20 Ağustos 2011 Cumartesi

Devlet Klâsik Türk Müziği Korosunun Düşündürttükleri

 Fırsat buldukça  T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun konserlerini  takip etmeye çalışıyorum.  24 Ekim 2010 tarihinde saat 11:30’da CRR’da “Cumhuriyet Konseri”ni izledikten sonra bu yazıyı yazmıştım. Son zamanlarda Gündüz Vassaf’ın 3 Temmuz 2011 tarihli Radikal’de yayınlanan “Türk-İslam Sentezi, Bach, Metallica”; Cihan Aktaş’ın 11 Temmuz 2011 tarihli Taraf gazetesindeki “Başörtülü Kadınlar Sanattan Anlamıyor mu…” başlıklı yazılarını okuyunca aklıma geldi. 

O gün 2010-2011 sezonu açılışı yapıldı ve koronun otuz beşinci yılında 30 yılını doldurmuş olan sanatçılara (Mithat Özyılmazel, Ârif Özgülüş, Samim Karaca, Yıldırım Öğüt, Mustafa Güvenkaya, Serhan Aytan) plaket verildi. Törene, koronun kurucusu Prof.Dr. Nevzat Atlığ da katıldı, plaket takdim töreninde bir konuşma yaptı.  Prof.Dr.Atlığ ,  bizim neslimiz için “doruk” isimlerden biridir. Şimdi onun değerini çok daha iyi anlıyorum.
Konser boyunca Klâsik Türk Müziği’nin hayatımdaki anlamı üzerine düşündüm, kendimden yola çıkarak koronun toplumuzdaki yerini bir kez daha anlamaya çalıştım.
Gençliğimde özellikle 10 Kasım’larda “matem müziği” şeklinde hayatıma giren müziğin yaşlandıkça hayatıma getirdiği ışığı fark ederken yaşadığım değişikliği sorguluyorum belki de. Ayrıca bu tür müziğin toplumca algılanması, önemi,  geleceği, izleyicilerinden başlayarak tüm ayrıntılar üzerine düşüncelerimi ve gözlemimi  paylaşmak istiyorum.
Gerçek şu ki bu müzik damarlarıma nasıl girdi bilmiyorum. TV’nin olmadığı günlerde lambalı radyonun cızırtılı sesinden dinlediğim müziğin zamanla hayatımın önemli bir zenginliği olacağını bilmiyordum. Sanki ben fark etmeden damarlarıma bir şey zerk edilmiş  ve geçen zaman içinde buğulu bir aydınlığın içinden yüreğimden çıkmaya başlamış gibi bir his. Şarkı sözlerine iştirak ediyorum, ne dediğini anlıyorum, duygulanıyorum, coşuyorum. Hiç eğitimini almamış olmamama rağmen nasıl oldu bu?
24 Ekim günü konserde salona gelenlere baktım. Ortalama yaş kırkın üstünde idi. En gencimiz, yanında babası olduğunu tahmin ettiğim bir beyle gelen 13-14 yaşlarında bir genç kız idi. Erkeklerin çoğu kravatlı ceketli idiler. İki üçü dışında hanımların başı açık, giysileri iddialı değil ama özenliydi. Salonun ortalama gelir düzeyi orta civarında gibi görünüyordu. Her zamanki gibi çoğunluk kadınlardaydı. Türbanlı kadınları görüyorum ama onların “erkeklerini” görünüşe göre tanımam güç olduğu için o erkekler hakkında bir şey söylemem güç.
Seyircinin titizlikle uyduğu kurallar vardı, örneğin koronun şarkılarını  tek tek alkışlamıyor bölümün sonunu bekliyordu. Solo şarkılarda ise sanatçı (Münip Utandı) her şarkının bitiminde alkışlandı. Klâsik Batı müziği konserlerinde bir senfoninin bölümlerini ayrı ayrı alkışlayanları hatırladığımda bu büyük bir fark idi.
Sahnede de disiplin görülüyordu. Erkek ve kadınların bir örnek giysileri , sahneye giriş çıkışta düzenleri bu disiplinin parçaları idi. Erkekler siyah takım elbise, beyaz gömlekli idi papyon kravat takmışlardı. Bayanlar uzun etekli bir örnek elbiselerindeki tek süs yakalarındaki geleneksel motif idi. Sazende hanımların giysileri siyah idi. Bu disiplin o kadar abartılmış idi ki sahne düzenini kurmakla  görevli kişilerin giysileri de(papyon yerine kravat dışında) sanatçı erkeklerin aynısı idi. Tüm ses sanatçıları sahnede ayni şekilde(eller ve başların durumuna bakarak)  duruyorlardı. Salon, sahneden yansıyan disiplin ve saygıya disiplin ve saygı ile karşılık veriyordu. Sanatçıların sahneye girişlerinde uzun ve coşkulu alkışlar gönderildi. Sanki geleneksel bu müziğe “biz”(?) sahip çıkıyoruz mesajı vardı bu alkışlarda. Başını örtmese, sakal bırakmasa da oruç tutup, namaz kılarak “dini biz de biliriz”i göstermeye çalışanların  tepkilerini hatırladım.
Bu konserlerde yaşanan bir ritüel, sanki usta, çırak geleneğinin izleri var. Şefin(Fatih Salgar) salona giriş çıkışında tüm koronun ayağa kalkışında beden dilinden yansıyan  geleneksel bir saygının izlerini görmek mümkün.  Şef de onları öne çıkarıyor ayni geleneksellikle. Osmanlıca şarkı sözleri sorun yaratmıyor. Dağıtılan kitapçıklarda programın tüm şarkıları bugünün Türkçesi ile de yazılmış.  
Gençliğimizde “Türk Musikisi” denilerek  bu tür müzik “soylu”laştırılıyordu. Prof.Dr.Nevzat Atlığ da konuşmasında birkaç kez bu müzik için “soylu” kelimesini kullandı.
Bu tür müzik Osmanlı döneminden besleniyor. Cumhuriyetten sonra devam eden müziğin yaratıcıları içinde  Osmanlı  yurttaşı müzisyenler olduğu gibi Cumhuriyet’in müzisyenleri de var. Osmanlı döneminde  sanatçıların arasında  Rum, Ermeni, Musevi vatandaşların olması bu müziğe ayrı bir çeşitlilik ve zenginlik katmış olmalı. Herhalde repertuarın çoğu, gerek bestecilere gerekse şarkı sözlerine bakarak “Osmanlı”dır.
Atlığ konuşmasında seyircilere “siz olmasaydınız sürdüremezdik” dedi. Ama seyircinin oluşması da koro sayesinde olmamış mıdır?  11 Kasım 1975 tarihinde başlayan koronun yolculuğunda tavizsiz bir yürüyüşten bahsetti Atlığ. Bu koro ile “inkâr, ihmal” sona ermiş oluyor diye vurguladı.  Kime karşı ve neden? Kimler istemedi ? Bu haliyle gelenek ve göreneklerimizin devamı niteliği ile bize tanıtılan bu müziğin sahibi kim, kim sahip çıkacak?
Örneğin Hacı Arif Bey’i anlatan diziler, filmler Osmanlı’ya, eski yaşam düzenine, geleneğe, göreneğe olan özlem ile yoğrulmuş halk algısını beslemedi mi, onun üzerine inşa edilmedi mi? Bu tür diziler, filmler ramazanla özdeşleştirildi.  Bugün salonlardaki dinleyici yapısı, kendini “daha Cumhuriyetçi” olarak tanımlayan bir görüntü içinde.  Kendini “muhafazakâr” olarak tanımlayanlar bu tür konserlere ilgi göstermiyor. O insanlar neden “dışarda”? Başörtülü kızlar ve erkekler neden Klâsik Türk Müziği dinlemiyor? Sorun müziğin “soylu”luğunun vurgulanışında mı? Eksik nasıl kapatılacak ve hep beraber bu topraklardaki bir geleneği asırlar sonrasına taşımak için ne yapacağız?
Müzik beğeni ile taşınır nesillerden nesillere. Şu sırada bir avuç gibi kalmış bir dinleyici kitlesi bunu taşıyabilme gücüne sahip mi?  Bu dinleme “zevk ve keyfi”ni sağlayamazsak (ki bu ‘elit’ bir duygulanımı  zorunlu kılıyor) nasıl taşınacak ? Peki bu nasıl sağlanacak, nasıl bir eğitimle?
Tarihte zevkler, belli bir sınıfın varlığı ile yayılmıştır. Ayni çiçek tozları gibi. Turizmin gelişmesi, sanatın yayılması, müziğin evrenselleşmesinde bu kitlenin önemli bir rolü var. Benim korkum ülkemde zaten tam anlamıyla var olmayan bir kitle kaybolmakta. Hayatın muhafazakârlaşması öne çıkarken muhafazakâr ve geleneksel müziğin dinleyicisi azalıyor.
Devlet hiçbir şeye karışmasın diyenler, pazar talebi yaratamayan bu müziğin devlet sahip çıkmazsa yok olacağını görüyorlar mı acaba? Var olan bir zenginliğin kayboluşu “fakirleşme” sayılmaz mı? Bu tür bir "fakirleşme" cari açık gibi değildir ve "sıcak para" ile kapatılamaz, "finanse ediliyorsa sorun yoktur" ile sürdüremezsiniz.  "Sıcak kalp"lere ihtiyaç vardır.
Melih Anık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder