaları arasından çıkararak ‘diriltmiş’. Böylelikle
oyununa kendince derinlik katmış kendini de Hermione’u dirilten Shakespeare ile
aynı düzeye koymuş.
Rosalind
ve Wilkins’in Kış Masalı’nı
konuştukları iki sahne var. Birincisinde Hermione’u oynayan oyuncunun adını
hatırlamıyorlar. Oyun sonundaki ikinci sahnede Rosalind Wilkins’e aslında Hermione’un dirilmediğini söyler. Aralarında
şöyle bir dialog geçer:
Wilkins: ‘Heykelin canlanmasını nasıl açıklayacaksın?’
Rosalind:
‘Bağışlanma umudu’
Wilkins:
‘Leontes(Hermione’un kocası) bağışlanmayı hak etmiyor mu?’
Rosalind
‘Kendimi bağışlar mıyım?’
Wilkins:
‘Ne? Ne için?’
Rosalind
kısa bir sessizlikten sonra sanki günah çıkarır: ‘Yeniden başlayamayacağını anladığın bir an
gelir. Kararlar almışsındır. Onlarla yaşamak zorundasındır. Hayatın pişmanlık
içinde geçer’
Her
ikisi de hâlâ Hermione’u hangi oyuncunun oynadığını hatırlamaz.
Reji
Rejide(Çağ
Çalışkur) her şey var işe yarar bir şey yok desem doğru olacak. Ben bir rejinin
bu kadar tıkandığını hararetle başlayıp giderek soğuyup, solduğunu ve oyun
sonunu getirmekte zorlandığını az gördüm.
Yönetmen oyun çıksa da buralardan gitsem demiş sanki. Ben seyirci olarak bitse
de çıksam dedim. Dört şeffaf panodan
oluşan ön sahne ve arkasındaki sarı ışıklar(dekor ve ışık tasarım: Kerem
Çetinel) ve de volümü yüksek tutulmuş yaylılardan çıkan hırçın ve kendisiyle
kavga eden müzik insanda benim gibi teksti okuyup ve konuyu bilip gelmemiş
seyirci üzerinde ağır baskı yapar. Ben ise bunlara anlam vermekte zorlandım.
Oyun başında oynatılan video(hem de ingilizce) Nobel Ödül törenini gösteriyordu. Bu videonun neye
yaradığını anlamakta zorlanıyorum. Seyirci için başlangıçta vermenin hiç anlamı yok. ‘Güzellik olsun’
işte! Yönetmen Rosalind Franklin’e ödül vermeyenlere mesaj göndermiş! Ama yönetmen oyunu Rosalind’in intikamını
almak amacıyla yapmış gibi bir his uyandı içimde. Bu hususta Watson karakterini görünce daha emin oldum. Watson bir soytarı gibiydi.
Sanırım yönetmen 1987 tarihli filmi görmüş. Zira o filmde de Watson ağzında
jikleti ile manyak bir tip olarak çizilmiş. Watson’un kıyafetine(kostüm tasarımı: Nihal Kaplangı)ve de
davranışlarına bakarak yönetmen metafor yapmış diyeceğim ama yukarıda anlatmaya
çalıştığım gerçekler nedeniyle yönetmenin olayın tüm boyutlarını iyi çalışmamış
ve önyargılı olduğunu düşünüyorum. Yazar bile onun kadar önyargılı değil. Rosalind
yorumu kendisinden çok şeyler alınabilecek bir oyuncu olarak gördüğüm Funda
Eryiğit’in bende hayâl kırıklığı yaratmasına neden oldu. Evet Rosalind
kendisiyle meselelerini çözmüş bir karakter değil ama oyunun başından sonuna kadar bu kadar köşeli
olması da anlaşılır gibi değil. Sanki karton karakter oynuyor. Eryiğit’in rol yorumu diğer oyuncular yanında
çok aykırı duruyor. Eryiğit tiyatrocu diliyle ‘rol kesiyor’ diğerleri ise
‘oynuyor’. Yönetmenin dışarıdan bakan bir göz olarak Rosalind ve Watson’u ‘görmesi’
gerekirdi diye düşünüyorum. Oyuncu kendini yönetmenin eline ‘teslim ediyor’
çünkü. Emanete iyi bakılır.
Ön
panolar kalktıktan sonra derinliği olan bir mekân görüyoruz. Arkada birkaç
odacık var. Sahne önü ise değişken kullanılıyor ama bir disiplini yok. Kullanılan aksesuvarlarla mekân bir bilim
laboratuvarı gibi gelmedi bana. Tekerlekli bilimsel(!) araçlar da eften
püftenliği gösteriyor. Hamidiye
sularının laboratuvarı bundan iyidir. Tiyatro yapıcıların sahnenin müteahhit
Ahmet Bey’in arsası olmadığını anlaması bu kadar zor mu? Sahnenin her metrekaresi anlam taşımalı.
Aksesuvarlar da öyle. Aynı yuvarlak panonun üzerinde İsviçre dağları, mektuplar
ve bilimsel grafikler olduğunda o
panonun anlamı kalmaz. Rosalind’in Caspar(Korhan Soydan) ile buluştuğu lokanta
masasına koşarak gelişi sahneler arasında geçişlerin dağınıklığına bir örnek. Yukarıda
belirttiğim sinematografik akışın bindirmeleri ve sürekliliği kaybolmuş sahnelemede. Kesik kesik
bir anlatım var oyunda. Işık aydınlatmadan öte değil, mekânın oluşmasına ve duyguların ifadesine katkısı yok. Watson ile Crick’in üstünde çalıştıkları modellemeyi anlatan ve uçlarında sarı
lambalar olan çelik konstürksüyon fena bir fikir değil ama onun da oyuna katkı
yapmadığını düşünüyorum. Oyun dna molekül yapısı gibi küçük sahnelerden
oluşuyor. Keşke yönetmen sahneleri o modelleme örneği gibi bir rejiyle
birbirine bağlasa ve bağladığını gösterse idi.
Sahnede karşımıza dna modeli gibi bir oyun çıkardı. O zaman o çelik
konstürksüyonun anlamı olurdu.
Hele
yetersiz ışık altında Rosalind’in hayâlinden geçenleri anlattığı sahne tam bir
amatör reji örneği. Karşısındaki oyuncu Caspar kendince sessiz durarak olayın
dışında olduğunu gösteriyor. Rosalind’i masanın etrafında dans ederek dolaştır
meselâ? Tirat sonunda masaya tekrar oturt. Ve Gosling repliğini söylesin. Ama
oyun genelinde de oradan oraya
koşuşturan oyuncuların hareketleri önceden iyi düşünülmemiş bir mizansen
olduğunu gösteriyor. Yerinde uydurulmuş sanki. Yapsak da gitsek telaşı ve
yorgunluğu var. Bazı sahnelerde eski tüplü bir radyonun rol alması da gereksiz
bir ayrıntı.
Her
şeye rağmen oyunun kalbi diyebileceğim Kış Masalı’na gönderme yapan iki sahne
güme gitmiş. Zira o iki sahnede gerçekliği bulanıklaştırmak ve hayâl ile gerçek
arasında yorumlamak oyuna başka bir boyut katardı. Oysa yönetmen o sahneleri çiğ
bir ışık altında oynatarak estetik
algıyı da yok etmiş derinlik fırsatını kaçırmış. Oyun içinde kompartman açamamış.
Her oyun
yönetmenin algısı, yorumu ve ufku kadardır. Öyle oyunlar vardır ki tekst
zayıftır ama yönetmeni ile ayağa kalkar. Tekstini önyargılı, yapısal olarak
zayıf bulduğum ve de eskimiş bir biçime sahip olan Fotoğraf 51 zayıf bir
yönetmenlik ürünü olarak çıkmış ortaya. Yönetmen kendi mesajını sağlam
seçememiş, sele kapılmış ve sürüklenmiş gibi.
Bu önce oyuncuları etkilemiş. Oyunculuk ortalaması belli bir düzeyin
üzerinde ama rejinin yönlendirdiği/bütünleştirdiği bilinçli bir oyunculuk yok. Herkes tek
başına sanki. Orçun Soytürk(Gosling) ve Korhan Soydan(Caspar) ‘umut veriyor’.
Fotoğraf
51 Craft’tan seyrettiğim üçüncü oyun. Bence Craft, oyunların konularına değil
dizi şöhretleri ile nasıl ses getireceğine bakıyor. Oyunlarında bir iki dizi
starının yanına koyduğu genç bir kadro ile işi sürüklüyor. Bu da bir tarzdır ama bana göre değil. Bu
tarzın çoğalması Türk Tiyatrosu’na zarar veriyor. Türk Tiyatrosu ustalarla
gençlerin aynı provalarda buluşması ile ilerler. Bundan genç yönetmenler, asistanlar, çevirmenler, teknik adamlar da öğrenir. Gençlerden oluşan kadroların
birbirlerine öğretecek çok şeyleri de yok.
Türkiye’de tiyatro yapmak zor bir iş. Ama destek
olacağım diye ‘olmamış’ bir işi
şişirmek gereksiz. Craft’ın oyunu için ödenen bilet fiyatına(80 TL) çok daha
insanca mekânlarda oyun seyretmek mümkün
Avrupa’da Amerika’da Asya’da. Tiyatro yaptım diye de tiyatro yapmamak
gerek. Biraz itina bekliyorum ben. Bu, mekânın düzenlenmesinden, kokusundan,
seyircilerin misafir edilmesindeki özenden ve onların güvenliği ve de rahatını
düşünmekten, seçilen oyunun ülkenin gündemindeki yerinden, iyi rejiden,
oyunculuktan, bilet satanın 'bilet
kalmadı' derken seyirciden sanki intikam alır gibi ‘geç kaldın tatarağası’
havası çekmemesinden geçiyor.
Oyunun
en iyi tarafı tercümesi(Hira Tekindor). Hira Tekindor yaptığı tercümeyi
vermeyince oyunu İngilizcesinden okudum. İngilizcesini okumamış olsam
tercümenin iyiliğinden bahsedemeyecektim. Belki de bu nedenle Hira Tekindor bilerek
vermedi tercümeyi. Beni Craft’a pasladı. Craft ise yazdığım mesaja cevap bile
vermedi. Belki de aralarında anlaştılar önceden ne bileyim.
Fotoğraf
51 benim sezon başındaki seyir listemde yoktu. Fügen istedi ve de bilet buldu,
ona eşlik ettim. Seyretmesem eksiklik olmazdı.
Melih
Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder